Ehl-i Beyt
Bediüzzaman'ın seyyidliği için Said Nursi'nin Seyyidliği sayfasına gidin.
Ehl-i Beyt dar manasıyla Peygamberimizin ev halkını, geniş manasıyla Peygamberimizin ev halkını ve Hz. Fatıma (ra) vasıtasıyla kıyamete kadar soyundan gelenleri ifade eder. Bu geniş manaya göre Hz. Hüseyin'in (ra) soyundan gelen seyyidler ile Hz. Hasan'ın (ra) soyundan gelen şerifleri de içerir. Âl-i Beyt de bu geniş manayı ifade eder. Risale-i Nur'da umumen bu manayla zikredilmiştir. Âl-i Abâ ya da Hamse-i Âl-i Abâ (abanın altındaki beş kişi) ifadeleri ise Hz. Peygamberin (asm) kendisi ile beraber kızı Hz. Fâtıma Validemiz, damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (radıyallahu anhüm ecmain) müteşekkil heyet için kullanılır. Peygamberimiz bir gün onların hepsini mübarek abasının altına alıp dua etmiştir. Peygamberimizin sünnet-i seniyyesi yolundan gidenler, gerçekten soyundan gelmeseler bile manevî âl-i beytten sayılabilirler.
Âl-i Beyt-i Nebevî'nin (asm) asıl vazifesi hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyettir. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın bir arada olması gayet müşkül olduğundan Cenab-ı Allah onları dünyevi saltanattan çekip saltanat-ı maneviyeye tayin etmiştir. Nitekim, Âlem-i İslâm’ın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beyt’ten çıkmıştır.
Âl-i Beyt’e muhabbeti, Kur’an emretmektedir. Âl-i Beyt’ten, vazife-i risaletçe murad peygamberimizin Sünnet-i seniyesidir. Sünnet-i seniyeye ittibaı terk eden, hakiki Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi Âl-i Beyt’e hakiki dost da olamaz.
Âl-i Beyt’ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli başka bir nesil yoktur. Bugün sayıları milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Her bir asırda Âl-i Beyt’ten bir nevi mehdi, belki mehdiler geldiği gibi ahir zamanda gelecek ve fesad girmiş alemi ıslah edecek büyük bir müçtehid, müceddid, hâkim, mürşid ve kutb-u a’zam olan Muhammed Mehdi isimli zat da al-i beytten olacaktır. Hazret-i Mehdi’nin en has ordusu da Al-i Muhammed'dir (asm).
Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]
Ehl-i Beyt ve Âl-i Beyt[değiştir]
Eğer desen: Hilafet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatiyle beraber seleflerine nisbeten muvaffakıyetsizliği nedendir?
Elcevap: O mübarek zat, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı “Şah-ı Velayet” unvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti, hattâ kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı.
Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azîmeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.
Amma Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in Emevîlere karşı mücadeleleri ise din ile milliyet muharebesi idi. Yani Emevîler, devlet-i İslâmiyeyi, Arap milliyeti üzerine istinad ettirip rabıta-i İslâmiyet’i, rabıta-i milliyetten geri bıraktıklarından iki cihetle zarar verdiler:
Birisi: Milel-i saireyi rencide ederek tevhiş ettiler.
Diğeri: Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü unsuriyet-perver bir hâkim, millettaşını tercih eder, adalet edemez.
اَلْاِسْلَامِيَّةُ جَبَّتِ الْعَصَبِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةَ لَا فَرْقَ بَيْنَ عَبْدٍ حَبَشِىٍّ وَسَيِّدٍ قُرَيْشِىٍّ اِذَا اَسْلَمَا
ferman-ı kat’îsiyle: Rabıta-i diniye yerine rabıta-i milliye ikame edilmez; edilse adalet edilmez, hakkaniyet gider.
İşte Hazret-i Hüseyin rabıta-i diniyeyi esas tutup muhik olarak onlara karşı mücadele etmiş, tâ makam-ı şehadeti ihraz etmiş.
Eğer denilse: Bu kadar haklı ve hakikatli olduğu halde, neden muvaffak olmadı? Hem neden kader-i İlahî ve rahmet-i İlahiye onların feci bir âkıbete uğramasına müsaade etmiş?
Elcevap: Hazret-i Hüseyin’in yakın taraftarları değil fakat cemaatine iltihak eden sair milletlerde, yaralanmış gurur-u milliyeleri cihetiyle, Arap milletine karşı bir fikr-i intikam bulunması Hazret-i Hüseyin ve taraftarlarının safi ve parlak mesleklerine halel verip mağlubiyetlerine sebep olmuş.
Amma kader nokta-i nazarında feci âkıbetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzet idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gayet müşküldür. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.
(Mektubat, 15. Mektup, 2. Sual)
“O mübarek zatların başına gelen o feci, gaddarane muamelenin hikmeti nedir?” diyorsunuz.
Elcevap: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi Hazret-i Hüseyin’in muarızları olan Emevîler saltanatında, merhametsiz gadre sebebiyet verecek üç esas vardı:
Birisi: Merhametsiz siyasetin bir düsturu olan: “Hükûmetin selâmeti ve asayişin devamı için eşhas feda edilir.”
İkincisi: Onların saltanatı, unsuriyet ve milliyete istinad ettiği için milliyetin gaddarane bir düsturu olan: “Milletin selâmeti için her şey feda edilir.”
Üçüncüsü: Emevîlerin Hâşimîlere karşı an’anesindeki rekabet damarı, Yezid gibi bazılarda bulunduğu için şefkatsiz bir gadre kabiliyet göstermişti.
Dördüncü bir sebep de Hazret-i Hüseyin’in taraftarlarında bulunuyordu ki Emevîlerin Arap milliyetini esas tutup sair milletlerin efradına “memalik” tabir ederek köle nazarıyla bakmaları ve gurur-u milliyelerini kırmaları yüzünden, milel-i saire Hazret-i Hüseyin’in cemaatine intikamkârane ve müşevveş bir niyetle iltihak ettiklerinden Emevîlerin asabiyet-i milliyelerine fazla dokunmuş, gayet gaddarane ve merhametsizcesine meşhur faciaya sebebiyet vermişlerdir.
Mezkûr dört esbab, zahirîdir. Kader noktasından bakıldığı vakit, Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hasıl olan netaic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı maneviye o kadar kıymettardır ki o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer. Nasıl ki bir nefer, bir saat işkence altında şehit edilse öyle bir mertebeyi bulur ki on sene başkası çalışsa ancak o mertebeyi bulur. Eğer o nefer şehit olduktan sonra ona sorulabilse “Az bir şey ile pek çok şeyler kazandım.” diyecektir.
(Mektubat, 15. Mektup, 3. Sual)
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vahye istinaden, her bir asırda kuvve-i maneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için hem dehşetli hâdiselerde yeise düşmemek için hem âlem-i İslâmiyet’in bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beyt’ine ehl-i imanı manevî rabtetmek için Mehdi’yi haber vermiş. Âhir zamanda gelen Mehdi gibi her bir asır Âl-i Beyt’ten bir nevi mehdi, belki mehdiler bulmuş. Hattâ Âl-i Beyt’ten ma’dud olan Abbasiye hulefasından Büyük Mehdi’nin çok evsafına câmi’ bir mehdi bulmuş.
(Mektubat, 19. Mektup, 4. İşaret, 4. Esas)
Hem mükerreren ihbar etmiş ki: “Benim Âl-i Beyt’im, benden sonra يَلْقَوْنَ قَتْلًا وَ تَشْرٖيدًا yani katle ve belaya ve nefye maruz kalacaklar.” Ve bir derece izah etmiş, aynen öyle çıkmıştır.
Şu makamda bir mühim sual vardır ki denilir ki: “Hazret-i Ali, o derece hilafete liyakati olduğu ve Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma karabeti ve hârikulâde cesaret ve ilmi ile beraber, neden hilafette takaddüm ettirilmedi ve neden onun hilafeti zamanında İslâm çok keşmekeşe mazhar oldu?”
Elcevap: Âl-i Beyt’ten bir kutb-u a’zam demiş ki: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Hazret-i Ali’nin (ra) hilafetini arzu etmiş fakat gaibden ona bildirilmiş ki murad-ı İlahî başkadır. O da arzusunu bırakıp murad-ı İlahîye tabi olmuş.” Murad-ı İlahînin hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki:
Vefat-ı Nebevîden sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan sahabeler; eğer Hazret-i Ali başa geçseydi Hazret-i Ali’nin hilafeti zamanında zuhura gelen hâdisatın şehadetiyle ve Hazret-i Ali’nin mümaşatsız, pervasız, zâhidane, kahramanane, müstağniyane tavrı ve şöhretgir-i âlem şecaati itibarıyla, çok zatlarda ve kabilelerde rekabet damarını harekete getirip tefrikaya sebep olmak kaviyyen muhtemeldi.
Hem Hazret-i Ali’nin hilafetinin teehhür etmesinin bir sırrı da şudur ki: Gayet muhtelif akvamın birbirine karışmasıyla, Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın haber verdiği gibi sonra inkişaf eden yetmiş üç fırka efkârının esaslarını taşıyan o akvam içinde, fitne-engiz hâdisatın zuhuru zamanında, Hazret-i Ali gibi hârikulâde bir cesaret ve feraset sahibi, Hâşimî ve Âl-i Beyt gibi kuvvetli, hürmetli bir kuvvet lâzım idi ki dayanabilsin. Evet, dayandı… Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın haber verdiği gibi: “Ben Kur’an’ın tenzili için harp ettim, sen de tevili için harp edeceksin!”
Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı dünya saltanatı, mülûk-ü Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyt’i gördükleri için onlara karşı muvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için ister istemez Emeviye Devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da herhalde teşvik ve tasvipleriyle etbaları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüz binlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beyt’in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi bütün bütün çığırdan çıkmak kaviyyen muhtemeldi.
Eğer denilse: Neden hilafet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstahak onlardı?”
Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya nebi gibi masum olmalı veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyt’e yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyet’i onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyet’e ve Kur’an’a hizmet etmişler.
İşte bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı A’zam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Cafer-i Sadık ki her biri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.
(Mektubat, 19. Mektup, 5. İşaret)
Nakl-i sahih-i kat’î ile, Hazret-i Fatıma’ya (r.anha) ferman etmiş ki: اَنْتِ اَوَّلُ اَهْلِ بَيْتٖى لُحُوقًا بٖى deyip “Âl-i Beyt’imden herkesten evvel vefat edip bana iltihak edeceksin.” diye söylemiş. Altı ay sonra, haber verdiği gibi aynen zuhur etmiş.
...
Eğer denilse: Âl-i Beyt’e muhabbeti, Kur’an emrediyor. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm çok teşvik etmiş. O muhabbet, Şîalar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü ehl-i muhabbet, bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şîalar hususan Râfızîler, o muhabbetten istifade etmiyorlar belki işaret-i Nebeviye ile o fart-ı muhabbette mahkûmdurlar?
Elcevap: Muhabbet iki kısımdır.
Biri: Mana-yı harfiyle, yani Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm hesabına, Cenab-ı Hak namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Âl-i Beyt’i sevmektir. Şu muhabbet Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşrudur, ifratı zarar vermez, tecavüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktiza etmez.
İkincisi: Mana-yı ismiyle muhabbettir. Yani bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı düşünmeden Hazret-i Ali’nin kahramanlıklarını ve kemalini ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in yüksek faziletlerini düşünüp sever. Hattâ Allah’ı bilmese de Peygamber’i tanımasa da yine onları sever. Bu sevmek, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın muhabbetine ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetine sebebiyet vermez hem ifrat olsa başkaların zemmini ve adâvetini iktiza eder.
İşte işaret-i Nebeviye ile Hazret-i Ali hakkında ziyade muhabbetlerinden, Hazret-i Ebubekiri’s-Sıddık ile Hazret-i Ömer’den teberri ettiklerinden hasarete düşmüşler. Ve o menfî muhabbet, sebeb-i hasarettir.
(Mektubat, 19. Mektup, 6. İşaret)
Madem âdeti öyle cereyan ediyor, âhir zamanın en büyük fesadı zamanında; elbette en büyük bir müçtehid hem en büyük bir müceddid hem hâkim hem mehdi hem mürşid hem kutb-u a’zam olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.
...
Felillahi’l-hamd
duası –umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua– bilmüşahede makbul olmuştur ki Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, Âl-i İbrahim aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a’sarın mecmalarında o nurani zatlar kumandanlık ediyorlar. (Hâşiye[1]) Ve öyle bir kesrettedirler ki o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar.
Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli, o muktedir ordu, Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır ve Hazret-i Mehdi’nin en has ordusudur.
Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki Âl-i Beyt’ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalpleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihan-değer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar.
Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip tarîk-ı hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi âdetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.
(Mektubat, 29. Mektup, 7. Kısım, 5. İşaret)
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, küllî ve umumî vazife-i nübüvvet içinde bazı hususi, cüz’î maddelere karşı azîm bir şefkat göstermiştir. Zahir hale göre o azîm şefkati, o hususi cüz’î maddelere sarf etmesi, vazife-i nübüvvetin fevkalâde ehemmiyetine uygun gelmiyor. Fakat hakikatte o cüz’î madde, küllî, umumî bir vazife-i nübüvvetin medarı olabilecek bir silsilenin ucu ve mümessili olduğundan, o silsile-i azîmenin hesabına onun mümessiline fevkalâde ehemmiyet verilmiş.
Mesela, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm Hazret-i Hasan ve Hüseyin’e karşı küçüklüklerinde gösterdikleri fevkalâde şefkat ve ehemmiyet-i azîme, yalnız cibillî şefkat ve hiss-i karabetten gelen bir muhabbet değil belki vazife-i nübüvvetin bir hayt-ı nuranisinin bir ucu ve veraset-i Nebeviyenin gayet ehemmiyetli bir cemaatinin menşei, mümessili, fihristesi cihetiyledir.
Evet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (ra) kemal-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle; Hazret-i Hasan’dan (ra) teselsül eden nurani nesl-i mübareğinden Gavs-ı A’zam olan Şah-ı Geylanî gibi çok mehdi-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (asm) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmüş ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş ve takdir ve teşvike alâmet olarak Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmüş.
Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (ra) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidîn, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlîşan ve hakiki verese-i Nebeviye gibi pek çok mehdi-misal zevat-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemal-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.
Evet, Zat-ı Ahmediye’nin (asm) gayb-aşina kalbiyle, dünyada asr-ı saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temaşa eden ve yerden cenneti gören ve zeminden gökteki melaikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisatı gören, hattâ Zat-ı Zülcelal’in rü’yetine mazhar olan nazar-ı nuranisi, çeşm-i istikbalbînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmesinde, Şah-ı Geylanî’nin hisse-i azîmesi var.
(Lem'alar, 4. Lem'a, 2. Nükte)
اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى âyetinin bir kavle göre manası: “Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, vazife-i risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız Âl-i Beyt’ine meveddeti istiyor.”
Eğer denilse: Bu manaya göre karabet-i nesliye cihetinden gelen bir fayda gözetilmiş görünüyor. Halbuki اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ sırrına binaen karabet-i nesliye değil belki kurbiyet-i İlahiye noktasında vazife-i risalet cereyan ediyor?
Elcevap: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, gayb-aşina nazarıyla görmüş ki Âl-i Beyt’i, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçecek. Âlem-i İslâm’ın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beyt’ten çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin “Âl” hakkındaki duası ki اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى اِبْرَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ اِبْرَاهٖيمَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ dir. Makbul olacağını keşfetmiş. Yani nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nurani rehberler Hazret-i İbrahim’in (as) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (asm) vezaif-i azîme-i İslâmiyet’te ve ekser turuk ve mesalikinde enbiya-i Benî-İsrail gibi Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediye’yi (asm) görmüş. Onun için لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى demesiyle emrolunarak, Âl-i Beyt’e karşı ümmetin meveddetini istemiş.
Bu hakikati teyid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum. Onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i Beyt’im.” Çünkü sünnet-i seniyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyt’tir.
İşte bu sırra binaendir ki Kitap ve Sünnete ittiba unvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beyt’ten, vazife-i risaletçe muradı: Sünnet-i seniyesidir. Sünnet-i seniyeye ittibaı terk eden, hakiki Âl-i Beyt’ten olmadığı gibi Âl-i Beyt’e hakiki dost da olamaz.
Hem ümmetini Âl-i Beyt’in etrafında toplamak arzusunun sırrı şudur ki: Zaman geçtikçe Âl-i Beyt çok tekessür edeceğini izn-i İlahî ile bilmiş ve İslâmiyet zaafa düşeceğini anlamış. O halde gayet kuvvetli ve kesretli bir cemaat-i mütesanide lâzım ki âlem-i İslâm’ın terakkiyat-ı maneviyesinde medar ve merkez olabilsin. İzn-i İlahî ile düşünmüş ve ümmetini Âl-i Beyt’i etrafına toplamasını arzu etmiş.
Evet, Âl-i Beyt’in efradı ise itikad ve iman hususunda sairlerden çok ileri olmasa da yine teslim, iltizam ve tarafgirlikte çok ileridedirler. Çünkü İslâmiyet’e fıtraten, neslen ve cibilliyeten taraftardırlar. Cibillî taraftarlık zayıf ve şansız, hattâ haksız da olsa bırakılmaz. Nerede kaldı ki gayet kuvvetli, gayet hakikatli, gayet şanlı, bütün silsile-i ecdadı bağlandığı ve şeref kazandığı ve canlarını feda ettikleri bir hakikate taraftarlık, ne kadar esaslı ve fıtrî olduğunu bilbedahe hisseden bir zat, hiç taraftarlığı bırakır mı? Ehl-i Beyt, işte bu şiddet-i iltizam ve fıtrî İslâmiyet cihetiyle din-i İslâm lehinde edna bir emareyi, kuvvetli bir bürhan gibi kabul eder. Çünkü fıtrî taraftardır. Başkası ise kuvvetli bir bürhan ile sonra iltizam eder.
(Lem'alar, 4. Lem'a, 3. Nükte)
Üçüncü Nükte münasebetiyle Şîalarla Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in medar-ı nizâı, hattâ akaid-i imaniye kitaplarına ve esasat-ı imaniye sırasına girecek derecede büyütülmüş bir meseleye kısaca bir işaret edeceğiz.
Mesele şudur:
Ehl-i Sünnet ve Cemaat der ki: “Hazret-i Ali (ra), Hulefa-i Erbaa’nın dördüncüsüdür. Hazret-i Sıddık (ra) daha efdaldir ve hilafete daha müstahak idi ki en evvel o geçti.”
Şîalar derler ki: “Hak, Hazret-i Ali’nin (ra) idi. Ona haksızlık edildi. Umumundan en efdal Hazret-i Ali’dir (ra).” Davalarına getirdikleri delillerin hülâsası: Derler ki “Hazret-i Ali (ra) hakkında vârid ehadîs-i Nebeviye ve Hazret-i Ali’nin (ra) ‘Şah-ı Velayet’ unvanıyla ekseriyet-i mutlaka ile evliyanın ve tarîklerin mercii ve ilim ve şecaat ve ibadette hârikulâde sıfatları ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm ona ve ondan teselsül eden Âl-i Beyt’e karşı şiddet-i alâkası gösteriyor ki en efdal odur, daima hilafet onun hakkı idi, ondan gasbedildi.”
Elcevap: Hazret-i Ali (ra) mükerreren kendi ikrarı ve yirmi seneden ziyade o hulefa-i selâseye ittiba ederek onların şeyhülislâmlığı makamında bulunması, Şîaların bu davalarını cerh ediyor. Hem hulefa-i selâsenin zaman-ı hilafetlerinde fütuhat-ı İslâmiye ve mücahede-i a’da hâdiseleri ve Hazret-i Ali’nin (ra) zamanındaki vakıalar, yine hilafet-i İslâmiye noktasında Şîaların davalarını cerh ediyor. Demek Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in davası haktır.
Eğer denilse: Şîa ikidir. Biri, Şîa-i Velayet’tir; diğeri, Şîa-i Hilafet’tir. Haydi bu ikinci kısım garaz ve siyaset karıştırmasıyla haksız olsun. Fakat birinci kısımda garaz ve siyaset yok. Halbuki Şîa-i Velayet, Şîa-i Hilafet’e iltihak etmiş, yani ehl-i turuktaki evliyanın bir kısmı Hazret-i Ali’yi (ra) efdal görüyorlar. Siyaset cihetinde olan Şîa-i Hilafet’in davalarını tasdik ediyorlar.
Elcevap: Hazret-i Ali’ye (ra) iki cihetle bakılmak gerektir. Bir ciheti; şahsî kemalât ve mertebesi noktasından. İkinci cihet, Âl-i Beyt’in şahs-ı manevîsini temsil ettiği noktasındandır. Âl-i Beyt’in şahs-ı manevîsi ise Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bir nevi mahiyetini gösteriyor.
İşte birinci nokta itibarıyla Hazret-i Ali (ra) başta olarak bütün ehl-i hakikat, Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’i (ra) takdim ediyorlar. Hizmet-i İslâmiyet’te ve kurbiyet-i İlahiyede makamlarını daha yüksek görmüşler. İkinci nokta cihetinde Hazret-i Ali (ra) şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt’in mümessili ve şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt, bir hakikat-i Muhammediyeyi (asm) temsil ettiği cihetle, muvazeneye gelmez. İşte Hazret-i Ali (ra) hakkında fevkalâde senakârane ehadîs-i Nebeviye, bu ikinci noktaya bakıyorlar. Bu hakikati teyid eden bir rivayet-i sahiha var ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ferman etmiş: “Her nebinin nesli kendindendir. Benim neslim, Ali’nin (ra) neslidir.”
Hazret-i Ali’nin (ra) şahsı hakkında sair hulefadan ziyade senakârane ehadîsin kesretle intişarının sırrı şudur ki: Emevîler ile Haricîler, ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayatı çok neşrettiler. Sair Hulefa-i Raşidîn ise öyle tenkit ve tenkise çok maruz kalmadıkları için onlar hakkındaki ehadîsin intişarına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (ra) elîm hâdisata ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (ra) meyusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû-i zandan kurtarmak için مَنْ كُنْتُ مَوْلَاهُ فَعَلِىٌّ مَوْلَاهُ gibi mühim hadîslerle Ali’yi (ra) teselli ve ümmeti irşad etmiştir.
Hazret-i Ali’ye (ra) karşı Şîa-i Velayet’in ifratkârane muhabbetleri ve tarîkat cihetinden gelen tafdilleri, kendilerini Şîa-i Hilafet derecesinde mes’ul etmez. Çünkü ehl-i velayet meslek itibarıyla, muhabbet ile mürşidlerine bakarlar. Muhabbetin şe’ni ifrattır. Mahbubunu makamından fazla görmek arzu ediyor ve öyle de görüyor. Muhabbetin taşkınlıklarında ehl-i hal mazur olabilirler. Fakat onların muhabbetten gelen tafdili, Hulefa-i Raşidîn’in zemmine ve adâvetine gitmemek şartıyla ve usûl-ü İslâmiyenin haricine çıkmamak kaydıyla mazur olabilirler.
Şîa-i Hilafet ise ağraz-ı siyaset, içine girdiği için garazdan, tecavüzden kurtulamıyorlar, i’tizar hakkını kaybediyorlar. Hattâ لَا لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ cümlesine mâsadak olarak Hazret-i Ömer’in (ra) eliyle İran milliyeti ceriha aldığı için intikamlarını hubb-u Ali suretinde gösterdikleri gibi Amr İbnü’l-Âs’ın Hazret-i Ali’ye (ra) karşı hurucu ve Ömer İbn-i Sa’d’ın Hazret-i Hüseyin’e (ra) karşı feci muharebesi, Ömer ismine karşı şiddetli bir gayz ve adâveti Şîalara vermiş.
Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e karşı Şîa-i Velayet’in hakkı yoktur ki Ehl-i Sünnet’i tenkit etsin. Çünkü Ehl-i Sünnet, Hazret-i Ali’yi (ra) tenkis etmedikleri gibi ciddi severler. Fakat hadîsçe tehlikeli sayılan ifrat-ı muhabbetten çekiniyorlar. Hadîsçe Hazret-i Ali’nin (ra) Şîası hakkındaki sena-yı Nebevî, Ehl-i Sünnet’e aittir. Çünkü istikametli muhabbetle Hazret-i Ali’nin (ra) Şîaları, ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat’tir. Hazret-i İsa aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet, Nasâra için tehlikeli olduğu gibi Hazret-i Ali (ra) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadîs-i sahihte tehlikeli olduğu tasrih edilmiş.
Şîa-i Velayet eğer dese ki: Hazret-i Ali’nin (ra) kemalât-ı fevkalâdesi kabul olunduktan sonra, Hazret-i Sıddık’ı (ra) ona tercih etmek kabil olmuyor.
Elcevap: Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in ve Faruk-u A’zam’ın (ra) şahsî kemalâtıyla ve veraset-i nübüvvet vazifesiyle zaman-ı hilafetteki kemalâtı ile beraber bir mizanın kefesine, Hazret-i Ali’nin (ra) şahsî kemalât-ı hârikasıyla, hilafet zamanındaki dâhilî bilmecburiye girdiği elîm vakıalardan gelen ve sû-i zanlara maruz olan hilafet mücahedeleri beraber mizanın diğer kefesine bırakılsa elbette Hazret-i Sıddık’ın (ra) veyahut Faruk’un (ra) veyahut Zinnureyn’in (ra) kefesi ağır geldiğini Ehl-i Sünnet görmüş, tercih etmiş.
Hem On İkinci ve Yirmi Dördüncü Sözlerde ispat edildiği gibi: Nübüvvet, velayete nisbeten derecesi o kadar yüksektir ki nübüvvetin bir dirhem kadar cilvesi, bir batman kadar velayetin cilvesine müreccahtır. Bu nokta-i nazardan Hazret-i Sıddık-ı Ekber’in (ra) ve Faruk-u A’zam’ın (ra) veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risalet noktasında hisseleri taraf-ı İlahîden ziyade verildiğine, hilafetleri zamanlarındaki muvaffakıyetleri Ehl-i Sünnet ve Cemaat’çe delil olmuş. Hazret-i Ali’nin (ra) kemalât-ı şahsiyesi, o veraset-i nübüvvetten gelen o ziyade hisseyi hükümden ıskat edemediği için Hazret-i Ali (ra) Şeyheyn-i Mükerremeyn’in zaman-ı hilafetlerinde onlara şeyhülislâm olmuş ve onlara hürmet etmiş. Acaba Hazret-i Ali’yi (ra) seven ve hürmet eden Ehl-i Hak ve Sünnet, Hazret-i Ali’nin (ra) sevdiği ve ciddi hürmet ettiği Şeyheyn’i nasıl sevmesin ve hürmet etmesin?
Bu hakikati bir misal ile izah edelim. Mesela, gayet zengin bir zatın irsiyetinden evlatlarının birine yirmi batman gümüş ile dört batman altın veriliyor. Diğerine beş batman gümüş ile beş batman altın veriliyor. Öbürüne de üç batman gümüş ile beş batman altın verilse elbette âhirdeki ikisi çendan kemiyeten az alıyorlar fakat keyfiyeten ziyade alıyorlar.
İşte bu misal gibi Şeyheyn’in veraset-i nübüvvet ve tesis-i ahkâm-ı risaletinden tecelli eden hakikat-i akrebiyet-i İlahiye altınından hisselerinin az bir fazlalığı, kemalât-ı şahsiye ve velayet cevherinden neş’et eden kurbiyet-i İlahiyenin ve kemalât-ı velayetin ve kurbiyetin çoğuna galip gelir. Muvazenede bu noktaları nazara almak gerektir. Yoksa şahsî şecaati ve ilmi ve velayeti noktasında birbiri ile muvazene edilse hakikatin sureti değişir.
Hem Hazret-i Ali’nin (ra) zatında temessül eden şahs-ı manevî-i Âl-i Beyt ve o şahsiyet-i maneviyede veraset-i mutlaka cihetiyle tecelli eden hakikat-i Muhammediye (asm) noktasında muvazene edilmez. Çünkü orada Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın sırr-ı azîmi var.
Amma Şîa-i Hilafet ise Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e karşı mahcubiyetinden başka hiçbir hakları yoktur. Çünkü bunlar Hazret-i Ali’yi (ra) fevkalâde sevmek davasında oldukları halde tenkis ediyorlar ve sû-i ahlâkta bulunduğunu onların mezhepleri iktiza ediyor. Çünkü diyorlar ki: “Hazret-i Sıddık ile Hazret-i Ömer (ra) haksız oldukları halde Hazret-i Ali (ra) onlara mümaşat etmiş, Şîa ıstılahınca takiyye etmiş; yani onlardan korkmuş, riyakârlık etmiş.” Acaba böyle kahraman-ı İslâm ve “Esedullah” unvanını kazanan ve sıddıkların kumandanı ve rehberi olan bir zatı, riyakâr ve korkaklık ile ve sevmediği zatlara tasannukârane muhabbet göstermekle ve yirmi seneden ziyade havf altında mümaşat etmekle haksızlara tebaiyeti kabul etmekle muttasıf görmek, ona muhabbet değildir. O çeşit muhabbetten Hazret-i Ali (ra) teberri eder.
İşte ehl-i hakkın mezhebi hiçbir cihetle Hazret-i Ali’yi (ra) tenkis etmez, sû-i ahlâk ile ittiham etmez. Öyle bir hârika-i şecaate korkaklık isnad etmez ve derler ki: “Hazret-i Ali (ra) Hulefa-i Raşidîn’i hak görmeseydi bir dakika tanımaz ve itaat etmezdi. Demek ki onları haklı ve racih gördüğü için gayret ve şecaatini hakperestlik yoluna teslim etmiş.”
Elhasıl: Her şeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat maatteessüf Ehl-i Sünnet ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (ra) tenkit ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ittihamlarından Alevîler, Ehl-i Sünnet’e karşı küsmek vaziyetini alıyorlar.
Halbuki Ehl-i Sünnet’in düsturları ve esas mezhepleri, bu fikirleri iktiza etmiyor belki aksini ispat ediyorlar. Haricîlerin ve mülhidlerin tarafından gelen böyle fikirler ile Ehl-i Sünnet mahkûm olamaz. Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (ra) taraftarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (ra) lâyık olduğu sena ile zikrediyorlar. Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar.
Alevîler hem Alevîlerin hem Ehl-i Sünnet’in adâvetine istihkak kesbeden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp, ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnet’in inadına sünneti terk ediyorlar. Her ne ise bu meselede fazla söyledik. Çünkü ulemanın beyninde ziyade medar-ı bahis olmuştur.
Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beyt’in muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsiz, haksız, zararlı olan nizâı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î meseleleri bırakmak elzemdir.
(Lem'alar, 4. Lem'a, 4. Nükte)
Rivayetlerde, âhir zamanın alâmetlerinden olan ve Âl-i Beyt-i Nebevî’den Hazret-i Mehdi’nin radıyallahu anh hakkında ayrı ayrı haberler var. Hattâ bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler.
اَللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdi’nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi her bir asır meyusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdi’ye veyahut Mehdi’nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan; rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi, Âl-i Beyt’ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş.
Mesela, siyaset âleminde Mehdi-i Abbasî ve diyanet âleminde Gavs-ı A’zam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve on iki imam gibi Büyük Mehdi’nin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdi hakkında gelen rivayetlerde medar-ı nazar-ı Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olduğundan rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: “Eskide çıkmış.” Her ne ise… Bu mesele Risale-i Nur’da beyan edildiğinden onu ona havale ile burada bu kadar deriz ki:
Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki Âl-i Beyt’in hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.
Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler manevî kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur’aniyenin mayası ile ve imanın nuruyla ve İslâmiyet’in şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-i Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (asm) ihya ile ilan ile icra ile başkumandanları olan Büyük Mehdi’nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lâzım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.
Üçüncü Nükte: Nass-ı kātı’ ile sabit ve hadîs-i Nebevî ile müberhen Âl-i Beyt’e muhabbete işaret etmekte, bu vazifeyi îfaya davet eylemektedir. Çünkü İslâmiyet bir vücudsa bu vücudun bel kemiği muhakkak Âl-i Beyt ve başı her zaman Kitabullah’tır.
Mesela, sahabeden bahseden âhir-i Sure-i Fetih olan âyeti ki مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ dan başlar, bütün huruf-u hecaiyeyi tazammun etmekle beraber, sahabenin tabakat-ı meşhuresinin ki Ashab-ı Bedir, Şüheda-i Uhud, Ashab-ı Suffa, Ehl-i Biat-ı Rıdvan gibi şöhretgir-i âlem tabakatın esmasının adedine işaret ediyor ve şu âyetten evvelki هُوَ الَّذٖٓى اَرْسَلَ رَسُولَهُ âyeti altmış üç harf olduğundan ömr-ü nebeviyeye işaret ettiği gibi bahsettiğimiz âyetle beraber Ashab-ı Bedir ve Suffa ve Uhud ve Ehl-i Beyt-i Nebevî’nin adedini gösterir.
Allahu Zülcelal Kur’an-ı Kerîminde, Peygamber-i Zîşan hadîs-i nebevîlerinde, Cihar-ı Yâr-ı Güzin, Sahabe-i Kiram ve Âl-i Beyt namlarına, Hazret-i Ali ve evladından Hazret-i Gavs kaside-i mübarekelerinde, fitne-i âhir zamandaki en mühim ve Kur’anî harekete remiz, delâlet, işaret, belki sarahatle parmak bastıklarını Risale-i Nur nâşiri, bütün eserlerinde gösterir ve derslerinde tekrar tekrar söylerse tereddüt ve şüpheye zerre kadar mahal ve hak kalır mı? Aslâ ve kat’â. Allah’ın ihsanına yüz binler hamd ve şükürler olsun.
...
Uhrevî kardeşiniz ve âciz talebeniz Hulusi
Yemen imamı olan Zeydîler Seyyidi hakkındaki sualiniz hakikaten ehemmiyetli ve yümünlüdür. Fakat meymenetsiz bir zamana rast geldi. Hem zihnim kapalı hem hal müsait değil hem ve hem… Yalnız bu kadar var ki meşhur “İmam-ı Zeyd” sâdat-ı azîmeden ve eimme-i Âl-i Beyt’tendir. Ve müfrit Şîaları reddeden ve اِذْهَبُوا اَنْتُمُ الرَّوَافِضُ deyip Hazret-i Ebubekir ve Hazret-i Ömer’den teberriyi kabul etmeyen ve o iki halife-i zîşanı hürmet edip kabul eden bir zattır. Onun etbaları, Şîaların en mutedili ve en sünnîsidir. Bunlar hem ehl-i insaf ve hem çabuk hakkı kabul eder bir taifedir. İnşâallah Vehhabîlerin tahribatını tamire sebep oldukları gibi Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten Zeydîlerin inhirafları dahi istikamet kesbedip Ehl-i Sünnet’e iltihak edip imtizaç edecekler. Bu âhir zaman çok çalkalanıyor, bu fitne-i âhir zaman acib şeyler doğuracağını ihsas ediyor.
Evet, bu zaman hem iman ve din için hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.
Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise imanî hakaikteki tecdid itibarıyladır. Fakat efkâr-ı âmmede, hayat-perest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.
Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta yahut cemaatte, bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdeta kabil görülmüyor. Âhir zamanda, Âl-i Beyt-i Nebevî’nin (asm) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi’de ve cemaatindeki şahs-ı manevîde ancak içtima edebilir.
Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise değil Peygamber (asm) aleyhinde, belki Âl-i Beyt’in muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar.
Hazret-i Ali (radıyallahu anh) yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebubekir, Ömer, Osman radıyallahu anhüme ilişmeseler Hazret-i Ali (radıyallahu anh) o üç halifeye hürmet ettiği gibi onlar da hürmet etseler farz namazını kılsalar yeter.
Hem madem Risale-i Nur şakirdlerinin en büyük üstadı, Peygamber’den (asm) sonra Celcelutiye’nin şehadetiyle İmam-ı Ali radıyallahu anhudur; onun muhabbetini dava eden Şiîler, Alevîler, Risale-i Nur’un derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeseler Âl-i Beyt’e muhabbet davaları yanlış olur.
Risale-i Nur’dan “İşarat-ı Seb’a”nın bid’acılara şiddetli tokadı ve “Sekizinci ve On Sekizinci Lem’a”da İmam-ı Ali’nin (ra) “Ercuze”de, ulemaü’s-sû hakkında dehşetli tokadı ve bid’alara bir derece ve bir cihette müsait olan Vehhabîlik mezhebini perde altında kabul edenler “Yirmi Sekizinci Mektup”un Vehhabîler hakkındaki meselenin tokadı ve Kur’an tercümesini yapan ve Kur’an yerinde tercümesinin okunmasına cevaz gösterenlere Risale-i Nur’un şiddetli tokatları ve derd-i maişet zarureti ve mevki-i içtimaîde haysiyetini düşünmeleri sebebiyle hocalar hattâ İstanbul’un eskide dost hocaları kaçmaya ve az bir kısmı tenkide çalışmaya; hattâ Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’ye adâvetleri bulunan müfrit Vehhabîlik hesabına Risale-i Nur’un Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin bir manevî hediyesi ve eseri olmasından itiraz etmeye başlamışlar. Fakat biz İstanbul âlimlerinden kızmıyoruz belki bir cihette memnunuz. Çünkü başkalara nisbeten ilişmiyorlar.
Aziz, muhterem kardeşim!
Evvela zatınızın bir risale kadar câmi’ ve uzun ve müdakkikane, hararetli mektubunuzu kemal-i merakla okudum. Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki: Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelutiye Kasidesi’nde rumuzlu işaratıyla pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususi üstadım İmam-ı Ali’dir (ra). Ve قُلْ لَٓا اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلَّا الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى âyetinin nassıyla Âl-i Beyt’in muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır. Ve Vehhabîlik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakiki şakirdlerinde olmamak lâzım geliyor. Fakat madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilaftan istifade edip ehl-i imanı şaşırtıp ve şeairi bozarak, Kur’an ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var. Elbette bu müthiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.
Hem ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar dâr-ı âhirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i Âl-i Beyt’in muktezası değildir ve lâzım da değildir diye Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı men’etmişler. Çünkü Vakıa-i Cemel’de Aşere-i Mübeşşere’den Zübeyr ve Talha ve Âişe-i Sıddıka (r.anhüm) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat o harbi içtihad neticesi deyip; Hazret-i Ali (ra) haklı, öteki taraf haksız fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir. Hem Vehhabîlik damarı hem müfrit Râfızîlerin mezhepleri İslâmiyet’e zarar vermesin diye Sıffîn Harbi’ndeki bâğîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.
Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın büyük allâmesi olan Sa’deddin-i Taftazanî “Yezid’e lanet caizdir.” demiş fakat “Lanet vâcibdir.” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır.” dememiş. Çünkü hem Kur’an’ı hem peygamberi hem bütün sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lanet etmese hiçbir zararı yok. Çünkü zem ve lanet ise medih ve muhabbet gibi değil, onlar amel-i salihte dâhil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…
İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhabîlik damarıyla en ziyade İslâmiyet’i ve hakikat-i Kur’aniyeyi muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip ehl-i hakikati Alevîlikle ittiham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi, İslâmiyet’e vurmaya çalışanlar meydanda geziyorlar. Sen de bir parçasını mektubunda yazıyorsun. Hattâ sen de biliyorsun; benim ve Risale-i Nur’un aleyhinde istimal edilen en tesirli vasıtayı, hocalardan bulmuşlar.
Şimdi Haremeyn-i Şerifeyn’e hükmeden Vehhabîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbnü’t-Teymiye ve İbnü’l-Kayyim-i Cevzî’nin pek acib ve cazibedar eserleri İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid’alara müsaadekâr meşreplerini kendilerine perde yapmak isteyen, bid’alara bulaşmış bir kısım hocalar, sizin muhabbet-i Âl-i Beyt’ten gelen ve şimdi izharı lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana hem Nur şakirdlerine darbe vurabilirler.
Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa büyük zararı var; eğer haklı ise hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstahak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok. İşte bu hakikat içindir ki ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beyt’in Eimme-i İsna Aşer olarak Ehl-i Sünnet, mezkûr hakikate müstenid olan kanun-u kudsiyeyi kendilerine rehber edip İslâmlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahis ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler; menfaatsiz, zararı var demişler.
Hem o harplerde, çok ehemmiyetli sahabeler, nasılsa iki tarafta bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakiki sahabelere, Talha ve Zübeyr (ra) gibi Aşere-i Mübeşşere’ye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Hata varsa da tövbe ihtimali kuvvetlidir. O eski zamana gidip lüzumsuz, zararlı, şeriat emretmeden o ahvalleri tetkik etmekten ise şimdi bu zamanda bilfiil İslâmiyet’e dehşetli darbeleri vuran; binler lanete, nefrete müstahak olanlara ehemmiyet vermemek gibi bir halet, mü’min ve müdakkik bir zatın vazife-i kudsiyesine muvafık gelemez.
Hattâ Sabri ile küçücük münakaşanız hem Risale-i Nur’a hem hakaik-i imaniyenin intişarına ehemmiyetli zarar verdiğini senden saklamam. Aynı vakitte burada hissettim, müteessir ve müteellim oldum. Sonra senin gibi ehl-i tahkik bir âlimin Risale-i Nur’a oraca ehemmiyetli bir hizmete vesile olacak Sabri oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i Nuriye beklerken bilakis üç cihetle Nur’a zarar geldiğini hissettim ve gördüm. “Acaba neden bu zarar olmuş?” diye iki üç gün sonra haber aldım ki Sabri manasız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. “Eyvah!” dedim “Yâ Rab! Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zatın münakaşasını musalahaya tebdil et.” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlas Lem’alarında denildiği gibi şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle belki Hristiyan’ın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor.
Senin hamiyet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanızdan rica ediyorum ki Sabri ile geçen macerayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helâl et. Çünkü o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur. Evet o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nur’a ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki bin hatasını affettirir. Sizin âlîcenablığınızdan o Nur hizmetleri hatırı için dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazarıyla bakmalısınız.
Sahabelerin bir kısmı, o harplerde adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tabi olarak, Hazret-i Ali’nin (ra) takip ettiği adalet-i hakikiye ve azîmet-i şer’iye ile beraber zâhidane, müstağniyane, muktesidane mesleğini terk edip muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (ra) kardeşi Ukayl ve “Habrü’l-Ümme” unvanını alan Abdullah İbn-i Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakiki Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرٖيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen طَهَّرَ اللّٰهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar.
Çünkü itiraza müstahak birkaç tane varsa tarafgirlik damarıyla büyük sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beyt’in bir kısmına ve Talha ve Zübeyr (ra) gibi Aşere-i Mübeşşere’den büyük zatlara itiraza başlar, zem ve adâvet meyli uyanır diye Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.
Hattâ Ehl-i Sünnet’in ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimali olduğundan öyle hususi şahsa lanet edilmez. Belki لَعْنَةُ اللّٰهِ عَلَى الظَّالِمٖينَ وَ الْمُنَافِقٖينَ gibi umumî bir unvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.” diye Sa’deddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.
Senin müdakkikane ve âlimane mektubuna karşı uzun cevap yazmadığımın sebebi hem ehemmiyetli hastalığım ve ehemmiyetli meşgalelerim içinde acele bu kadar yazabildim.
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى
Said Nursî
Bin üç yüz seneden beri âlem-i İslâm’ı ağlatan ve bütün ehl-i hakikate “Eyvahlar! Yazıklar olsun!” dediren âlem-i İslâm’ın en dehşetli büyük yarasını deşmek, düşünmek; benim hususi meşrebimde tahammülüm fevkinde elem veriyor. Hususan yirmi beş seneden beri ihlas ile hakiki hizmet-i imaniye, beni her nevi siyasetten çektiği ve yirmi beş sene zarfında bir gazeteyi okutturmadığı gibi; yirmi sene bu işkenceli esaretimde hayat-ı siyasiyeye bakmamak için hükûmete müdafaat-ı hapsiyeden başka müracaat etmeyen ve vazife-i imaniyeye noksan gelmemek ve ihlas kırılmamak ve siyasete bulaşmamak için on sene bu dehşetli Harb-i Umumîye bakmayan, baktırmayan bir halet-i ruhiyeyi taşımaya mecburiyetim varken; şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cephesinde ehl-i imana gözümüz önünde saldırmalarından ve çokları ısırmalarından, ehl-i imanı kurtarmak mecburiyeti Kur’an’ın emriyle varken; bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip Ehl-i Beyt’e gelen dehşetli zulümleri temaşa etmek, daha ziyade ruhumu ezer ve kuvve-i maneviyeyi kırıp ruhuma azap azap üstüne gelmektir.
Zalim siyasetin gaddarane bir düsturu olan “Cemaat için fert feda edilir.” diye çok zalimane pek çok vukuatı, ehvenü’ş-şer diye bir nevi adalet-i izafiye namında hâkimiyetine bir maslahat göstermişler. Hattâ bu asırda, o gaddar düsturun hükmüyle, bir adamın hatasıyla bir köyü mahveder. Beş on adamın, onların siyasetine zarar vermek tevehhümüyle, binler adamı perişan eder.
İşte eski zamanda bir derece, siyasetin bu gaddar düsturu İslâmlar içine girdiğinden siyasette bu müthiş düsturlar karşısında, mecburiyetle selef-i salihîn sükût ile ve Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in imamları o kapıları kapamak طَهَّرَ اللّٰهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا deyip o kapıları açmıyorlar.
Madem Ehl-i Beyt’e zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azap ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acımak belki onları o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve bâki saadetler âhirette kazandıkları gibi; dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz dünyanın fâni saltanatı ve muvakkat hâkimiyeti ve karışık siyasetine bedel, manevî birer sultan ve hakikat âleminde birer şah, birer manevî padişah makamını kazandılar. Valiler yerine evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.
İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyt’i meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse Râfızî de olsa; zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beyt’in adâvetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyet’e o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarîkat namına çekmek, büyük bir faydadır.
Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakârlıklarından istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdlerinin üstadı İmam-ı Ali’dir (ra) ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır, elbette hakiki Alevîler kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.
Evvela: Nur’un ehemmiyetli ve çok hayırlı bir şakirdi, çokların namına benden sordu ki: Nur’un hâlis ve ehemmiyetli bir kısım şakirdleri, pek musırrane olarak âhir zamanda gelen Âl-i Beyt’in büyük bir mürşidi seni zannediyorlar ve o kadar çekindiğin halde onlar ısrar ediyorlar. Sen de bu kadar musırrane onların fikirlerini kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Elbette onların elinde bir hakikat ve kat’î bir hüccet var ve sen de bir hikmet ve hakikate binaen onlara muvafakat etmiyorsun. Bu ise bir tezattır, herhalde hallini istiyoruz.
Ben de bu zatın temsil ettiği çok mesaillere cevaben derim ki: O has Nurcuların ellerinde bir hakikat var. Fakat iki cihette bir tabir ve tevil lâzım:
Birincisi: Çok defa mektuplarımda işaret ettiğim gibi Mehdi-i Âl-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemaatinin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz. Ve onun üç büyük vazifesi olacak:
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya hem her şeyi bırakmakla, çok zaman tetkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden Hazret-i Mehdi’nin o vazifesini, bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye (asm) cihetindeki saltanatı, onun ile iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevî ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da az da olsalar manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.
İkinci Vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (asm) unvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâm’ın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.
Üçüncü Vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (asm) kanunları bir derece tatile uğramasıyla o zat, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâm’ın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.
...
Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki: “Eğer Mehdilik dava etse bütün şakirdleri kabul edecekler.”
Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (ra) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed aleyhisselâm bir manada hakiki Nur şakirdlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim. Fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nur’daki ihlası bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse bırakmaya kendimi mecbur biliyorum.” dedim, o ehl-i vukuf sustu.
Hem neşrettiğimiz aleyhimizde yazılan kararnamenin elli dördüncü sahifesinde “Âhir zamanın o büyük şahsı neslen Âl-i Beyt’ten olacak. Biz Nur şakirdleri ancak manevî Âl-i Beyt’ten sayılabiliriz. Hem Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz. Nur’daki ihlası bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse bırakmaya kendimi mecbur bilirim.” denmektedir diye kararnamede yazdıkları…
(Tarihçe-i Hayat, Afyon Hayatı)
55. Hazret-i Ali'nin (R.A.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, manevî evlâdı olabilirim, demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatını kabul etmiş görülmektedir.
C: Bedî' manasında olan Celcelutiye kasidesinde İmam-ı Ali'nin (R.A.) çok cihetlerle Risale-i Nur'a sarahat derecesine yakın işaratı içinde; Bedîüzzaman ismini Risale-i Nur'a vermesinden bana emaneten verilen o ismi, Risale-i Nur'a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber ben de manevî Âl-i Beyt'ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin ﻭَ ﻋَﻠَٓﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَ ﺻَﺤْﺒِﻪِ duasında, "Seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dâhildirler" dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir tevildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.
(Şualar, 14. Şua, Hata-Savab Cetveli)
"Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim" diyenler, ikisi de günahkâr ve duhûl ile huruc haram oldukları gibi; hadîs ve Kur'ân'da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu'dur. Fakat ziyade etmek, nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için daha zararlıdır. Noksana, cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, ilim ile olur. Âlim olan mazur değildir. Kezalik dinden bir şeyi fasl veya olmayanı vasletmek, ikisi de caiz değildir.
(Asar-ı Bediiyye, Muhakemat, 1. Makale, 12. Mukaddime, Hatime)
Hazret-i Hasan radıyallahu anhın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur’un, Cevşenü’l-Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan radıyallahu anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mesud edebilir bir istidatta bulunan Risale-i Nur’dur. Ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan radıyallahu anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir diye senin mektubunu ta’dil ettim.
Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın âli, evliyadırlar. Evliya ise enbiyaya yetişemezler. Âl hakkında olan bu duanın parlak bir surette kabul olduğuna delil şudur ki:
Üç yüz elli milyon içinde Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdan yalnız iki zatın; yani Hasan (ra) ve Hüseyin’in (ra) neslinden gelen evliya –ekser-i mutlak– hakikat mesleklerinin ve tarîkatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları عُلَمَاءُ اُمَّتٖى كَاَنْبِيَاءِ بَنٖى اِسْرَائٖيلَ hadîsinin mazharları olduklarıdır. Başta Cafer-i Sadık (ra) ve Gavs-ı A’zam (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) olarak her biri, ümmetin bir kısm-ı a’zamını tarîk-ı hakikate ve hakikat-i İslâmiyet’e irşad edenler, bu âl hakkındaki duanın makbuliyetinin meyveleridirler.
(Şualar, 6. Şua, 2. Sual, 1. Cihet)
Demek, bu kâinatın manevî güneşi ve Hâlık’ımızın en parlak bir bürhanı bu Habibullah denilen zattır ki onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var:
Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek.” diyen İmam-ı Ali radıyallahu anh ve yerde iken arş-ı a’zamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A’zam (ks) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed namıyla şöhret-şiar-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir.
(Şualar, 7. Şua, 16. Mertebe, 9. Delil)
Yani Muhammed’in (asm) sadıkıyetine ve hakkaniyetine küllî şehadetlerden
Dokuzuncusu
عُلَمَاءُ اُمَّتٖى كَاَنْبِيَاءِ بَنٖى اِسْرَائٖيلَ sırrına mazhar ve salavatlarda âl-i İbrahim aleyhisselâma mukabil olan âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın içindeki büyük evliya ve Ali (ra) Hasan (ra) Hüseyin (ra) ve Ehl-i Beyt’in on iki imamı ve Gavs-ı A’zam, Ahmed-i Rufaî, Ahmed-i Bedevî, İbrahim-i Desukî, Ebu’l-Hasan-ı Şazelî gibi aktablar, imamlar ittifakla, hakkalyakîn bir itikadla ve keşfiyat ve müşahedatla ve ümmette gösterdikleri hârika irşadatla ve kerametlerle, risalet ve hakkaniyet ve sadıkıyet-i Muhammediyeye (asm) imanları ve şehadetleriyle imza basıyorlar.
(Şualar, 15. Şua, 1. makam, 3. Kısım, 9. Şehadet)
Hamse-i Âl-i Abâ[değiştir]
Sual: Vahdetü’l-vücud meselesi, çoklar tarafından en yüksek makam telakki ediliyor. Halbuki velayet-i kübrada bulunan başta Hulefa-yı Erbaa olmak üzere sahabeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak müçtehidîn ve tabiînden bu çeşit vahdetü’l-vücud meşrebi sarîhan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübra mı bulmuşlar?
Elcevap: Hâşâ! Şems-i Risalet’in en yakın yıldızları ve en karib vereseleri bulunan o asfiyadan hiç kimsenin haddi değil, daha ileri gidebilsin. Belki cadde-i kübra onlarındır.
...
İşte şu sırdandır ki cadde-i kübra, elbette velayet-i kübra sahipleri olan sahabe ve asfiya ve tabiîn ve Eimme-i Ehl-i Beyt ve eimme-i müçtehidînin caddesidir ki doğrudan doğruya Kur’an’ın birinci tabaka şakirdleridir.
(Mektubat, 18. Mektup, 2. Mesele)
Âl-i Abâ hakkındadır.
Kardeşim, Âl-i Abâ hakkındaki cevapsız kalan sualinizin çok hikmetlerinden yalnız bir tek hikmeti söylenecek. Şöyle ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, giydiği mübarek abâsını, Hazret-i Ali (ra) ve Hazret-i Fatıma (r.anha) ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in (ra) üstlerine örtmesi ve onlara bu suretle لِيُذْهِبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ اَهْلَ الْبَيْتِ وَيُطَهِّرَكُمْ تَطْهٖيرًا âyetiyle dua etmesinin esrarı ve hikmetleri var. Sırlarından bahsetmeyeceğiz. Yalnız vazife-i risalete taalluk eden bir hikmeti şudur ki:
Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, gayb-aşina ve istikbalbîn nazar-ı nübüvvetle otuz kırk sene sonra sahabeler ve tabiînler içinde mühim fitneler olup kan döküleceğini görmüş. İçinde en mümtaz şahsiyetler, abâsı altında olan o üç şahsiyet olduğunu müşahede etmiş. Hazret-i Ali’yi (ra) ümmet nazarında tathir ve tebrie etmek ve Hazret-i Hüseyin’i (ra) taziye ve teselli etmek ve Hazret-i Hasan’ı (ra) tebrik etmek ve musalaha ile mühim bir fitneyi kaldırmakla şerefini ve ümmete azîm faydasını ilan etmek ve Hazret-i Fatıma’nın zürriyetinin tahir ve müşerref olacağını ve Ehl-i Beyt unvan-ı âlîsine lâyık olacaklarını ilan etmek için o dört şahsa kendiyle beraber “Hamse-i Âl-i Abâ” unvanını bahşeden o abâyı örtmüştür.
Evet, çendan Hazret-i Ali (ra) halife-i bi’l-hak idi. Fakat dökülen kanlar çok ehemmiyetli olduğundan ümmet nazarında tebriesi ve beraeti, vazife-i risalet hasebiyle ehemmiyetli olduğundan, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, o suretle onu tebrie ediyor. Onu tenkit ve tahtie ve tadlil eden Haricîleri ve Emevîlerin mütecaviz taraftarlarını sükûta davet ediyor. Evet, Haricîler ve Emevîlerin müfrit taraftarları Hazret-i Ali (ra) hakkındaki tefritleri ve tadlilleri ve Hazret-i Hüseyin’in (ra) gayet feci ciğersûz hâdisesiyle Şîaların ifratları ve bid’aları ve Şeyheyn’den teberrileri, ehl-i İslâm’a çok zararlı düşmüştür.
İşte bu abâ ve dua ile Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Hazret-i Ali (ra) ve Hazret-i Hüseyin’i (ra) mes’uliyetten ve ittihamdan ve ümmetini onlar hakkında sû-i zandan kurtardığı gibi Hazret-i Hasan’ı (ra) yaptığı musalaha ile ümmete ettiği iyiliğini vazife-i risalet noktasında tebrik ediyor ve Hazret-i Fatıma’nın (r.anha) zürriyetinin nesl-i mübareği, âlem-i İslâm’da Ehl-i Beyt unvanını alarak âlî bir şeref kazanacaklarını ve Hazret-i Fatıma (r.anha) اِنّٖٓى اُعٖيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجٖيمِ diyen Hazret-i Meryem’in validesi gibi zürriyetçe çok müşerref olacağını ilan ediyor.
اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلٰى اٰلِهِ الطَّيِّبٖينَ الطَّاهِرٖينَ الْاَبْرَارِ وَعَلٰى اَصْحَابِهِ الْمُجَاهِدٖينَ الْمُكْرَمٖينَ الْاَخْيَارِ اٰمٖينَ
(Lem'alar, 14. Lem'alar, 1. Makam, 2. Sual)
Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]
İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]
İlgili Maddeler[değiştir]
- Hz. Muhammed (sav)
- Sünnet-i Seniye
- Hz. Ali (ra)
- Hz. Fatma (ra)
- Hz. Hasan (ra)
- Hz. Hüseyin (ra)
- Eimme-i İsna Aşer
- Aktab-ı Erbaa
- Muhammed Mehdi
- Said Nursi'nin Seyyidliği
- Alevilik
- Şia
Kaynakça[değiştir]
- ↑ Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmedü’s-Sünûsî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüz binler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebu’l-Hasan-ı Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış.