Risale:Risalelerden Gayrı Münteşir Kısımlar: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
5. satır: 5. satır:


=Ayet-ül Kübra'dan=
=Ayet-ül Kübra'dan=
==Mukaddimeden==
Azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir. Akıl ile ihata ve kalb ile görmeye manidir. Ve tam marifete sed çeker. Ve marifette ve imanın inkişafında hadsiz mertebelerin bulunmasına sebeptir. Ve marifetullahta terakki ettirmeye cazibedar bir ihticab-ı kudsîdir. Yoksa, hiçbir cihetle inkâr ve nefye sebep olamaz.
Evet, azamet bir vesile-i ihticab olduğu gibi, azametten neş’et eden ve azametin bir nevi ünvanı ve diğer bir sureti olan şiddetü’z-zuhur dahi bir vesile-i ihtifâ ve ihticabdır ki, {{Arabi|سبحان من اختفى بشدة الظهور}} demişler. Evet, güneşin şiddet-i nuru, zâtını setreder; hastalıklı gözler görmez.
İkinci mesele
İmanî meselelerin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettirip, hattâ avâmın kalblerine güzelce yerleştiren çok azametli ve çok kuvvetli ve çok kesretli burhanları ve delilleri vardır. Meselâ, Yedinci Şuada göreceksin ki, bu kâinat bütün erkân ve tabakat ve envâ’ ve efrad ve müştemilâtıyla Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden bir daire-i zikir teşkil ederek, beraberce Lâ ilâhe illâllah derler.
Meselâ, nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüveolur.
Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allahkelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir.
Aynen öyle de, bu kâinatın her bir nev’i ve o nev’in fertleri ve o fertlerin âzâları, lisan-ı hal ileLâ ilâhe illâllah derler. Birbiri içindeki büyük zikir daireleri misalimizdeki yalnız üç dört mertebe değil, belki üç yüz mertebeden geçer.  Hem büyük ve küllî zikirleri yalnız küçük fertlerin zikirlerinden neş’et etmiyor, belki her bir büyük ve küllî mevcud, büyüklüğü nisbetinde bizzat zikreder, büyük bir şahıs gibi Lâ ilâhe illâ Hû der.
Hattâ, bu Yedinci Şuanın İkinci Makamında, on dokuz daireden altıncı bir daire olan eşcar ve nebatatın şehadetlerini Ramazan’da dinlerken, hayal gözüyle gördüm ki, ağaç ve nebatlardan her birinin yaprak ve çiçek ve meyveleri kendilerine mahsus lisanlarıyla Lâ ilâhe illâ Hû dedikleri gibi, ağaçların dahi kendi lisanıyla onları şahit göstererek daha yüksek bir Lâ ilâhe illâ Hû söylediğini ve umum ağaçların nev’i dahi kendi lisanıyla kelime-i şehadet getirdiğini hayalimle gördüm ve işittim desem, bir hayaldir denilmez. Belki o derece parlak bir hakikattir ki, hayali dahi kendine meftun edip hakikat hesabına çalıştırdı.
Ben kendi kendime namazın arkasında her bir Lâ ilâhe illâllah dedikçe, fikrim o dairelerden her birisinin büyük ve küllî ve en kuvvetli bir tarzda getirdiği şehadet kelimesini ve Lâ ilâhe illâllah tevhidini dinler, belki müşahede eder. Güya her bir dairenin, meselâ arzın şehadeti arz kadar kuvvetli ve büyük ve zahir bir surette hayale görünür. Onun için, bu Yedinci Şuada bişehadeti azameti… ilh. ve bimüşahedeti azameti ihatati… ilh. fıkraları çok tekrar ederler. Bu Şua gerçi Risale-i Münacat’a benziyor ve aynı tarzda gitmiş; fakat benim için bu Şua müşahedat suretinde ve aynelyakin tarzında göründüğünden, daha kuvvetli, daha yüksek, daha tatlı, daha nurludur. Bu Şuanın birinci ve ikinci makamları bu gelen âyet-i muazzama ve muhteşeme olan:
{{Arabi|تسبح له السموات السبع والأرض ومن فيهن وإن من شيء إلا يسبح بحمده}}
hazinesinin haşmetli bir nüktesi ve geniş bir tefsiri ve Ramazan-ı Şerifin bir hediyesi, bir nuru ve çok benzediği Risale-i Münacat’ın ve o münacatın menbaı olan Münacat-ı Aleviyye ve onun menbaı olan Münacat-ı Cevşeniyye-i Ahmediyye (a.s.m.) ve onun menbaı olan
{{Arabi|إن في خلق السموات والأرض}}
ilh.’nin ilhamî bir ziyası ve tevhidî bir feyzi olarak hem zikir, hem fikir suretinde zuhur eden aynı kelimat-ı Arabiyeyi Ramazan’ın şerefi ve bir hatırası için aynı mükerrer kelimeleri yazıyorum. Kim isterse, mükerrer kelimeler yerine “ve hâkezâ” deyip okuya ve yazabilir. Bu hediye-i Ramazaniye bende zikir ciheti ve zikir mânâsı fikre galebe ettiğinden, sair zikirler gibi aynı kelime tekrar ediliyor.
Hem umumun neticeleri bir tek burhan olduğundan ve burhanların vecihleri birbirine benzediğinden, cümleleri aynen tekrar edilmiş. Ve bu tekrar bana usanç vermiyordu. Çünkü her bir mertebede başka bir âlemin kapısı açılıyordu. Ve o mahsus mertebe-i burhaniyenin haricinde ve kâinatın yüzünde bulunan şehadetleri ve o şehadetlerin haricî meydanı hayalime görünüyordu. O halde değil usanç, belki gayet ulvî bir zevk-i imanî veriyordu. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanda zikir mânâsı ve tilâvet ciheti dahi bulunduğundan, gayet tatlı tekraratı belâgatine belâgat katmış, noksaniyet vermemiş.
Her neyse… On dokuz nurdan ve otuz üç mukaddeme ve mertebeden terekküp eden bir tek burhan olan bu Yedinci Şua kadar vücud-u Vâcibü’l-Vücud ve vahdaniyetin ispatında daha kuvvetli bir delil ve daha kat’î bir burhan tasavvur edilmez. Ve hiç bir hükmü ve hiçbir cümlesi ve hattâ hiçbir kaydı yoktur ki, Risale-i Nur’da ispat olunmamış olsun. Hususan Münacat ve İkinci Şua risalelerinde ve onun kat’iyeti ve kıymeti ve lezzeti için ben her ne vakit sıkılsam veya sıkıntıya düşsem veya yorgunluk ve usanç getirsem, bir kere mütefekkirane okusam, hiçbir sıkıntı ve usanç kalmaz.
==2. Parça==


Eseridir bu eser, bir ateşpare-i zekânın
Eseridir bu eser, bir ateşpare-i zekânın

07.56, 26 Şubat 2021 tarihindeki hâli

Gayrı Münteşir Kısımlar Listesi

Üstad'a ve talebelerine ait ve Risalelerde yer almayan bazı kısımlardır.

Ayet-ül Kübra'dan[değiştir]

Mukaddimeden[değiştir]

Azamet ve kibriya lüzumlu bir perdedir. Akıl ile ihata ve kalb ile görmeye manidir. Ve tam marifete sed çeker. Ve marifette ve imanın inkişafında hadsiz mertebelerin bulunmasına sebeptir. Ve marifetullahta terakki ettirmeye cazibedar bir ihticab-ı kudsîdir. Yoksa, hiçbir cihetle inkâr ve nefye sebep olamaz.

Evet, azamet bir vesile-i ihticab olduğu gibi, azametten neş’et eden ve azametin bir nevi ünvanı ve diğer bir sureti olan şiddetü’z-zuhur dahi bir vesile-i ihtifâ ve ihticabdır ki, سبحان من اختفى بشدة الظهور demişler. Evet, güneşin şiddet-i nuru, zâtını setreder; hastalıklı gözler görmez.

İkinci mesele

İmanî meselelerin fevkalhad azametini çok kolay kabul ettirip, hattâ avâmın kalblerine güzelce yerleştiren çok azametli ve çok kuvvetli ve çok kesretli burhanları ve delilleri vardır. Meselâ, Yedinci Şuada göreceksin ki, bu kâinat bütün erkân ve tabakat ve envâ’ ve efrad ve müştemilâtıyla Vâcibü’l-Vücudun vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden bir daire-i zikir teşkil ederek, beraberce Lâ ilâhe illâllah derler.

Meselâ, nasıl ki küçük Hüve, Hüve, Hüve’lerden mürekkep büyükçe Hüve, Hüve yazılır. Sonra bu Hüve’lerden mürekkep çok büyük bir Hüveolur.

Hem nasıl ki bir taburun hücumunda veya bir halka-i zikrin cezbesinde Allah Allah Allah derler ve onların seslerinden terekküp eden büyük ve cemaat sadâsıyla büyük bir tarzda Allah Allahkelimesi işitilir. Ve bunların seslerinden terekküp eden taburun sadâsı dahi büyük ve geniş bir telâffuzla Allah Allah Allah dediğini işittirebilir.

Aynen öyle de, bu kâinatın her bir nev’i ve o nev’in fertleri ve o fertlerin âzâları, lisan-ı hal ileLâ ilâhe illâllah derler. Birbiri içindeki büyük zikir daireleri misalimizdeki yalnız üç dört mertebe değil, belki üç yüz mertebeden geçer. Hem büyük ve küllî zikirleri yalnız küçük fertlerin zikirlerinden neş’et etmiyor, belki her bir büyük ve küllî mevcud, büyüklüğü nisbetinde bizzat zikreder, büyük bir şahıs gibi Lâ ilâhe illâ Hû der.

Hattâ, bu Yedinci Şuanın İkinci Makamında, on dokuz daireden altıncı bir daire olan eşcar ve nebatatın şehadetlerini Ramazan’da dinlerken, hayal gözüyle gördüm ki, ağaç ve nebatlardan her birinin yaprak ve çiçek ve meyveleri kendilerine mahsus lisanlarıyla Lâ ilâhe illâ Hû dedikleri gibi, ağaçların dahi kendi lisanıyla onları şahit göstererek daha yüksek bir Lâ ilâhe illâ Hû söylediğini ve umum ağaçların nev’i dahi kendi lisanıyla kelime-i şehadet getirdiğini hayalimle gördüm ve işittim desem, bir hayaldir denilmez. Belki o derece parlak bir hakikattir ki, hayali dahi kendine meftun edip hakikat hesabına çalıştırdı.

Ben kendi kendime namazın arkasında her bir Lâ ilâhe illâllah dedikçe, fikrim o dairelerden her birisinin büyük ve küllî ve en kuvvetli bir tarzda getirdiği şehadet kelimesini ve Lâ ilâhe illâllah tevhidini dinler, belki müşahede eder. Güya her bir dairenin, meselâ arzın şehadeti arz kadar kuvvetli ve büyük ve zahir bir surette hayale görünür. Onun için, bu Yedinci Şuada bişehadeti azameti… ilh. ve bimüşahedeti azameti ihatati… ilh. fıkraları çok tekrar ederler. Bu Şua gerçi Risale-i Münacat’a benziyor ve aynı tarzda gitmiş; fakat benim için bu Şua müşahedat suretinde ve aynelyakin tarzında göründüğünden, daha kuvvetli, daha yüksek, daha tatlı, daha nurludur. Bu Şuanın birinci ve ikinci makamları bu gelen âyet-i muazzama ve muhteşeme olan:

تسبح له السموات السبع والأرض ومن فيهن وإن من شيء إلا يسبح بحمده

hazinesinin haşmetli bir nüktesi ve geniş bir tefsiri ve Ramazan-ı Şerifin bir hediyesi, bir nuru ve çok benzediği Risale-i Münacat’ın ve o münacatın menbaı olan Münacat-ı Aleviyye ve onun menbaı olan Münacat-ı Cevşeniyye-i Ahmediyye (a.s.m.) ve onun menbaı olan

إن في خلق السموات والأرض

ilh.’nin ilhamî bir ziyası ve tevhidî bir feyzi olarak hem zikir, hem fikir suretinde zuhur eden aynı kelimat-ı Arabiyeyi Ramazan’ın şerefi ve bir hatırası için aynı mükerrer kelimeleri yazıyorum. Kim isterse, mükerrer kelimeler yerine “ve hâkezâ” deyip okuya ve yazabilir. Bu hediye-i Ramazaniye bende zikir ciheti ve zikir mânâsı fikre galebe ettiğinden, sair zikirler gibi aynı kelime tekrar ediliyor.

Hem umumun neticeleri bir tek burhan olduğundan ve burhanların vecihleri birbirine benzediğinden, cümleleri aynen tekrar edilmiş. Ve bu tekrar bana usanç vermiyordu. Çünkü her bir mertebede başka bir âlemin kapısı açılıyordu. Ve o mahsus mertebe-i burhaniyenin haricinde ve kâinatın yüzünde bulunan şehadetleri ve o şehadetlerin haricî meydanı hayalime görünüyordu. O halde değil usanç, belki gayet ulvî bir zevk-i imanî veriyordu. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanda zikir mânâsı ve tilâvet ciheti dahi bulunduğundan, gayet tatlı tekraratı belâgatine belâgat katmış, noksaniyet vermemiş.

Her neyse… On dokuz nurdan ve otuz üç mukaddeme ve mertebeden terekküp eden bir tek burhan olan bu Yedinci Şua kadar vücud-u Vâcibü’l-Vücud ve vahdaniyetin ispatında daha kuvvetli bir delil ve daha kat’î bir burhan tasavvur edilmez. Ve hiç bir hükmü ve hiçbir cümlesi ve hattâ hiçbir kaydı yoktur ki, Risale-i Nur’da ispat olunmamış olsun. Hususan Münacat ve İkinci Şua risalelerinde ve onun kat’iyeti ve kıymeti ve lezzeti için ben her ne vakit sıkılsam veya sıkıntıya düşsem veya yorgunluk ve usanç getirsem, bir kere mütefekkirane okusam, hiçbir sıkıntı ve usanç kalmaz.

2. Parça[değiştir]

Eseridir bu eser, bir ateşpare-i zekânın

İşte bu dehadır, beklediği bütün a’sarın

Feyyaz nurlarıdır hep bu Nurlar, insanlık âleminin

Şübhe yok Hakk’ın tecellisidir parlayan içlerinde bu hakikatların.

Yâ Üstadenâ! Feyzine hayran, nuruna hayran, baştan başa bütün insan

Âsârınla Hakk’ı bulan ezkiya da diyor: Yok kusur bulmağa imkân

Lütf-u Hak’la buluyorlar bu Nurları okuyanlar yepyeni bir nurlu âlem

Şübhesiz Allah’dır ancak nurdan dalgalar kalblerde yaratan

Talebeniz Hüsrev


Ağabeyimizin bu geçen sahifedeki takrizini ruh-u canımızla tasdiken deriz ki:

Teşekkükün tevesvüsün gelmesine mani’ bu

Tefennünün tefelsüfün hayretine mazhar bu

Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i akıl ashabına

Tefeyyüzün terakkinin zuhuruna medar bu

Tarîkatın hakikatın takdirine mazhar bu

Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına

Nur talebelerinden

Tahirî, Zübeyr, Ceylan, Bayram, Abdülmuhsin

Asa-yı Musa'dan[değiştir]

1. Parça[değiştir]

(Kastamonu’nun Küçük Hüsrev’i Mehmed Feyzi’nin mektubundan bir parçadır.)

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ‮ ‬وَاِنْ‮ ‬مِنْ‮ ‬شَيْءٍ‮ ‬اِلاَّ‮ ‬يُسَبِّحُ‮ ‬بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ‮ ‬عَلَيْكُمْ‮ ‬وَ‮ ‬رَحْمَةُ‮ ‬اللّهِ‮ ‬وَ‮ ‬بَرَكَاتُهُ‮ ‬اَبَدًا‮ ‬دَائِمًا

Çok sevgili Üstadım!

Bu ihtiyar, sahtekâr, bid’akârlara mukabil Risale-i Nur’dan tam ders alan münevver, takdirkâr, bahtiyar gençlik dahi böyle söylüyor:

Maneviyat denizinin coşkun ve kükremiş mevceleri ortasında çok bîçarelerin sarsılmış ve kuvvetini kaybetmiş imanının yegâne kurtuluş gemisi ve o geminin hedef ittihaz edeceği Risale-i Nur’un inkâr edilmeyecek kadar bir kudretle nurlandırdığı saadet-i ebediye perestişgâhının yine parlak nurudur. Onun içinde maddiyattan ziyade ruhiyatın tecellisi her bir sahifesinde kari’lerin vâzıhan gördüğü burada dünyada gafletle kendilerinden geçenler ve âdeta ölümü hiç olmak gibi en aşağı bir mertebeye kadar indiren gafil yolcular ve böylelikle zulmet âleminde misafir olduklarını hâlâ sezemeyen bedbahtlar Risale-i Nur’un aydınlattığı yollara nazarlarını çevirdikleri zaman kabrin bir saadet-i ebediye kapısı, ölümün de yok olmak değil, saadet-i bâkiyeye vâsıl olacağını bihakkın gösteren bir hidayet kaynağı olduğunu anlayacaklar. Belki de kalblerinin hücra bir köşesinde bîhaber olarak saklı kalan zaîf imanlarının sönük ziyasını Risale-i Nur’un nuruyla parladığı anda fâni âlemlerin fâniliklerinden kurtulup bâki âlemlerin bâkiliklerine ulaşan sırrın aydınlık yolunu hissedecekler. Böylece gafillerin gafletten uyanmaları, kudsî Üstadımızın yegâne gayesidir. Risale-i Nur’un hedefini bu suretle bir nebze açıklarken insaniyetin nazarını ruhun, maneviyatın nihayetsiz ufuklarına dikmelerini temenni ediyoruz. Zira ağaran fecirde bir nur parlıyor. Bu nur ki, imanın nuru ve o nuru gösteren Risale-in Nur’un nurudur.

İşte ey kardeş, ey dindaş! Hayatının bütün mevcudiyetiyle bu envâr-ı imaniyeyi ruhun tâ derinliklerinden kopup gelen bir sadakat ve muhabbetle sarılarak, hiç şübhesiz beşerin fevkinde bir kudret ve Cenab-ı Hakk’ın inayet-i İlahiyesiyle bu Risale-i Nur’un meydana geldiğini bil ve o büyük Üstad’ın hârikası önünde ta’zimle eğilmeyi bir vicdan borcu addet.

Ey ruhları dalgalandıran ve kaleminden şimşekler çaktıran muhterem Üstad! Senin azametli hârikanın en büyük nişanesi olan Risale-i Nur’un nuru, kararmaya yüz tutan iman ufuklarını nurlandırdı ve aydınlattı ve ebede kadar da aydınlatacaktır inşâallah.

Kastamonu Nur şakirdlerinden

Mehmed Feyzi

2. Parça[değiştir]

(İnebolu havalisindeki umum Nur şakirdleri namına Salahaddin’in Üstadının tarihçe-i hayatından çıkardığı bir kısacık hülâsanın bir parçasıdır.)

Üstadımızın tercüme-i haline kısaca bir nazar

Şark İsyanında Şeyh Said ve askerleri, Üstadımız Bediüzzaman’ı şarktaki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirake davet ettikleri zaman cevaben demiş: “Yaptığınız mücadele, kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünki Türk Milleti bin senedir İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini uğrunda binlerle şehid vermiş ve binlerle veli yetiştirmiştir. Binaen aleyh kahraman ve fedakâr İslâm müdafi’lerinin torunlarına yani Türk Milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem.” diyerek hem redd-i cevab vermiş, hem mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir. Eski Harb-i Umumî’de taarruz eden Rus ordularına karşı Bitlis Millî kuvvetleri kumandanı olarak çok faik kuvvetlerle hücum eden Rus ordusuna günlerce ve kahramanca müdafaa ile şehirdeki bütün mühimmat ve erzak ve halkın ve askerin cihazatının taşınmasını temin etmiş, yaralandığı halde geri çekilmeyi şahsen züll saydığından gazilik makamıyla da karargâhında son mermisine kadar şerefle döğüşmüş, nihayet bilmecburiye Ruslara esir düşmüştür. Dininin ve vatan ve milletinin selâmeti için hayatını fedadan çekinmeyen bu kahraman kumandana üç Rus mermisi isabet etmiş. Biri kalbinin üzerindeki maden tabakayı deliyor, iç çamaşırda kalıyor. İkincisi sol tarafta hançerin sapını delerek duruyor. Üçüncüsü omuzunda hafif bir yara açıyor. Nihayet Bitlis’in hîn-i sukutunda ayağı kırılmış ve omuzu mecruh bir halde Ruslara esir düşüyor.

Sibirya’da üsera ikametgâhlarında iki sene üç ay kalmış. Bu müddet zarfında, esir olan doksan zabit kardeşlerinin maneviyatlarını takviye etmiş. Sonra Varşova yoluyla İstanbul’a gelmiştir. O sırada İngiltere Anglikan Kiliseleri başpiskoposunun Hürriyet’ten sonra padişah hükûmetinden sorduğu suallere cevab veren ve Lemaat, Katre, Zerre, Habbe, Kızıl Îcaz ve İşarat-ül İ’caz namında yazdığı Arabî eserleri okuyanlara mevcudatın tılsımını keşf ile bir hakikat yolu açılması, o vakit makarr-ı ülema olan İstanbul ile Hicaz, Yemen, Mısır, Suriye, Irak, İran, Afgan ve Hindistan ülemasının teması bulunduğundan bu eserleri kendi eserlerine me’haz tutmaları için Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye a’zalığında vazife-i ilmiye ve diniye ile meşgul olmuştur. Onsekiz sene sonra, kırk sene evvel çekirdeği yazılan Beşinci Şua’ın ele geçmesi ve Âyet-i Kübra’nın tab’ı münasebetiyle her tarafta toplattırılan ve aranılan binlerle Risale-i Nur eczalarının ve ifadeye celbedilen yüzlerle Risale-i Nur talebelerinden ancak 120 temiz nasiyeli, saf kalbli ve düşünceli dindar Türklerin dokuz ay Denizli’de mevkufiyeti ve yüz otuzbeş parça Risale-i Nur eczalarının Ankara’dan bir heyet-i ilmiyenin tedkikinde Kur’anın hakikî bir tefsiri olduğu ilmî raporla tevsîk ve tasdik edilmesinden eserlerle beraber mahpus ve istintak edilen 120 talebenin beraetiyle neticelenir. Hazret-i Üstad da Afyon’a ikamete memur ediliyor. Yetmişlik bir ömrün onbir mühim hâdisesi ve bu tehlikeli madde ve tabiat ve enaniyet asrında bu vücudun yegâne vazifesi, gayesi, emeli ve arzusu insanların imanlarını kurtarmak olduğunu; hem mutlakiyet, hem meşrutiyet, hem cumhuriyet devrinde ayrı ayrı gayet muhakkik, müdakkik ülema ve hükema ve fuzalânın ve gayet kurnaz şeytan ve evhamlı casus ve feylesofların inceden inceye yirmi sene tahkik ve tedkik ve tahlili neticesinde dünyevî ve siyasî hiçbir maksad olmadığı kat’î anlaşılmıştır. Kur’an-ı Kerim’in ve hadîs-i şerifin binlerle hakikatlarını isbat eden Risale-i Nur’u hiçbir dindar âlim veya dinsiz bir feylesof bir kelimesini dahi cerh u nakzedememiştir ve tasdike mecbur olmuşlardır.

Yirmiüç senede tamamlanan Risale-in Nur, Resail-in Nur, Risalet-ün Nur adlı 140 parça eserler Kur’an-ı Azîm ve hadîs-i şerifin evvelki asırlarda meşkuk ve şübheli bıraktırılmış veya rumuzlu veya şümullü ve mecazî yazdırılmış tefsirlerden alınmış değildir. Menba’ yalnız Kur’andan, hadîsten asrımızda tereşşuh etmiştir. Üstadımız der: “Beyanatımız Kur’an-ı Hakîm’in feyzindendir. Nefsi teslime, kalbi kabule ihzardan ibarettir. Asıl söz ise Kur’anındır. Zira söz odur ve söz onundur.” der. Ve kendine has bir usûl-ü tedris bularak, beş vilayet büyüklüğündeki Medreset-üz Zehra’sında milyonlarla talebeye hocalık eder. Ulûm-u diniye ile fünun-u asriyeyi mezc ve hakaik-i diniyeyi fünun-u müsbete ile teyid ve teşyid etmek suretiyle talebenin fikir ve imanının tenvirine çalışır. İstediği anda hocasından istediği dersi alabilir. Ve Nur’dan aldığı ders ile amel ettiği takdirde de imanını muhafaza edebilir.

Risale-i Nur’un bir hülâsası makamında olan bu Asâ-yı Musa risale-i mecmuasını dikkatle anlayarak okuyan veya dinleyen bilâ istisna dinli, dinsiz, âlim, cahil herkes İslâmiyetin esası olan imanın altı şartını tamamen diliyle ikrar ve kalbiyle tasdik etmekle beraber imanını muhafaza, İslâm’ın binası olan namaz kılmayı, oruç tutmayı, hacca gitmeyi, zekat vermeyi, kelime-i şehadet getirmeyi kendine vazife-i asliye bilecektir. Risale-i Nur’u okumaya, yazmaya ve neşretmeye çalışan ferdler, cem’iyetler, milletler, devletler dünyevî ve uhrevî fenalıklardan kurtulacak ve zulmetten nura çıkacak, saadet ve selâmet temin edecektir. Risale-i Nur’un hülâsası olan Asâ-yı Musa mecmuası atomdan daha kuvvetli ve tesirli ve nurlu bir silâh ve hikmetli bir asâdır. Atom gibi beşeriyetin ve medeniyetin tahribine değil, saadet ve selâmetine çalışır.

‬هذَا‮ ‬مِنْ‮ ‬فَضْلِ‮ ‬رَبِّى

Umum İnebolu Nur şakirdleri namına

Abdurrahman Salahaddin

Medresetü'z zehranın erkanları namına biz de iştirak ederiz.

Hilmi, Terzi Mehmed, Halil İbrahim, Mehmed Nuri, ......., Hüsrev, Said, Rüşdü, Re'fet

3. Parça[değiştir]

Emirdağında dehşetli bir yangından Çalışkanlar’ın dükkanında bulunan Âyet-ül-Kübra nüshalarının berekatıyla harika bir tarzda o Çalışkanlar’ın dükkanı o dehşetli yangından kurtulması münasebetiyle meşhur ve merhum Muallim Hasan Feyzi'nin yazdığı bir fıkranın bir parçasıdır.

Risale-in Nur, her ateşi ve her yangını söndürür. İnsanlardaki israf ateşini, İktisad Risalesi'nin nuru ile, ve ateşler ve alevler içinde kıvranan zavallı hastaların hastalık ateşini, Hastalık Risalesi'nin nurlarından akan, yirmibeş devalı çeşmesinden fışkıran âb-ı hayat ve şifa suyu ile; kalbi ve kafayı ve bütün aza ve asabı saran ve sarsan vehim ve hayal, vesvese ve tasa, korku ve merak yangınının dehşetli ateşini Vesvese Risalesi'nin nuru ve feyzi ile; riya ve sum'a, kibir ve gurur hastalıklarının hummalı ateşini İhlas Risalesi'nin imdad ve inâyetiyle; benlik ve varlık ve zorbalık ve küstahlık kal'asının hedmi ise, (Ene) adlı Otuzuncu Söz ve Altıncı Söz'ün irşadı ile kabil olur.Tabiatın madde ve zerreler çukurundan çıkamayan kör ve sersem ve serseri kimseleri de ancak Risale-in Nur'un Tabiat, Zerre ve Maddeler adlı risalelerinin güçlü ve kuvvetli, uzun ve mevzun, nurlu ve şuurlu elleri çıkarabilir. İhtiyarların ölüm korkusunun ateşini, evham ve acılarını gidermeye ise, bu namdaki risalenin teselli ve imdadı, macun ve tiryakı, feyiz ve nuru kâfi geldiği gibi; berzah ve berzahın elemnâk ve sûznâk ateş ve azabına karşı da, İ'caz-ı Kur’ân ve Mu'cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) ve İman-ı Âhiret adlı âb-ı hayat dolu risaleler bir havuz gibidirler.Yeryüzündeki bütün şirkin ateşini Âyet-ül Kübra, Asâ-yı Musa adlı mübarek eser-i azimin nur-ı azîmi, söndürmeye kâfi geldiği gibi, bugün dünya ufuklarını saran ve şimdi de İslâm Dünyasını tehdide başlayan o kara dumanlı kızıl aleve karşı, bu Nur'un şişip kabarmakta olduğunu görüyor ve o müdhiş kızılların fitnesini ve yangınını söndüreceğine candan inanıyoruz.

Hasılı Risale-i Nur'un mütalaası ve feyz-i manevî-i daimîsi, nefs-i emmarenin ateşini söndürmeye, azgın ve azılı sıfatları öldürmeye, yırtıcı, paralayıcı zahir ve bâtın askerleri tepelemeye yetişir. Zâten Risale-ten Nur, bu fitne ve fesad ve bu yangınları söndürmeye memurdur. Ve bunun için doğmuş ve gelmiştir, diyoruz.Erenler, evliyalar, şehidler ve fatihler yatağı olan bu mübarek vatanda yetişen bu mübarek ve meymenetli, şecî' ve asîl milletin فَسَوْفَ يَاْتِى اللّٰهُ بِقَوْمٍ işaretiyle indallah ne kadar mergub ve mahbub ve cengâver olduklarına yine bel bağlıyoruz.

Risale-i Nur'a sahib olanlarda hırs ve hiddet zevale yüz tutar, zulmet ve şehvet erir. Cehalet ve şekavet ateşi söner. Tabiat uykusu azalır. Gaflet uykusu kalkar. Kara ve çirkin, bozuk ve uyuşuk kanlar düzelir. Nefes ve kalb işler. Kan boruları birer mecra-i Nur olur. Hubb-ı dünya ve meyl-i mâsiva kalmaz. Ene ve Ente gider. Yetmiş bin diye söylenen perdeler kalkmağa ve Varlık Dağı delinmeğe başlar. اِرْجِعِى اِلَى رَبِّكِ den sesler gelir. Vuslat yolu açılır, misk ü anber saçılır, yüzler فَادْخُلِى فِى عِبَادِى ile memur, وَادْخُلِى جَنَّتِى nişanı ile me'cur olur.

اَرِنَا يَا مَنْ اَطْغَى النَّارَ بِنُورِهِ وَيَا مَنْ صَلَّى عَلَى حَبِيبِهِ

Hülâsadır Risalet-ün-Nur: Kendisinin bir levha-i Yâ Hâfız, bir safha-i Mâşâallah

Bir nüsha-i Bârekâllah, bir kalade-i Ümm-i Sübyan, yangına bir tulumba-i Nur

Dertliye bir reçete-i hikmet, bakana bir âyine-i ibret, müslümanlara bir mühr-i nübüvvet

Mücrime bir vesika-i necat, yolsuza bir râh-ı hidâyet, bîkeslere bir sigorta-i sıyanet

Antikacıya bir kenz-i sermediyet, evsize bir kâşâne-i ebediyet, münkire bir sille-i nedamet

Kâfire bir sehba-i adalet, ârife bir sehbay-ı kudsiyet, âşıka bir saray-ı vuslat


Denizli ve havalisindeki bütün Nur şakirdleri namına

Hasan Feyzi Rahmetullahi Aleyhi Ebeden Dâimen

4. Parça[değiştir]

(Hem Lâhika’ya, hem Asâ-yı Musa’nın âhirinde yazılsın)

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ‮ ‬وَاِنْ‮ ‬مِنْ‮ ‬شَيْءٍ‮ ‬اِلاَّ‮ ‬يُسَبِّحُ‮ ‬بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ‮ ‬عَلَيْكُمْ‮ ‬وَ‮ ‬رَحْمَةُ‮ ‬اللّهِ‮ ‬وَ‮ ‬بَرَكَاتُهُ‮ ‬اَبَدًا‮ ‬دَائِمًا‮ ‬بِعَدَدِ‮ ‬الْحُرُوفَاتِ‮ ‬الْقُرْآنِ‮ ‬وَاْلاِيمَانِ‮ ‬وَرِسَالَةِ‮ ‬النُّورِ

Çok müşfik, çok vefakâr efendim ve faziletli, izzetli Üstadım Hazretleri!

Risale-i Nur asrımızda Kur’an-ı Hakîm’in resmî tercümanı ve naşiri olduğuna dair çok delillerden birkaçını arzediyorum. Risale-i Nur’un tarihçesi aynen Asr-ı Saadete benziyor. Birçok noktalarda tevafuk ediyor. Yirmiüç senede hitam bulan Risale-i Nur Anadolu’yu maddî tehlikelerden korumuş, manevî ikaz tokatlarıyla okşamıştır ve milyonlarla kişinin imanını kurtarmağa vesile olmuştur. En dehşetli ve korkunç ve karanlıklı bir muhitte hunhar düşmanları arasında, tazyik altında, binbir mahrumiyetler içinde, ihtiyar, hasta, garib, hürriyeti alınmış bir zâtın Kur’andan aldığı ilhamı ifadesiyle, en sıkıntılı ve en tehlikeli ve kısa vakitlerde sabi çocukların acemî fakat masum bîçare zaîf ihtiyarların titrek fakat tövbekâr elleri harekete geçerek, usanmadan, yılmadan, binler sahife Risale-i Nur’u aşkla yazmaları.. ve âlim, cahil, feylesof ve muhtelif din saliklerinden yüzbinlerle insan zevkle, huşu’ ve huzu’ ile bu hasseli güzel yazıları okumaları ve güzel sözleri dinlemeleri… Eskişehir ve Denizli Ağırceza Mahkemesi neticesi, İstanbul ve Ankara ve sair yerlerde profesörlerden, dindar âlim ve feylesoflardan müteşekkil heyetler tarafından Risale-i Nur inceden inceye tedkik, tahlil edilmiş, neticede Kur’anî tam bir tefsir olduğuna müttefikan karar vermeleri ve de gizli düşmanlarının haksız ve yersiz isnadlarının yalnız siyasî iftiradan ibaret olduğu ve ilmî itiraz edememeleri mahkemece kat’iyyetle anlaşılmış ve beraetle neticelenmiştir.

1400 sene evvel beşeriyet zulmet, cehalet içinde vahşi örf ve âdetlerin bulunduğu Arabistan’da doğan nurlu bir güneş altmışüç sene yükselmiş ve yirmiüç senede inzali hitam bulan Ferman-ı Kur’anla herşeyi aydınlatmış, fena abes örfler ve âdetler anlaşılmış, sa’y-i Muhammedî (ASM) ile saadete çevrilmiş, bu sebeble bütün yabancı nazarlar gıbta ile Kur’ana dikilmişti. Asırlar geçmiş, İslâmiyet 350 milyona yükselmiştir. Abdülkadir-i Geylanî (Kaddesallahü sırrahu) ve İmam-ı Gazalî (RA), İmam-ı Rabbanî (RA) misillü ve sair İslâm allâmeleri zamanında fen ve felsefede neş’et eden küfre karşı Kur’an-ı Azîm’i ve hadîs-i şerifi tefsir etmişler, o küfrün yayılmasını önlemekle beraber, yüzbinlerle kişi İslâmiyete girmişlerdir. Hangi İslâm diyarında küfür çıksa, o mıntıkada Kur’an belirip nurlu kılıncı ile mukabele eder, küfrü def’ u ref’ eyler. Asrımızda buna en büyük bir nümune, Risale-i Nur’dur. En kuvvetli şahid, binlerle Risale-i Nur talebeleridir.

Harb-i Umumîde âlem-i İslâmın bazı merkezlerinde istiklaliyet tehlikeye düşeceği zamanda Fas, Cezayir, Mısır, Irak, Cava, Hindistan, Türkistan ülemalarına istila ve fen ve felsefeden doğacak tabiiyyun fikrini cerhedecek hakikat-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-i imaniye-i beşeriyenin muhafazasını, Risale-i Nur’un çekirdeği olan İşaret-ül İ’caz risalesiyle göstermiş ve bunun neticesidir ki; Risale-i Nur’da çok evvel tebşir ve beyan edildiği gibi, bu mezkûr milletler yeniden istiklaliyetlerine kavuşuyorlar. Risale-i Nur’un bu vatanda ektiği nurlu tohumlar filiz vermeye başlamış. Bu sayede dinî gazetelerin çıkması ve Kur’an mekteblerinin açılmasına zemin teşkil etmiş, milyonlarla masumun imanlarını kurtarmağa sebeb olmuştur.

Şark-ı şimalîden çıkan, dünya çapında tasavvur edilen bir ejderhadan daha korkunç, dehşetinden bütün beşeriyeti titreten dinsizlik cereyanının beş neticesi, dünyanın beş kıt’asına uzanmış, iğneli tırnaklarıyla zehirlemeğe çalışıyor. Bu muazzam tehlikeyi, 1400 sene evvel işaret buyuran Kur’an-ı Azîmüşşan bu asırda bu azîm tehlikeye karşı, Risale-i Nur’u mukabele çıkarıyor. Dünya siyasiyyunlarının dinsizliğe bilmeyerek yardım ettikleri yıllarda, Risale-i Nur hristiyan âlemine müslümanlarla ittihad etmeyi işaret ediyor, Katolik ve Protestan misyonerlerini Asâ-yı Musa ve Zülfikar risalesiyle ikaz ediyor, maddî ve manevî mes’uliyeti gösteriyordu. Yeryüzünde en mütemeddin milletlerden Finlandiya, İsveç, Norveç bu hakikat-ı Nuriye karşısında Kur’an-ı Kerim-i Hakîm’i rehber etmiş, İslâmiyetle bir nevi ittihad ederek şark-ı şimalîde tam deccalın ensesine vahy-i semavî kılıncı Zülfikar’ı çekmiştir.

اَلْحَمْدُ‮ ‬لِلّهِ‮ ‬هذَا‮ ‬مِنْ‮ ‬فَضْلِ‮ ‬رَبِّى

Risale-i Nur şakirdlerinden, çok kusurlu, günahkâr

Abdurrahman Çelebi Salahaddin

5. Parça[değiştir]

Asa-yı Musa Mecmuasındaki Arabi Kelimelerin Kısaca Tercümelerine Dair

Bir Lügatçedir.

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

وَ اِنْ مِنْ شَيْئٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Bu lügatçeye bakan kardeşlere bir ihtar. Ve beyan-ı mazaret.

Bedi-ül beyan olan Risale-i Nur’un müellifi Üstadımız Allame-i Said Nursî Hazretleri evvela mücahede-i nefsaniyeyi her şeye takdim ve sıfat-ı mezmumeyi mahvi alaik-i dünyeviyeden inkıta hakikat-i himmetle Cenab-ı Hakk’a teveccüh ettiğinden kalb-i münevverinden hicab-ı zulümat inâyet-i Hak’la inkişaf ve rahmet-i İlahiye fizan ve nur-ı Samedani leman edip

اَفَمَنْ شَرَحَ اللّٰهُ صَدْرَهُ لِلْاِسْلاَمِ فَهُوَ عَلٰى نُورٍ مِنْ رَبِّه۪

sırrına mazhariyetle sadr-i şerifi münşerih olup rahmet-i Sübhaniye ile sırr-ı meleküt mirat-ı kalbine münkeşif ve hakaik-i imaniye ve Kur’ân’iye tele’lü ettiğinden şüphesiz Risale-i Nur doğrudan doğruya ilham-ı İlahi ihsan-ı Rahmani ikram-ı Rabbani feyz-i Samedani intak-ı Sübhani hem icaz-ı maneviye-i Kur’ân’i hem makbul şah-ı Risalet (A.S.M.) hem memduh şah-ı velâyet (R.A.) hem merğub şah-ı Geylani (K.S.) hem Kur’ân-ı Muciz-ül beyanın sema-i manevisinde parlayan hidâyet ve tevfik güneşlerinin nurlarının inikası hem sırr-ı veraset-i kamile-i Nebeviye (Aleyhisselatü Vesselam) cihetiyle Resül-i Ekrem Aleyhisselatü Vesselam’a ihsan olunan cevami-ül kelim gibi Üstadımıza dahi kalil-ül lafz kesir-ül mana kelimat-ı camia ikram olunması hem Üstadımız Esma-ül Hüsna’dan ism-i Bedi’e mazhariyetinden te’lifi olan Risale-i Nur kelimat-ı bedia ve tabirat-ı Arabiye ile müzeyyen olması hem tercüme olunacak kelimat-ı Arabiyede Üstadımız yalnız lügatçe sathi manaları düşünmeyip belki gâyet geniş ve pek kudsi olan iman ve Kur’ân hakikatlerini nazara alarak gâyet harika deliller zahir bürhanlar kat’i hüccetler ispat ve beyan ettiğinden o kelimat ifade edip bakdıkları külli hakikatlerden kudsi manalardan birer ulviyet birer külliyet kesbetmesi hem Üstadımız eskiden beri fesahat-ı âliye ve belağat-ı fevkalade sahibi olduğundan Risale-i Nur belagat ve edebiyatça pek yüksek bir mevkide bulunması gösteriyor ki; o nurlu kelimatı tercüme etmek imkansızdır. Fakat madem kudsi Üstadımız aczimizi ve liyakatsizliğimizi bizden daha fazla bildiği halde tercüme ile emretmesinde elbette nice hikmetler vardır diye naçizane ve fakat mübarek Üstadımızın afvına ve tashihine itimaden bu mecmuadaki kelimat-ı Arabiyeyi bir liste halinde tertip ettik. İnşaallah ileride Risale-i Nur’dan tam ders alarak yetişen müdakkik allameler o kelimata mühim birer şerh yazarlar. Hem rahmet-i İlahiyeden temenni ederiz.

Kastamonu Risale-i Nur şakirtlerinden

Mehmed Feyzi

Zülfikar Mecmuası'ndan[değiştir]

1. Parça[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَاۤئِمًا

Aziz Sıddık Kardeşlerim..

Madem Risale-i Nur, makine ile taammüm etmeye başlamış ve madem felsefe ve hikmet-i cedideyi okuyan mektebliler ve muallimler çoklukla Risale-i Nur'a yapışıyorlar. Elbette bir hakikat beyan etmek lâzım geliyor. Şöyle ki:

Risale-i Nur'un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünki felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemalât-ı insaniyeye ve san'atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’ân ile barışıktır. Belki Kur’ânın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor. İkinci kısım felsefe, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’ânın mu'cizekâr hakikatlarıyla muaraza ettiği için, Risale-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı müvazenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, menfaatdar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektebliler, Risale-i Nur'a itirazsız çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler.

Fakat gizli münafıklar nasılki bir kısım hocaları bütün bütün manasız ve haksız bir tarzda, ehl-i medresenin ve hocaların hakikî malı olan Risale-i Nur aleyhinde istimal ettikleri gibi; bazı felsefecilerin enaniyet-i ilmiyelerini tahrik edip, Nurlar aleyhinde istimal etmek ihtimaline binaen, bu hakikat Asâ-yı Musa ve Zülfikar mecmuaları başında yazılsa münasib olur.

Said Nursî

2. Parça[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَاۤئِمًا

Aziz Sıddık Kardeşlerim..

Evvelâ: Risale-i Nur’un makine ile ve şimdi umumi bir intibahla ve merkezdeki ehl-i vukufun takdiri ile dairesi tam genişlenmesinden elbette her nev’i ehl-i ilim dikkatle bakacaklar. Onların içinde bid’alar taraftarı ve enaniyetli ve müşkilpesend ve tenkitçi kısımları itiraza çalışacaklar. Şimdi sizler "üç esası" onlara karşı bir cevab yaparsınız.

Birinci Esas: Şimdi insanlarda kim var ki, kusuru bulunmasın. Madem hasenat eğer seyyiata racih gelse, affedilir. Elbette bu kadar ağır şeraid altında, göz önünde bu fevkalade hizmet-i imaniye ile yüzbinler biçareleri şüphelerden kurtarmak öyle bir hasenedir ki, binler kusuratı affettirir.

İkinci Esas: Dersiniz ki: Kardeşimiz Said yarım ümmi; yazısı noksan, çabuk yazamıyor. Bu yirmi sene gurbette ekser münzevi ve tecrid içinde durmaya mecbur olmasıyla, elbette bazı sehivler ve kusurlar bulunabilir. Hatta üç dört gün içinde yalnız on iki saatte telif edilen zeyilsiz Mucizat-ı Ahmediye’nin (A.S.M) ahirinde demiş: "Hadislerin ve ravilerin beyanında hatam varsa tashihini rica ediyorum," diye ilan ettiği halde müstensihlerin sehivleri müstesna olarak, şimdiye kadar yalnız (16) (61) bu iki rakamda elif sehven takdim edilip, (on altı), (altmış bir)’e çevrildiğini bir Amerikalı misyoner İncil-i Yuhanna’da göstermiş. Hem ehemmiyetli sebeblere binaen bir kısım risaleler çok süratli yazılmış. Hatta on dakikada ve bir saatte ve altı saatte ehemmiyetli risaleler; telif hatta kâtiplerin tasdikiyle dört, beş gün zarfında zeyilsiz Mucizât-ı Kur’âniye yirmi dört saat zarfında telif edilmiş. Elbette bazı sehivler bulunabilir ve hiçbir cihetle kusur sayılmaz. Hem müstensihlerin, çoğu Arabi okumadıklarından onların dahi sehivleri bulunur ve müellifine isnad edilir. Çünkü bütün nüshaları o görmüyor. Ve bütününü kendisi tashih etmek kabil değildir. Madem şimdi ehl-i ilim ve hocalar daireye giriyorlar, bu büyük hayırlı tashihe yardım etmek onlara borçtur.

Üçüncü Esas: Mu’teriz ve hodfuruşlar diyebilirler ve derler ki: "Risale-i Nur’da bilhassa Sikke-i Gaybiye Risalesinde nurların keramatından ve fevkaladeliğinden ve pek çok kıymettarlığından bahseden çok fıkralar var. Bir insan faziletini izhar etse bir gösteriş olur, makbul değil" diye tenkit ettikleri zaman dersiniz ki; Ankara ehl-i vukufunun bu noktadaki hafif ve tasdikkârane tenkitlerine Said’in verdiği ve onlar dahi kabul ettikleri cevabın hülâsası şudur:

Risale-i Nur, muhafazasına çalıştığı hakikata bu memleket ve Âlem-i İslam çok alakadar ve muhtaç olmasından, bîçare müellifine binler yardımcı ve kâtipler ve resmî teşvikler ve muavenetler lazım olduğu halde, bilakis gâyet insafsızca, aleyhinde propagandalara ve kardeşlerinin kuvve-i maneviyelerini kıracak zâlimane tedbirlere karşı elbette Risale-i Nur’un kıymetini ve kerametlerini beyan etmek vaciptir ve elzemdir.

Bir tek aciz âdem binler zâlimlerin maddi hücumlarına karşı, zayıf arkadaşlarını kaçmaktan kurtarmak niyetiyle ikramat-ı İlâhiye ve inâyât-ı Rabbâniyeyi izhar etmek, değil bir kusur, belki büyük bir maslahattır.

Said Nursî

3. Parça[değiştir]

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ‮ ‬وَاِنْ‮ ‬مِنْ‮ ‬شَيْءٍ‮ ‬اِلاَّ‮ ‬يُسَبِّحُ‮ ‬بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ‮ ‬عَلَيْكُمْ‮ ‬وَ‮ ‬رَحْمَةُ‮ ‬اللّهِ‮ ‬وَ‮ ‬بَرَكَاتُهُ‮ ‬اَبَدًا‮ ‬دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerim!

Ben şimdi zehirin şiddetli hastalığı sebebiyle hem kimse ile görüşmediğimden, yalnız bulunduğumdan Zülfikar mecmuasının tashihini tamam yapamıyorum. Bir tek nüsha mukabelesiz tashihi ise, yirmi sene evvelki te’lif zamanına gayet kuvvetli bir kuvve-i hâfıza ile girmek lâzım geliyor ki, tam tashih edilsin. Halbuki bu hastalıkta kuvve-i hâfızam sönmüş hükmündedir. Fakat ben şimdi baktım ki, hadsiz şükür olsun manayı bozacak ehemmiyetli yanlışlar pek az gördüm. Onun için mühim yanlışlar görsem, bir listecik size gönderilecek.

Said Nursî

Bu fıkramı nüshaların başında yazılsa münasib olur. İnşâallah bir zaman Nur’un kahramanları hem benim yanlışlarımı, hem müstensihlerin sehivlerini tam tashih edecekler.

İkinci Remzin Mühim Bir Zeyli[değiştir]

Yine Kenzü’l-Arş duasının feyzinden gelen ikinci nükte-i tevafukiyedir.

Bu nükteden nümune için [üç] misal;

Birincisi: Süver-i Kur’âniyenin aded-i hurufatı üç binde tevafukatı pek harika ve mu’cizanedir. Mesela; en kısa sure olan Sure-i Kevser’in hurufatı, ebcedi makamı üç bin olmakla hem Sure-i Yasin’in üç bin aded-i hurufuna; hem Sure-i Furkan’ın üç bin, hem sure-i Fatır’ın üç bin, hem Sure-i Saffat’ın üç bin, hem Sure-i Sad’ın üç bin, hem Ra’d’ın üç bin, hem Rum’un üç bin, hem er-Zuhruf’un üç bin, hem Sure-i Şuara’nın üç bin, hem İbrahim’in üç bin; bu surelerinin üç bin hurufatına tevafuku ve on bir surenin bu üç binde birbiriyle muvafakatı ve mutabakatı bilbedahe tesadüf işi olamaz. Belki i’caz-ı Kur’ân’ın bir şulesidir ki, hurufata serpilmesidir ve yaldızlamasıdır. Hem en kısa sure olan Sure-i Kevser’in hurufunun makam-ı ebcedisi olan üç bin adediyle, en uzun sure olan el-Bakara’nın örfi, yani kelam hükmündeki kelimatının üç bin adedine ve Âl-i İmran’ın hakiki kelimatının üç bin adedine ve Sure-i Nisa kelimatının üç bin adedine tevafuku, elbette kör tesadüfün işi değil. Ve rastgele ve şuursuz ve ittifaki bir vaziyet olamaz. Belki sırr-ı i’cazın bir cilvesinin şuaı ile bir intizamdır. Böyle büyük tevafukatta küçük küsürat, münasebat-ı tevafukıyeyi bozmadığından nazara alınmadı.

İkinci Misal: Sure-i اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ فىِ لَيْلَةِالْقَدْرِ ‘in i’cazkâr bir tevafukundan bahisdir. Şöyle ki:

Sure-i Kadr’in yüz yirmi harfi var. Gayr-ı melfuz hemze sayılmazsa yüz on dört süver-i Kur’âniyeye tevafukla işaret eden, yüz on dörttür. İşte bu adetle اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ kendi ile beraber on surenin hurûfatının adetlerine ve on surenin kelimâtının adetlerine ve on surenin âyetlerinin adetlerine tevafuku, herhalde şuursuz, hikmetsiz tesadüfün işi olamaz, belki manevî ve lafzî bir i’câz-ı Kur’âni’nin bir şuaı, hurufata aksedip tanzim ile yaldızlanmış.

Evet اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ ile beraber [Duha, Elem-neşrahleke, Zilzal, Tekasür, el-Maun], en evvel nazil olan nısf-ı evvel [Alak, Ve’t-Tin, el-Karia ve Hümeze] olan on surenin, tevafuku bozmayan küçük küsürattan kat-ı nazar, yüz adedinde tevafukları olduğu gibi;

Sure-i اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ El-Fecr, Abese, El-Mürselat, El-Büruc, El-Mütaffifin, El-İnşikak, En-Naziat, En-Nebe’, El-Münafikun, Cum’a] olan on surenin yüz küsur aded-i kelimatına yüzlükte manidar tevafuk etmekle beraber;

Yine اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ hurufatı [Sure-i İsra, Kehf, Ta-Ha, Yusuf,Hud, Yunus, Nahl, Enbiya, Mü’minun, Tevbe, Maide] olan on surenin herbirinin yüz küsur adet âyetlerine manidar tevafukları ve bu surelerinde bu tevafuk-ı acibe zımnında birbiriyle tevafukları içinde binler tevafuk bulunduğu halde, hiç mümkün olur mu ki tesadüf içine girebilsin? Hiç mümkün müdür ki, bu ittifakın uçlarında mühim nükteler; işaretler bulunmasın?

Üçüncü Misal: Sure-i İhlas’ın ebcedi makam-ı hurufisi bin üçtür. Böyle büyük yekünlerdeki tevafuka zarar vermeyen küçük küsurattan kat-ı nazar; [Sure-i Nur,Hacc, Enfal, Nahl, İsra, Kehf, Enbiya, Mü’minun, Zümer, Yunus, Neml,Yusuf,Neml, Şuara, Ta-Ha] olan on dört surelerin herbirinin bin küsür kelimat-ı adetlerine tevafukuyle beraber; huruf cihetinde [Sure-i Sebe’,El-Hakka, Mümtehine, Süre-i İnsan, Tur, Secde, Ez-Zariyat, Rahman, Tahrim, Talak, Duhan] surelerinin herbirinin bin küsür aded-i huruflarına manidar tevafuk, elbette, bir "sülüs-i Kur’ân" addedilen Sure-i İhlas’ın hikmettar bir nüktesidir. Ve bu tevafukun bir sırr-ı azimi var. Ve şuursuz, hikmetsiz tesadüfün işi değildir. Belki şuaat-ı i’caziyenin in’ikasıdır.

Üçüncü Remiz Olan Üçüncü Nükte-i Kenziye[değiştir]

En evvel nâzil olan Sure-i Alak'ın sırr-ı tevafukuna dair dört letafet-i i’caziyesine işaret ediyor. Her letaifinden küçük bir nümune.

Birincisi: Şöyle ki; En evvel nâzil olan şu sure, süver-ı Kur’âniyenin bir fihristesi hükmünde olduğunu, sırr-ı tevafukla gösteriyor. Şöyle ki; Bu surede hemze kırk beş defa tekrar ile ل ın kırk beş defa tekrarına tevafukla beraber, kırk bir surenin başlarına, parmağını basıyor. Ve başlarındaki elif’i gösteriyor. ى on altı defa tekerrürü ile ب ‘nın on altı defa tekrarına tevafukla beraber on dört surelerin başlarındaki ى ‘ya parmağını basıp, işaret ediyor. Lisan-ı mana ile: "Benden sonra bunlar gelecekler" diye ifade ediyor. ق sekiz tekerrürüyle س 'in (Haşiye[1]) sekiz tekerrürüne tevafuk etmekle beraber, her ikisi sekiz surenin başlarına işaret edip, "Onların fihristeleriyiz" diye ifade ediyorlar. ط üç tekerrürüyle ص ’ın üç adedine tevafukla beraber üç surenin başına bakıyor ve haber veriyor. و altı tekerrürüyle kendi makam-ı ebcedisi olan altı adedine tevafukla beraber, vav-ı kasemiye ile başlayan on iki surenin başlarına işaret edip gösterdiği gibi, tekerrürü makam-ı ebcedisine darb edilse otuz altı olup, و ile başlayan on altı surenin başlarında otuz altı vav-ı kasemiyeyi tevafukla göstermesi, mühim esrara medar olduğunu gösterir. Ve bir intizam-ı gaybi tahtında olduğunu ispat eder.Ve Sure-i Alak en evvel gelmiş ve umum surelerden haber vermiş ifade ediyor.

Üçüncü Letafetinden Küçük Bir Numune: Şu Sure-i Alak’ın hurufatı üç yüz yirmi sekiz adediyle, makam-ı ebcedisi dokuz yüz doksan dokuz olan بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ ile beraber bin üç yüz yirmi yedi edip, bin üç yüz yirmi yedide müthiş hadisatın başlangıcı olan o tarihe gâyet manidar nazar-ı dikkati celbetmek suretinde tevafuku elbette tesadüfi olamaz. Çünkü; madem Allamü’l-Guyûb’un kelamıdır;

وَلاَرَطْبٍ وَلاَيَابِسٍ اِلاَّفىِ كِتَابٍ مُبِينٍ

işaret olunan Kitab-ı Mübin’in bir nüshası olan Kur’ân’da hadisat-ı âleme işaretler vardır ve kısmen göstermişiz. Hem madem en evvel nâzil olan şu sure mecmu-ı Kur’ân’ın bir nevi fihristesidir. Hem madem Kur’ân’ın intişar ve fütuhatına ve Kur’ân’a aid hadisata dair âyât-ı kesire vardır; elbette Sure-i Alak’ın hurufatının verdiği bu gibi haberler kastidir, tesadüften münezzehtir.

Dördüncü Letafetten Küçük Bir Nümune: Sure-i Kehf’in âyâtı,yüz ön birdir: Kelimatı Tefsirü’l-Mikyas hesabına göre bin beş yüz altmış dörttür. Âyâtı itibariyle yirmi dokuz sureye fevafuk ettiği gibi; kelimatıyla dahi otuz dokuz sure ile yalnız bin adedine tevafuk ediyor.O surelerin on altısının kelimatıyla ve yirmi üç surenin de hurufatıyla tevafuk ederek, Kur’ân-ı Hakim’in tam nısfında olan Sure-i Kehf’in, mecmu-ı süver-i Kur’âniyenin, takriben nısfiyla ittihad etmesi, i’caz-ı Kur’âninin şuaıyla tanzim edildiğini gösterir...

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Beşinci Remzi[değiştir]

Sure-i اِذَا جَاء َنَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ esrarından iki-üç sırrı, tevafuk anahtarıyla açılmaya dairdir. Burada numune için bir-kaç, nükte yazılacak.

Birincisi: Tevafukun, on adedden ziyade çeşit çeşit envaı var. Eğer tevafuk, ayrı ayrı cihetten bir hadiseye baksa ve tevafuk etse ve makama mutabık ve münasip ve kelamın manasına muvafık ve müeyyed olsa, o vakit o tevafuk işaret derecesine çıkar. O tevafukla şu âyet şu hadiseye işaret eder, denilebilir. İşte bu kaideye binaen Sure-i Nasr’ın sırr-ı tevafukla işareten haber verdiği hadiselere aynen Sure-i Kevser dahi o hadiseye tevafukla parmağını uzatmış, gösteriyor. Ve Fatiha Suresi, kezalik, o iki surenin gösterdiği hadiseye bakıyor ve gösteriyor ve Sure-i Alak yine o hadiseye işaret ettiği gibi اِنَّا فَتَحْنَا لَكَ gibi âyetler aynı hadiseye tetabukla işaret ediyor. Elbette böyle bir işaret sarih bir delalet hükmündedir.

İkincisi: Madem Sure-i Nasr Allâmü’1-Guyûb’un kelamıdır. Ve madem sebeb-i nüzulü feth-i Mekke’dir ve nusret-i İslâmiyedir. Ve madem sebeb-i nüzulü ne kadar has olursa olsun, mana-yı maksud, kaideten âmm hükmüne geçip, Hazret-i Peygamber’e (Aleyhisselatü Vesselam) ihsan edilen umum fütuhat ve nusretlerine şamildir.Ve madem bu mana-yı maksudun cüz’iyatına işaretle müjde vermek i’cazlı bir kelamın şe’nindendir. Ve madem bu surenin nüzulü vaktinde sahabeler müjde-i İlahi ile mesrur oldukları halde, Ebu Bekir-i Sıddık (ra) ve Hazret-i Abbas (ra), vefatı Nebeviyi mana-yı işarisinden fehm ile ağlamışlar. Hem madem âlî bir kelamın hurufatı ve hey’atı o kelamın manasına kuvvet vererek, te’yid ederek o kelamın derece-i ulviyet ve mezaya-yı belağati ziyadeleşir. Ve madem; şu Sure-i Nasr müteaddit vecihle harfleri, tevafuk münasebetiyle fütuhat-ı Muhammediyeye Aleyhisselatü Vesselam ve nusret-i Ahmediyeye Aleyhisselatü Vesselam parmak basar bir tarzda işaret eder; elbette şu mezkur esaslara göre bu risalede ve sair Rumuzat-ı Kur’âniye risalelerinde bahsedilen,işaret-i gaybiye ve tevafukat-ı harfiye yalnız münasebat-ı belağatiye ve letaif-i kelamiye değillerdir. Belki o tevafukat, lemeat-ı belağat, ve reşahat-ı fesahat olmakla beraber işarat-ı Kur’âniye ve ihbarat-ı gaybiye nev’indendir.

Ezcümle: Sıddık’ı (r.a.), Abbas’ı (r.a.) ağlatan şu sure, وَاسْتَغْفِرْهُ ‘nun vav’ına kadar altmış üç harf olup, ömr-i Nebevi’nin (A.S.M.) nihâyetine tevafukla işaret etmekle beraber, فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ cümleleriyle işaret edilen üç mühim vezaif-i nübüvveti manasıyla gösterdiği gibi, yirmi bir harfle o zamanda, yirmi bir sene o vazifeyi ifa ettiğine ve iki sene kaldığına ima ederek, Sıddık’ın (r.a.) ağlamasına gizli bir sebeb olmuştur. Ve surenin yüz beş harfiyle, fütuhat-ı Ahmediye’nin (Aleyhisselatü Vesselam) yüz beş senesinde Şark ve Garbı tufacağına işareten فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّك makam-ı ebcedisiyle dört yüz yirmi sekiz senesinde terakkiyat-ı maddiye ve maneviyenin derece-i kemallerine işaret etmekle beraber, اَلنَّاسَ يَدْخُلوُنَ فىِ دِينِ اللهِ اَفْوَاجًا cümlesinin makam-ı ebcedisi olan 1222’ye kadar o fütuhat-ı Kur`aniye ve nusret-i diniye devam edeceğine ve ondan sonra bir derece tevakkuf ve tedenniye başlayacağına tevafukla işaret eder. Hem, ezcümle: Şu surede hurufatının tekraratının adetleri manidardır. Şu Sure-i Nasr’ın mevzuu olan feth ve nusretin cüz’iyatına işaretleri vardır. Meela: İki kardeş olan ل ر sekiz tekerrürüyle feth-i Mekke’ye parmak basıyor. و ب yedişer tekerrürüyle 7.senesindeki sulh-ı Hudeybiye neticesinde feth-i Mekke mukaddemesi olan galibane, hacc-ı Peygamberiye (Aleyhisselatü Vesselam) işaret ettikleri gibi, sair hurufatıyla meşhur fütuhat-ı Ahmediye’ye (Aleyhisselatü Vesselam) Sure-i Kevser’e ve El-Alak’a muvafık işaretleri var.

Ezcümle: Besmele ile beraber, اِذَاجَاء نَصْرُ اللهِ sekiz kelimatıyla ve نَصْرُ اللهِ kelimesinin sekiz harfiyle ve نَصْرُ اللهِ deki ر ’nın sekiz tekerrüriyle ve ل ‘ın yine sekiz tekerrüriyle bu surenin sarâhatle beşaret verdiği feth-i Mekke’deki nusret-i Ilâhiyenin tarihi olan sekizinci sene-i Hicriyeye tevafuk sırrıyla işaret ettiği gibi, اِذَا ‘dan ta وَاسْتَغْفِرْهُ ’ye kadar olan on dört kelimatıyla وَالْفَتْحُ ‘deki ف . ت . ح ‘nın on dört adetleriyle اِذَاجَاء نَصْرُ اللهِ cümlesinin on dört harfiyle, hem نَصْرُ اللهِ وَالْفَتْحُ fıkrasının on dört harfiyle on dördüncü sene-i Hicriyesindeki feth-i Şam’da ihsan edilen nusret-i harika tarihine tevafuk sırrıyla işari beşaret eder. Ve hakeza...

Bu surenin bu nevi tevafukatı ve mezaya-yı i’caziyesi çoktur. Fakat maatteessüf, bu Beşinci Risale-i remziye üç bab olarak niyet edilmiş iken bazı ahval-i ruhiye sebebiyle yalnız birinci babın sekiz meselesinden üç meselesi yazıldı. Perde indi. Mütebakisi kapalı kaldı.

Yirmi Dokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Altıncı Remzi[değiştir]

Sure-i اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ ‘in pek çok esrarından, tevafuk sırrıyla münasebettar birkaç sırrına dairdir. O esrar sarihan gösteriyor ki, اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ tek başıyla bir mucizedir. Nümune için, letafetlerinden iki üç nüktelerine işaret etmek münasiptir.

Birincisi: Sure-i Kevser’de mevcut hurufatın tekerrürleri birden dokuza kadar; birer, ikişer, üçer, dörder ta dokuza kadar muntazaman bulunmasıyla beraber, yirmi sekiz huruf-ı hecaiden mevcut olan on dokuz harfin içinde ikişer kardeş olan ikişer harften en güzelini ve lisana en hafifini almasıdır. Şöyle ki: [ر ز ’den ر var ز yok], [س ش ‘dan ش var س yok], [ص ض ’dan ص var, ض yok], [ط ظ dan ط var ظ yok], [ع غ dan ع var غ yok], [ق ف dan ف var ق yok], [ن م dan ن var م yok], gibi zarif ve muntazam ve manidar bir intihab olduğu gibi, mecmu-ı hurufu, Besmele ile altmış beş olup, هُوَ ‘yi ifade eder. Besmelesiz hurufu, vakt-i nüzulüne işaret ediyor.

İkincisi: Şu Sure-i Kevser’e dair remzde on üç defa on üç rakam ile beyan edilen sırrın hülasası şudur ki: Nasıl ki Fâtiha-i Şerife on üç ال ile on üç en meşhur sure-i Kur’âniye olan yedi الۤمۤ Altı الۤرٰ ‘nın mecmu-ı adedine tevafukla on üç ال ile on üç surenin başlarına işaret edip, parmaklarını bastığı gibi ve Fâtiha’da bulunan on beş م ile ve الۤمۤ ler ve حٰمۤ ler ve bir الۤرٰ ile beraber on beş surenin başına işaret edip, mim’lerine parmak bastığı misillü; Kur’ân Fâtiha’da, Fâtiha Sure-i Kevser’de münderic olduğunun sırrıyla Sure-i Kevser dahi on üç elif’le Fâtiha’nın on üç, ال ’i gibi on üç parmakla on üç meşhur surelerin başlarına parmağını basıyor ve kendi de, küçük bir Kur’ân olduğunu gösteriyor.

Üçüncüsü: Kevser kelimesi kudsi, cami, külli, nurani bir kelime olduğundan mana-yı lügavisi olan hayr-ı kesirden ve uhrevi havz-ı kevser’den ve manevi havz-ı Kevser olan Kur’ân’dan tut, ta hayr-ı kesir ıtlakına masadak olan Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselama i’ta edilen bütün hedaya-yı Rahmaniye ve fütuhat-ı Rabbaniyeye, ta feth-i Mekke ve feth-i Beyt-ül Mukaddes, ve feth-i Şam ve feth-i İstanbul’a kadar manaları olduğu gibi, o manalara da işaratı var. Mesela, Âb-ı Zemzeme-i Kur’ân’ın menbaı ve havz-ı kevseri olan Mekke-i Mükerremenin sekizinci senede tarih-i fethine tekerrürsüz harflerin sekiz adediyle ve mütekerirlerin yine sekiz adediyle ve elif’in sekiz tekerrüriyle ve nun’un sekiz tekerrürüyle ve feth-i İstanbul’a işaret eden, كَ الْكَوْثَرَف sekiz harfiyle tevafuk sırrıyla ve beş defa sekizlerin ittifakıyla tevafuku, şu fütuhatçı sure-i nuraniyede elbette tesadüfi olamaz.Belki tevfik edilen kudsi bir işarettir.

Dördüncüsü: Madem اَلْكَوْثَرْ bir küllidir, bir ferdi de İstanbul’dur. Ve madem bu sure fütuhat-ı İslamiyeyi ve Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselama ihsan edilen atiye-i İlâhiyeyi haber veriyor. Ve madem اَلْكَوْثَر makamı ebcedîsi 757 olup, Sultan Orhan zamanında Süleyman paşa kumandasında "Erler" tabir edilen kırk kahramanın şahid olmasıyla, İstanbul’u hükümet-i İslâmiye akdi altına girmeye ve fatihasını o tarihte, 757’de muhasara ile okumuştur.

Ve madem, كوثر kime verildiğini, ifade etmek için اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ ‘deki ك ve ne için verildiğine delalet eden فَصَلِّ ‘deki ف zammıyla 857 adediyle Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselamın vekili olan Sultan Fatih’in eliyle dâire-i İslâmiyete ve bir mescid-i Ekber ve bir mahalli salât-ı kübra olarak 857’nin tarihine tevafuk ediyor. Elbette bu sure, şu Kevser, Hilafet-i İslâmiyeye sarahate yakın işaret eder, denilebilir.

يَا رَبِّ بِسِرِّ سُورَةِ الْكَوْثَرِ بِحُرْمَةِ صَاحِبِ الْكَوْثَرِ اَسْقِنَا وَرُفَقَاءَنَا مِنْ مَاءِالْكَوْثَرِ فىِ يَوْمِ الْمَحْشَرْ امين

Yirmidokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci Remzi[değiştir]

Dört küçük Surenin gâyet muhtasar olarak hurufatlarına aid letâif-i tevafukiye ve işârât-ı gaybiyeye dâirdir. Kur’ân-ı Mucizü’1-Beyânın hakaikında ve meânisinde ve âyâtında ve kelimâtında ve nazmında müteaddit vücuh-ı i’câziye ve esrar-ı kudsiye bulunduğu misillü, hurufâtında dahi çok lemeât-ı i’câziye bulunuyor. Hattâ hurufunun vaziyetlerinde çok işârât-ı âliye ve tekerrür-i adetlerinde çok münasebat-ı latife-i tevafukiye vardır. Hatta denilebilir ki, huruf-ı Kur’âniye, nasıl ki herbir harfin sevabı 10’dan 1000’e kadar hasenât meyvelerini veriyor. Öyle de; herbir harf çok işarât meyvelerini veriyor, çok meânîleri ifade ediyor. Âdeta Kur’ân hurufâtı muazzam ve mütenevvi ilâhî şifrelerdir.

Ezcümle: Sure-i İhlâs’ın makam-ı ebcedîsi 1003 olmakla, hem 1003 Sure-i İhlâs bir hatme-i hâssâ-i İhlâsiyeye ve hem, mufassal bir ism-i âzam olduğuna; hem üç defa tekerrürüyle küçük bir hatme-i Kur’âniye olmasına, hem üçer defa tekerrürünün efdaliyet-i azîmesine hem بسم اللّٰه الرَّحمن الرَّحيم ‘in müşedded ر iki ر sayılmak şartıyla, bir cihetle makam-ı ebcedisiyle tevafuk sırrı ile bin Besmele, bin İhlâs gibi ism-i âzamın mufassalı olduğunâ işaret ettiği gibi hurufâtiyle çok esrara bakar. Hem Kur’ân’ın dört esasından en büyüğü olan tevhidi, altı cümlesiyle tevhidin altı mertebesini ispat ve altı envâ-i şirki reddederek herbir cümlesi öteki cümlelere hem netice, hem mukaddime olduğu cihetle Sure-i İhlâs içinde otuz Sure-i İhlâs kadar müteselsil bürhanlarla müdellel otuz sure münderiç olduğundan, bu küçük Sure ne kadar muazzam bir bahr-i tevhid olduğunu gösteriyor. Hurufâtının lâtif münasebâtını buna kıyas ediniz ki, içinde elif beş vav beş dal beş olarak birbirine tevafuku ve Lafzullahın beş harfine muvafakı ve mecmû-ı hurufu altmış yedi olup, Lafzullahın makam-ı ebcedîsine tevafuk etmekle manen makam-ı ebcedisiyle dahi Allah dediği gibi; [he dört, mim dört, tenvin nun ile dört] olarak birbirine tevafuku ve Surenin dört âyetine tevafuku, letâfetini ve intizamını gösteriyor:

[Sure-i Felak], hurufâtının intizamı, çok işaretli olduğunu gösteriyor.

Ezcümle: [ ا altı, ق altı, ل altı] olarak birbirine tevafuku. Besmele ile altı adet âyetlerine muvâfakâtı, 6666 olan âyât-ı Kur’âniyenin dört 6 ’larına gizli imâ etmek; bu sırlı Surenin şe’nindendir. [س üç, ش üç, د üç, ف üç] olarak birbirine tevafuku; ve Surenin hurufâtı doksan dokuz olmakla, 99 Esmâ-i Hüsnâ’nın adedine tevafük sırrıyla bütün Esmâ-i hüsnâ ile bir istiâze-i câmia hükmünde olduğunu imâ etmekle beraber, hurufâtın ebced-i makamı olan on bin iki yüz küsur olmakla, Fatiha-i Şerife hurûfatının makam-ı ebcedisi olan 10212 adedine tevafuk etmesiyle, herbir Sure umum Surelerle münâsebetdar olduğunu imâ etmesi, intizamını ve işaretli olduğunu gösteriyor.

Sure-i Nâs hurûfatı, tekerrür noktasında gâyet muntazam, 1’den 12’ye kadar terakkî ediyor.

Meselâ; ق bir, ه iki, ح üç, ى dört, را beş, م altı, و yedi, ن dokuz, س on, ا on bir, ل Sure-i İhlâsın lâm’ı gibi on iki olması; muntazam bir letafeti gösteriyor. Kur’ân’ın şu en âhir Suresinin hurufâtı yüz dört olmakla, suhuf ve kütüb-i enbiyânın yüz dört adedine tevafuku, Kur’ân-ı Hakîm, suhuf ve kütüb-i enbiyânın esaslarını câmi olduğuna, en âhirki Surenin hurufâtıyla gizli bir imâ ettiğini gösteriyor.

[Fatiha-i Şerife] hurufâtının ebcedî hesâbı olan 10212 adedi; mecmû-ı Kur’ân’da ب nın on bin ve hem ت ‘nın on bin aded-i tekerrürlerine tevafuku. Hem Fâtiha’nın on bin adedi yedi adet âyetine darb edilmesiyle, mecmû-ı kelimât-ı Kur’âniye adedi olan 70.000’e muvafık gelmesiyle, ehl-i hakikat indinde muhakkak ve hadisçe musaddak olan "Fâtiha, Kur’ân kadardır ve ona müsavidir ve Kur’ân Fâtiha’da münderiçtir. Ve السَبْعَ الْمَثَانى وَالْقُرْاٰنَ الْعَظِيمْ Fâtiha’dır" diye olan meşhur hükmün ispatını imâ edip ihtar eder.

Süver-i Kur’âniyenin başlarında olan mukattaât-ı huruf gâyet mânidâr ve esrarlı bir şifre-i İlâhiye olduğu gibi, Fâtiha hurufu, belki Kur’ân’ın umum hurufâtı kudsî ve ayrı ayrı mütenevvi binler İlâhi şifreler olduğunu, Rumuzât-ı Semâniyeye dikkat edenler, his edebilir. Ve bilhassa, Fâtiha-i Şerifenin hurûfu daha zahir ve nurânî bir şifre-i İlâhiye olduğunu ehl-i keşf görmüşler ve emâreleri de vardır.Ezcümle: Besmele ile Fâtiha’da [hemze] on sekiz, Besmele’nin makam-ı ebcedîsine inzimam ile on sekiz bin âlemin adedine tevafuk sırrıyla her bir elif’i bir âlemin anahtarına imâdan hâli olamadığı gibi, hemze ile sâkin elif otuz olarak otuz cüz-i Kur’ân, içinde münderiç olduğu ve Besmele’siz hemze on dört olmakla şu سبع المثانى ‘nin müsenna olan yedi adet âyâtını göstererek, iki defa nüzulüne ve namazda tekerrürünü imâ ettiği gibi; sâkin ا on üç, ل yirmi üç olup, Fâtiha’nın bir hesap ile otuz altı kelimelerine tevafuk sırrıyla beş farz namazda ve revâtıbında ve revâtıb hükmündeki iki rekat teheccüd namazında, yirmi dört saat zarfında otuz altı defa Fâtiha’nın tekerrürüne imâ etmek, bu kudsî şifre-i İlâhiyenin şe’ninden olduğu gibi; Besmelesiz ل ile ا ikisi otuz olup, ل ‘ın ebcedî makamı olan otuza tevafuk ederek, Besmelesiz Fâtiha’nın otuz kelimâtına mutabakat ve otuz cüz Kur’ân’ın adedine muvafakat sırrıyla, otuz cüz Kur’ân’ın esasları Fâtiha’da bulunduğuna, bu kudsî şifre-i İlâhiyenin işaratından olmakla beraber, ل ‘ın yirmi üç adedi nüzul-i vahyin yirmi üç senesine, tevafuku..elbette böyle bir kudsî şifrenin bir işâratıdır, denilebilir. İşte; Fâtiha’da ال lafzı bu vazifeyi gördüğü gibi on üç ال ile Altıncı Remz’in Fihristesinde beyan edildiği gibi..on üç ال ile en meşhur süver-i Kur’âniye’nin ال ile başlayan on üç Surenin ba şına tevafukla işareti.. mucizâne ifade ediyor ki, "Kur’ân bendedir, ben onun fihristesiyim." Fâtiha’daki [ ب beş, ه beş, ح beş]; hem birbirine, hem beş farza, hem beş erkân-ı İslâmiyeye ve Lafzullah gibi Fâtiha’nın ekser kelimelerinin beşer harflerine ve Fâtiha’da beş Esmâ-i Hüsnâ’nın adedine tevafukları. Hem [ د dört; و dört], dört rek’ât namazda dört Fâtiha vücubunu ve dörtlükle iştihar eden çok mühim İslâmî dörtleri imâ etmek [ ت üç, ك üç, س üç] olmakla; ت üç defasıyla bin iki yüz adet ederek, Kur’ân’ın bin iki yüz sene kadar gâlibâne vaziyetine ve sonra tedâfüî vaziyetine girmesine اِنَّافَتَحْنَالَكَ فَتْحًامُبِينًا âyetinin makam-ı ebcedi ile verdiği habere tevafuk sırrıyla işaret etmek, bu kudsî şifre-i İlâhiyenin şe’nindendir. ك ‘ın üç tekerrürü makam-ı ebcedisine zammedilse yirmi üç olup; nüzul-i vahyin yirmi üç senesine tevafukla imâ etmek. س ebcedî makamı altmış olup; üç tekerrürü üç olarak zammedilse muhit-i vahy olan Zât-ı Nebeviyenin (A.S.M.) ömrüne tevafukla imâ etmesi, sâir işârâtın te’yidiyle elbette kabul edilir. Besmelesiz [س iki, ص iki, ض iki, ط iki, غ iki] olarak birbirine tevafukla beraber, Fâtiha’da besmele ile beraber iki [defa Lafzullah, iki kere Rahman, iki kere Rahim, iki kere İyyake, iki Sırat, iki Aleyhim] ikişer adedine ve سَبْعَ الْمَثَانِى ‘nin mânâsının te’yidiyle beraber Fâtiha’nın iki defa nüzulünü ve Kur’ân’ın hem evvelinde hem âhirinde iki kere vücub-ı tilavetini ve her umur-ı hayriyenin hem bâşında, hem âhirinde iki kere sünnet-i kırâatını imâ etmek, bu kudsî ve parlak şifre-i İlâhiyenin şe’nindendir. İşte Fâtiha’nın binler esrarından yalnız hurufâtına aid bin esrarından böyle numuneler olursa, o Fâtiha nekadar muazzam bir hazine-i esrar olduğunu kıyas edebilirsin.Ve ümmet-i Muhammediye (A.S.M.) bütün namazlarında Fâtiha okumasının hikmetini fehmet.

اللّٰهم بحرمة فاتحة اجعل فاتحة اعمالنا مفتاح الفاتحة واجعل خاتمة امورنا فاتحة الفاتحة اعنى الحمدللّٰه ربّ العالمين

Said Nursî

Rumuzat-ı Semaniyeyi yazdığım zaman, hem çok acele telif edilmiş, hem de benim eski mahfuzatıma itimad ederek, takribi iki mikyas yapdım. Onun ile hem eski ulemanın hesaplarına binaen hurufat-ı Kur’âniye’nin i’caz cihetinde esrarını yazdım. Sonrada meşhur Kamusü’l-Lügat sahibi Mecdüddin-i Firuz Âbadî’nin El-mikyas namındaki tefsir-i meşhuru ve makbulü, hurufat ve kelimat-ı Kur’âniyeye dair beyanatına bakdık.Yüzde doksanı bizim hesabımıza tevafuk etmiş.Yalnız beş on yerinde muhalefet gördük. Sonra tahkiki bir hesap yapdık. Bizimki doğru onunki matbaaların sehivi olduğu tahakkuk etti. Madem böyle azim yekünlerdeki tevafuklara küçük küsüratlar ve küçük farklar zarar vermez diye, daha tam tamına tahkiki bir tarzda bütün Kur’ânı bütün hurufatıyla ve kelam ve kelimatıyla hesap etmeye ve letaif-i i’caziyeyi onunla tam takviye etmeye vakit bulamadım. Zâlimler bana vakit bırakmadılar.. Ben de o takribi mikyaslarımla ve mahfuzatımla ve eski ulemaların hesaplarına ve Kenzü’l Arş duasındaki adedlerime iktifa eyledim.

Said Nursî

Hasan Feyzi'nin mektubu[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Risale-i Nur hakkında yazılan bu hakikatlı ve uzun mektubu yazan merhum Hasan Feyzi kardeşimiz, aynen şehid merhum Hâfız Ali misillü, bir mektubunda dediği gibi: "Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak!" dediğini tasdiken üstadına bedel şehid olup, şehid kardeşi büyük Hâfız Ali'nin yanına gitmiş. Bu zât-ı zülcenaheyn, ehl-i kalb ve gâyet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risale-i Nur'u elde edip, gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur'un yüksek hakikatlarını ve kemalâtını çekinmiyerek ruh u canıyla herkese ilân etmiştir. Cenab-ı Hak, Risale-i Nur'un herbir harfine mukabil onun ruhuna ve Âlem-i Berzahtaki Nurcu arkadaşlarının ruhlarına binler rahmet eylesin. Âmîn, âmîn, âmîn.

Said Nursî

Mekteb-i fünununda ve ulûm-ı İslâmiyede gâyet müdakkik ve kıdemli muallimlerden Hasan Feyzi'nin ehemmiyetli ve çok uzun bir mektubudur. Fakat bir kısmı tayyedildi, neşrine lüzum görülmedi.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

وَ اِنْ مِنْ شَيْئٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فِى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّى يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لاَ شَرْقِيَّةٍ وَلاَ غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيئُ وَلَوْ لَمْ تْمسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ

âyeti on vecihle Risale-i Nur'a işaret ettiği için biz dahi onu şöyle tarif ediyoruz:

Ey Risale-i Nur! Senin Kur’ân-ı Kerim'in nurlarından ve mu'cizelerinden geldiğine, Hakk'ın ilhamı, Hakk'ın dili olup onun emri ve onun izni ile yazıldığına ve yazdırıldığına, artık şek şübhe yok. Fakat acaba senin bir mislin daha yazılmış mıdır? Türkçe olarak te'lif ve tertib ve tanzim olunan, müzeyyen ve mükemmel, fasih ve belig nüshalarının şimdiye kadar bir eşi ve bir yoldaşı görülmüş müdür? Yüzündeki fesahat ve özündeki belâgat ve sendeki halâvet başka eserlerde görünmüyor. Ehil ve erbabına malûm olduğu üzere âyât-ı beyyinat-ı İlahiyenin türlü kıraat ile hikmet ve hakikat ve marifet ilimlerini ve daha bir çok rumuz ve esrar ve işaret ve ulûm-ı Arabiyeyi hâmil olduğu gibi, sen dahi bir çok yücelikler sahife ve satırlarında, hattâ kelime ve harflerinde, talebelerini hayret ve dehşetlere düşüren birçok esrar ve ledünniyat taşıyorsun. İşte bu hal senin bir mu'cize-i Kur’ân olduğunu isbat ediyor. Öyle yazılmış ve öyle dizilmişsin ki; insanın baktıkça bakacağı, okudukça okuyacağı geliyor. En âlî bir taleben senden feyiz ve ilm ü irfan aşkını aldığı gibi, en avam bir taleben de yine senden ders duygusunu alıyor. Sen ne büyük bir eser, ne tatlı bir kevsersin. Bu hâlin Türkçemize büyük bir kıymet ve tükenmez bir meziyet bahşediyor. Senin ulviyet ve kerametin Türk dilini bütün diller içinde yükseltiyor. Kur’ândan maada hiçbir kitaba ve hiçbir kavmin lisanına sığmayan bu kadar yüksek asalet ve fesahatı seninle dilimizde görüyoruz. Fesahat ve belâgatın son haddine çıktığı bir devirde Kur’ân-ı Kerim'in nâzil olmağa başlamasıyla, Kur’ân nuru karşısında üdeba ve bülegânın kıymetten düşüp sönen âsârı gibi, senin de o hududsuz ve nihâyetsiz ve emansız fesahat ve belâgatın hutebayı hayretlere düşürmüştür. Sen bir şiir-i destanî değilsin. Fakat o kadar fasih ve belig ve edalı ve sadâlı ve nağmeli yazılmış ve bütün harflerin birbirine dayanarak kelime ve kelâmların siyak u sibak, intizam ve insicam ile dizilmiş ve bunlar birbirine o kadar kuvvet ve kudret ve metanet vermiş ki; mensur ve Türkî ibareli olduğun halde, yine mislin getirilemez. Senin gibi parlak bir eser bir daha kimseye nasib olmaz. İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam ondört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlahî ve arşî bir Nur'un, tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda ve hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması acaba kimin hatır u hayalinden geçerdi? Bu ne büyük nimet, bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık ya Rabbî! Türkçemiz seninle iftihar edip dolmakta, kabarıp şişmekte ve her lisan üstüne bağdaş kurup oturmaktadır. Garb dillerinin herbirisine tercüme ve nakil olunan Mevlâna Câmî ve Mevlâna Celaleddin'in ve Hazret-i Mısrî ve Bedreddin'lerin âsâr-ı mübarekeleri sana bakıp "Bârekâllah, zehî saadet sana ey Risale-i Nur, hepimize baştacı oldun!" diye tebrik ve tehniyelerini sunmaya ve rûy-i zeminin insanla beraber bütün zîhayat mahlukatı dahi seni kabule hazırlanıyorlar. Hatta çekirgeler ve arı ve serçe kuşu gibi bir kısım hayvanat dahi senin bu Sözlerin ve Nur'un okunurken pervane gibi etrafında dolaşıp sana olan incizablarını ve nurundan ve sözlerinden ferahnâk ve zevkyâb olduklarını, başlarını başlarımıza çarpmakla güya bize anlatmak istemeleri, ne kadar garibdir. Ezcümle, Sava'da iki çekirge ve Emirdağı'nda iki güvercin ve iki kuş ve İnebolu'da iki acib kuş ve Isparta ve Sava'da bülbül ve hüdhüd bu kerameti gösterdiler. Diyar-ı İslâmın mescid ve mabedlerinde, minber ve kürsülerinde dahi senin gibi bir eser-i mübarek ve meymunun yakın bir zamanda kemal-i tefahur ve tehacümle okunması ümid edilebilir.

Senin bürhanlarındaki kuvvet ve kanaat ve asalet ve cezaletin, insanın irade ve ihtiyarını alıp teshir ediyor. Herkesi kendine çekip râm ediyor. Hele o güzel teşbih ve tabirlerin bir misli, bir daha bulunup söylenemez. Sendeki mukayese ve muhakemelerin, vak'a ve temsillerin bir benzeri ve bir naziri bir daha getirilemez. Kur’ân-ı Arabî'den Türkçe Sözler'e akan ve bugün öz Türkçeden fışkıran bu feyz ve bu nurlar, kalblerde senin bir nümune-i kudret ve nişane-i rahmet olduğuna hiç bir rayb ve güman bırakmıyor. Sen âyine-i idrake cilâ ve âlem-i kalbe safa ve ruh-ı revana gıdasın. Allah Allah! Türk milleti seninle ne kadar iftihar etse yine azdır. Gözleri nurlandırıp, gönülleri sürurlandıran bu hüccetler ve tabiratın ve bu kelimat ve teşbihatın arş-ı a'zamdan indiği muhakkaktır. Çünki kederleri gidererek insana neş'e ve neşat veriyor. Okunurken hiçbir itiraz sesi ve hiçbir inkâr kokusu duyulmuyor. O zaman akıl ve mantık duruyor, nefs-i insanî safileşiyor, hem duruluyor. Sanki senin bütün hakikatların, evvelen Rabbanî ve Rahmanî fabrikaların ulvî ve Samedanî tezgâhlarında işlenerek, sonra Nur-ı İlahî deryasında yıkanıp çıkarıldıktan sonra gülyağı fabrikasına verilmiş, orada yedi defa gülyağlarına batırıldıktan sonra hâlis öd ağacı ile buhurlanmış ve bunlar ile yazılmışsın. Bütün mes'ele ve maddelerin hep sayılı ve saygılıdır. O muntazam ve mükemmel, müzeyyen ve münevver sözlerin şimdiye kadar yazılan ihtilaflı eserleri büküp hepsini bir yana bırakmış ancak kendini nazargâh-ı enama arzeylemiştir. Şimdi bir nida-yı nuranî ile hitab ederek: Artık ihtilaf yok, ittihad var. Cansızlar ve camidler devri geçmek üzeredir. Canlılar ve cazibler asrı geliyor. Susunuz, dinleyiniz! Şimdi Nur devridir ve Nur hâkimdir. Zulmette boğulan şu asrı ve gelecek asırları, Kur’ândan aldığım nurumla reyyan edeceğim diyor. Herkesi imana, her ferdi Allah'a çağırıyorsun.

Ey Nur-ı Kur’ân! Âhirzamanda bir kerre daha katmerleşerek ve sünbüllenerek, âfâk-ı cihanı Kur’ânın hakikatıyla tenvir ve tezyin ediyorsun. Şimdiye kadar dünyanın yarısını ışıklandıran ey İslâmiyet güneşi! Bugün de bütün zemin sükkânını cehl ü dalalet ve şirk ü şekavetten nur-ı hidâyet ve emn ü emniyet ve selâmete davet ediyorsun. Bu davetin sana kutlu olsun. Denâet ve enaniyet ve şeytanet gayyasında boğulmak üzere çırpınan bedbahtlara ışıklar serp, nurlar ve sürurlar ver. Putlarını kendi elleriyle yapıp tapanlara, nursuz ve uğursuz dalalet deresinde batanlara, zâil ve fânileri gönlüne put yapanlara, nefs-i emmare ve heva ve hevesatıyla uğraşırken kurban düşenlere, hakikî hak yolunu açıp hedeflerini göster ve kurtar. Karanlık gecelerde uyumayıp ağlayan ve "Aman yâ Rabbî nur ver!" diye feryad eden, âşık ve sadıkların ızdırab ve imdadına koş. Onlara ümid ve teselli ve neş'e ve nur ver.

Kör ve sağır, mağlub ve meftun olan ehl-i tabiat ve şirki medrese-i nur-ı imana ve Hâlık-ı Arz ve Semavat olan Hazret-i Rahman-ı Rahîm'e çağır. Evet lisan-ı nurunla, "Gel ey tabiatçı, ey felsefeci, o derin bataklıktan çık, gözünü aç, nuruma bak. Sana tabiat ve felsefenin hakikatını öğreteyim. İlim ve fenlerin asıl esası bendedir. Beni güzel okur, güzel dinlersen, bendeki nuranî merdivenle bir saraya erişir ve bir sultana kavuşursun. Asıl ilm-i a'zam ve esas fıkh-ı ekber bendedir. Sen tabiat ve felsefeyi benden öğren. Ulûm-ı evvelîn ve âhirîn hep bendedir. Ben kimsenin malı ve kimsenin kali değilim ve hiçbir kitabdan alınmadım ve hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbanî ve Kur’ânîyim, öyle kuru kavak değilim. Şevkli ve şaşaalı ve nuranîyim. Bir Hayy-ı Lâyemut'un eserinden fışkıran, lâyemut, san'atlı ve kerametli bir nurum. Cansızlara can ve canlılara taze can üflüyorum. Ben derdlere derman ve âlemlere rahmet-i Rahman'ım. İnad ve ısrarını bırak, beni oku ve beni dinle ki: Karanlığa ve hiçliğe giden hesabsız ve hedefsiz yolundan seni kurtarıp koskocaman bir saadet ve sermediyet âlemi kazandırayım." diye nida ediyorsun.

Âh! Sen ne mübarek ve nasıl bir eser-i ziba ve yektasın ki okuyanı ağlatıp, ağlayanı güldürüyor, ölüyü diriltip, eneden geçirip مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا ya getiriyorsun. Büyük bir aşk ve alâka ile kendini dinletip, gönülleri cezbelendiriyor ve ruhları vecde getiriyorsun. Sen çok feyizli, hikmetli ve rahmetli bir hak kitabsın. Sana hakikî talebe olanlar neden nefis ve mallarını derhal Allah'a satıyorlar? Sana bir ayb ve nakz isnad ve iftira edenler, gözleri kamaştırıcı nuruna bakmağa tâkat getiremeyen kör veya hasta gözlü alîl ve sefillerdir. Sana leke sürmek isteyen denî ve delilerin cürüm ve cinâyetle lekedar olduğu apaçık görülmektedir. Ehl-i fazl u kemal seni tam ve kâmil görür. Seni şaibe-i ayb ve kusurdan tenzih eder.

Sen en sadık ve en mahir doktorların bile hâlâ teşhis ve tedavi edemedikleri en mühim kalb ve kafa ve ruh hastalıklarını, nurunla müşahede ve muayene edip ve en lüzumlu şifa ve devayı bulup, ruhî ve manevî derdlere, düşmüşlere sunuyor, akıl ve idrak gözlerini açıyor. Ve en kısa bir zamanda zavallıları kurtarıyorsun. Sen en hikmetli ve tılsımlı, razlı ve niyazlı, manidar ve münif ve müessir ve müsmir, matlub ve mahbub bir vird olmağa lâyık ve sezâsın. Seni sevip yazanlara ve okuyup kafasına katanlara, sen rahmetler ve bereketler saçıp, hârika kerametler gösteriyorsun. Ve bazı has ve hâlis talebelerini, evliya ve asfiya nişanlarıyla taltif ve tezyin ediyorsun. Hasmına karşı da çok amansız davranıp îcabında onları susturuyor, vakit vakit kâh hususî ve kâh umumî tokat ve silleler vuruyorsun. Sana ilişdikleri zaman anasır hiddet ederek bazan yeller ve seller halinde ve bazan yıldırımlar ve şimşekler şeklinde ve bazan şiddetli yangın ve zelzeleler suretinde tokatlar vurduğundan sen koşup geldiğinde mecruh ve mevtaları, şehid ve yezid diye iki sınıfa ayırıyorsun.

Âh! Senin ne kadar vâzıh bürhanların ve kuvvetli hüccetlerin, ne yaman delillerin ve düsturların var. Sen ne kadar vazıh müzeyyen ve ne kadar mücehhez ve ne kadar mükemmelsin. Ey Nur! En kavî ve en muannid hasmın, senin gözüne sivrisinek kadar da görünmüyor. Sen ehl-i vukufların ellerine ve önlerine aman dilemek ve meded istemek için değil, belki kendilerine zamanın en yüksek ehl-i ilmi süsünü verenlere kuvvet ve kudret, şevket ve azametini ve ebedî nurunu gösterip onları susturmak, onları zebun ve mağlub ve rüşdünü isbat etmek ve hakk-ı hayatını onlara da tasdik ettirmek için çıkmıştın. Nihâyet gözler dolduran nuruna dayanamayarak asâ-yı inkâr ve itirazlarını kırıp yerlere fırlatarak sana teslim ve tâbi' oldular. Hem mahkemelere senin eczaların bir mücrim ve bir câni ve bir maznun sıfatıyla değil; belki bir muallim, bir mürebbi ve bir mürşid olarak girmiştiler. Her divan-ı adalette en büyük dehşet ve savletini, azamet ve izzetini gâyet parlak ve şaşaalı bir surette göstererek onları da iman ve Kur’ân suyu ile yıkadın. Oraya da taze bir ruh ve taze bir nefha üfledin.

Hele sen o âşık ve sadık talebelerini, bir kafile-i melaike gibi saf saf edip ve hepsinin başına Hazret-i Üstad'ı bir başkumandan tayin ederek "İzn-i İlahî ile yürü ey kafile-i Nur!" diye kumanda ettiğin vakit, o satvetli ve şevketli nur-ı iman ordusunun kemal-i sükûn ve vakar ile yollardan geçişini her sınıf halktan yüzlerce kişi seyredip selâmlıyor. Ruh u canıyla o nuranî alayı tebrik ve tebcil ediyordu. Bu manzara-i münevvereyi körler bile görmüş, sağırlar bile işitmiş, kalbsizler bile ağlamıştı.

Ve hapishanelere koşmaklığın sırr-ı hikmeti ise; yıllardan beri orada nursuz, çırasız yatıp bekleyen mahkûmlar ve mahpuslar, "Ey Nur-ı Kur’ân bize de yetiş. Buradan çıkıp kurtulmağa ve sana varmağa bize müsaade ve mecal yok, lâkin sen heryere girer çıkarsın, sana yasak yok. Aman bizi unutma, bizi me'yus ve mahrum bırakma. Yarın huzur-ı pâk-i İlahîye pâk olarak çıkabilmekliğimiz için cürüm ve isyanımızla kararan rûy-i siyah ve nasiye-i nâpâkimizi âb-ı rahmetin ve nur-ı imanınla yıka ve temizle, şerbet-i sâfi ve kevser-i bâkiden ve âb-ı hayat-ı ebedî ve Ahmedîden kana kana bize de içir!" diye vuku' bulan müracaat-ı maneviye ve mühimmedir. Evet Denizli hapsinde hakikat böyle tecelli etti. Oralarda açtığın mekteb-i ilm-i irfan ve medrese-i Hazret-i Kur’ân'da, orada ve ondan intibaha gelen hapislerde bugün yüzlerle talebe okuyup tenevvür ve tekemmül etmekte ve hepsi de âlem-i insaniyet ve medeniyete yarar birer uzv-ı nâfi' hâlini almakta, kumarhaneler kapanıp nurhaneye dönmektedir. Asayiş ve inzibata ne büyük yardım.. . Kalben ve ruhen terakki ve teâli ederek, indallah makbul ve memduh bir hale gelmiş ve velâyet derecesini ihraz ve iktisab etmiş olan sadık ve sâfi talebelerinden, uğradığın her memleketin kabristanına rahmetli ve mağfiretli birer şehid yatırmak ve başlarına bekçi dikmekle, Risale-i Nur'un zevk-i ruhanîsini onlara da tattırarak, ehl-i kuburun mezar ve merkadlerini pür-nur ve ruhlarını mesrur eyledin.

Senin Sözlerin esna-yı takrir ve tahririnde, kalemin kâğıt üzerinde gayr-ı ihtiyarî yürüyüp seri' bir surette ve hiç müsveddesiz ve galatsız, hata ve noksansız yazması ve birkaç saat gibi kısa bir zamanda risale ve kitablar meydana gelmesi ve bazan tercümanın hastalık ve rahatsızlığına rastlamasına rağmen, tam ve doğru ve dürüst olarak nihâyete ermesi, kat'î delildir ki; bir eser-i zekâ ve dirâyet değil, belki Kur’ânî bir hârika ve keramettir. Bu kadar sıkı ve saklı olduğun halde yine bir seyr-i seri' ile her tarafa yayılıp yazılmaklığın, kadın ve erkek herkes tarafından telaş ve heyecanla bir panzehir ve bir tiryak gibi hüsn-i kabule mazhariyetin ve sönsün diye ağzıyla üflenirken sönmeyip bilakis yanıp artan şiddetin, küfr-i mutlaka ve zındıkaya karşı tek başına merdane ve şâhane heybet ve savletin ve nihâyet neticede zafer ve galibiyetin, yalnız küre-i arzda değil, belki âlem-i melaikede dahi alkışlarla karşılandığı şübhesizdir. Şimdiye kadar karanlıklarda kalan ve meçhullere karışan, fakat zihinleri tahrik ve tahriş etmekten hâlî kalmayan bir çok muammaları nurunla aydınlatıp açıkladın ve bizi yollarda yorulup kalmaktan korudun ve kurtardın. Zeminin yedi sene bu dehşetli hengâmında, bu temiz milletin ve bu cennet gibi memleketin sapasağlam bir halde durması ve bütün İslâm diyarının da keza her taarruzdan masûn kalması da bir avn-i İlahî ve imdad-ı Ahmedî (Aleyhisselatü Vesselam) ve bu nur-ı Kur’ânî ile olduğu şübhesizdir. Bu vaziyet-i elîme ve zelile karşısında baştan başa yıkılıp harab olan Hristiyanlık âlemi acaba şimdi ne yapacak? Evet küfür ve ilhad ya batacak veyahut kendisini ehl-i İslâmın ufkunda doğup parlayan nuruna atacak değil mi?

Sen dergâh-ı ehadiyete ve barigâh-ı mescid-i uluhiyete giden ve tâ zirve-i kemal olan makam-ı Kab-ı Kavseyni Ev'edna'ya dayanan en kısa ve en kestirme ve en doğru yolu açıp gösterdin. Açtığın bu yeni ve yakın yolda, (sırat-ı müstakim) olan bu evliya ve asfiya caddesinde yol almağa çalışan hasta ve bîçare, ihtiyar, ma'lul ve masum, garib ve bîkes, dul ve yoksullara şimdi hep şifahane-i feyz-i hikmetinde muayene ve tedavi olup lâyık oldukları mevki ve hâmiyi bulurlar. Körlere göz, sağırlara kulak, dilsizlere dil veriyor. Dertlilere derman, imansızlara iman sunuyorsun. Kîl u kal ile malî ve hak ve hakikatten hâlî olan âsâr-ı muhtelifeyi tedkik ve mütalaa ede ede yorulup usanmış ve hâlâ aradığını bulamamış olan ve şimdi Hak'tan bir nur, bir huzur isteyen kimselere müjdeler verip Nur'a çağırıyorsun. Ben bütün bilgilerin kaynağı ve bütün fenlerin kaymağıyım. Ve her şeyin zübde ve hülâsası ve gönül şehrinin cilâsıyım diyorsun. Avrupa ve Amerika'nın en yüksek fen ve felsefe mekteblerinde yıllarca okuyup ikmal-i tahsil etmiş olan zekâlı ve akıllı fen ve felsefe mütehassıslarına hakikî ve istifadeli ders vererek, madde ve zerrelerin hakikat

Dua[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

يَا اَللّٰهُ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحِيمُ يَا فَرْدُ يَا حَىُّ

يَا قُيُّومُ يَا حَكَمُ يَا عَدْلُ يَا قُدُّوسُ

İsm-i A'zam'ın hakkına, Kur’ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın hürmetine ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın şerefine, bir kalemle beşyüz nüsha yazan Hüsrev'i ve mübarek yardımcılarını ve Nurcu arkadaşlarını Cennet-ül Firdevs'te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmîn! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’âniye de daima muvaffak eyle. Âmîn! Ve defter-i hasenatlarına zülfikarın herbir harfine mukabil bin hasene yazdır. Âmîn! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle... Âmîn!

Ya Erhamerrâhimîn! Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mes'ud eyle. Âmîn! İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmîn! Ve bu âciz ve bîçare Said'in kusuratını affeyle... Âmîn!

Umum Nur Şakirdleri Namına

Said Nursî

Tiryak'tan[değiştir]

Demirin indirilmesi hakkındaki ayete iki misal[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ

âyetinin milyarlar misalinden iki misalinden;

Birisi: Mesela, Kıbleyi gösteren kıblenamedeki camid sert demirden zerrecik gibi bir iğnecik, her yerde parmakçığı ile kâbedeki "Hacer-ül esvede" delâletiyle işaret ederek, seferde namazını kılan her mütehayyir adamın, namazını fesaddan kurtarması, çok Eflatunlar kadar zekâvet; ve beşeriyete, Kolomb gibi çok zifünunlar kadar menfaatler verip; o ibadetinde bir nevi namaz kılıyor. Demek herşey ve herzerre gibi, bu iğnecik dahi bir Kadir-i Hakîmin emriyle, kuvetiyle, iradesiyle bu nevi namazını kılıyor.. ibadetini yapıyor.

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

ayetini lisan-ı haliyle okuyor.

İkincisi: Mesela, En câmid ve metin olan demir maddesinin, beşeriyete milyonlar hizmetlerinden birisi, incecik tellerle zemin yüzünü bir menzil ve bir mescit gibi yapıp, insanları bir biri ile görüştürür; konuşturur. O ince ipin başındaki zerecikler, yerlerinde demir gibi durdukları halde; emr-i ilâhi ile, bir sene uzak mesafedeki hadsiz kulaklara bir dakikada yetişir gibi konuşur, demek o zerrecikler hareketsiz oldukları halde; nihayetsiz bir ilim ve kudret sahibinin emriyle iradesiyle bir küllî hareket gösteriyorlar.

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

ayetini, lisan-ı haliyle okuyorlar. Cumûdiyetleri içinde bu hizmetleriyle bu kudsi dâvâyı tam tasdik ediyorlar.

Said Nursî (R.A.)

Arabi ceridenin beyanatı[değiştir]

Haşiye: En mühim bir ceride-i İslâmiyede, umum âlem-i İslâma taalluk eden ve gayet ehemmiyetli siyasîlerden ve hayat-ı içtimaiye ile çok alâkadar olan umum hukukçulardan 1927 senesinde Avrupa'da toplanan bir kongrede mühim ecnebi feylesoflar, şeriat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) dair bu aşağıda yazılan Arabî fıkranın aynını kendi lisanlarıyla söylemişler. O Arabî ceridenin naklettiği Arabî ifadeyi aynen yazıyoruz ve tercümesini de Arabî ifadenin altına ilâve ediyoruz. Nur Çeşmesi'nin âhirinde yazılan ecnebi feylesoflardan kırküç tanesinin beyanatı, bu iki kahraman feylesofun beyanatıyla kırkbeş tane şahid-i sadık oluyor. اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ اْلاَعْدَاءُ "Fazilet odur ki; düşmanlar dahi onu tasdik etsin."

Arabî ceridenin beyanatı:

وَقَدْ اِعْتَرَفَ حَتَّى عُلَمَاءُ الْغَرْبِ بِسُمُوِّ مَبَادِى اْلاِسْلاَمِ وَصَلاَحِهَا لِلْعَالَمِ... قَالَ عَمِيدُ كُلِّيَّةِ الْحُقُوقِ بِجَامِعَةِ ڤِييَنَا َاْلاُسْتَاذُ شَبُولْ فِى مُوءْتَمَرِ الْحُقُوقِيِّينَ الْمُنْعَقَدِ فِى سَنَةِ ۱۹۲۷ اِنَّ الْبَشَرِيَّةَ لَتَفْتَخِرُ بِاِنْتِسَابِ رَجُلٍ كَمُحَمَّدٍ ( ع ص م ) اِلَيْهَا اِذْ اِنَّهُ رَغْمَ اُمِّيَّتِهِ اِسْتَطَاعَ قَبْلَ بِضْعَةِ عَشَرَ قَرْنًا اَنْ يَاْتِى بِتَشْرِيعٍ سَنَكُونُ نَحْنُ اْلاَوْرُوبَا ئِيِّينَ اَسْعَدَ مَا نَكُونُ لَوْ وَصَلْنَا اِلَى قِيْمَتِهِ بَعْدَ اَلْفَىْ عَامٍ وَ قَالَ بَرْنَارْد شَوْ لَقَدْ كَانَ دِينُ مُحَمَّدٍ ( ع ص م ) مَوْضِعَ التَّقْدِيرِ السَّامِى دَا ئِمًا لِمَا يَنْطَوِى عَلَيْهِ مِنْ حَيَوِيَّةٍ مُدْهِشَةٍ ِلاَنَّهُ عَلَى مَا يَلُوحُ لِى هُوَ الدِّينُ الْوَحِيدُ الَّذِى لَهُ مَلَكَةُ الْهَضْمِ ِلاَطْوَارِ الْحَيَاةِ وَ اَرَى وَاجِبًا اَنْ يُدْعَى مُحَمَّدٌ ( ع ص م ) مُنْقِذَ اْلاِنْسَانِيَّةِ وَ اَعْتَقِدُ اَنَّ رَجُلاً مِثْلَهُ اِذَا تَوَلَّى زَعَامَةَ الْعَالَمِ الْحَدِيثِ نَجَحَ فِى حَلِّ مُشْكِلاَتِهِ الْمُخْتَلِفَةِ وَالَّذِى يَسْتَطِيعُ لِذَلِكَ اَنْ يَجْذِبَ اِلَيْهِ كُلَّ جَيْلٍ مِنَ النَّاسِ وَاَحَلَّ فِى الْعَالَمِ السَّلاَمَةَ وَالسَّعَادَةَ ( يَعْنِى الْمُسَالَمَةَ وَالصُّلْحَ الْعُمُومِىَّ ) وَمَا اَشَدَّ حَاجَةَ الْعَالَمِ اَلْيَوْمَ اِلَيْهَا

Tercümesinin bir hülâsası:

Evet garb üleması ve feylesofları itiraf ve ikrar etmişler ki: "İslâmiyetin kanunları, yüksek bir tarzda âlemin ıslahına kâfidir."

Hem Külliyet-ül Hukuk Kongresinin cem'iyetinde, bütün hukukiyyunun toplandığı o kongrede 1927 senesinde onun reisi feylesof üstad Shebol demiş ki: "Muhammed'in (A.S.M.) beşeriyete intisabıyla bütün beşeriyet muhakkak iftihar eder. Çünki o zât ümmi olmasıyla beraber, onüç asır evvel öyle bir şeriat getirmiş ki; biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek, en mes'ud, en saadetli oluruz."

İkincisi veyahut Nur Çeşmesi'nin âhirine ilâve edilenlerle kırkbeşincisi olan Bernard Shaw demiş: "Din-i Muhammedî'nin (A.S.M.) en yüksek makam-ı takdire çıkmasının sebebi: Gayet acib ve sağlam bir hayatı temin etmesidir. Bana açılan budur ki: O din tek, yekta, emsalsiz bir din-i ferîd olup, bütün muhtelif ayrı ayrı hayatın etvarlarını ve çeşitlerini hazmettiriyor. Yani, ıslah ve istihale tarzında tasfiye ve terakki ettiriyor. Hem Muhammed'in (A.S.M.) dini öyle bir dindir ki, insanın ayrı ayrı bütün milletlerini kendine celbedebilir. Ben görüyorum ve itikad ediyorum ki: Beşere vâcibdir ki desin: "Muhammed (A.S.M.) insaniyetin halaskârıdır. Ve halaskârlık namı, ona verilmek lâzımdır."

Hem diyor: "Ben itikad ediyorum ki: Muhammed'in misli, yani sîretinde, tarzında bir adam şimdiki yeni âleme reis olsa, hükmetse; bu yeni âlemin müşkilâtını halledip, bu yeni karmakarışık âlemde müsalemet-i umumiyeye ve saadet-i hayatın husulüne sebeb olacak. Evet, bu yeni âlemin müsalemet ve saadet-i hayatiyeye ne kadar şedid ihtiyacı var olduğunu herkes anlar!"

İşte bu iki kahraman feylesofun sözlerinin hulasası bitti.

Tebrik telgrafları[değiştir]

Risale-i Nur eserlerinin tamamen iadesi hakkında Afyon Mahkemesinin bir sene evvel verdiği iade kararının temyizen nakz edilmesiyle, bugüne kadar devam eden Nur dâvâsını, aynı mahkemenin âli hey'etinin bir sene evvelki Nurun tamamen iade kararını ısrar ile tekrar tasdik etmeleri ve Risale-i Nur dâvâsının sona ermesi; ve Risale-i Nur eserlerinin tamamen serbestiyet kazanması beşareti vesilesiyle, Nur talebelerinin, sevinçler içinde Üstadımıza çektikleri tebrik telgraflarıdırlar.

Hüsrev


Urfa Nur talebelerinin tebrik telgrafıdır

Mücahid ve dahi mütefekkir Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine,

Otuz senedenberi küfr-ü mutlakı köküyle kesen ve en muannit dinsizleri dahi ilzam eden ve ilmî müsbet delillerle Kur'ân'ın kelamullah olduğunu ispat eden ve selamet ancak imanla mümkün olduğunu ilan eden ve milyonlarla insanları küfür ve cehaletten kurtaran ve ebedi saadeti bulduran ve en korkak insanı dahi, en kahraman haline koyan ve istikbal İslâmiyetin olduğuna beşaret veren ve bu millete ve âlem-i İslâma ve beşeriyete rahmet olan Risale-i Nurun beş senedenberi devam eden dâvâsının Afyon Mahkemesince beraetini bütün ruh-u canımızla tebrik eder, ellerinizden öper, bütün Nurculara selametler dileriz.

Urfa Nur Talebeleri


Emirdağ Nur talebelerinin tebrik telgrafıdır

Risale-i Nur, bu defa da girmiş olduğu Kur'ân hesabına, iman ve İslâmiyetin muhafazası yolundaki dâvâsında ikinci defa olarak beraetle neticelenmiştir. Risale-i Nurun serbest olarak parlaması ve ellerde ve kütüphanelerde korkusuz olarak bulundurulması, bütün ehl-i iman ve İslâmın kalb ve ruhlarının en derin köşelerinde sürur ile çarptığına hiç şüphemiz yoktur. Hazret-i Üstadı ve onun sevgili talebelerini ve Nur'a müştak olan bütün ehl-i imanı tebrik eder. Hazret-i Üstadımızın mübarek ellerinden kemal-i hürmetlerimizle öperiz.

Emirdağ Nur Talebeleri

Nur Çeşmesi'nden[değiştir]

Nur Çeşmesi'nin bir zeyli

İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur'andır[değiştir]

Bir Zeyl

İstikbalin Hâkim-i Mutlakı Kur'andır

Sual: Gayet müdakkik birkaç zât dediler ki: Bu feylesoflar gibi yüzer tane mütefekkir feylesofların kat'î kanaatla tasdiklerinin verdiği kuvvet ve kanaat binler gâvur feylesofların inkârları bir zarar vermiyor mu? Bir şübhe getirmiyor mu?

Elcevab: Âyet-ül Kübra Risalesi'nin başında mukaddemedeki izaha havale edip burada kısaca cevab veriyoruz:

"Müsbet mes'elede isbat edici iki adam, menfîce inkâr yoluna sapan binlere tereccuh eder" diye bir kaide-i mukarreredir. Meselâ: Ramazanın başındaki hilâli gören iki şahid, isbat cihetinde görmeyen ve nefyeden binler adamın inkârını hükümden iskat ettiği gibi; Karlayl ve Bismark'ın Kur'anı ve Risalet-i Muhammediyeyi isbat suretinde tasdikleri, yüzbin nefyeden münkir feylesofların inkârı değil bir şübhe, belki bir vesvese vermemek gerektir. Hem meselâ bir-iki adam isbat suretinde deseler: "Pek hârika ve semavata yol açan bir maden dünyada var." Yerini veya nümunesini göstermekle kolayca davasını isbat ettikleri ve onu inkâr edenler bütün dünyayı aramak taramakla hiçbir yerinde bulunmadığını göstermekle ve binler müşkilâtla o menfî davalarını ancak isbat edebilirler.

Aynen bu misal gibi, Bismark ve Karlayl ve emsallerinin hakaik-i Kur'aniye ve Risalet-i Muhammediyeyi isbatları gayet derecede kanaat verir. Ve o hakaik-i müsbeteyi nefyeden binler münkirlerin davalarını hiçe indirir. O münkirler âlem-i gayb ve şehadeti aramak taramakla, bin müşkilâtla o menfî davayı ancak isbat edebilmeleri için onların inkârları hiç bir ehl-i imana hiçbir vesvese ve vehim vermemek lâzım gelir. Hem isbat ediciler birbirine kuvvet verdikleri için, Karlayl ve Bismark gibi gayr-ı müslimler milyonlarla ehl-i iman feylesofların isbatına dayanıp kuvvet alıyorlar. Nefyedici münkir ise birbirine kuvvet veremez. "Gözünü kapayan yalnız kendine gece yapar." Onun için hadsiz ehl-i inkâr, değil bu hadsiz ehl-i isbata karşı, belki iki ehl-i isbata karşı gelemez.

Bu hakikatı Risale-i Nur çok yerlerde isbat ettiği için kısa kesiyoruz.

Said Nursî

Filozofların beyanları[değiştir]

Zeyl

Bediüzzaman Said Nursî, kırksekiz sene evvel Şam'da Câmi-i Emevî'de Hutbe-i Şamiye namındaki nutkunda dava etmiş ki: "İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur'andır." Gayet kuvvetli delillerle o davayı isbat etmiş. (Buna ait yazı; "Risale-i Nur Müellifi Said Nur" adlı eserde "İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur'andır" başlıklı yazının 74-75'inci sahifelerinde kısmen münderiçtir.) Delillerin birisi; Avrupa ve Amerika'nın en meşhur filozoflarının, Kur'anın emsalsiz ve ayn-ı hakikat bir kitab olduğunu tasdik etmeleridir. Prens Bismark, Mister Karlayl gibi çoklarını bu davaya yüzer şahid göstermiş.

Sebilürreşad'ın 1 Nisan 1953 tarih, 167'nci sayısında intişar eden; Avrupa ve Amerika filozoflarının, en büyük âlimlerinin mühim bir kısmının, Kur'an hakkındaki sözleri, Said Nursî'nin elli sene evvelki davasına tasdikkârane bir ilânat hükmünde olmuş olduğundan, bu "Risale-i Nur Müellifi Said Nur" adlı esere ilhakı münasib olur.

Çünki اَلْفَضْلُ مَا شَهِدَتْ بِهِ اْلاَعْدَاءُ yani "Fazilet odur ki, düşmanlar da onu tasdik etsin." Mezkûr ilânatın aynısı naklediliyor:

O derece ki; bugünkü medenî cem'iyetler, Kur'anın yüksek hakikatlerini, yüksek terakki ve medeniyet düsturlarını tatbik edebilecek seviyeye henüz erişememişlerdir. Bu büyük hakikatı meşhur İngiliz mütefekkiri Bernard Shaw şöyle ifade etmişti:

"Demokrasiyi en ileri götüren millet İngilizlerdir. Bunun daha ötesi Müslümanlıktır."


Prens Bismark da şöyle demişti:

"Ben Kur'anı her cihetten tedkik ettim. Her kelimesinde büyük hakikatler gördüm. Sana muasır bir vücud olmadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed!"


Bu da Kur'an mütercimi Doktor Maurice'in sözüdür:

"Bizans Hristiyanlarını içine düştükleri bâtıl itikadlar girivesinden, ancak Arabistan'ın Hira Dağı'ndan yükselen ses kurtarabilmiştir."

"Kur'an, hikmet-i ezeliyenin inayet ile insana bahşettiği kütüb-ü semaviyenin en güzelidir. Beşerin refahı nokta-i nazarından, Kur'anın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadatından pek ulvîdir. Kur'anın her gün daha fazla tecelli etmekte olan güzellikleri, her gün daha fazla anlaşılan, fakat bitmeyen esrarı vardır."


Bunlar da garbın en benam mütefekkir ve âlimlerinin sözleridir:

"Kur'an serapa samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed'in cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattır." (Carlyle)


"Kur'anın nazarında satvetli bir hükümdarla zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Bu gibi esaslarla öyle bir teşri' vücuda gelmiştir ki, dünyada bir naziri yoktur. Müslümanlık, bugünkü inkişafı fikrimizin seviyesinden daha yüksek bir dindir." (Meşhur İngiliz muharriri Edward Gibbon'un "Roma İmparatorluğu'nun inhitat ve sukutu" eserinden)


"Hâlık'ın hukuku ile mahlukun hukuku, ancak Müslümanlık tarafından tarif olunmuştur." (Marmadüke)


"Yeni keşfiyat yahut ilm ü irfanın yardımıyla hallolunan, yahut halline uğraşılan mesail arasında bir mes'ele yoktur ki, İslâmiyetin esaslarıyla taarruz etsin. Kur'an-ı Kerim ve talimi ile kavanin-i tabiiye arasında bir ahenk görülmektedir." (Levazaune)


"Kur'an, ahlâk ve felsefenin bütün esasatını câmi'dir." (Müsteşrik Sedio)


"Kur'an öyle bir sestir ki, onu bütün dünya dinleyebilir. Bu sesin aksi saraylarda, çöllerde, şehirlerde, devletlerde çınlar. Bu sesin tebliğ ettiği din, imar edici bir kuvvet şeklinde tecelli etmiştir." (Doktor Johnson)


"Kur'anın ulviyeti, onun cihanşümul hakikatindedir." (Carlyle)


"Kur'an, akaid ve ahlâkın, insanlara hidayet ve hayatta muvaffakıyet temin eden esasatın mükemmel mecellesidir. Zaman ve mekân itibariyle birbirinden çok uzak, fikrî inkişaf itibariyle birbirlerinden çok farklı insanlara hârikulâde bir hassasiyet ilham eden Kur'an, muhalefeti istihsana kalbeden Kur'an, muhtelif kavimleri medenî bir millet haline getiren Kur'an, en şâyan-ı hayret eser tanınmağa lâyıktır. Kur'an, beşerin mukadderatıyla meşgul âlimler için, tetebbua şâyan en faydalı mevzu sayılır." (Meşhur İngiliz âlimi Doktor City Youngest)


"Kur'an bizâtihî daimî bir mu'cizedir. Bir mu'cize ki, ölüleri diriltmekten daha çok yüksektir. Bu mukaddes kitabın tâ kendisi, menşeinin semavî olduğunu isbata kâfidir." (Kur'anın münekkid ve mütercimi Corsele)


"Kur'an, muzaffer cumhuriyetler vücuda getirmeğe hâdim olacak esasları muhtevidir. Kur'an sayesinde Müslümanlar devletler kurmuşlar, muazzam şehirler inşa etmişler; Avrupa'yı titreten bir azamet ve haşmet ihraz etmişlerdir." (İngiltere'nin en mutaassıb papazlarından G. M. Rodwell)


"İslâmiyet, dünyanın kıvamı olan bir dindir. Bu aklî dinin menbaı ve düsturu olan Kur'an, medeniyet cihanının istinad ettiği temelleri muhtevidir. Bu âlî din Avrupa'ya, dünyanın imarkârane inkişafı için lâzım olan en esaslı kaynakları temin etmiştir. İslâmiyet yer yüzünden kalkacak olursa, umumî müsalemeti devam ettirmeye imkân yoktur." (Meşhur Fransız müsteşriki Gaston Care'ın 1913'te Figaro gazetesinde, yeryüzünden Müslümanlık kalkacak olursa dünya müsalemetinin muhafazasına imkân olup olmadığı hakkındaki meşhur makalesinden).


"Müslümanlığın talim ettiği medenî ve sıhhî esaslar sayesindedir ki, haşerat mahşeri olan Asya müdhiş bir tehlike olmaktan kurtulmuştur." (Alman âlimlerinden Jochahim Du Rulph


"Kur'anın ahlâkî ve medenî kaideleri ihtiva eden âyetleri, İslâmiyet'in muhteşem bünyanında altun bir kordon gibi işlenmiştir." (İngilizce Cembres Ansiklopedisi)


"Rasyonalizm, yani akliye kelimesinin müfadını, o tarihî ehemmiyetini tevsi' edebilirsek Müslümanlığın aklî bir din olduğunu söyleyebiliriz. Akıl ve mantık mısdakıyla akaid-i diniyeyi muhakeme eden mekteb, rasyonalizm kelimesinin İslâmiyete tamamıyla mutabık olduğunu fehmeder." (Profesör Edward Monte, "Hristiyanlığın intişarı ve hasmı olan Müslümanlar" eserinden)


"Kur'an, bütün kuva-yı beşeriyenin, tılsımını çözmekten âciz kaldığı muazzam bir sırdır. İslâmiyet, canları, malları koruyan, hâkimiyeti altında yaşayan dinlere şâyan-ı hayret müsamaha gösteren bir dindir." (Kont Hanri de Katsri'nin "İslâmiyet" ünvanlı eserinden)


"Dünyada Kur'ana benzer bir kitab yoktur ve bu kitab hakikaten muhayyir-ül ukûldür. (Mister Marmadüke Picktahall'ın Londra'da "İslâmiyet ve Asrîlik" hakkında irad ettiği nutuktan)


"İslâm dinini kabul edenlerin adedi az zamanda 300 milyona varmış ve bu Müslümanlar, atlarının nallarıyla Roma İmparatorluğu'nu çiğnedikten sonra, mızraklarının ucu ile dalaleti kökünden istisal etmişler, nihayet şark ve garbın muazzam devletleri onların karşısında titremişti." (Fransız filozoflarından Alexy Levazaune'un nutuklarından)


"Hazret-i Muhammed gerçi ümmi idi, fakat cihana öyle bir kitab bırakmıştır ki; o bir nadire-i belâgat, bir mecelle-i ahlâk, bir kitab-ı mukaddestir." (Alexy Levazaune'un "Hayat-ı Hazret-i Muhammed" adlı eserinden)


"Kur'an, insanın dimağında şübheden, tezelzülden vâreste, canlı ve kuvvetli bir kanaat vücuda getirir." (Doktor Güstav Löbon)


"Kur'an... Bu, o kitabdır ki, onunla Müslümanlar Avrupa'ya hâkim olarak girmişlerdir. Fenikeliler Avrupa'ya tüccar, Yahudiler Avrupa'ya mülteci veya esir olarak girdikleri halde; Müslümanlar Avrupa'ya hâkim olarak girmişler ve bu Müslümanlar, Kur'an yardımıyla Avrupa'ya irfan meş'alesini taşımışlardır. Filhakika Müslümanlar garblılara ve şarklılara felsefe, tıp, heyet, şiir öğretmişlerdir. Yunan'ın ölü dimağına ve ölü irfanına hayat vermişler, bütün dünyayı cehalet karanlıkları ihata etmişken her tarafa nur ifaza eylemişler ve bu itibarla bu insanlar ulûm-u cedidenin temellerini atmışlardır." (Musevî âlimlerinden Emanoil Düeş, İngilizce "Kuvarterli Revyo" mecmuasının 254'üncü numarasında "İslâmiyet" serlevhasıyla yazdığı makaleden)


"Müslümanlık, Afrikalıları medenîleştirmiş, onları sanayi, ticaret vesair işleri inkişaf ettirmeğe sevk etmiştir. Müslümanların irşadıyla ve İslâmiyetin tesiriyle Afrika'nın her tarafında muhteşem şehirler tesis olunmuştur. Avrupa'lı seyyahlar buraları ziyaret ederek onları hemşehrilerine tavsif ettikleri zaman, Avrupalılar bunların ihtişamına inanmak istememişlerdi." (Profesör Tomas Arnold'un "İslâm Tebliği" adlı eserinden. Bu eser "İntişar-ı İslâm Tarihi" ünvaniyle merhum Halil Hâlid Bey tarafından tercüme olunmuş ve Âsâr-ı İlmiye Kütübhanemiz tarafından neşrolunmuştur.)


"İnsanlığa hizmet, Müslümanlığın şiarı ve medar-ı iftiharıdır. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlık cihanşümul uhuvvet esaslarını ihtiva ve muhafaza etmiştir. İnsanlık bu esası kabul ve onunla âmil olduğu zaman mes'ud olacaktır." (Hindistan'ın millî rüesasından Sarocni Neyda namındaki büyük kadının Londra'daki Voking câmiinde Müslümanlara hitaben irad ettiği ve İslâm Mecmuası'nın 1920 senesinin Kanunusanisi nüshasında intişar eden nutkundan)


"İslâm çocukları, tahsillerine Kur'anla başlıyorlar. Çünki Kur'an, bütün dinî, dünyevî hakikatlerin menbaıdır. Fakat bu mekteblerin yanlarında, yine Kur'anın ilhamıyla, felsefe ve hikmet medreseleri vücud bulmuş, bilâhere bu medreseler, dârülfünunlar olmuştur. Bundan dolayıdır ki, Afrika'nın bugün bile dünyanın en karanlık noktası tesmiye olunan köşeleri fikrî, maddî terakkiler itibariyle muasırı olan Avrupa memleketlerinden çok yüksek bulunuyordu." (Müslümanların asrî medeniyet üzerindeki tesiratı hakkında bir nutuk irad eden H. S. Lider'in beyanatından)


"İslâmiyetin intişar ettiği sahalarda milletlerin seviyesini yükseltmek hususundaki büyük himmetlerini nazar-ı dikkate almamak mümkün değildir. Bu din sayesindedir ki, Afrika zencileri medeniyet ruhunu temsil edebilmişler ve aralarında adlî ve medenî idare tesis etmişlerdir. Müslümanlık bu akvam arasında bir hars ve bir medeniyet vücuda getirmiştir. İslâmiyetin istinadgâhı Kur'andır ve bu Kur'an bir berat-ı necattır." (Mister Y. Moreyl'in 1922 de "Şimal Nicer" hakkındaki irad ettiği nutuktan.)


"Kur'anın Medine'de nâzil olan âyetleri, İslâm cem'iyetini idare eden ve doğru yola sevk eden âyetlerdir." (Stanley Lenpal'in "Kur'andan İntihablar" adlı eserinden)


"Kur'an dün olduğu gibi, bugün de mütemadiyen mütezayid insan kitlelerinden sadakat ve teslimiyetle karşılanmaktadır. Kur'an, putperestlik aleyhinde müttehid bir cephe vücuda getirmiştir." (J. T. Batani'nin "Müslümanlık ve Akdeniz diyanetleri" adlı eserinden)


"Müslümanları medeniyet, hendese, heyet, mimarî, sanayi-i nefise ve felsefeyi inkişafa sevk eden zaferler, ancak Kur'anın insanları birleştirerek onları fazl-ü irfan servetini elde etmeye sevk etmesinden ileri gelmektedir." (İngiltere'nin en büyük mütefekkir ve muharrirlerinden H. G. Vels)


"Müslümanların dini, Kur'an dinidir. Bu din, müsalemet, emniyet ve huzur dinidir." (Piskopos Volter Meron'un "Müsalemete en doğru yol" adı ile Petersburg kilisesinde irad ettiği konferanstan)


"Kur'anda siyasî riyakârlığı zerre kadar ifade eden hiçbir kelime yoktur. West Minister gazetesinin pek haklı olarak söylediği vechile, şarkta müstebid hükümdarları ve cebbarları zulüm ve ceberuttan men'eden bir şey varsa; o da onların karşılarında korkusuz ve lekesiz bir mürşidin okuduğu bir Kur'an âyetidir." (Ud Frey Hicts)


"Kur'an, ihraz ettiği neticeler ve en muktedir iyi insanların dimağları üzerinde icra ettiği tesirlerle muhakeme olunduğu zaman, dünyanın en mukaddes ve en mükemmel kitabı olduğu anlaşılır." (Leonard'ın "İslâmiyet ve ahlâkî ve ruhanî kıymeti" eserinden)


"Kur'anın kadr ü kıymetini, azametini, faziletini ve birçok nokta-i nazarlardan güzelliğini inkâr etmek, akıl ve mantıktan mahrum olmak olur." (Londra'da intişar eden Near East "Şark-ı Karib" mecmuasının 13 Nisan 1922 tarihli nüshası)


"Son bin üç yüz senelik buhranlar ve ihtilaller içinde Kur'an Türklerin, İranlıların ve Müslüman Hindlilerin kitabı olarak payidar olmuştur." (Edvar Denison Ros'un "Sel"in Kur'an tercümesinin son tab'ına yazdığı mukaddemeden)


"Kur'an insanlara mükemmel bir terbiye dersi verdikten başka, onlara hayat-ı hususiyelerinde ahlâklı, âlîcenab, hayırperver, cesur ve şeci' olmayı ve bütün Müslümanları sevmeyi öğretmektedir." (Mister Arnold Havayt, İslâm Mecmuası, 1916 senesi Mayıs nüshası)


"Hakikat-ı halde imanın hakikî kitabı, fikre itminan veren kitab, ancak Kur'andır." (Prencapta Siyh mezhebinin müessisi Baba "Nanak"ın Genem Sakihi adlı eserinden)


"Müslümanlık, medeniyetin meş'alkeşi olan Kur'ana müsteniddir. İslâmiyetin başlıca hususiyeti, hars ve medeniyetin esası, belki de en büyük rüknü olmaktır." (Doktor İshak Teylor'un Times gazetesinde intişar eden bir konferansından)


"İslâmiyetin başlıca muvaffakıyeti, esasatını tatbike muvaffak olmasıdır." (Herbert)


"Kur'an her asırda izini bırakmağa namzeddir." (Mister Rodwell, Kur'anın İngilizce mütercimi)


"İslâm orduları Suriye'yi fethettikleri, yahut muzaffer bayraklarını Afrika'ya diktikleri, yahut Karadeniz'e vardıkları zaman, Kur'an hep beraberlerinde idi. Bundan dolayıdır ki, Müslümanlar fethettikleri memleketlerde mezalim irtikâb etmemişler ve bir millete Müslümanlığı kabul ettirmek için onu kılıçtan geçirmemişlerdir." (Bolinson)


"Kur'an, Müslümanlara bir faikiyet hissi vermiştir. Bu öyle bir histir ki, büyük milletleri terakkiye sevk eden en büyük kudret olmuştur." (Profesör Margolyt'un "Muhammedîlik" eserinden)

Daha çoklar var, şimdilik bu kadar yazıldı.

Miftah-ul İman'dan[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Meslek-i Kur’anîde tam gitmeyen, hususan aklı, nakle tercih eden Mu’tezile imamları, ve yalnız aklına itimad eden İşrakiyyun feylesofları ve onların silâhıyla onları mağlub etmeğe kendilerini mecbur zanneden ehl-i hakikat ve ehl-i sünnet velcemaat allamelerinin dersini anlamak için çok sene ders almak lâzım geliyordu.

Feyz-i Kur’an ile, Risale-i Nur bir senede o on senelik vazife-i imaniyeyi görüyor. Eski zamanda İlm-i Kelâm’da büyük âlimler ve dindar feylesoflar marifetullah için esbab silsilesinin devir ve teselsülünün muhaliyetini göstermekle marifetullah ve Vâcib-ül Vücud’un vahdaniyetini isbat ederlerdi.

Kur’an-ı Hakîm’in hakikatı ve mu’cizane mesleği, her şeyde marifetullaha bir pence­re açar. O ülema ve feylesofların mecmu’-u âlemde gösterdikleri hüccet-i ehadiyet ve bür­han-ı vahdaniyeti her bir şeyde hattâ her bir zerrede gösterir.

وَ فِى كُلِّ شَئٍْ لَهُ آيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ

hakikatı bunun mücmel bir ifadesidir. Yani zerrelerden yıldızlara kadar her şeyde bir pence­re-i tevhid var. Doğrudan doğruya Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u sıfâtı ile bildiren âyetler, yani delalet ve işaretler var.

İşte Kur’an-ı Hakîm’in bu mu’cizane hakikatının, şimdi ehl-i imana karşı küfr-ü mutlakın dehşetli hücum ettiği bu zamanda bir cilvesi olan Risale-in Nur, yarım asırdan beri küfr-ü mutlakı kırıyor ve en muannidlerini susturuyor. Risale-i Nur’da Kur’anın feyzinden gelen iki-üç hassa sebebi ile o, hiçbir zarar ve zahmet vermiyor. Ve tahsili için çok zaman istemiyor.

Birinci Hassa: Ülema-i İlm-i Kelâm’ın ve feylesofların eskiden beri münazara âdeti olarak, muarızın şübhelerini ve itirazlarını söyledikten sonra cevab vermek âdetleri Risale-i Nur’da bir-iki risalecikten başka yoktur. Belki hakikatı öyle parlak ve kat’î surette beyan ediyor ki, o şübhe her nefsin hatırına gelmiyor. Ve şeytan dahi hatıra getiremiyor.

Hem hiçbir bulantı vermeden en derin mesail-i hakikatı en âmi bir adama dahi ders veriyor. Mi’rac ve haşr-i cismanî ve kader ve cüz’-i ihtiyarî gibi mes’eleler. Halbuki eski ülemanın eserlerindeki derin mes’eleleri âmi ve tecrübesiz gençlere bulantı vermemek için ders verilmesi men’ ve yasak ediliyordu. Fakat Risale-i Nur, en derin mesaili en âmiye, belki bir çocuğa zararsız olarak bildiriyor.

İkinci Hassa: Nasıl bir memlekete lâzım olan su, dağlara açılan küngânlar ve kanallarla getirilirken, şimdi nereye vurulsa su çıkaran bir âlet icad edilmesi temsili gibi; iman ve marifetullah olan âb-ı hayatı getirmek için uzak yerlere, tâ semavata ve âlemin mecmuuna lüzum kalmıyarak, her bir şeyde o âb-ı hayatı çıkaran Kur’an-ı Hakîm’in tezgahından nurani bir asânın çıkmasına benzer.

İşte Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın asâsı ile bir taşta oniki çeşme akıtması ve beraberindekileri susuzluktan kolayca kurtarması gibi; Risale-i Nur da bir asâ-yı Kur’anî olarak herkesin fehmine göre âb-ı hayatı içiriyor ve yerini gösterip susuzluktan kurtarıyor.

Hem de Risale-i Nur’un kırk mecmuasından Asâ-yı Musa namındaki bir mecmuası, o asâ-yı Kur’anînin bir ucudur.

Üçüncü Hassa: Risale-i Nur, hem vahdet, hem vücub-u vücud isbatında bir hüccetle çok neticeleri beraber isbat eder. Meselâ: Gözbebeğindeki bir zerrenin acib vazifesi ile hem kâinat Sani’inin vücub-u vücudunu, hem vahdetini, hem muhit ilmini ve hadsiz kudretini ve nihayetsiz iradetini ve sair sıfatlarını aynı delilde isbat eder.

Tarihçe-i Hayattan Harikalar'dan[değiştir]

1. Parça[değiştir]

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ

وَاِنْ‮ ‬مِنْ‮ ‬شَيْءٍ‮ ‬اِلاَّ‮ ‬يُسَبِّحُ‮ ‬بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ‮ ‬عَلَيْكُمْ‮ ‬وَ‮ ‬رَحْمَةُ‮ ‬اللّهِ‮ ‬وَ‮ ‬بَرَكَاتُهُ‮ ‬اَبَدًا‮ ‬دَائِمًا

Çok müşfik, çok sevgili ve mübarek Üstadım Efendim Hazretleri!

Evvelen: İstifsar-ı hatırla el ve ayaklarınızdan öper, hürmetler eder, dua ve himmetinizi yalvarırız.

Sâniyen: Otuz sene evvel tab’ edilen nüshadan bazı ilâvelerle hazırladığımız çok kıymetdar ve mütevazi tarihçe-i hayatınızı neşredilmek üzere Sebilürreşad mecmuasına verecektik. Fakat şu seçimlerin karışıklıkları hengâmında belki siyasî bir tevehhüme medar olur diye şimdilik te’hir edilmişti.

Eğer mümkün ise kahraman Medreset-üz Zehra erkânının neşretmesini istirham ediyoruz. Hem Hazret-i Üstadımızın ifade-i hal ü ahvaline dair bir satırlık yazılarına çok ihtiyacımız olduğu için tekrar tekrar yalvarır, sıhhat ve âfiyetinize Kur’an ve iman hizmetindeki muvaffakiyetinize dua ediyoruz.

İstanbul Üniversitesi’nden âciz ve duanıza muhtaç talebeniz

Yusuf Ziya

2. Parça[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Bu nüshanın tamamını Sebilürreşad neşredecekti. Fakat bu seçim zamanında siyasete temas etmemek için Nur Müellifi rıza göstermemiş. Ceridelerin hakkı değil, belki Medreset-üz Zehra erkânının vazifesidir. Onlar neşredecekler demiştir.

Dünya ilm ü irfan sahasına

Türkiye’den bir güneş doğuyor

İslâm âlemi ve beşeriyet çapında öyle muazzam bir mes’eleye vâkıf olmuş bulunuyoruz ki; allâmeden, mutasavvıftan, feylesoftan, profesörden ilk mekteb muallimine ve ilk mekteblilerden üniversiteliye aynı zamanda en avama kadar her sınıfın ihtiyacı olduğu ve susamış gibi sarılacakları bir hakikat izhar edilecektir.

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ

وَاِنْ‮ ‬مِنْ‮ ‬شَيْءٍ‮ ‬اِلاَّ‮ ‬يُسَبِّحُ‮ ‬بِحَمْدِهِ

Tarihe mal olmuş birçok müellifler, mütefekkir ve feylesoflar vardır. Bunlar eserleriyle yalnız ilmî şahsiyetlere ve münevverlere hitab edebilmişlerdir. Bir feylesofun eserini bir profesörle beraber avam bir kimse de anlayıp istifade edememiştir. En avamdan en havassa kadar herkese hitab eden kitab, ancak Kur’an-ı Hakîm’dir. Zâten Kur’an-ı Hakîm’in mu’cizelerinden birisi de budur. Yani Kur’an-ı Kerim’den herkesin kendi istidadı nisbetinde istifade etmesidir. İşte bizim tanımağa çalışacağımız dâhî zât, Mustafa Kemal’in zamanında bir Şark Üniversitesi açması için kendisine 150 bin lira tahsisat verilmiş ve Millet Meclisi’ne girdiği zaman alkışlarla karşılanmış büyük müellif ve mütefekkir Bediüzzaman Said-ün Nursî’dir. Bu dâhî öyle yüksek bir edebî sıfatla eserlerinde Kur’an-ı Kerim âyetlerini Türkçemize tefsir etmiştir ki, Kur’an-ı Hakîm’deki o mu’cizeyi tefsirlerine aksettirmiş. Bu hakikata binaen hârika bir eser külliyatı olan Risale-i Nur’u yirmibeş seneden beri genç, ihtiyar, kadın, kız, esnaf, tüccar, avam, havas, liseli, üniversiteli, ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf gibi her sınıftan okuyanlar olmuş; herkes fikrî ve ilmî dereceleri ve istidadları nisbetinde istifade etmiştir. Böylelikle fevkalâde bir okuyucu kitlesine mazhar olmuş ve dikkat ve tefekkürle okumağa devam edenler kendilerini serbest bir üniversitenin talebesi addetmişlerdir. Böyle yekta bir müellifin tarihçe-i hayatı elde edildi. Bu şekilde Cenab-ı Hakk’ın inayeti ve lütfuyla bu muhterem müellifi vatan ve millete ve âlem-i İslâma ve beşeriyete tanıtmış olacağız. Kendisi ve eserleri hakkında ne kadar söylesek yine hakkıyla anlatmış olamayız. Yalnız şu kadar haber veriyoruz ki:

Bediüzzaman Said-ün Nursî’nin eserleri olan Risale-i Nur külliyatı şimdiye kadar te’lif edilen eserlerden hiçbirisine benzemiyor. Bu hakikatı, eserleri okuyan en yüksek ehl-i ilim takdir ve tasdik etmiş ve etmektedir.

Eserler hârikulâde bir şekilde te’lif ve millet tarafından neşredilmiştir. Dağlarda, mağaralarda, cephe-i harbde, gündüzde, mum ışığı altında yazılanlar olmuştur. Müellif yarım ümmi olduğu için eserler sür’atle söylenip kâtiblerin sür’atle yazmasıyla te’lif edilmiştir. Müellif ilk defa nasıl söylemiş ise aynen kalmış, müsveddede ikinci defa tashihat yapmamıştır. Bu âdeti değildir. Kâtiblerin yazdıkları nüshalardan zamanla binlerle çoğaltılmıştır. Ancak arzu edenlere ve yalvaranlara hediye edilmiştir.

Risale-i Nur’un hususiyetlerinden bazıları: Risale-i Nur manevî hakikatları ve din ilimlerini (Avrupa’nın fen ilimleriyle mezcederek) gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen ve mantıken isbat eder. Risale-i Nur hal ve istikbalin ilmî, fikrî ve imanî ihtiyaçlarına cevab verir bir mahiyettedir. Yüzotuz parçadan müteşekkil olan Risale-i Nur Külliyatı te’lif edilirken müellifin yanında bir kitab dahi bulunmamıştır. Esasen kendisi otuzbeş-kırk senedir Kur’an-ı Hakîm’den başka bir kitabla meşgul olmamış. Bunun için Kur’an-ı Hakîm’in hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı’nda başka eserlerden nakil yoktur. Tamamen taze, tamamen yeni ve orijinaldir. İlim sahasında yirminci asırda meydana gelen bir keşfiyattır. İlim ve felsefe âleminde bir inkılabdır.

Risale-i Nur yüz manevî keşfiyatı havi ve tılsım-ı kâinatın muammasını keşf ü halleden bir keşşaftır. Risale-i Nur yalnız bu vatan ve bu millet için değil, İslâm âlemi ve beşeriyet için yazılmıştır. Risale-i Nur koca bir Cennet’in fiatı olacak bir servet ve hayat-ı ebediyeyi kazandıracak bir âb-ı hayat ve hakikata muarız bütün feylesofları ilzam edip hayrette bırakacak bir keşfiyattır. Risale-i Nur sahabe-i kiramın âlî seciyesini ve Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuranî meşrebini beyan eden bir nur ve feyiz hazinesidir.

Bediüzzaman’ın âlem-i İslâm ve beşeriyete hizmetteki fikirlerinden: Benim Cehennem’e girmemle beşeriyet Cennet’e nail olacaksa, bütün ruhumla istiyorum ki Cehennem’e atılayım. Bana zulmedenler, Risale-i Nur’la imanlarını kurtarırlarsa, ben onlara hakkımı helâl ederim.

Biz iman hizmetinde dost düşman ayırdetmeyiz. Herkesin imdadına koşarız. Risale-i Nur’un neşir ve hizmetinde teveccüh-ü ammeyi kazanmak, kendini satmak, tanıtmak ve şan şöhrete meyletmek, taraftar kazanmak gibi niyet ve kusurlar; Kur’an ve iman hizmeti olan kudsî mesleğimizle kat’iyyen kabil-i te’lif değildir. Nur talebeleri bu gibi fâni ve süflî hevesatlardan sür’atle kaçınmalıdır ve kaçınırlar. Elbette bunlar ve birçok hakikatlara binaendir ki, ilm ü irfan sahasına Türkiye’den bir güneş doğuyor. Yeni icad ve keşfiyatlara yapılan itirazlar misillü şübhe edenler olursa, tek cevabımız şudur: Risale-i Nur Külliyatı’nı okuyunuz.

İstanbul Üniversitesinden

Yusuf Ziya

Konferans[değiştir]

Risale-i Nur hakkında verilen bir KONFERANS

Teşrin-i sani 1950

Ankara Üniversitesi

Teşrin-i sânî 1950'de Ankara Üniversitesi'nde profesör ve meb'uslarımız ile Pakistanlı misafirlerimiz ve muhtelif fakülte talebelerinin huzurunda, Fakülte Mescidinde gece yarısına kadar devam eden bir mecliste verilen ve büyük bir alâka ve ehemmiyetle dinlenmiş olan bir konferanstır.

Aradığımı Buldum

Ben kırk senedir âlem-i İslâmda aradığımı Türkiye'de buldum. Bediüzzaman yalnız büyük Türk Milletinin değil, bütün İslâm âleminindir. Ondan âlem-i İslâmın mukadderatına dair pek çok soracaklarım vardı. Bütün müşkillerim, kendileriyle görüştüğüm bir saat içinde halledildi. Şimdi memleketime büyük müjdelerle dönüyorum. İslâm âleminde bir çok büyük hizmetler başarmış faziletli ve yüksek âlimler gelip geçmiştir. Bunların çoğu mükâfatlarını, ya mülk ve servet, yahut şeref ve şöhret şeklinde elde etmişlerdir. Halbuki Bediüzzaman'ın evinde bugün yakacak bir lâmbası yoktur.

Pakistan Maarif Nâzır Muavini

ALİ EKBER ŞAH

Konferans 1[değiştir]

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى اۤلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

İman ve İslâmiyet âb-ı hayatına susamış kıymetli kardeşlerim!

Evvelâ: İtiraf edeyim ki, bu konferansın verildiği kürsüde bulunmuş olmak itibariyle sizlerden farkım yoktur. Sizin bir kardeşinizim. Hem bu konferans, benim çok muhtaç olduğum gayet nâfi' bir dersimdir. Muhatab, kendimdir. Dersimi müzakere nev'inden, siz mübarek kardeşlerime okuyacağım. Kusurlar bendendir. Kemal ve güzellikler, istifade ettiğim Risale-i Nur eserlerine aittir. Bir mani başımıza gelmezse, haftada bir defa olarak devam edeceğimiz dinî konferanslardan, bugün birincisi imana dairdir. Çünki Bediüzzaman Said Nursî'nin Birinci Millet Meclisinde beyan ettiği gibi, "Kâinatta en yüksek hakikat imandır, imandan sonra namazdır." Bunun için biz de konferansımızın Kur'an, İman, Peygamberimiz Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimiz hakkında olmasını münasib gördük. İkincisi de inşâallah namaz ve ibadete ait olacaktır.

Bu mevzuları bize ders verecek bir eser aradık. Nihayet bu hayatî ve ebedî ihtiyacımızı, asrımızın fehmine uygun ve ikna edici bir tarzda ders veren ve yarım asra yakındır, büyük bir itimad ve emniyete mazhar olmakla en muteber dinî bir eser olan "Risale-i Nur"u intihab ettik. Şimdi, ilk konferansımızın niçin iman mevzuunda olduğunu izah ile, bu eser ve müellifi hakkında gayet kısa olarak malûmat vereceğiz. Şöyle ki:

Bu asırda din ve İslâmiyet düşmanları, evvelâ imanın esaslarını zayıflatmak ve yıkmak plânını, proğramlarının birinci maddesine koymuşlardır. Hususan bu yirmibeş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit maskeler altında imanın erkânına yapılan sû'-i kasdlar pek dehşetli olmuş, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir.

Halbuki: İmanın rükünlerinden birisinde hasıl olacak bir şübhe veya inkâr, dinin teferruatında yapılan lâkaydlıktan pek çok defa daha felâketli ve zararlıdır. Bunun içindir ki; şimdi en mühim iş, taklidî imanı tahkikî imana çevirerek imanı kuvvetlendirmektir, imanı takviye etmektir, imanı kurtarmaktır. Herşeyden ziyade imanın esasatıyla meşgul olmak kat'î bir zaruret ve mübrem bir ihtiyaç, hattâ mecburiyet haline gelmiştir. Bu, Türkiye'de böyle olduğu gibi; umum İslâm dünyasında da böyledir.

Evet, temelleri yıpratılmış bir binanın odalarını tamir ve tezyine çalışmak, o binanın yıkılmaması için ne derece bir faide temin edebilir? Köklerinin çürütülmesine çabalanan bir ağacın kurumaması için, dal ve yapraklarını ilâçlayarak tedbir almaya çalışmak, o ağacın hayatına bir faide verebilir mi?..

İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir; kökü esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, iman-ı billah'tır; Allah'a imandır. Sonra Nübüvvet ve Haşir'dir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.

İman, yalnız icmalî bir tasdikten ibaret değildir. İmanın çok mertebeleri vardır. Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık fırtınaları karşısında çabuk söner. Tahkikî iman ise sarsılmaz, sönmez bir kuvvettir. Tahkikî imanı elde eden bir kimsenin, iman ve İslâmiyet'i dehşetli dinsizlik kasırgalarına da maruz kalsa, o kasırgalar bu iman kuvveti karşısında tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Tahkikî imanı kazanan bir kimseyi, en dinsiz feylesoflar dahi, bir vesvese veya şübheye düşürtemez.

İşte bu hakikatlara binaen, biz de tahkikî imanı ders vererek, imanı kuvvetlendirip insanı ebedî saadet ve selâmete götürecek Kur'an ve iman hakikatlarını câmi' bir eseri, sebat ve devam ve dikkatle okumayı kat'iyyetle lâzım ve elzem gördük. Aksi takdirde, bu zamanda dünyevî ve uhrevî dehşetli musibetler içine düşmek, şübhe götürmez bir hakikat halindedir. Bunun için yegâne kurtuluş çaremiz, Kur'an-ı Hakîm'in imanî âyetlerini ve bu asra bakan âyet-i kerimelerini tefsir eden yüksek bir Kur'an tefsirine sarılmaktır.

Şimdi, "Böyle bir eser, bu asırda var mıdır?" diye bir sualin içinizde hasıl olduğu; nuranî bir heyecanı ifade eden sîmalarınızdan anlaşılmaktadır.

Evet, bu çeşit ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itina ile aradık. Nihayet, hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur'anî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bediüzzaman Said Nursî'nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatına vardık. Bizimle beraber, bu hakikata Risale-i Nur'la imanını kurtaran yüzbinlerle kimseler de şahiddir.

Evet, yirminci asırda küllî ve umumî bir rehberlik vazifesini görecek Kur'anî bir eserin müellifinin, şu hususiyetleri haiz olmasını esas ittihaz ettik. Bu hâsiyetlerin de tamamıyla Risale-i Nur'da ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî'de mevcud olduğunu gördük. Şöyle ki:

Birincisi: Müellifin, yalnız Kur'an-ı Hakîm'i kendine üstad edinmiş olması...

İkincisi: Kur'an-ı Hakîm, hakikî ilimleri havi bir kitab-ı mukaddestir. Ve bütün asırlarda, insanların umum tabakalarına hitab eden, ezelî bir hutbedir. Bunun için Kur'anı tefsir ederken, hakikatın safi olarak ifade edilmesi ve böylece hakikî bir tefsir olması için, müfessirin kendi hususî meslek ve meşrebinin tesiri altında kalmamış ve hevesi karışmamış olması lâzımdır. Ve hem de Kur'anın manalarını keşf ile tezahür eden Kur'an hakikatlarının tesbiti için elzemdir ki: O müfessir zât, herbir fende mütehassıs geniş bir fikre, ince bir nazara ve tam bir ihlasa mâlik bir allâme ve hem gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir kuvve-i kudsiyeye sahib olsun.

Üçüncüsü: Kur'an tefsirinin tam bir ihlasla te'lif edilmiş olması ki: Müellifin, Cenab-ı Hakk'ın rızasından başka hiçbir maddî, manevî menfaatı gaye edinmemesi ve bu ulvî haletin müellifin hayatındaki vukuatlarda müşahede edilmiş olması...

Dördüncüsü: Kur'anın en büyük mu'cizelerinden birisi de, gençlik ve tazeliğini muhafaza etmesidir. Ve o asırda inzal edilmiş gibi, her asrın ihtiyacını karşılayan bir vechesi olmasıdır.

İşte bu asırda meydana getirilen bir tefsirde; Kur'an-ı Hakîm'in asrımıza bakan vechesinin keşf edilip, avamdan en havassa kadar her tabakanın istifade edebileceği bir üslûbla izah ve isbat edilmiş olması...

Beşincisi: Müfessirin, Kur'an ve iman hakikatlarını, cerh edilmez delil ve hüccetlerle isbat ederek tedris etmesi. Yani, pozitivizm (isbatiyecilik)i bir esas ittihaz etmiş olması...

Altıncısı: Ders verdiği Kur'anî hakikatların hem aklı, hem kalbi, hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin ve nefsi müsahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet belig, nafiz ve müessir olması...

Yedincisi: Hakikatların derkine mani' olan benlik, gurur, ucb ve enaniyet gibi kötü hasletlerden kurtarıp, tevazu ve mahviyet gibi yüksek ve güzel ahlâklara sahib kılması...

Sekizincisi: Kur'an-ı Kerim'i tefsir eden bir allâmenin Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sünnetine ittiba' etmiş olması ve ehl-i sünnet ve cemaat mezhebi üzere ilmiyle âmil olması ve a'zamî bir zühd ve takva ve a'zamî ihlas ve dine hizmetinde a'zamî sebat, a'zamî sıdk ve sadakat ve fedakârlığa, a'zamî iktisad ve kanaata mâlik olması şarttır.

Hülâsa olarak; müfessirin Kur'anî risaleleriyle, risalet-i Ahmediyenin (A.S.M) a'zamî takva ve a'zamî ubudiyeti ve kuvve-i kudsiyesiyle de velayet-i Ahmediyenin lemaatına mazhar olmuş hâdim-i Kur'an bir zât olması...

Dokuzuncusu: Müfessirin Kur'anî ve Şer'î mes'eleleri beyan ederken, şu veya bu tazyik ve işkenceyi nazara almayan, herhangi bir tesir altında kalarak fetva vermeyen ve ölümü istihkar edip, dünyaya meydan okuyacak bir iman kuvvetiyle hakikatı pervasızca söyleyen İslâmî şecaat ve cesarete mâlik olan bir müfessir olması gerektir.

Hem i'dam plânlarının tatbik edildiği ve bir tek dinî risale neşrettirilmediği dehşetli bir devirde, bilhassa imha edilmesi ve söndürülmesi hedef tutulan Kur'anî esasatı te'lif ve neşretmiş olduğu meydanda olmakla bir mürşid-i kâmil ve İslâm'ın bu asırda hakikî bir rehber-i ekmeli ve Kur'anın muteber bir müfessir-i a'zamı olmuş olması lâzımdır.

İşte bu zamanda, yukarıda mezkûr dokuz şart ve hususiyetlerin, müellif Said Nursî'de ve eserleri olan Nur Risalelelerinde aynıyla mevcud olduğu, hakikî ve mütebahhir ülema-i İslâmın icma' ve tevatür ve ittifakıyla sabit olmuştur. Ve hem intibaha gelmekte olan bu millet-i İslâmiyece, Avrupa ve Amerikaca malûm ve musaddaktır. İşte arkadaşlar! Biz, böyle bir tefsir-i Kur'an arıyor ve böyle bir müfessir istiyorduk.

Konferans 2[değiştir]

Kıymetli kardeşlerim! Böyle dehşetli bir asırda, insanın en büyük mes'elesi: İmanı kurtarmak veya kaybetmek davasıdır. Umumî harbler beşere intibah vermiş, dünya hayatının fâniliğini ihtar etmiş ve bâki bir âlemde, ebedî bir saadet içinde yaşamak hissini uyandırmıştır. Elbette böyle muazzam bir davayı, şaşırtıcı ve aldatıcı bir zamanda kazanabilmek için, bir dava vekili bulmakta, (Haşiye[2]) çok dikkatli olmamız lâzımdır. Bunun için, tedkikatımızı biraz daha genişleteceğiz. Şöyle ki:

Asrımızdan evvelki, İslâmiyet'in ilm-i Kelâm dâhîleri ve dinimizin hârika imamları ve Kur'an-ı Hakîm'in dâhî müfessirlerinin vücuda getirdikleri eserler, kıymet takdiri mümkün olmayacak derecede kıymettardır. O zâtlar, İslâmiyet'in birer güneşidirler. Fakat bu zaman, o büyük zâtların yaşadığı zaman gibi değildir.

Eski zamanda dalalet, cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet, -Kur'an ve İslâmiyet'e ve imana taarruz- fen ve felsefeden geliyor. Bunun izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu; bulunanlardan ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.

Hem bundan evvelki asırlarda, müsbet ilimlerin, yirminci asırdaki kadar terakki etmemiş olduğu malûmunuzdur. Şu halde, bu asırda dünyaya yayılmış olan dinsizlik ve maddiyyunluğu kökünden yıkabilmek, hak ve hakikat yolunu gösterip, beşeri sırat-ı müstakime kavuşturmak, imanı kurtarabilmek, ancak ve ancak Kur'an-ı Hakîm'in bu asra bakan vechesini keşfedip, umumun müstefid olabileceği bir şekilde tefsir edilmesiyle kabil olacaktır.

İşte Bediüzzaman Said Nursî; Kur'an-ı Kerim'deki bu asrın muhtaç olduğu hakikatları keşfedip, Nur Risalelerinde herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve izah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki: Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şâheserdir kanaatına varılmıştır.

Ve yine Risale-i Nur'daki bu imtiyazdan dolayıdır ki, bu mübarek İslâm milletinden milyonlarca bahtiyar kimseler, tercihan ve ziyade bir ihtiyaç duyarak, büyük bir iştiyak ve sevgiyle yirmibeş senedir devam eden tazyikatlar içerisinde Risale-i Nur'u okumuşlardır.

Hem Risale-i Nur ihtiyaç zamanında te'lif edildiğinden; Türkiye ve İslâm Dünyası genişliğinde gelişmiş ve dünyayı alâkadar eden bir imtiyaza mazhar olduğunu gözlere göstermiştir.

Kıymetli kardeşlerim! Said Nursî kırk sene evvel İstanbul'da iken, "Kim ne isterse sorsun" diye, hârikulâde bir ilânat yapmıştır. Bunun üzerine o zamanın meşhur âlim ve allâmeleri, Bediüzzaman'ın hücresine kafile kafile gidip, her nevi ilimlere ve muhtelif mevzulara dair sordukları en müşkil, en muğlak sualleri, Bediüzzaman duraklamadan, doğru olarak cevablandırmıştır.

Böyle hadd ü hududu tayin edilmeyen, yani "şu veya bu ilimde veya mevzuda, kim ne isterse sorsun" diye bir kayıt konulmadan ilânat yapmak ve neticede daima muvaffak olmak; beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihatalı ve yüksek bir ilme sahib böyle bir İslâm dâhîsi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir. (Asr-ı Saadet müstesna.)

Hattâ o zamanlarda, Mısır Câmi-ül Ezher Üniversitesi reislerinden meşhur Şeyh Bahid Efendi, İstanbul'a bir seyahat için geldiğinde, şarkın sarp, yalçın kayaları arasından gelerek İstanbul'da bulunan Bediüzzaman Said Nursî'yi ilzam edemeyen İslâm üleması, Şeyh Bahid'den bu genç hocanın (Bediüzzaman'ın) ilzam edilmesini isterler. Şeyh Bahid de, bu teklifi kabul ederek bir münazara zemini arar. Ve bir namaz vakti, Ayasofya Câmii'nden çıkılıp "çayhane"ye oturulduğunda, bunu fırsat telakki eden Şeyh Bahid Efendi, Bediüzzaman Said Nursî'ye hitaben: مَا تَقُولُ فِى حَقِّ اْلاَوْرُوبَا وَ الْعُثْمَانِيَّةِ Yani: "Avrupa ve Osmanlı Devleti hakkında ne diyorsunuz? Fikriniz nedir?" Şeyh Bahid Efendi hazretlerinin bu sualden maksadı; Bediüzzaman Said Nursî'nin, şek olmayan bir bahr-ı umman gibi ilmini ve ateşpare-i zekâsını tecrübe etmek değildi. Zaman-ı istikbale ait şiddet-i ihatasını ve idare-i âlemdeki siyasetini anlamak fikrinde idi.

Buna karşı, Bediüzzaman'ın verdiği cevab şu oldu:

اِنَّ اْلاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِاْلاِسْلاَمِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَومًا مَا

وَاِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِاْلاَوْرُوبَائِيَّةِ فَسَتَلِدُ اَيْضًا يَوْمًا مَا

Yani: Avrupa bir İslâm Devletine, Osmanlı Devleti de bir Avrupa Devletine hâmiledir. Bir gün gelip doğuracaklardır.

Bu cevaba karşı, Şeyh Bahid Hazretleri: "Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatta idim, fakat bu kadar veciz ve beligane bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman'a hastır." demiştir. Nitekim Bediüzzaman'ın dediği gibi, ihbaratın iki kutbu da tahakkuk etmiş. Bir iki sene sonra Meşrutiyet devrinde, şeair-i İslâmiyeye muhalif çok âdât-ı ecnebiyeyi ahzetmek ve gittikçe Türkiye'de yerleştirmekle; ve şimdi Avrupa'da Kur'an'a ve İslâmiyet'e karşı gösterilen hüsn-ü alâka ve bilhassa bahtiyar Alman Milletinde fevç fevç İslâmiyeti kabul etmek gibi hâdiseler, o ihbarı tamamıyla tasdik etmişlerdir.

İşte büyük ülema-i İslâm ve meşayih-i kiram çok tecrübe ve imtihanlarla şöyle bir kanaata varmışlardır ki: Bediüzzaman ne söylerse hakikattır. Bediüzzaman'ın eserleri, sünuhat-ı kalbiye olup, cumhur-u ülemanın tasdik ve takdirine mazhardır.

Ehl-i ilim, ehl-i tasavvuf ve ehl-i mekteb ve fen, Bediüzzaman'ın eserlerinden sadece istifaza ve istifade ederler. Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur'an-ı Kerim'den başka bir kitabla iştigal etmeyen, yüzotuzu Türkçe, onbeşi Arabça olan eserlerini te'lif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtibleri tarafından şehadet edilen.. esasen kütübhanesi de bulunmayan, yarım ümmi bir zât, öyle misilsiz bir ilânatla, ulûm-u cedide de dâhil mütenevvi ilimlerde, yüksek âlimler ve büyük mürşidlerle, genç yaşında yaptığı münazaraların hepsinde muvaffak olduğu meydandadır. İttifaklı olan mes'eleleri tasdik ve ihtilaflı olanları tashih eden, kendisi için "Bediüzzaman'ın cevab veremeyeceği bir sual yoktur" diye allâmeler tarafından tasdik edilen; ve Avrupa'nın bir kısım idraksiz ve garazkâr feylesoflarının, müteşabih âyet-i kerime ve hadîs-i şeriflere yaptığı taarruzlarını, o âyet ve hadîslerin birer mu'cize olduğunu eserleriyle isbat ederek itirazlarını kökünden yıkan ve böylece evhama düşürülen bazı ehl-i ilmi de kurtarıp, İslâmiyet'e olan hücumları akîm bırakan Said Nursî gibi bir müellifin, elbette dâhî bir müfessir-i Kur'an ve onun ilminin vehbî ve vasi' olduğuna, eserleri olan Nur Risalelerinin bir hayat boyunca okunmaya lâyık hârika bir şaheser olduklarına şübhe edilemez.

Konferans 3[değiştir]

Müteyakkız kardeşlerim! Hem bizim, hem İslâm dünyasının ebedî hayatının necatını, kurtulmasını temin edecek ve bizi tenvir ve irşad ederek dalaletten muhafaza edecek bir eser intihab etmekte, bu kadar dikkatli olmamız çok lüzumludur. Çünki bu zamanda, türlü türlü aldatmalarla, perde arkasından İslâm gençliğini yoldan çıkarmaya çalışıyorlar.

Bir eser okunacağı veya bir söz dinleneceği zaman, evvelâ

مَنْ قَالَ وَ لِمَنْ قَالَ وَ لِمَا قَالَ وَ فِيمَا قَالَ

yani: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne için söylemiş? Ne makamda söylemiş? olan bir kaide-i esasiyeyi, nazar-ı itibara almalı. Evet kelâmın tabakatının ulviyeti, güzelliği ve kuvvetinin menbaı, şu dört şeydir: Mütekellim, muhatab, maksad ve makam. Yoksa her ele geçen kitab okunmamalı, her söylenen söze kulak verilmemelidir. Meselâ: Bir kumandanın, bir orduya verdiği arş emriyle; bir neferin, arş sözü arasında ne kadar fark vardır? Birincisi koca bir orduyu harekete getirir. Aynı kelâm olan ikincisi, belki bir neferi bile yürütemez.

İşte, bu dört esastan dolayı ve hem Said Nursî'ye karşı kalblerinde büyük bir sevgi taşıyan yüz binlerle kimseler, sevgiyle üstadlarının en küçük haline dahi büyük bir ehemmiyet vererek onları öğrenip ittiba' etmek, uymak arzusunu taşıdıklarından; buradaki bir kısım kardeşlerimiz, üstadımızın hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi hakkında malûmat verilmesini ısrar ile istediler.

Fakat, Bediüzzaman gibi bir zâtın hayatı ve eserleri ve seciyelerini tam ifade edemeyeceğiz. Bu hakikat, basiretli ehl-i ilim olan ediblerce de itiraf edilmiş olduğundan bu hizmet, bizim haddimizden çok uzaktır. Hem Bediüzzaman hakkında malûmat almak isteyen kardeşlerimize, bunun ancak ve ancak Risale-i Nur Külliyatını dikkat ve devamla okumak suretiyle mümkün olduğunu arz ederiz. Aziz kardeşlerim! Bu mübarek vatan ve milletin ve âlem-i İslâmın ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumî sulh ve selâmeti temin edecek bir inayet ve kudrete mâlik olan Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizac etmiştir:

1 - Yüksek bir kuvvet ve bütün kemalâtın üstadı olan, hakikat-ı İslâmiye...

2 - Şehamet-i imaniye. Yani tezellül etmemek, bîçarelere tahakküm ve tekebbür etmemek...

3 - Müslümanlığın insana verdiği izzet ve şeref, terakki ve teâlinin en mühim âmili olan izzet-i İslâmiye...

Arkadaşlar! Şu mealde bir hadîs-i şerif var ki: "Hakikî âlimler, zalim hükümdarlara karşı hak ve hakikatı pervasızca söyleyen âlimlerdir." İşte biz, ancak böyle ve müttaki bir allâmenin söz ve eserlerine itimad edebiliriz.

Asrımızda ise, hayatındaki vakıalar ve eserleriyle bu hadîs-i şerife mâsadak olan Risale-i Nur meydandadır. Müellif Bediüzzaman dinî mücahedesi ve Kur'ana hizmetinde ve ubudiyetinde, Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm)ın sünnet-i seniyesine tam ittiba' etmiş bir mücahiddir. Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimiz, dünyanın en muazzam siyasî hâdisesi olan Bedir Muharebesinde sahabe-i kirama nöbet nöbet cemaatla namaz kıldırmış. Yani, vâcib olmayan, hususan muharebe zamanında terk edilebilen "cemaatla namaz kılmak" gibi bir hayrı, dünyanın en büyük siyasî vak'asına tercih etmiştir, üstün tutmuştur. Ufak bir sevabı, harb cephesinin o dehşetleri içinde dahi terk etmemiştir.

Bediüzzaman, gönüllü alay kumandanı olarak katıldığı Rus Harbinde, harb cephesinde, avcı hattında, Kur'anın bir kısmının tefsiri olan meşhur Arabî İşarat-ül İ'caz Tefsirini te'lif etmiş. Ve bu eser-i azîm, Âlem-i İslâm'da en büyük âlimlerin takdir ve tahsinine mazhar olmuş ve tam anlamaktan âciz kaldıklarını ve öyle bir tefsir görmediklerini itiraf etmişlerdir ki, Kur'an-ı Kerim'in en ince nükte ve en derin mes'elelerini ve misilsiz i'caz ve hârikulâde yüksek belâgat ve fesahatını izhar ve isbat etmiştir. Hattâ bir harfin nüktesini izhar ederken, avcı ateş hattında, düşman topları zihnini ondan çevirememiş, harbin dağdağa ve dehşetleri mani olamamıştır.

Ezan-ı Muhammedî'nin (A.S.M.) yasak edildiği ve bid'aların cebren umuma yaptırıldığı zulümatlı ve dehşetli bir devirde, Nur talebeleri o uydurma ezanı okumamışlar ve böyle bid'atlara karşı, kendilerini kahramanca muhafaza ederek, bid'atlara girmemişlerdir.

İman ve İslâmiyet'in ortadan kaldırılmaya çalışıldığı ve bir âlimin gizliden gizliye dahi bir tek dini eser neşredemediği fecaat devri içinde, Bediüzzaman nefyedildiği yerlerde, zalim müstebidlerin tarassudat ve tazyikatı içinde, gizliden gizliye yüzotuz aded imanî eser te'lif ve neşretmiştir. Bununla beraber, geceleri pek az bir uykudan sonra, esaret altında inleyen İslâm Milletlerinin necat ve salahı için dualar etmiş, dergâh-ı İlahiyeye iltica ederek yalvarmıştır.

Evet Hazret-i Üstad, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizin Sünnet-i Seniyesine tam iktida etmiştir.

Bediüzzaman'ın bu hali de, bütün İslâm mücahidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor; birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor. Cebbar ve zalim din düşmanlarının plânıyla hapishanelere sevk edilip, tecrid-i mutlakta ve gayet soğuk bir odada bırakılması ve şiddetli soğukların ve hastalıkların ızdırabları ve titremeleri ve ihtiyarlığın tâkatsızlıkları içinde bulunması dahi, te'lifata noksanlık vermemiştir.

Sıddık-ı Ekber (Radıyallahü Anhü) demiştir ki: "Cehennem'de vücudum o kadar büyüsün ki, ehl-i imana yer kalmasın." Bediüzzaman, bu gayet ulvî seciyenin bir lem'acığına mazhar olmak için, "Birkaç adamın imanını kurtarmak için, Cehennem'e girmeye hazırım" diye fedakârlığın şahikasına yükseldiği, Kur'an ve İslâmiyet'in fedai ve muhlis bir hâdimi olduğu, seksen senelik hayatının şehadetiyle sabit olmuştur.

Kur'an ve iman hizmeti için Bediüzzaman'ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını feda ettiği; maruz kaldığı o kadar şedid zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidal, birer şahid-i sadık hükmündedirler.

Bediüzzaman Kur'an, iman, İslâmiyet hizmeti için, dünyevî rahatlıklarını feda etmiş, dünyevî şahsî servetler edinmemiş, zühd ve takva ve riyazet, iktisad ve kanaatla ömür geçirmiştir ve halen de böyle yaşamaktadır.

Bu cümleden olarak, Müslümanların refah ve saadeti için, bütün ömür dakikalarını sırf iman hizmetine vakf ve hasretmek ve ihlasa tam muvaffak olmak için, kendini dünyadan tecrid ederek mücerred kalmıştır. Evet, Bediüzzaman iman ve İslâmiyet hizmeti için, her şeyden bu derece fedakârlık yapan, fakat bütün bunlarla beraber; ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaisi ve Kur'an-ı Hakîm'in muhlis bir hâdimi payesine yükselmiştir.

Bediüzzaman'ın Risale-i Nur davasında öyle bir itminanı, öyle bir sıdk ve sadakatı, öyle bir sebat ve metaneti, öyle bir ihlası vardır ki: Din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdadları, o kadar hücum ve tazyikatları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, davasından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüd dahi ika' edememiştir.

Said Nursî, Eski Said tabir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokrat'ı, Eflatun'u, Aristo'su gibi hakikatlı feylesofları ve şarkın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabî gibi dâhî hükemalarından felsefe ve hikmette Kur'an-ı Hakîm'in feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur'andan başka halâskâr ve hakikî rehber olmadığını dava etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde isbat etmiştir. Bu hakikatlarda şübhesi olan olursa, Üstad âhirete teşrif etmeden bizzât şübhesini izale edebilir.

Said Nursî, Kur'an ve imana hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve manevî menfaat, salahat ve velilik gibi manevî makamları maksad ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakk'ın rızası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından, bütün Müslümanlarca zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi, Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur'anın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyan etmiştir.

Millî Müdafaa Vekaletinde yirmibeş sene hizmet görmüş muhterem âlim bir zâtın, şimdi aramızda bulunan bir kısım arkadaşlarımızla, evvelki gün ziyaretine gittiğimiz vakit, Bediüzzaman Hazretleri hakkında demişti ki: "Bediüzzaman'ın nasıl bir zât olduğunu anlayabilmek için, Risale-i Nur Külliyatını dikkatle, sebatla okumak kâfidir. Size bir misal olarak, yalnız dünyevî iktidarı bakımından derim ki: Bediüzzaman, Risale-i Nur'un şahs-ı manevîsiyle yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idaresi ona verilse, onları selâmet ve saadet içinde idare edecek bir iktidar ve inayete mâliktir." Evet, Bediüzzaman nâdire-i hilkattir. Fakat yirmibeş senedir hem kendini, hem talebelerini siyasetten men'etmiştir; dünyevî işlerle meşgul değildir.

Bediüzzaman'ın Risale-i Nur'u te'lif ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kur'aniyede istihdam edildiği anlarda; zekâsı, fetaneti, aklı, mantıkı, zihni, hayali, hâfızası, teemmülü, feraseti, seziş ve kavrayışı, sür'at-i intikali ve ruhî, kalbî, vicdanî hasseleri, duyguları ve manevî letaifinin emsalsiz bir tarzda olması, istihdam edildiğine aşikâr bir delildir ki; kendi ihtiyarıyla, keyfiyle değil, inayet-i İlahiye ile Kur'ana hizmetkârlık etmiş bir derecede olduğu, basiretli ehl-i ilim ve ehl-i kalbce musaddak ve müstahsendir.

Konferans 4[değiştir]

Mısır'da fâzıl ülemadan merhum Abdülaziz Çâviş, Bediüzzaman'ın fatîn-ül asır olduğu ve müdhiş bir fart-ı zekâya mâlik bulunduğu mevzuunda, Mısır matbuatında makale neşretmiştir.

Büyük ve salâbetli bir âlim olan Şeyhülislâm merhum Mustafa Sabri Efendi, Mısır'da Risale-i Nur'a sahib çıkmış ve Câmi-ül Ezher Üniversitesinde en yüksek bir mevkiye koymuştur.

Risale-i Nur, İslâmiyet'in gayet keskin bir elmas kılıncıdır. Bu hakikatlara bir delil ise, Bediüzzaman'ın zalim hükümdarlara ve kumandanlara, ölümü istihkar ederek, hakikatı pervasızca tebliğ etmesi ve dünyayı saran dinsizlik kuvvetine mukabil, hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeyi, kendini feda ederek, istibdadın en koyu devrinde neşretmesi ve bu kudsî hakikata, cansiperane hizmet etmesidir.

Bir müddeiumumî, iddianamesinde: "Bediüzzaman ihtiyarladıkça artan enerjisiyle dinî faaliyete devam etmektedir." Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf raporunda: "Evet, Said Nursî'de bir enerji vardır, fakat bu enerjisini, tarîkat veya bir cem'iyet kurmakta sarfetmemiş, Kur'an hakikatlarını beyan ve dine hizmete sarfettiği kanaatına varılmıştır." denilmektedir.

Din aleyhindeki eski hükûmetlerin vekillerinden birisi (antidemokratik kanunların Millet Meclisinde müzakeresi esnasında): "Bediüzzaman Said Nursî'nin dinî faaliyetine, yirmibeş seneden beri mani olamıyoruz." demiştir.

Biz de deriz ki: Evet, Said Nursî Hazretleri emsali görülmemiş dinamik ve enerjik bir zâttır. Bediüzzaman'ın hârika bir insan olduğunu, din düşmanları olan muarızları dahi kalben tasdik ve takdir etmektedirler.

Said Nursî, bazan bir talebesine Risale-i Nur'dan okuyuvermek nimetini lütfettiği zaman der ki: "Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi, şimdiye kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumağa ihtiyaç ve iştiyakım var."

Hem yine der ki: "Ben başkaları için kitab yazmamışım. Kendim için yazmışım. Kur'andan bulduğum bu devalarımı arzu edenler okuyabilir." Evet, Bediüzzaman itikad ediyor ve diyor ki: "Ben derse, terbiyeye ve nefsimi ıslaha muhtacım."

Bediüzzaman Said Nursî bütün hayatında, şan ve şöhretten, hürmetten kaçmış ve insanlardan istiğna etmiştir. Arabî bir eserinde, şöhret hakkında diyor ki:

"Şöhret, ayn-ı riyadır ve kalbi öldüren zehirli bir baldır. İnsanı, insanlara abd ve köle yapar. Yani, nam ve şöhret isteyen adam; halklara kendini beğendirmek, sevdirmek için, insanlara riyakârlık, dalkavukluk yapar. Tasannu'kâr tavırlar takınır. O bela ve musibete düşersen اِنَّا لِلَّهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ de."

Üstad, şöhretten fiilen ve hâlen bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insanlar âdeta bir sevk-i İlahî varmış gibi, istimdadkârane ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak olan bu kudsî seciyesi, Risale-i Nur gibi cihanşümul bir esere hâdim olmuştur...

Bediüzzaman küçük yaşından beri, halkların mukabilsiz hediyelerinden istiğna etmiştir. Hediye kabul etmemeyi meslek edinmiştir. Zindandan zindana, memleketten memlekete sürgün edildiği zamanlarda, ihtiyarlığın tahmil ettiği zaruretler içinde dahi, bu seksen senelik istiğna düsturunu bozmamıştır. En has bir talebesi, bir lokma birşey hediye etse, mukabilini verir; vermese dokunur.

Neden hediye kabul etmediğinin sebeblerinden birisi olarak der ki: "Bu zaman, eski zaman gibi değildir. Eski zamanda imanı kurtaran on el varsa, şimdi bire inmiş. İmansızlığa sevk eden sebebler eskiden on ise, şimdi yüze çıkmış. İşte böyle bir zamanda imana hizmet için, dünyaya el atmadım, dünyayı terk ettim. Hizmet-i imaniyemi hiçbir şeye âlet etmeyeceğim." der. Hazret-i Üstad, kendi şahsı için birisi zahmet çekse, bir hizmetini görse; mukabilinde bir ücret, bir teberrük verir. Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez.

Bediüzzaman Said Nursî; Kur'an, İman ve Din'e yaptığı hizmetinde, senelerden beri mütemadî bir tarassud ve tecessüs, takibat ve tedkikat altında bulundurulmuştur. Yalnız ve yalnız rıza-yı İlahî için, yalnız ve yalnız hakikat için İslâmiyet'e hizmet ettiği ve hizmet-i Kur'aniyesini hiçbir şeye âlet etmediği müteaddid mahkemelerde de sabit olmuştur.

Eğer bu mezkûr hakikatlara ve eserlerindeki hak ve hakikatı gören hakperestlerin, Bediüzzaman ve eserlerinde gördükleri ve neşrettikleri âlî meziyet ve yüksek hakikata mugayir en küçük bir şey olsa idi, en büyük ilâvelerle, şaşaalarla ve yaygaralarla, bu yirmibeş sene içinde, din düşmanları tarafından dünyaya ilân edilecek idi.

Nitekim bütün bütün iftira ve ittihamlarla, cebbar, müstebid din düşmanlarının tahrikatıyla mahkemelere sevkedildiği zaman, gazetelerin birinci sahifelerinde, bire yüz ilâvelerle teşhir ettirilmesi; tahkikat ve muhakemede hiç bir suç olmadığı tahakkuk ederek beraet ettiği vakit sükût edilmesi; bu hakikatın aşikâr çok delillerinden bir tanesidir.

Bediüzzaman, din kardeşlerine ziyade şefkatlidir. Onların elemleriyle elem çektiği, İslâm dünyasında hürriyet ve istiklal için can veren, fedai İslâm mücahidlerinin acılarıyla muzdarib olduğu, Kur'an ve İslâmiyet'e yapılan darbeler ânında çok ızdırablar çektiği, böyle acı acıların tesiratıyla, zâten pek az yediği bir parça çorbasını da yiyemediği çok defa görülmüş ve görülmektedir.

Ekser günleri hastalıklar ve sıkıntılarla geçmektedir. Bir Nur talebesinin yazdığı gibi, "Ey Millet-i İslâm'ın ebedî refah ve saadeti için, dünyada rahatlık görmeyen müşfik üstadım! Senin devam eden hastalıkların cismanî değildir. Dinimize icra edilen istibdad ve zulüm sona ermedikçe, âlem-i İslâm kurtulmadıkça senin ızdırabın dinmeyecektir." Evet biz de bu kanaatteyiz.

Fakat o elîm acılar, Bediüzzaman'ı asla ye'se düşürmemiş, bilakis öyle küllî ve umumî bir dinî cihada ve dua ve ubudiyete sevk etmiştir ki: "Kurtuluşun çare-i yegânesi, Kur'ana sarılmaktır." demiş ve sarılmış. Kur'anda bulduğu deva ve dermanları kaleme alarak, bu zamanda bir halâskâr-ı İslâm ve nev-i beşerin saadetine medar olan Risale-i Nur eserlerini meydana getirmiştir.

Hunhar din düşmanlarının, dünyevî satvet ve şevketleri, Bediüzzaman'ı kat'iyyen atalete düşürtememiştir. "Vazifem Kur'ana hizmettir. Galib etmek, mağlub etmek Cenab-ı Hakk'a aittir." diye iman ederek, bir an bile faaliyetten geri kalmamıştır. Evet Hazret-i Üstad, öyle bir himmet-i azîmeye mâliktir ki; ona icra edilen müdhiş mezalim, bu himmetin mukabilinde tesirsiz kalmağa mahkûm olmuştur.

Konferans 5[değiştir]

Bediüzzaman, arz ve semavattaki mevcudatı, hayret ve istihsanla temaşa eder. Kırlarda ve dağlarda hususan bahar mevsiminde çok gezinti yapar. O seyrangâhlarda zihnen meşguliyet ve dakik bir tefekkür ve daimî bir huzur halindedir. Ağaç ve nebatat ve çiçekleri مَا شَاءَ اللَّهُ بَارَكَ اللَّهُ فَتَبَارَكَ اللَّهُ اَحْسَنُ الْخَالِقِينَ ve "Ne güzel yaratılmışlar" diyerek, ibret nazarıyla onları seyreder; kâinat kitabını okur. Her a'za ve hâsseleri gibi, gözünü de daima Cenab-ı Hak hesabına ve izni dairesinde çalıştırır. Gözü, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalaacısı ve şu âlemdeki mu'cizat-ı san'at-ı Rabbaniyenin bir seyircisidir. Ve şu küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin bir mübarek arısı derecesindedir.

Üstad, hususî hayatında mütevazi, vazife başında vakurdur. Tevazu ve mahviyette nümune-i misal olacak bir mertebededir. Bu mevzuda der ki: "Bir nefer nöbette iken, baş kumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben Kur'anın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, Hak budur derim, başımı eğmem."

Hülâsa olarak arz ederiz ki: Bediüzzaman, ihlas-ı tâmmeye mâlik, hârikulâde hakikî bir müfessir-i Kur'andır. Hem ihlas-ı etemme vâsıl olmuş, kahraman ve yekta bir hâdim-i Kur'andır. Risale-i Nur'un müellifi olmak itibariyle; hem bir mütekellim-i a'zamdır, hem ilimde gayet derecede mütebahhir ve râsih, muhakkik ve müdakkik bir allâmedir, hem ilm-i mantıkın yüksek, nazirsiz bir üstadıdır.

Ta'likat namındaki te'lifatı, mantıkta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur'anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagog (terbiyeci)dur, hem daima hakikatı terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir.

Said Nursî, senelerden beri şiddetli bir istibdad ve takyidat altında bulundurulup tanıttırılmadığı ve hem de kendisi, şahsî kemalâtını setrettiği, gizlediği için; mezkûr sıfatların herbirisine muttali olamayan bulunabilir. Hem bunlar ve hem Risale-i Nur'un hususiyetleri hakkındaki beyanatımız, hakikatperver ve faziletperver bir kısım ülema-i hakikînin ve ehlullahın ittifak ve icma' kuvvetindeki hükümleridir. Hem de bizim kat'î kanaatlarımızdır.

Bediüzzaman'ın öyle bir ilim ve sıfatlara mâlik olduğuna en mu'teber ve en birinci ve en hakikî delilimiz, Bediüzzaman Said Nursî'dir. Kimin şübhesi varsa, Risale-i Nur'u okusun.

Evet biz zikrettiğimiz ve edeceğimiz bu hakaik-i uzmayı, bütün İslâm dünyasına ve umum beşeriyet âlemine ifşa ve ilân ediyoruz. Evet bin seneden beri âlem-i İslâmiyet ve insaniyet, Risale-i Nur gibi bir esere intizar ediyordu.

Bediüzzaman Said Nursî, çok ilimlerde müstesna birer eser yazabilirdi. Fakat o "Zaman, imanı kurtarmak zamanıdır" demiş ve bütün himmet ve mesaîsini ve hayatını, ulûm-u imaniyenin te'lif ve neşrine hasretmiştir.

Evet, Hazret-i Üstad ulûm-u imaniyeyi neşretmekle, âlem-i İslâm ve âlem-i insaniyeti hayattar ve ziyadar eylemiştir. Cenab-ı Hak, o büyük üstaddan ebediyen razı olsun, uzun ömürler versin. Âmîn, âmîn, âmîn...

Risale-i Nur, Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bu asırda bir mu'cize-i maneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet Risale-i Nur kalblerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbi ve müzekkîsidir. Risale-i Nur'un bir hususiyeti de, Mektubat'ın birinci cildinin yüzyirmidokuzuncu sahifesindeki şu bahistir:

"Bazı Sözlerde, ülema-i ilm-i Kelâm'ın mesleğiyle, Kur'andan alınan minhac-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki, meselâ: Bir su getirmek için bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir. Tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar; zahmetsiz, herbir yerde suyu buldukları gibi... Aynen öyle de: Ülema-i ilm-i Kelâm, esbabı, nihayet-i âlemde teselsül ve devrin muhaliyeti ile kesip, sonra Vâcib-ül Vücud'un vücudunu onunla isbat ediyorlar. Uzun bir yolda gidiliyor. Amma Kur'an-ı Hakîm'in minhac-ı hakikîsi ise her yerde suyu buluyor, çıkarıyor. Her bir âyeti, birer asâ-yı Musa gibi, nereye vursa âb-ı hayat fışkırtıyor. وَ فِى كُلِّ شَيْءٍ لَهُ اۤيَةٌ تَدُلُّ عَلَى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturunu herşeye okutturuyor.

Hem iman yalnız ilim ile değil.. imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse; o yemek muhtelif asaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkeza.. letaif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır." İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim ve selâmetli yapıyor.

Eski hükema, ahkâm-ı şer'iyeden bazıları için: "Bu nakildir, iman ederiz, akıl buna yetişemez." demişler. Halbuki bu asırda akıl hükmediyor. Bediüzzaman Said Nursî ise; "Bütün ahkâm-ı şer'iye aklîdir. Aklî olduğunu isbata hazırım." demiştir ve Risale-i Nur'da isbat etmiştir.

Risale-i Nur'da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz, nazirsiz, cazib ve orijinal bir üslûb vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûblarla müvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûblara nazaran pek münasib düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir îma veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir.

Bunun için, Bediüzzaman'ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri, Risale-i Nur'la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.

Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, "Viktor Hügo'lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman'ın bir talebesi olabilirler." demiştir.

Edib ve şâirler, zeval ve firaktan ağlamışlar, ölümden vaveylâ etmişlerdir. Güz mevsimini hüzünle tasvir etmişlerdir. Hattâ dünyaca meşhur Arab edibleri "Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi" manasında لَوْلاَ مُفَارَقَةُ اْلاَحْبَابِ مَا وَجَدَتْ لَهَا الْمَنَايَا اِلَى اَرْوَاحِنَا سُبُلاً demişlerdir.

Bediüzzaman ise, "Kâinattaki zeval, firak ve adem zahirîdir. Hakikatta firak yok, visal var. Zeval ve adem yok, teceddüd var. Ve kâinatta her şey, bir nevi bekaya mazhardır. Ölüm, bu âlem-i fâniden âlem-i bâkiye gitmektir. Ölüm, ehl-i hidayet ve ehl-i Kur'an için, öteki âleme gitmiş eski dost ve ahbablarına kavuşmağa vesiledir.

Hem hakikî vatanlarına girmeye vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinana bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm'in fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatından bir paydostur. Azrail Aleyhisselâm bugün gelse, hoş geldin, safa geldin diye gülerek karşılayacağım." diyor.

Bediüzzaman, beşeri Risale-i Nur'la sefahet ve dalaletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını takib etmiyor. Gayr-ı meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip, hissi mağlub ediyor. Kalb ve ruhu hissiyata mağlub olmaktan muhafaza ediyor. Risale-i Nur'da müvazenelerle küfür ve dalalette, bir zakkum-u Cehennem tohumu olduğunu ve dünyada dahi Cehennem azabları çektirdiğini ve iman ve İslâmiyet ve ibadette, bir Cennet çekirdeği ve leziz lezzetler ve zevkler ve Cennet meyveleri bulunduğunu, dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini isbat ediyor.

Risale-i Nur nifak ve şikakı, tefrikayı, fitne ve fesadı kaldırıp; kardeşliği, uhuvvet-i diniyeyi, tesanüd ve teavünü yerleştirir. Risale-i Nur mesleğinin bir esası da budur. Risale-i Nur gurur ve kibir ve hodfüruşluk ve zillet gibi ahlâk-ı seyyieden kurtararak, tevazu' ve mahviyet ve izzet ve vakar gibi güzel ahlâklara sahib kılar.

Risale-i Nur, insan olan bir insana, acz ve fakrını derk ettirir. Bediüzzaman der ki: "İnsan, acz ve fakrını anlamakla, tam Müslüman ve abd olur."

Bu dinsizleri mağlub etmek için, yeni tahsili de yapalım diyenler veya yapanlar, Nur risalelerini devam ve sebatla mütalaa ederek, bu hedeflerine vâsıl olurlar ve çare-i yegâne de budur. Hem böylelikle, mekteb malûmatları da maarif-i İlahiyeye inkılab eder.

Konferans 6[değiştir]

Ey, bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim! Bu zamanın ve gelecek asırların Müslümanları ve bizler, Kur'an-ı Azîmüşşan'ın tefsiri olan öyle bir rehbere muhtacız ki; tahkikî iman dersleriyle, iman mertebelerinde terakki ve teâli ettirsin. Hem korkak değil, bilakis Risale-i Nur talebeleri gibi cesur ve kahraman ve fa'al ve amel-i sâlih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlarını iman ve İslâmiyet'in kurtuluşu uğrunda feda eden, fedai ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkikî iman kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur'an ve İslâmiyet cephesinden asla çekilmeyen, "Ölürsem şehidim, kalırsam Kur'anın hizmetkârıyım" diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sadık ve ihlaslı, yalnız Allah rızası için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.

Evet bu asra öyle bir Kur'an tefsiri lâzım ve elzemdir ki; Risale-i Nur gibi akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın; intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırat-ı Müstakim olan Kur'an yolunu göstersin. Sünnet-i Seniyeye ve İslâmiyetin şeairine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberîye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini uyandırsın.

İşte Risale-i Nur'un böyle hâsiyetleri havi bir Kur'an tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatın tasdikiyle sabittir. Hem amansız din düşmanlarının plânlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları; ve bu talebelerin İslâmiyete hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zalimlerin entrikalarıyla maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için feda ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri aşikâr bir delil teşkil etmektedir.

Evet, hem yirmibeş seneden beri Risale-i Nur'la iman hizmetine bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar "gaddar din düşmanlarının" çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyata maruz kaldığı halde, yirmibeş senedir inziva içinde, Risale-i Nur'un naşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer nümune-i imtisal olan, iman ve İslâmiyet fedaileridir.

İşte biz Müslümanlar, böyle bir tefsir-i Kur'an arıyor, böyle bir hâdîyi bekliyorduk. O ihlaslı Nur talebeleri ki, "Cenab-ı Hak, Hafîz'dir. Ben onun inayeti ve himayeti altındayım. Başıma ne gelse hayırdır." diye iman etmekle beraber amel ederler. İman hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur Risalelerini onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zamanda, onlar yine üstadları Bediüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa, onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hattâ "Belki hapse atılırım, Nur Risalelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım." diye bazı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.

Muhlis bir Nur talebesi, hapishaneden çıkarıldığı vakit; güya o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishane, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş, sadakat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi, üstadına daha ziyade yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyat yapar.

Afyon hâdisesinde, Bediüzzaman hapiste iken, muallim bir Nur talebesi, savcılıkta Risale-i Nur ve Üstadı hakkında kahramanca cevablar verdiği için, savcı kızmış. "Şimdi seni hapse atarım" diye tehdid etmiş. O İslâm fedaisi muallim de cevaben "Ben hazırım, derhal hapse gönderin" demiştir.

Yine Afyon mahkemesinde, bir Nur talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor, fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi, "Üstadım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim" diyerek savcılığa teslim olup, hapse girer.

Aynı bu hapishanede, bir Nur talebesini sehven tahliye ederler. O da "Üstadım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsahını tamamlayacağım yeni te'lif edilen Nur Risaleleri var." diye düşünerek hapishane müdürüne, "Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi." der. Hesab ederler ki hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.

Hamiyet-i diniye meziyetine lâyık anlayışlı kardeşlerim!

Said Nursî, kendi hakkında verilen böyle bir malûmatı görürse, diyeceklerdir ki: "Ne için böyle yapıyorlar? Şahsımın ehemmiyeti yok. Kıymet, Kur'andan tereşşuh eden ve Kur'an-ı Hakîm'in malı olan Risale-i Nur'dadır. Ben bir hiçim."

Üstadın şahsının mazhar ve âyine olduğu Kur'anî hakikatlar ve Nurlar itibariyle ve neşrettiği iman ve İslâmiyet dersleriyle, ihlas-ı tâmme ile, umumî ve küllî bir tarzda Kur'ana ve dine hizmet etmesiyle, onun hakkındaki takdir ve tahsinler, mana-yı harfî ile şahsına aid kalmıyor. Kur'an ve İslâmiyet'e raci'dir. Allah nam ve hesabınadır. Din düşmanları tarafından ona yapılan düşmanlık ve taarruzlar da, Bediüzzaman'ın hâdimliğini yaptığı Kur'an ve İslâmiyet'in ortadan kaldırılması maksad-ı mahsusuna matuftur.

Zira hakaik-i Kur'aniye ve imaniyeyi câmi', o cihanşümul Risale-i Nur eserleri ona ihsan edilmiştir.

İşte bu bedihî hakikatı bilen, maskeli, gizli ve münafık iman ve İslâmiyet muarızları ve düşmanları, yarım asra yakındır, Bediüzzaman'ın çürütemedikleri şahsını, yalan ve yaygaralarla hâlâ çürütmeye çabalıyorlar. Maksadları: Risale-i Nur, rağbet ve revaç görüp intişar etmesin, iman ve İslâmiyet inkişaf etmesin. Halbuki, Said Nursî'ye iliştikçe Risale-i Nur parlıyor. Neşriyat dairesi genişliyor. Birer nümune olan yirmibeş sene içindeki hâdiseler meydandadır.

İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidadları nisbetinde, istifade ve istifazalarından doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men'etmeye çalışıyorlar. Bunun için, safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimî görünerek "İfrata gidiyorsunuz" gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı, çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.

Evet, acaba hiç akıl kârı mıdır ki: Din düşmanları, iftira ve yalanlardan ibaret yaygaralarını yapsınlar da, bizler hakikatı izhar tarzıyla müdafaa etmekte susalım? Acaba hiç mümkün müdür ki: İslâmiyet düşmanlığıyla, Üstad Bediüzzaman hakkında zalimane ve cebbarane haksızlıkları irtikâb eden o insafsız propagandacılar, yalanlarını savururken, biz Üstad ve Risale-i Nur'un hakkaniyetini ilân ederek, o acib yalanlarını akîm bırakmaya çalışmayalım? Acaba eblehlik ve safderunluk olmaz mı ki: Kur'an ve imanın hunhar ve müstebid zalim düşmanları; Kur'an ve İslâmiyet'i ve dini Risale-i Nur'la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikatı beyan ve ilân etmekte sükût edelim, susalım veya "Biraz susun" gibi birşeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Aslâ ve kellâ, kat'â ve aslâ susmayacağız ve hem susturamıyacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramıyacaklardır. Bu can bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh bu cesedden ayrılıncaya kadar, bu nefes bu bedenden gidinceye kadar; Risale-i Nur'u okuyacağız, neşredeceğiz. Risale-i Nur'un mahz-ı hakikat ve ayn-ı hak olduğunu ve Bediüzzaman Said Nursî'nin, yapılan ithamlardan tamamıyla münezzeh ve müberra olduğunu, iftiracı ve tertibci, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhar ve ilân edeceğiz.

Konferans 7[değiştir]

Kıymetli kardeşlerim! İslâm tarihinde, altın sahifelerde mevkileri bulunan, büyük ve nazirsiz zâtlar meydana gelmiştir. O misilsiz zâtların tefsirleri ve eserleri, hiçbir Avrupalı feylesofun eseriyle kabil-i kıyas olmayacak derecede emsalsizdir. O büyük İslâm müellifleri ve İslâm dâhîleri, herhangi bir hükûmetin, senelerce ağır bir esaret ve koyu bir istibdadı tahtında olmaksızın, Kur'an ve İslâmiyet'e hakkıyla ve hâlis bir surette hizmet etmişlerdi. Tarihte eşine rastlanmayan bir istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulüm altında ve dehşetli bir esaret içinde bırakılan ve kendini ve eserlerini imha etmeye çalışan din düşmanlarına mukabil, bir şahs-ı manevî olan Bediüzzaman Said Nursî, Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimizin sünnetine tam ittiba' ederek yaptığı dinî cihad-ı ekberinde, beşer tarihinde misli görülmemiş bir tarzda muvaffak ve muzaffer olmuştur.

Bediüzzaman gibi, yüzotuz parça imanî eserlerini şiddetli bir istibdad, tazyikat ve takyidat altında, gizliden gizliye te'lif edebilmek, hem kuvvetli bir takva ve ubudiyete sahib olmak ve hem de bunlarla beraber, harb cephesinde de fedai olarak gönüllü askerleriyle muharebe etmiş olmak ve harb cephesinde, avcı hattında dahi, fırsat buldukça Kur'anın en ince nüktelerini ve hârika i'cazını beyan eden bir Kur'an tefsiri te'lif etmiş olmak ve aynı zamanda nefs mücadelesinde de galib olup, nefsini de dine hizmetkâr yapmak ve hürriyeti gasbedilerek, hücra bir köye sürgün edilip, tecrid-i mutlak ve tarassudlar ve her türlü azablar içinde ablukaya alınıp, engizisyon zulümlerini çok geride bırakan hâkim bir kuvvetin tazyikatı altında, cani canavarların pek vahşi işkenceleri içinde, (Sırran tenevverat) sırrıyla perde altında Risale-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek ve böylece cihanın maddî manevî "Fâtih"i olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sünnet-i seniyesinin bir hizmetkârı olarak, bugün milyonlara baliğ olan bir câmiayı, inayet-i İlahî ile, Kur'an-ı Hakîm'in cadde-i kübrasında selâmetle ilerletmek ve mü'minlerin ve beşeriyetin sadece dünyalarını değil, ebedî saadetlerini temine Risale-i Nur gibi bir eserle vesile olmak; bu mezkûr hususiyetlerin manevî şahsında toplanması, Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî gibi, tarihte hangi bir zâta daha nasib olmuştur acaba?

Evet kardeşlerim! Risale-i Nur, öyle bir ziya-i hakikat, öyle bir bürhan-ı hak ve bir sirac-ı hakikat neşrediyor ve iki cihanın saadetini temin edecek, Kur'an ve iman hakikatlarını ders veriyor ve öyle bir lütf-u İlahîdir ki: Yirmibeş seneden beri çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek, muallimi, feylesofu, talebesi, âlimi, mutasavvıfı gibi, herbir tabaka-i insaniye, bu Nur'un âşıkı, bu Nur'un pervanesi, bu Nur'un meclubu, bu Nur'un muhibbi olmuşlar, bu Nur'a koşmuşlar, bu Nur'un sinesine atılmışlar, bu Nur'dan meded istemişler. Milyonlarca bahtiyar kimselerden müteşekkil muazzam bir kütle, bu nurla nurlanıp, bu nurla kurtulmuşlardır.

Evet kardeşlerim! Mahzen-i mu'cizat ve mu'cize-i kübra olan Kur'an-ı Azîmüşşan'ın hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, o kadar merakâver, o kadar cazibedar, o kadar dehşetli ve muazzam hakikatları ders veriyor ve mesaili isbat ediyor ki; iman ve İslâmiyet'in kıt'alar genişliğinde inkişaf ve fütuhatına medar oluyor ve olacaktır.

Evet Risale-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda ikna' etmiş ve öyle bir itminan-ı kalb hasıl etmiştir ki, milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalaa ettirmiş ve senelerden beri âdeta kendi kendini neşretmiştir.

Aziz kardeşlerim! Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyeti imha için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye'de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsî metodlar takib etmişler ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâm'ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.

Fakat o musibetler, Cenab-ı Hakk'ın imdadı ile, tahrik ve istihdam olunan Bediüzzaman Said Nursî gibi, ihlas-ı tâmmı kazanmış olan bir zât vasıtasıyla, rahmet-i İlahî ile mededres ve şifaresan ve cihanpesend ve cihanşümul bir mahiyeti haiz Risale-i Nur eserlerinin meydana gelmesine sebeb olmuştur. Ve aynı zamanda, Müslümanları uyandırmış; onları halâs, kurtuluş çarelerini aramağa sevk etmiştir. Ebedî âhiret hayatlarını kurtarmak için, hakikî iman derslerini almak ve Allah'a iltica ve emirlerine itaat etmek ihtiyacını şiddetle hissettirmiş ve bu husustaki gaflet ve kusuratı; o musibetlerin ihtar ettiğini idrak ettirmiştir. Zâten insanların, mü'minlerin başına gelen bela ve musibetlerin hikmeti budur.

Evet o ecnebilerin, canavarlar gibi yaptıkları muamele ve zulümler, İslâm dünyasında, hürriyet ve istiklal ve ittihad-ı İslâm cereyanını da hızlandırmıştır. Nihayet, müstakil İslâm devletlerinin teşkilini intac etmiştir. İnşâallahü Teâlâ, Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye de meydana gelecek ve İslâmiyet, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır. Rahmet-i İlahîden kuvvetle ümid ve niyaz ediyoruz.

İşte Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, öyle bir mücahid-i İslâmdır ki; ve te'lifatı Risale-i Nur, öyle uyandırıcı ve öyle halâskâr ve öyle fevkalâde ve cihangir bir eserdir ki: Din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkûr muzır ve habis faaliyetlerini akamete düçar ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını paramparça etmiş ve köküyle kesmiştir ve İslâmî ve imanî fütuhatı, perde altında, kalbden kalbe inkişaf ettirmiş ve Kur'an-ı Azîmüşşan'ın hâkimiyet-i mutlakasına zemin ihzar etmiştir.

Evet Risale-i Nur, o tahribatı Kur'anın elmas hakikatleriyle ve Kur'an-ı Kerim'deki en kısa ve en müstakim bir tarîkle tamir ve o yaraları, Kur'an-ı Hakîm'in eczahane-i kübrasındaki edviyelerle tedavi ediyor ve edecektir.

Hem, masum müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebunu, zalim, hunhar, harîs ve müstebid uşaklarını, hâk ile yeksan edip izmihlal ve inhidam-ı mutlakla mağlub eden ve edecek yegâne çarenin Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın bu asırda bir mu'cize-i manevîsi olan Risale-i Nur eserleri olduğunda, basiretli İslâm mücahidleri ve âlimleri, icraat ve müşahedata müstenid, yakînî bir kanaat-ı kat'iyye ile müttefiktirler.

Evet tarih-i beşer, Risale-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek anlaşılıyor ki: Risale-i Nur, Kur'anın emsalsiz bir tefsiridir.

Evet Bediüzzaman Said Nursî'ye, yalnız âlem-i İslâm değil, Hristiyan dünyası da medyun ve minnettardır ki; dinsizliğe karşı umumî cihadında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma'daki Papa dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürname yazmıştır.

Şimdi Risale-i Nur Külliyatından, iman, Kur'an ve Hazret-i Peygamber (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimiz hakkında olan eserlerden bazı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken, belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta arzedeyim ki, üstadımız Bediüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur'dan bazan okuyuvermek nimetini bahşederken izah etmiyor, diyor ki: "Risale-i Nur, imanî mes'eleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur'un hocası, Risale-i Nur'dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir mes'eleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır."

Okunan Türkçe veya Arabça bir risalenin izahı, başka bir risalede varsa, onu getirtip okuyor. Risale-i Nur'daki gayet ince nükteleri derkeden basiretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risale-i Nur'u cemaata okurken tafsilâta girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa, bu izahatı, Risale-i Nur'un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevab veren hakikatların anlaşılmasında ve tesiratında ve Risale-i Nur'un mahiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için, bazı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.

İstanbul Üniversitesindeki kardeşlerimiz de böyle okuyorlar. Biz de hülâsaten deriz ki: Risale-i Nur, gayet fasih ve vecizdir. Sözün kıymeti; îcazındadır, kısalığındadır. Bir mes'ele-i imaniye ve Kur'aniye umuma ders verilirken, mücmel olarak tedrisinde, daha fazla istifaza ve istifade vardır.

Ey Üstadımız Efendimiz! Umum kadirşinas insanlar Risale-i Nur'u ve sizi ebediyen tebcil ve tekrim edeceklerdir. Tahkikî iman dersleriyle imanımızı kurtaran cihanbaha ve cihandeğer bir kıymette olan Risale-i Nur'u bütün ruh-u canımızla, bütün mevcudiyetimizle seviyor ve tekrim ediyoruz. Bu aşk ve bu muhabbet, bu ta'zim ve bu hürmet, nesilden nesile, asırdan asıra, devirden devire intikal edecektir.

Evet, Risale-i Nur'daki hakaik-i Kur'aniye öyle bir kuvvettir ki: Bu kudret karşısında, küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin temelleri târumâr olacak, inhidam çukurlarına yuvarlanarak geberecektir. Bâki kalanlar, iman ve Kur'an nuruyla felah ve necat bulacaklardır.

Evet dağları, taşları, pamuk gibi dağıtacak, demir ve granitleri yağ gibi eritecek derecede olan bu kuvvet-i Kur'aniye dünyayı nur ve saadete gark edecek. Bu Kur'an, imanların kurtuluşunda, dünyaya hâkim ve hükümran olacaktır.

وَ اۤخِرُ دَعْوَيهُمْ اَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ

Bayram tebriki münasebetiyle bir mektup[değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Üstadımız umum Nur talebeleri kardeşlerimizin ve âhiret hemşirelerimizin mübarek Kurban Bayramlarını tebrik eder ve emsal-i kesiresine saadetler içinde nailiyetlerinize dua eder ve dualarınızı bekler, bu vesile ile biz de selâm ve tebriklerimizi arzederiz.

Elbâki Hüvelbâki

Kardeşleriniz

Nazif, Tahirî, Sungur, Ceylan, Ziya, Bayram, Zübeyr


(Bu bayram tebriki münasebetiyle, Üstadımızın altmış seneden beri tesisine çalıştığı ve şimdiki para ile yedi milyon kadar olan tahsisatını altmış milyona çıkarıp, Avrupa ve Amerika ile meşverette medar-ı nazarları olmuş Medresetüzzehra namında Şark dâr-ül fünununa dair Reisicumhur'a yazdığı mektubunu okuyan Câmi-ül Ezher'in hamiyetli talebeleri, bu münasebetle bir hadîs-i şerifin medar-ı evham olmuş manasını hasta olan üstadımızdan soruyorlar. Üstadmız çok hasta olmasından biz, onun bedeline bu kurban bayramı tebrikine bir ilâve olarak o cüz'î mes'eleyi küllî umumî iki büyük medresenin talebelerinin bir nevi müzakerelerine medar olmak, yani maddî âlem-i İslâmın büyük medresesi olan Câmi-ül Ezher'in talebelerine altı yedi vilayet kadar geniş manevî Medresetüzzehra'nın biz talebeleri o büyük ağabeylerimize ve üstadımız hükmünde olan Câmi-ül Ezher'e yazdığımız bu bayram tebrikine o parçayı da ilâve ettik.)

Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Risale-i Nur, İslâmiyet aleyhinde bin seneden beri teraküm etmiş bütün itiraz ve şübhelere topyekûn iskât edici cevablar veren ve mana-yı zahirîsi şimdiki fenne mutabık gelmiyen müteşabihat-ı Kur'aniye ve hadîsiyenin altındaki, ehl-i aklı hayrette bırakan i'cazın lem'alarını göstererek vaki' şübhe ve evhamları tardeden Kur'anın elinde bir elmas kılınçtır.

Bundan bir müddet evvel Avrupalı bir feylesof, İstanbul'a gelerek imam-hatib ve hâfız mektebinde okuyan talebelerde, Kur'an aleyhinde bir şübhe husule getirmek için bir konferans vermiş. Kur'an aleyhtarı o feylesof, mezkûr konferansında سَبْعَ سَمَوَاتٍ âyet-i kerimesine ilişerek inkâr etmek istemiş. "Sema birdir, başka sema yok, fen bunu kabul etmiyor." demiş. Fakat ertesi gün, Risale-i Nur'un "İşarat-ül İ'caz" arabî tefsirinde kırk sene evvel ona dair verilen cevabı görünce, devam ettireceği o konferansları terkederek İstanbul'dan ayrılmaya mecbur kalmış.

Bu kabilden umum âlem-i İslâmın bir mübarek medresesi olan Câmi-ül Ezher'in kuvvetli iman sahibi talebelerine de bir hadîs hakkında şübhe vererek; onları aklı istimal etmiyerek naklen kabul ettirmek, İslâmiyetin de sair dinler misillü akıl dini olmayıp yalnız nakle istinad ettiğini telkin etmek gayesiyle bu nevi itirazlar Câmi-ül Ezher'de de vaki' olabilir diye hatırımıza geldi. İslâmiyet akıl dinidir. Kur'an-ı Hakîm'in pek çok yerlerinde (اَفَلاَ يَعْقِلُونَ) (اَفَلاَ تَذَكَّرُونَ) (اَفَلاَ يَتَدَبَّرُونَ) âyetleriyle akla havale ediyor. Kur'an-ı Hakîm'in ve keza tercüman-ı zîşanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hadîslerinin hiçbirisi yoktur ki, akl-ı selim ile mütalaa edildiği vakitte akıl onu kabul etmemiş olsun. Belki akıl, hikmeti anladığı vakit hayretinden secde ediyor. Risale-i Nur'da makaleleri neşredilen kırkaltı meşhur feylesoflar tasdik etmişler ki : " Kur'an, aklî ve mantıkî bir dini ders veriyor."

Evet kardeşlerimiz! Kuran-ı Hakîm, şems gibi kendi kendini gösteriyor; kendi kendini müdafaa ediyor. Mütekellim-i Ezelî, her asırda zamanın ihtiyacına göre Kur'anın eline bir elmas kılınç veriyor. O elmas kılınç vaki' şübhe ve itirazları def' ve tardederek Kur'an-ı Hakîm'e gelen şübehatı izale eder. İşte bu asırda da bu elmas kılınç, Risale-i Nur'dur. Risale-i Nur, ihtiyarsız olarak inayet sevkiyle ehl-i küfrün âyât-ı Kur'aniye ve ehadîs-i Nebeviye ve evliyaullahın keşiflerinde gördükleri hakikatlere olan itirazlara cevab vermiştir. O derecede onların hakikatını izhar etmiştir ki, muterizlerin itiraz ettikleri aynı noktalarda, belâgatı ve i'caz lem'alarını isbat ediyor. Âyât-ı Kur'aniyenin, hattâ bazan bir harfinde veya bir sükûnunda i'caz-ı Kur'aniyeyi güneş gibi gösteriyor. Evet, Üstadımız Mu'cizat-ı Kur'aniye Risalesinin başında demiş:

Elde Kur'an gibi bir mu'cize-i bâki varken başka bürhan aramak aklıma zaid görünür.

Elde Furkan gibi bir bürhan-ı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?

Kur'an Hakîm ve ehadîs-i Nebeviyeden müteşabihat ve kinaiyat kısmının âtiyen zikredeceğimiz mana-yı hakikîlerinin beyanından başka; Risale-i Nur'un iman-ı billaha dair çok mühim bir risalesi olan "Âyet-ül Kübra" Risalesinin başında, binler ehl-i inkârın mesail-i imaniyede bir tek ehl-i iman kadar sözlerinin makbul olmadığını ve bir mes'elede bir tek ehl-i ihtisasın sözünün, o meslekte mütehassıs olmayan yüzler âlimin sözüne müreccah olduğunu ve iki ehl-i isbatın, binler nâfîlerden daha ziyade sözlerinin muteber olduğunu isbat ederek diyor ki:

1- "Umumî mes'elelerde isbata karşı nefyin kıymeti yok ve kuvveti pek azdır. Meselâ: Ramazan-ı Şerifin başında hilâli görmek hususunda iki âmi şahid isbat etseler ve binler eşraf ve âlimler görmedik deyip nefyetseler, nefiyleri kıymetsiz ve kuvvetsizdir. Aynen onun gibi; hakikat noktasında imana karşı gelen kâfirlerin ve münkirlerin kesretinin ve zahiren çokluğunun kıymeti yoktur."

2- "Bir fennin veya bir san'atın medar-ı münakaşa olmuş bir mes'elesinde, o fennin ve o san'atın haricindeki adamlar ne kadar büyük ve âlim ve san'atkâr da olsalar, sözleri o mes'elede geçmez ve hükümleri hüccet olmaz ve o fennin icma-i ülemasına dâhil sayılmaz. Meselâ: Büyük bir mühendis, bir hastalığın keşfinde ve tedavisinde bir küçük tabib kadar hükmü geçmez. Ve bilhassa maddiyatta çok tevaggul eden ve gittikçe maneviyattan uzaklaşan ve aklı gözüne inen en büyük bir feylesofun münkirane sözü, maneviyatta nazara alınmaz ve kıymetsizdir."

Buna dair Risale-i Nur'dan "Hikmet-ül-İstiaze" Risalesinde şöyle denilmiştir:

"Bir vesvese-i şeytaniyedir ki: Bir hakikat-ı imaniyeye dair yüzer delail-i isbatiyenin hükmünü, nefyine delalet eden bir emare ile kırmak ister. Halbuki, kaide-i mukarreredir ki: Bir isbat edici, çok nefyedicilere tereccuh ediyor. Bir davada müsbit bir şahidin hükmü, yüzer nâfîlere racih olur. Bu hakikata bu temsil ile bak: Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Birtek kapı açılmasıyla o saraya girilebilir; öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapıları açık olsa, bir-iki tanesi kapansa, saraya girilemeyeceği söylenemez. İşte hakaik-i imaniye, o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır; isbat ediyor, bir kapıyı açıyor. Birtek kapı açılırsa, sair kapıların anahtarları bulunmadığından veyahut gafletle kaybedildiğinden, o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez."

Diğer mühim bir mes'ele de: Müteşabihat ve kinaiyat-ı Kur'aniye ve hadîsiyenin zahir manalarının hakikata muhalif görünmesinden bazı münafıklar itiraz etmişler. Bu mes'eleye her müşkilâtı halleden ve her suale cevab veren Risale-i Nur, gayet mukni' ve kat'î cevablar vermiştir. Yirmidördüncü Söz Risalesinin Üçüncü Dalında, müteşabihat-ı Kur'aniye ve hadîsiyeye gelen evham ve şübhelere karşı "Oniki Asıl ve Esaslar" yazılmış. Herşeyden evvel, şübheye düşenler o esaslı asılları dikkatle okusunlar. Kur'an-ı Hakîm, ondört asırda bütün beşeriyeti

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ

âyetiyle muarazaya davet edip meydan okuduğu halde; ne dost, ne düşman hiç kimsenin, en küçük bir surenin dahi mislini getirmekten âciz kalmalarıyla ve "mukabele-i bil'hurufu bırakıp, mukabele-i bis'süyufa mecbur olmalarıyla" kat'î sabit olan belâgatının muktezası olarak, akl-ı beşerin idrakinden âciz olduğu hakaikı, onların fehimlerine müraat ederek teşbihat ve temsilât ile beyan etmiştir; tâ ki mümkinat âleminde onların misallerini görmekle akılları kabul etsin.

Meselâ: Hâlık-ı Zülcelal'in, koca kâinatı idare ve tedbirini عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى âyetiyle bir padişahın tahtına oturmuş vaziyetiyle temsil ediyor. Çünki akıl ve hayal, mücerred olarak bunu kavrayamaz. Ancak böyle bir temsil libasını, o me'lufu olmadığı manaya giydirmekle zihne ünsiyet ettirir.

Hem Kur'an-ı Hakîm; nimetiyet ciheti, maddesinden kıymetdar olan eşyayı zikrederken, beşerin enzarını Mün'im-i Hakikî'ye celbederek aklın gözünü, mahall-i nüzul-ü rahmet olan semaya dikiyor. Meselâ:

وَاَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَاْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ

âyet-i kerimesi, demirin semadan inzalini haber veriyor. İşte münafıklar şu âyete de itiraz etmişler. "Demir yerden çıkıyor, اَخْرَجْنَا demeli idi" demişler. Risale-i Nur, müskitane cevabında: Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan, demirdeki çok azîm ve ehemmiyetli nimet cihetini ihtar etmek için اَنْزَلْنَا demiş. Çünki yalnız demirin zâtını nazara vermiyor ki, اَخْرَجْنَا desin. Belki, demirdeki nimet-i azîmeyi ve nev'-i beşerin ne kadar muhtaç olduğunu ihtar içindir. Nimet ciheti ise, yukarı ve manen yüksek mertebelerdedir. Elbette nimet, yukarıdan aşağıyadır. Ve muhtaç olan beşerin mertebesi, aşağıdadır. Elbette in'am, ihtiyacın mâfevkindedir. Onun için nimetin rahmetten beşerin ihtiyacına imdad için gelmesinin hak tabiri "inzal"dir, "ihraç" değildir. İlââhir diyor.

Aynen bu âyet gibi dört nehrin Cennet'ten geldiğine dair olan hadîs-i şerif dahi, mana-yı zahirîsi değil, mana-yı maksudu murad ederek o dört nehrin tamamen esbab-ı maddiye haricinde akıp, Mısır'ın kumistanını cennete çeviren Nil-i Mübarek misillü pek azîm niam-ı İlahiyeye işaret için "Cennet'ten geliyor" denmiş.

Bu nevi âyet ve hadîslerde mana-yı zahire bakılmaz. Mana-yı maksud doğru olsa, kelâm sadıktır.

Meselâ: Elsine-i Arabda kesretle müstamel olan durub-u emsallerden كَثِيرُ الرَّمَادِ "külü çok" ve طَوِيلُ النَّجَادِ "kılıç bendi uzun" gibi darb-ı meseller, birincisi sehavete, ikincisi uzun boylu olmaya delalet etmekle; sehavetli ve boyu uzun olmak şartıyla zahiren külü ve kılıncı olmasa da, kelâm haktır ve sadıktır; tekzib edilemez. Risale-i Nur'un, hakkında Cennet'ten geldiğine dair hadîs olan dört nehre dair cevabını neşretmeden evvel, beşerin en beligi ve en fasihi ve مَا زَاغَ الْبَصَرُ ve تَنَامُ عَيْنِى وَلاَ يَنَامُ قَلْبِى hakikatlarına mazhar Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın hadîs-i şerifleri hakkında Risale-i Nur'un "Zülfikar, Mu'cizat-ı Ahmediye ve Kur'aniye" namında ehl-i ilme pek çok lâzım olan ve Peygamberimize ait üçyüzden fazla kat'î mu'cizat ile Kur'an'ın kırk vech-i i'cazını ve haşri isbat eden büyük bir mecmuanın "Mu'cizat-ı Ahmediye " kısmında beyan edilen bir hususu dercedelim:

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; hem beşerdir, beşeriyet itibariyle beşer gibi muamele eder. Hem Resuldür, risalet itibariyle Cenab-ı Hakk'ın tercümanıdır, elçisidir. Risaleti vahye istinad eder. Vahy, iki kısımdır:

Biri, vahy-i sarihîdir ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm onda sırf bir tercümandır, mübelliğdir, müdahalesi yoktur. Kur'an ve bazı ehadîs-i kudsiye gibi...

İkinci kısım: "Vahy-i zımnî"dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası, vahye ve ilhama istinad eder; fakat tafsilâtı ve tasviratı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bazan yine ilhama veya vahye istinad edip beyan eder veyahut kendi ferasetiyle beyan eder. Ve kendi içtihadiyle yaptığı tafsilât ve tasvirat, ya vazife-i risalet noktasından ulvî kuvve-i kudsiye ile beyan eder; veyahut örf, âdet ve efkâr-ı âmme seviyesine göre beşeriyeti noktasından beyan eder. İşte her hadîste bütün tafsilâtına vahy-i mahz nazarıyla bakılmaz. Beşeriyetin muktezası olan efkâr ve muamelâtında, risaletin ulvî âsârı aranılmaz. Madem bazı hâdiseler, mücmel olarak mutlak bir surette ona vahyen gelir. O da kendi ferasetiyle ve teârüf-ü umumî cihetiyle tasvir eder. Şu tasvirdeki müteşabihata ve müşkilâta bazan tefsir lâzım geliyor, hattâ tabir lâzım geliyor. Çünki bazı hakikatlar var ki, temsil ile fehme takrib edilir. Nasılki bir vakit huzur-u Nebevîde derince bir gürültü işitildi. Ferman etti ki: "Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennem'in dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür." Bir saat sonra cevab geldi ki: "Yetmiş yaşına giren bir münafık ölüp Cehennem'e gitti." Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ın belig bir temsil ile beyan ettiği hâdisenin tevilini gösterdi.

Cennet'ten geldiği hadîs-i şerifte bildirilen dört nehre dair gelecek cevab ise, yine "Zülfikar Mecmuasında" Mu'cizat-ı Kur'aniye zeyillerinden Yirminci Söz'ün Birinci Makamındadır. Aynen yazıyoruz:

وَاِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ اْلاَنْهَارُ

Bu fıkra ile, dağlardan nebean eden Nil-i Mübarek, Dicle ve Fırat gibi ırmakları hatırlatmakla, taşların evamir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanüma ve mu'cizevari bir surette mazhar ve müsahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla şöyle bir manayı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azîm ırmakların elbette mümkün değil, şu dağlar hakikî menbaları olsun. Çünki faraza o dağlar tamamen su kesilse ve mahrutî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle sür'atli ve kesretli cereyanlarına, müvazeneyi kaybetmeden birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masarıfa karşı galiben bir metre kadar toprağa nüfuz eden yağmur, kâfi vâridat olamaz. Demek ki, şu enharın nebeanları âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek hârika bir surette Fâtır-ı Zülcelal, onları sırf hazine-i gaybdan akıttırıyor. İşte bu sırra işareten bu manayı ifade için, hadîste rivayet ediliyor ki: "O üç nehrin herbirisine Cennet'ten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler." Hem bir rivayette denilmiştir ki: "Şu üç nehrin menbaları, Cennet'tendir." Şu rivayetin hakikatı şudur ki: Madem esbab-ı maddiye, şunların bu derece kesretli nebeanına kâfi değildir. Elbette menbaları, bir âlem-i gaybdandır ve gizli bir hazine-i gaybdan gelir ki, masarıf ile vâridatın müvazenesi devam eder. İlââhir...

Manası tam bilinmiyen veya mana-yı zahirîsi hakikata mutabık görünmeyen hadîs-i şeriflere edilen bu nevi itirazlar, Kur'an-ı Hakîm'in evham kabul etmeyen kal'asına da gideceğinden, münafıkların medar-ı bahs ettikleri âyât hakkında Risale-i Nur'un verdiği kat'î cevabların bir iki misalini zikrediyoruz:

Evvelâ: Kur'an-ı Hakîm kâinata mana-yı harfiyle bakıyor. Felsefe ise mana-yı ismiyle bakıyor. Kur'an-ı Hakîm eşyayı mahiyet-i zâtiyesinden değil, Sânia delil olduğu cihetten nazara alıp mütalaa ediyor.

Meselâ: وَ الشَّمْسُ تَجْرِى لِمُسْتَقَرٍّ der. Evvel emirde maksad-ı Kur'an, Sâniin azamet ve kudretine delalet için, kâinattaki intizamı zikretmektir. Bu âyetle o intizama delalet ederek, gece gündüzdeki tasarrufat-ı İlahiyeyi ihtar eder. Kozmoğrafya dersi vermiyor ki, medar-ı tekzib olsun. Halbuki لِمُسْتَقَرٍٍّ deki "lâm" bir mu'cizedir ki, Güneşin üç cihetle cereyanını gösteriyor.

Birincisi: Güneşin zahir nazardaki cereyanıdır. Kur'anın birinci saftaki muhatabları avam olduğundan; avam ise, Küre-i Arzın cereyanını değil, Güneşin cereyanını gördüğünden, onların hissini okşamak ve onları hakaik-i Kur'aniyeyi inkâra sürüklememek için, Güneşin zahirî cereyanını zikreder.

İkincisi: Havassa, mihverindeki cereyanını ve o cereyan sebebiyle husule gelen bir kanun-u İlahî olan cazibeyi ihtar ederek seyyaratın ve Arzın hareketlerinin medarı da Güneş olduğunu gösterir. Demek Güneşin mihverî hareketi, zahirî hareketinin çekirdeği manasındadır. O merkezî hareket, zemini çevirmekle, Güneşin zahirî cereyanını hakikatlı ve doğru yapar.

Üçüncüsü: Güneşin manzumesiyle beraber Şems-i Şümus'a doğru hareketine işaret eder.

Hem belâgatta vardır ki, bir kelâmda mana-yı zahirî ya gayet bedihî olmasından, malûmu i'lamın faydasız ve manasız olması cihetiyle veya mana muhal olmasından karinedir ki: Murad, mana-yı zahirî değildir, başka bir manadır.

Meselâ: Sure-i Ankebut'ta

وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

âyet-i kerimesinde لَوْ -i farazî ile "En zaîf ev, örümceğin evi olduğunu -faraza- Kureyş müşrikleri bilse idiler." diyor. En zaîf ev, örümceğin evi olduğu herkesçe malûm ve zahirdir. Öyle ise Kur'an-ı Hakîm, bu لَوْ -i farazî ile başka bir manaya delalet ediyor. İşte o mana da, Risale-i Nur'un keşfiyle, لَوْ -i farazînin iki cihetle mu'cize oluşudur.

Birincisi: Bu âyet, Mekke'de nâzil olduğu cihetle, bir ihbar-ı gaybîdir. Gar-ı Hira'daki hâdiseyi haber veriyor.

İkincisi: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Ebubekir-i Sıddık (R.A.) ile küffarın tazyikından kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Hira'nın kapısında iki nöbetçi gibi, iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi hârika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını örtmesidir ki; örümcek, zayıf ağı ile rüesa-i Kureyş'e galebe etmiştir. Âyet diyor ki: "En zaîf bir hayvana mağlub olacaklarını o müşrikler faraza bilseler, bu cinayete ve bu sû'-i kasda teşebbüs etmiyeceklerdi..."

Daha fazla tafsilâtı Risale-i Nur'da Mu'cizat-ı Kur'aniyede bulacağınız gibi, ehadîs-i Nebeviye hakkında münafıkların ettikleri itirazların neden tevellüd ettiğini ve ehadîsin tabakalarını tam vuzuh ile Risale-i Nur Külliyatından büyük bir mecmua olan "Sözler Mecmuası"ndaki Yirmidördüncü Söz'ün Üçüncü Dalı beyan ediyor.

Hem meselâ: "Dünyanın, Cenab-ı Hakk'ın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsa idi, kâfirler bir yudum suyu ondan içmiyecek idiler." mealindeki لَوْ وَزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللَّهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ hadîs-i şerifin hakikatı şudur ki: عِنْدَ اللَّهِ tabiri, âlem-i bekadan demektir. Evet, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nur, madem ebedîdir; yeryüzünü dolduran muvakkat bir nurdan daha çoktur. Demek koca dünyayı bir sinek kanadı ile müvazene değil, belki herkesin kısacık ömrüne yerleşen hususî dünyasını âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar daimî bir feyz-i İlahîye ve bir ihsan-ı İlahîye müvazeneye gelmediği demektir. Hem dünyanın iki yüzü var, belki üç yüzü var:

Biri: Cenab-ı Hakk'ın esmasının âyineleridir.

Diğeri: Âhirete bakar, âhiret tarlasıdır.

Diğeri: Fenaya, ademe bakar; bildiğimiz marzî-i İlahî olmayan ehl-i dalaletin dünyasıdır. Demek esma-i hüsnanın âyineleri ve mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil, belki âhirete zıd ve bütün hatiatın menşei ve beliyyatın menbaı olan dünyaperestlerin dünyasının, âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir. İşte en doğru ve ciddî şu hakikat nerede? İnsafsız ehl-i ilhadın fehmettikleri mana nerede? O insafsız ehl-i ilhadın en mübalağa, en mücazefe zannettikleri mana nerede?

Risale-i Nur'da beyan edildiği gibi; mecaz ve teşbihler, mürur-u zamanla hakikata inkılab eder.

Meselâ: Sevr ve Hut, (hamele-i arş melaikeler gibi) Küre-i Arza nezaret eden iki melaikenin ismidir. Küre-i Arzın imareti ve maişet-i beşeriye, en ziyade balıkla öküz olması münasebetiyle bir mecaz olarak, Arza nezaret eden o iki melaikeye Sevr ve Hut ismi verilmiş. Koca bir balık ve bir öküz tevehhüm edilmesinin hadîsle hiçbir münasebeti yoktur.

İkincisi: Risale-i Nur, muterizlerin şübhelerini zikretmeden öyle bir tarzda hakikatı beyan ediyor ki; şübheler ve vehimlerin zihne gelmesi ihtimali kalmaz. Bir kısım ülema-i Mütekellimîn gibi, muarızın şübhesini zikrettikten sonra cevab vermek zararlı oluyor. Şübheler zihinlerde iz bırakıyor. Ne kadar kat'î cevab da verilse, nefis ve şeytan o izlerden istifade etmesi cihetiyle; Risale-i Nur, o meslekte gitmemiş. Hiç zarar vermeden kat'î cevab verir. Daha vehmin vücudunun imkânı kalmaz. Yalnız bir iki risale, şeytanın bazı şübhelerini yazmış; fakat o derece kat'î reddetmiş ki, şeytan olmasa idi, müslüman olacaktı...

Hattâ Mu'cizat-ı Kur'aniyede zikredilen ve herbiri birer lem'a-i i'caz gösteren yüzer âyât, medar-ı itiraz olmuş âyetlerdir. Halbuki onları okuyanlarda değil şübhe, hiçbir vesvese ve vehim de hatıra gelmez.

Meselâ فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ âyetiyle; Musa Aleyhisselâm'a karşı muharebe eden Firavun, gark olacağı zaman iman etmiş. Gerçi sekerat vaktinde o iman makbul değil. Fakat o makbul olmayan imana, imanın mahiyetine hürmet için bir mükâfat olarak Cenab-ı Hak, o Firavunun bedenine necat vereceğini haber veriyor. Çünki Firavunların tenasüh mezhebine göre, saadet-i uhrevî yerine şöhretperestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri bâki kalmasını istediklerinden ve o heykelleri ve mumyaları, belki bir ruh bulacak gibi, efsaneleri ile öyle kanaat getirdiklerinden, o Firavunun o zahirî ve makbul olmayan imanına mükâfat vermekle beraber, onların tenasüh düsturlarına binaen mumyalamak kanunlarına işaret eder. İşte bu âyetin bir mu'cizesi olarak, o gark olan Firavun'un cesedi aynen bulunmuş, şimdi Londra'da bir müzede muhafaza ediliyor. Seyyahlar onu temaşa ediyorlar...

Aziz kardeşlerimiz!

Risale-i Nur'un bu husustaki cevablarının bir kısmının hülâsası burada bitti.

Risale-i Nur'un bir nevi çekirdeği ve esasatını havi olan Arabî Mesnevî-i Nuriye, üçyüz büyük sahifeden ibaret olarak çıktı. Size bir nüsha Medresetüzzehra'nın büyük kardeşi olan Câmi-ül Ezher'e bir hediyesi olarak gönderiyoruz. Ehl-i fennin ve bazı münafıkların iliştikleri bu nevi hakaika tam cevabı Arabî Mesnevî-i Nuriye'de ve sizin kütübhanenizde mevcud bulunan Risale-i Nur'un diğer cüz'lerinde bulabilirsiniz. Bu vesile ile, Risale-i Nur'un umum fihristesini ve ehl-i felsefenin içinde boğuldukları harekât-ı zerratın hakikatini beyan eden Zerrat Risalesini de size gönderiyoruz. Ve umum oradaki kardeşlerimize ve size binler selâm ederek hizmet-i diniye ve imaniyede ihlasla muvaffakıyetinize dua eder, dualarınızı bekleriz.

اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Medresetüzzehra Şakirdlerinden

Nazif, Tahirî, Ceylan, Sungur, Ziya, Bayram, Zübeyr

Hasan Feyzi'nin şiiri[değiştir]

Merhum Hasan Feyzi, nurlardan aldığı hakikat dersini, nurlara işaret ederek güzel tanzim etmiş. Lâhika'ya girsin... Said Nursî


Güzel oku! Her zerrede coşkun birer mana var,

Derd ehline bu manada canlar sunan eda var.

Vermek için parlaklığı, gamlı gönül evine,

Bir bak hele, her ciladan üstün olan cila var.

Derin, güzel düşünce ile incelersen bunu sen,

Zaîflemiş ruhlar için dağlar gibi gıda var.

Hem dilersen, tükenmeyen sermaye-i serveti,

Aç gözünü Nurlara bak, işte sana tufan gibi gına var.

Beni tanı, yürü kulum yürü diye bizlere,

Her nefeste şefkat ile Rabbimizden nida var.

Duymuş isen bu nidayı her zerrenin dilinden,

Müjde olsun, artık sana cennet denen safa var.

Uzaklara bakma! "Nurlara bak, yürü!" âlem onun âyinesi,

Görmez misin, her yüzünde aynı renkte ziya var.

Bir güneştir her zerrede cilve yapıp parlayan;

Bilmez misin, sende dahi o edadan eda var.

Eller açıp yürü bugün kana kana Risale-i Nur'dan ışık al!

Aşka uyan, nura kanan her zerrede reha var.

Hüner değil; dostu, düşman; yârı ağyar eylemek

Yâdı biliş yapasın ki, ancak dostta vefa var.

Hünerdir ki; yaprak, atlas; toprak, elmas olmalı!

Çünki bir bak, ne yaprakta ne toprakta beka var.

Kısa görüp denizleri damlalara çevirme;

Hakikatta, her damlada gizli birer derya var.

Damla iken aslın senin, dağı taşı aşarsın,

Hem gökleri keşfedersin, sende ey nur, böyle deha var.

Bir noktayı cihan yap, o cihana hâkim ol,

Zira senin bir noktanda, güneş kadar zekâ var!

Her zerrenin kâ'besidir kalbi yine kendine,

Dikkat eyle, herbirinde yine ancak hüda var.

Sakın Feyzi!. Sen gözünü Hak yüzünden ayırma,

Hakkı gören gerçeklere, hakkı kadar atâ var.


(Denizli Kahramanı Merhum)

Hasan Feyzi

Avrupa'da bulunan mühim bir alimin manzumeleridir[değiştir]

Ey benim has nur-u didem, ruh-u zübdem kardaşım;

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

İstikamet üzre olsun mesleği sevkin bütün,

İstikamet nisbetinde tam gerek şevkin bütün

Zikr ü fikrin uygun olsun rıfk ile vıfkın bütün

Hizmetince olmuyor mu ücretin hakkın bütün

Gayretin mi'yarıdır hep sendeki zevkin bütün

Mü'min-i kâmil isen dinden coşar aşkın bütün

Eskiden vasfındır ey has müslüman sıdkın bütün,

İsm ü resmin ayrı düşsün gayrıdan farkın bütün

Ey benim has nur-u didem, ruh-u zübdem kardaşım ;

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

Ahd-i mü'min: cehdidir hak dinini ihya için.

Cehd-i mü'min: sa'ydir, imanını ihya için

Azm-i mü'min: vakf-ı mevcud, nurunu ibka için

Rezm-i mü'min: bezl-i candır, emrini icra için

Deyn-i mü'min: nar-ı küfrü durmamak itfa için

Din-i mü'min: kinledir her dinsizi imha için.

Vasf-ı mü'min: neşr-i dindir beytini inşa için.

Şan-ı mü'min: hep çalışsın şartını ifa için

Ey benim has nur-u didem, ruh-u zübdem kardaşım;

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

Müslümanım dersin, imanında sağlam sadık ol,

Sıdkına bürhan getir, Hak emrini hep nâtık ol.

Akdini teyid için misakla bağlan, vâsık ol.

İlleti teşhis edip de yap tedavi, hâzık ol.

Fâsık olma, mârık olma, lâhik olma, sâbık ol!

Her cihetten olma dûn, emsaline sen faik ol!

Ehl-i hakka, nur-u hakka, din-i hakka âşık ol!

Sâbıkînin zümresinde kaydın olsun, lâyık ol!

Ey benim has nur-u didem, ruh-u zübdem kardaşım;

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

Gafil olma, müntebih ol, daima ey müslüman,

Aç basarla iç basiret gözlerini her zaman.

Kalbine sığmış senin şu hâkidanla âsuman.

Kendini pek görme âlemlerde dûn u müstehan!

Gerçi nâsut u zemin olmuş sana bir âşiyan,

Lâkin elyak, nazm-ı hakka yine sensin tercüman.

Feyzine müştak felek, manana meftun kudsiyan,

Mutmain ol ki, muinin hep Huda-i Müstean.

Ey benim has nur-u didem, ruh-u zübdem kardaşım;

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

Ey mükerrem Hak kulu, tutmakta kendi nurunu!

Ey mufaddal abd-i âciz, anlayan meş'urunu!

Ey mübeccel cirm-i asgar, borç bilen memurunu!

Ey münevver cism-i ekrem, farkeden makdûrunu!

Ey mümeyyiz akl-ı vâhid, söyleyen meysurunu!

Ey müna'am nefs-i mümtaz, isteyen mevfurunu!

Ey mükemmel ruh-u insan, söyleyen düsturunu!

Ey benim has nur-u didem, ruh-u umdem kardaşım;

Nurdan olmuş, nuru bulmuş, nurla dolmuş nurdaşım!

Hâfız Ali


SAİD NUR'A

Gına bulduk, büyük servet

Gınasından Said Nur'un.

Şifa bulduk, yeter devlet

Devasından Said Nur'un.

Tarîkında zaferyâbız

Şiarıyla şerefyâbız

Şükür Hakk'a feyizyâbız

Duasından Said Nur'un.

Medarında nümudarız

Huzurundan haberdarız

Hübubiyle havadarız

Sabasından Said Nur'un.

Çıkan yoktur zılalinden

Kaçan yoktur cemalinden

Misal aldık hısalinden

Edasından Said Nur'un.

Dürûsuyla muallâyız

Salahiyle müzekkâyız

Musaffayız, murebbayız

Gıdasından Said Nur'un!

Zuhuruyla belâğ gördük

Şuuruyla çerağ gördük

Füyuzuyla şua' gördük

Ziyasından Said Nur'un.

Şerif oldu şerafette

Delil oldu delalette

Biz aldık nur hidayette

Hüdasından Said Nur'un.

Bed olduk biz ve nîk olduk

Saadette şerik olduk

Emir olduk, melik olduk

Hümasından Said Nur'un.

Resulden tam hısal almış

Velilerden mecal almış

Eâli hep makal almış

Nidasından Said Nur'un.

Süleymandan, selim anlar

Ganemden de halim anlar

Fehîm anlar, alîm anlar

Nevasından Said Nur'un.

Ne mizan var, ne de ölçek

Hakikattır bu söz gerçek

Zekâ-ender olan yüksek

Dehasından Said Nur'un.

Kelâm almak, nizam almak

Tamamıyla meram almak

Ne mümkündür makam almak

Sivasından Said Nur'un.

Ne kuvvetli o temyizi

Ne hoş tab'ı dil-âvizi

Uzaklaşmaz tilamizi

Fezasından Said Nur'un.

Gören lâzım, o çağrılmak

Selâmlanmak ve kayrılmak

Kimin haddi hiç ayrılmak

Gazâsından Said Nur'un.

Onun hasmı değil mâric

Onun dostu olur âric

Derim olmaz kalan hariç

Livasından Said Nur'un.

Ne nimettir nur olmakta

Ne rahmettir hür olmakta

Elîmdir pek dûr olmakta

Likasından Said Nur'un.

Vuzuh bulmak, hafâ bulmak

Gelir ondan vefa bulmak

Müyesserdir safa bulmak

Bekasından Said Nur'un.

Alâsından âlî olduk

Velâsından veli olduk

Hafî olduk, halî olduk

Rehasından Said Nur'un.

Seherlerde kanad açtım

Ufuklarda bir iz seçtim

Sehî oldum biraz geçtim

Semasından Said Nur'un.

Hitab ettim umum halka

Kitab yazdım karin hakka

Eser koydum düşüp aşka

Kuvasından Said Nur'un.

Bilad memnun, ibad memnun

İmad memnun, idad memnun

Reşad memnun, cihad memnun

Senasından Said Nur'un.

Bu canlar hep fedamızdır

Onunçün hep ricamızdır

Mezid ömrü duamızdır

Hudasından Said Nur'un.

Hâfız Ali


SAADET O SAİD'E

Feyyaz-ı Ezel verdi saadet o Said'e

Deyyan-ı Ebed koydu hidayet o Said'e

Mevcud eserinden okunur nur-u hakaik

Hak, doğmadan etmişti inayet o Said'e.

Mebzul, medenî bin harekâtında zafer var

İrfan ise nefhetti celadet o Said'e

Dinî nice bin işde o olmuş müteâlî

İman dahi dökmüş ne salabet o Said'e.

Mesbuk, müteâlî hidematında muvaffak

Vaki' her işi açtı selâmet o Said'e.

Hep hârikalarla doludur şanlı hayatı

Hep mu'cizeler yazdı beraat o Said'e.

Âsârını tedkik ediver gör ne feyiz var

Er sen de... Rab erdirdi fazilet o Said'e.

Ahkâmını i'lâya mücahid ne gazâdır

Şâfi' olacak Zât-ı Şeriat o Said'e.

İcrasına her emrini, her nehyini azim

Dareyni saadet kıldı diyanet o Said'e.

Meslekte ilâ-yevm-i kıyam sabit olan Nur

Nur kendisi saçmakta beşaret o Said'e.

Mahsus ona ta'zim ile tekrim sona varsın

Lâyık "heme hürmet ve riayet" o Said'e...

Hâfız Ali

Damla [Sadık Bey][değiştir]

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ دَاۤئِمًا أَبَدًا

Risâletü'n-Nur'un ve Üstâd-ı Azam, ferîd-ül asr Bedîüzzaman Saidü'n-Nursi Hazretlerinin, nurunun tecelliyat-ı şiddetinden ve sabık idarenin din ve din âlimlerini, hususan Üstadımı imha kasdıyla yapageldiği facialardan Afyon hapishanesinin ve Ağır Ceza Mahkemesinin karanlık kâbusunun sıkletinden tereşşuh eden;

Damla

Taşköprü/Kadı köyü

Risaletü'n-Nur talebelerinden

Aciz ve hakir

Muhammed Sadık

Üstad Bediüzzaman Said Nursî Afyon Hapishanesinde iken, Taşköprülü Sadık Bey, Rİsale-i Nurdan aldığı ilhamla, muhabbet, ilim ve hikmet dolu coşkun manzumeler yazıyordu. Bu arada bir de Üstadına olan sevgisini dile getiren bu divançeyi yazdı ve DAMLA adını verdi. "Elif-bâ" tarzında İslâm harfleri ile bölümler halinde kaleme alınan bu divançeyi aynen yayınlıyoruz. Sadık Beyin bu güzel manzumesi, sahasında yazılmış olan orijinal bir vesikasıdır.

Kaynak: Hapishane Mektupları - Necmeddin Şahiner

Damla 1[değiştir]

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ


İsm-i Haktır her işe ibtidâ, hem intiha;

Lafzâ-i Celâldir mü'minin vird-i zebanı, hem hamd ü sena.


ا

Essalâtü vesselâmü sana ey Habîb-i Hüdâ

Doldu cihan nurunla buldu safâ


Dest-i Hakla dikilen bu şecere-i Tûbâ

Yıkılır mı yed-i a'dâ ile eyâ


Demedi mi ol Resûl-ü Kibriyâ

El-ulemâ vereset-ül-enbiyâ

ب

Zatına âyine etti Resulünü ol Mücîb

Zât-ı Hakkın âyinesidir ol Habîb


Âl ve ahfâdıdır Resûlullahın evliya ü aktâb

Vasf olunmaz sıfatları, bu nesl-i pâke elkab


Uy sen de bu kafile-i Nura ol bunlara muhib

Her biri meslek-i hakta hâzık-i tabîb


ت

Üstadımda mündemiçtir hem kiyâset-i necâbet, hem de mehabet

Makamdı ferîdiyet hem mübeşşir-i risâlet


Bu acib asırda beklenen müceddid-i muntazırdır elbet

Pinhân olmuş var bunda bir nice hikmet


Mesleği din ve imâna hem fermân-ı Kur'ân'a hizmet

Meşrebi Sünnet-i Resûlullaha ve muhkemâta riâyet


ث

Ettiler frenk-meşreb bunca halleri ihdas

Eylediler şeâir-i dine bir nice hasarı îrâs


Olmuş ise bu mübarek vatanda belâ, dâhiye hâdis

Vallahi habâsetidir o laînin, buna bâis


Hem Firavun-meşreb idi Nemrud'a da vâris

Rivayet etmedi mi bu ebâlisi ehâdis


ج چ

İnsanlar içinde bu münafık fâcirlere insan denemez hiç

Vatanın harîm-i ismetinde türedi bir sürü piç


Fetk-i hakikatte mâhirdir bunlar, ederler şeriata bâtılı tedmîc

Nûr-ı irfân-ı Kur'ân ve Hakkı koyup küfr-ü mutlakı tervîc


Hem dahi sünneti terk ettirdiler, etti irtidâdı intac

Nihayet bu mütedeyyin evlâd-ı vatanın bir kısmını dininden ihrac


ح

Lâzımdı muhakkak ulemâya emr-i Hakkı halka îzâh

Halk bu emre inkiyatla olurdu ıslâh


Bulur mu böyle nâdân elinde millet felah

Lanet okur bu mütekâtem hakikatlara eslâf-ı ervah


Uyarak nefs ü hevâsına ulemâ dahi, oldu talih

Masonlar, mürtedler buldular fırsat, zaferle oldular fârih


خ

Bazı ulemâ-i sû şeytan gibi ilimde râsih

Nass-ı Kur'ân ve şeâiri tahrifte mul'iz, hem fâsih


Etmediler münkiri, hem mürtedi alenen tevbih

Bu hata da ulemânın ciğergâhına bir mıh


Rûz-ı cezada geçecek bunların boynuna düşah

Bu fasih memsuhlann; mesleği darh, meskeni duzah

Damla 2[değiştir]

د

Her ne ki emretmişse sana Hazret-i Üstad

Hak yolunda uy ona eyle cihad


İsmi Said, kendi said, hali said

İnsan bunun sultanına biatla olur muvahhid


Hem etmektir muradı din ve imanı âbâd

Baş üzre deyip eyle her emrine inkıyâd


ذ

Risâletü'n-Nûrun meyveleri çok lezîz

Hazîne-i Kur'ân'dan edilmiştir bu nur sözler ahz


Kıyas olmaz bir esere asla olamaz şaz

Ferîdü'l-asr, Bedîüzzaman'dır buna üstâz


Pişvâ-i rah-ı Hudâdır, ol sen de ona tilmiz

Ulaştırır saadet-i dâreyne, Nur sözleri tiryâk-i nafiz


ر

Yakışmaz asla Müslüman olana tereddi ve fütûr

Rıza ile teslim ol bu sultân-ı ilme, bul selâmet ve sürûr


Arz eyle ki Üstada beyân-ı hal elverir

Eder lütfunu ibzal, sakınmaz müşfiktir


Hem Kur'ân'ın bir nice nüktesini etti izhâr

Yolu sehildir etmez insanı icbar


ز

Şe'nidir ehl-i hakkı hem muvahhidi etmez ta'cîz

Ehl-i hakka da yaraşan bid'alardan perhiz


Ey nûr-u basar! Yaz kış deme, hem oku hem yaz

Risâletü'n-Nûr eder insanı ser-efrâz


Hak, Üstadımı beyne'l-aktâb kıldı mümtaz

Tarif edemem, hâdimü'l-evliyâ desem yine az


س

Yoktur nur sözlerin cevherinde asla nahs

Korur imânı, hem tersîn eder, olur hâris


İmdâd edip komaz câhilleri bîkes

Bîkeslerin feryadına odur mededres


Huyu mûnisdir, olmalısın sen de ona enîs

Üstâdımdır o sâhip-kırân Saîdü'n-Nûrs


ش

Menkıbe-i nuru yazarken nâgehân geldi bir haber-i nahoş

Eyvah düşürdü elimden kalemi oldum bîhuş


Yine ol kâfir-i gümrâh kati tuğyan etmiş

Mücâhid-i dînin huzur ve sükûnunu selbetmiş


İlhâda hizmettir, meramı ehl-i hakkı eder tevhîş

Şe'nidir laînin dâima kalb-i mü'minîni teşviş


ص

Yâ Rab! halaskâr-ı imânımız Üstadımı zindân-ı esaretten eyle halâs

Ma'den-i fezâil ü ilm-i ma'rifet sultanıdır Üstadım hem ahlas


Şeref-i Ehl-i Beyt ve ma'den-i Risâletten fazl-ı ihsandır bize, etme i'timâs

Süfyân-ı fitneden bunun şerrinden kurtaracak cümleyi ihlâs


Ne tecelli edecek, ne hikmettir bu, edemezsin teşhis

Ye'si bırak Risâletü'n-Nûrun tahrîrine edesin ömrünü tahsis


ض

Ayrılma ecdadının dininden, töresinden, etme Haktan îraz

Târih şahittir buna, dinden ayrılan millet bulur inkıraz


Câzibedârdır bu fitne dâim etmelisin bundan irtiyaz

Yoktur hayaları bu bâğilerin elbette ki sonları irtihaz


Kur'ân diline, hem dinine düşmandır bunlar, dâim ederler ağrâz

Adüvv-ü Haktır bunlar, bunlara da adüvv Cenâb-ı Feyyaz

Damla 3[değiştir]

ط

İlişme Üstada, zinhar; hem uyarak bu mütekâlibeye, etme kadrini münhat

İlişene erişir âfet ü eskam, zelzele ve seylâb veba da musallat


İlişildiği an ediyor bârân belâ şiddetle hebût

Zü'l intikamdır, hazer et hışm-ı Hüdâdan, ibret bize kavm-i Lût


Hem Yahudi hud'asıdır bu, hadîs verdi haber, halleri eşrât

Veyl, ifrat ile irtibat ederek ettin bu cühutları neşât


ظ

Vedîatüllah idi bize bunca mefâhir, lâzım değil idi istihfâz

Kâfi gelmez mi Hazret-i Üstadın bizi ettiği ikâz


Yetişir bu kadar hâb-ı gaflet, geldi vakt-i istîkâz

Elverir artık sahib ol bundan öteyi eyle ihtifaz


Tezkiye-i nefs ve tehzîb-i ahlâka sa'y eyle ki bulasın ihzâz

Görülmüş mü şanlı tarihinde senin bu kadar iğlâz


ع

Çalış, bul eski hali, olma az bir kemâl ile kâni'

Sermaye-i ömr lütf-u Hüdâdır, etme artık bir anını zâyi'


Sakın ha sakın! Uyma yine nefs-i hevâya, terakki hem tekâmüle mâni'

Ecdadına hayrü'l-halef ol! İslâmiyete, hem beşeriyete nâfi'


Pek yapış sünnete, ol Şefîü'l-müznibîndir, olsun sana Şâfi'

Mabudumuz Hazret-i Allah Gaffârü'z-zünubdur, hem rahmeti vâsi'


غ

İlhâdı yaptılar başına tuğ, eyvah ki sen de edersin nûr-i îmanı fürûğ

Men'etti Kur'ân ve şeriat, hatta kabul etmezler dürûğ


Bu menfi cereyanları sök at! Hem ucmî âdetleri ifrağ

Telâfi et hasarı, hem halini eskiye iblağ


Risâletü'n-Nurdur devası bu derdin, beyânı beliğ

Zır ü zeber ediyor temelini küfrün, nursuzları tîğ


ف

Mümkün müdür Risâletü'n-Nûrun evsâf-ı mezayâsını târîf

Gâye-i hilkatin şarihidir Üstadım, hem de muarrif


Hem miftâh-ı Kur'ân'dır, hem tılsım-ı kâinatın muammasına keşşaf

Nûr-u Muhammedîdir (a.s.m.) Üstadımın Risalesinde yanan nur, hem şeffaf


Yakışır mı bize şükrana bedel bunca eltâfa karşı tecdîf

Lanet okur sonra bize evlâd ve ahlâf, hem tarih eder tezyîf


ق

Eyvah ki Üstadımı yine zindân-ı esarete aldı zenâdık

Erişir mi elleri kadere, demek ki kazaya muvafık


Demedi mi Üstad "Dünyanız başınızı yesin" la cereme yiyecek elhak

İbda ederler kizb ve iftira, ömrü olan bu akıbeti görür muhakkak


Dellâl-ı Kur'ân'dır Üstadım, hadimidir, ehlidir, hem elyak

Bu acîb asrın hâdiliğini ihsan etti ona Hak


ك

Sen Sadık! Hak tanımaz, söz anlamaz nâdân idin

Enaniyette boğulmuş hodperest, azgın bir hayvan idin


İsraf ve sefahet, enva-i rezalet ve şekavette puyân idin

Hayıf ki, "elif" ten "ye" ye de hâksar ve perişan-ı hâl idin


Tarîk-i Hak ve necatı Risaletü'n-Nurun nuruyla gördün

Bu sözleri o nurun nuruyla nesc edip, ördün


ل

Risaletü'n-Nuru okuyan görmez asla melal

Tahririne sa'y eyle ki etsin sana hakkını helâl


Açıkla, söyle, hem neşreyle vebali büyüktür, kurtul

Nûr-ı aynın Üstadının teveccüh ve yakînini bul


Sen çek yerine, çekmesin mihen ü elem ol

Üstadına hem köle ol Sâdık, hem kurban ol

Damla 4[değiştir]

م

Kafile-i nurdan ayırdı kaza! Dirigâ, ne olur hâlim

Liyk.! Sermaye-i ömür gidiyor, terk-i taksire çalış, olursun nâdim


Etme tekâsül rıza-i Üstad, vazife-i nura devam, hem ihlas ile kâim

Tabîb-i hâzıktır Üstadım; her derde devâ-i mutabık bulur dâim


Tehî dostum! Yüzüm suyunu dökerek huzur ve Ka'bene varayım

Yazayım hüzn ü melalimi, çi faide! Kalemimle beraber ben de ağlayayam


ن

Kapanır mı dest-i a'dâ ile bâb-ı Yezdan

Her asır zuhur etmedi mi bir nice sultan


Son asrın ilm-i sultanıdır, Üstadım, âsâr-ı Bedîüzzaman

Nihayet irşad budur, sonu âhirüzzaman


Muinimiz Hazret-i Allah, şefîimiz ol Şefîu'l-Müznibîn

Rehberimiz Kur'ân, Üstadımız metin, bütün dualarına Âmin


و

Bâdi-i berbâdın olan kilâb-ı müdâhin ederse de av av

Yok cevherinde cebânet; uyan bu kâbus-u gafletten, eyle pertav


Hem yakışmaz, yazıktır sana! Dünyada zillet, âhirette tamû

İttiba-ı sünnet et! Dakikanı zâyî eyleme yahû


Din ve namusuna sa'y et, ecdadın gibi sen de ol Hakk-cû

Hilkatte ihsan etti bu istidadı Hüdâ! Yeniden eyle nümüv


ه

Küfr-ü mutlakta etti ısrar, o cühûd hem re'yi hatâda

Küfr-ü inâdîden dönmezler tekrar, râh-ı Hakk u sevaba


Uydu halk, o şerîrin fitnesine ve la'bine

Esîr oldu o hilekârın dâm ve iğfâline


Üstadımın umdesidir, dîn-i mübîni bid'alardan tenzih

Din ve imana, fermân-ı Kur'ân'a muhkem kavi ol diye tenbih


لا

Ecdâdına bak! Şan salmıştı cihana, hem de dü bâlâ

Vâ esefâ! Kalmadı sende o şeci' kandan zerresi aslâ


Dön Hak yoluna, onlar gibi sen de edesin kadrini a'lâ

Risâletü'n-Nûr erdirir imanı yakine eder insanı muallâ


Kurtarır seni tâğıye ve nefsin elinden, hem eder kalbi mücellâ

Yok artık diyecek söz, hidâyet etsin sana Mevlâ


ى

Cihâna sultan idin, oldun soysuz denîlere zemmî

Seyfullah idin, tarihe sığdıramazdı, fütuhatını râvî


İdrak et! Terk eyle hatanı, kerimdir ihsan eder yine Bârî

Aldanma! Tarik-i süfyan püsküllü belâdır mekâyidle memlû, hem ne kadar vâhî


Toprak kabul etmedi, lâşe-i süfyan esfel-üs-sâfilîne kaçtı

Yıktı süfyan putunu, tarîk-i necatı Risâletü'n-Nûr açtı

Damla 5[değiştir]

Evsâf-ı Risâletü'n-Nûr beyanı

Risâletü'n-Nûr'dur menbâ-ı ilm ü fazilet hem kaftân-ı celâlet

Rehnümâ-i hakikat maden-i eşmel-i İlm ü ma'rifet


Rehâ-i şükûk resân-ı tarîk-i Hakk ü selâmet

Rumûzdân-ı ehâdis; reftâr-ı istikâmet, hem muhtevi-i hikmet


Halaskâr-ı iman, hem tiryâk-ı maraz-ı bid'a ve dalâlet

Miftâh-ı Kur'ân atâ-ı Sübhân ümmete rahmet


Tarz-ı beyânında var acîb bir güzel belagat

Hayran ediyor bülegâyı ondaki fesahat


Metninde ve mevzuundaki bedi' letafet

Huzme-i nûr nisâr ediyor, hem de hakikat


Budur pazar-ı hakîkat, metâ-ı Kur'ân, müşteri-i ehl-i diyanet,

Almayan münkir, rûz-ı cezada eder sonra nedamet


Mesleği, fermân-ı Kur'ân'a hem muhkemâta itaat

Meşrebi, sünnet-i Resûlullaha riâyet


Maksadı, şerîat-ı garrâ, hem şeâire hizmet

Etti bu uğurda da bir nice âli himmet


İrtidâdı görüp hemân etti cihâda niyyet

Cihâd-ı mânevidir bu, var bunda ulvî nezâhet


Her an ediyor küfr-ü mutlaka amansız savlet

Yıktı temelini küfrün, erişti maksuda nihayet


Umdesidir her türlü riya ve bid'alardan taharet

Risâletü'n-Nûra bîatla bulunur nûr-ı hidâyet


Okuyana veriyor ders-i hakikat, bu sözlere ne hacet

İsme müsemmâ olmaya çalış Sâdık, yakışır insana sadâkat


Taşköp rü/Kadıköyü

Elhakîr

Muhammed Sadık Demirelli

Damla 6[değiştir]

Fazîlet-i Risâletü'n-Nûr - Denâet-i tarîk-i Süfyan mizanı

Zulmet-i cehildir, tarîk-i Süfyan .. Nûr-ı hidâyettir Risâletün-Nûr

Mâye-i musibettir tarîk-i Süfyan .. Sermâye-i saadettir Risâletü'n-Nûr

Püsküllü belâdır tarîk-i Süfyan .. Bir zıll-ı humâdır Risâletü'n-Nûr

Zehr-i memattır tarîk-i Süfyan .. Ab-ı hayattır Risaletü'n-Nûr

Mahv u pâymâl eder tarîk-i Süfyan .. İlâ ve iclâl eder Risâletü'n-Nûr

Hacâlet palanıdır tarik-i Süfyan .. Celâlet kaftanıdır Risâletü'n-Nûr

Zindân-ı esarettir tarîk-i Süfyan .. Gülistan-ı hürriyettir Risâletü'n-Nûr

Menbâ-ı rezâildir tarîk-i Süfyan .. Maden-i fezâildir Risâletü'n-Nûr

Berbad ü perişan eder tarîk-i Süfyan .. Ma'mûr u âbadân eder Risâletü'n-Nûr

İki kardeşi hasm-ı can eder tarîk-i Süfyan .. Hasm-ı cânı ihvan eder Risâletü'n-Nûr

Sade işi teşviş eder tarîk-i Süfyan .. Müşkili teshil eder Risâletü'n-Nûr

Saadeti ihlâl eder tarîk-i Süfyan .. Selâmete îsal eder Risâletü'n-Nur

Ulemâyı tezyif eder tarik-i Süfyan .. Cühelayı tâlim eder Risaletü'n-Nûr

Yıkar, iftihar eder tarîk-i Süfyân .. Yapar i'tizâr eder Risaletü'n-Nûr

Görmez, berbâd eder tarîk-i Süfyân .. Görür, tamir eder Risaletü'n-Nûr

İyiliğe kötülük eder tarîk-i Süfyan .. Kötülüğe iyilik eder Risaletü'n-Nûr

Zinayı ibahe eder tarik-i Süfyan .. Namusu takviye eder Risâletü'n-Nûr

İffeti cefa görür tarik-i Süfyan .. Şehveti azap görür Risaletü'n-Nûr

Zilletler ocağıdır tarik-i Süfyan .. Salâh-i ruh ilacıdır Risaletü'n-Nûr

Felaketler miftahıdır tarik-i Süfyan .. Felahın anahtarıdır Risâletü'n-Nûr

Halktan korkar tarik-i Süfyan .. Haktan korkar Risaletü'n-Nûr

Mizan edildi Sadık tarik-i Süfyan .. Okuyanı teshir ediyor Risaletü'n-Nûr

"Mîzana değer mi mülevves tarik-i Süfyan .. Mağlup olmaz husemâya Risaletü'n-Nur"


Taşköprü/Kadı köyü

Risaletü'n-Nûr talebelerinden

aciz ve hakir

Muhammed Sadık

Talikat'tan bazı parçalar[değiştir]

Müellifi:

Bediüzzaman Said-i Nursî


Tercüme eden:

Abdülkadir Badıllı

1. Parça[değiştir]

Bil ki!.. Bilmiş ol ki; tahkiken mantık ilmi, kanunlu nizamlı bir âlet ve ölçüdür ki: Fikrî hususlarda zihin ona müraat ettiği zaman, onu hataya düşmekten korur. O halde, ilimlerden herhangi birşeye başlayan için, sekiz tane başlıkların marifeti ona istihsanen lâzımdır. Bunlar ise, fihristelendirme, meselelerin icmalen beyanı, o ilim ve fennin ismi (yani manası).. ve onun mevzuu.. ve netice ve hedefi.. ve onun tarifi.. ve herhangi itibarla onun mertebe ve şerefidir. Bu da onun gerek mevzuu itibariyle, ya da neticesi, yahut delili veya rütbesi itibariyledir. Ta ki o şey, yazılanın mevcudundan mıdır? Ya da lafzından mıdır? Veya zihnî bir mevcud mu? Yoksa haricî midir? Bilinmesi lâzım.. Tâ ki tahsil edenin hasılası, onun şeref ve rütbesine göre olabilsin.

2. Parça[değiştir]

Birçok ihtilaflar yüzünden, fikir kendi başına daimi şekilde sahih gidemez. Herkesin aklı da sahih ile sakîmi birbirinden temyiz için kâfi gelmez. O halde akl-ı külle müraat gerekdir. Yani akl-ı umumî olan mantığa müraat etmek lâzımdır ki o, birbirini tefsir eder. Bunu elde etmenin yolu da fikr-i umumîdir. Çünkü onun bazısı bedihî, diğer bazısı da nazarîdir. Evet, tasavvur tasavvurdan elde edildiği gibi, tasdik de tasdikten kazanılır. Zira ki doğumun şartı mücanesetdir. (Yani cinsî münasebetdir). Öyle ise ilim, ya tasavvurdur, ya da tasdiktir.

İşte buradan şu merdivenli basamaklı silsile içinde yükselip gidebilirsin.

3. Parça[değiştir]

Eğer desen: Mantıkçılar birçok zaman hata etmişlerdir. Nasıl olur da mantık ilmi, zihni hatalardan koruyucu nitelikte olur?

Elcevap: Onlar, kolaylaştırıcı olan o sanatı, sun'îlik makamından, tabîilik ve fıtrîlik makamına ikame etmişlerdir. Çünkü sınâat veya san'at ne kadar mükemmel bir tarzda olsa da tabîilik ve fıtrîlik durumuyla müsavi olamaz.

Sonra ilmin mertebeleri heyûlâî olup cisimleşmiş bir derecede muayyen değilken, ama meleke ile üstünde çalışmakla, istifadeli, hadsî ve kudsî bir vaziyete gelebilir. Sonra, nazar yani fikir ise, hilkatteki illetlerin müteselsil olan tertibini keşfettikten sonra, onu tahlil veya terkib etme durumuna getirebilir. Öyle olunca da, neticede ilim ve san'ata kabil olacak vaziyete gelir. Bu durumuyla ilim, bir kavle göre -şartiyet itibariyle- zihni gaflet verici işlerden tecrid etmekle; başka bir görüşe göre, -tahlil işi itibariyle-aklın gözünü ma'kulat canibine tam diktirmekle, (Gözü, görünen eşyaya diktirmek gibi..) Diğer bir kavle göre; -terkib işi itibariyle- iyi anlamak için düşünme ile mülahazayı beraber yapmak ve meçhul şeyin anlaşılmasının, husulü için tezekkür eylemekle.. başka bir kavle göre: -ilmin sureti itibariyle- malûm olan işlerin tertibini yapmakla... Tâ ki meçhule tediye edilebilsin.

İşte bütün bunlardan sonra, matlubun husulü için dört yol vardır.

1. Ya ilham yoludur. Peygamber ve velilerin ilimleri gibi..

2. Ya da mebde' ve başlangıçlara dair hâdiseleri talim etmekledir. (Mülhidlerin görüşleriyle..)

3. Yahut da işrakiyyunların görüşleri ile tasfiye metodudur.

4. Ya da nazar, yani fikir ve düşünce yoludur (hükemanın kavliyle)

İşte, evvelki üç yolun herkes için mümkin olmadığı belli. O zaman elde yalnız nazar yolu kalmış olur.

Fikir ve nazar yoluyla matlubun husulü, mu'tezileye göre tevlidîdir. Yani ihtiyaren üretmedir. Ama Fahreddin-i Râzî'ye göre ise, aklîdir. Feylesoflara göre ise, talim iledir. Ehl-i Sünnetin cumhuruna göre ise, âdîdir. Yani âdet ve görenek sonucudur

Bu halde, netice olarak: Fikir ve nazarın iki hareketi vardır. Birisi: "Tahlilî", diğeri de: "Terkibî"dir. Bunlardan, herbirisi için de başlangıç, hadd-i vasat vusul ve münteha olmak üzere üç mertebesi vardır. Öyle ise tahlil işinin ilmi başlangıcı maddîdir ki ihtiyaren onu tahsil etmektir. Bu ise, herhangi bir vecihle matluptur. Onun orta mertebesi olan hadd-i vasat ise: Henüz terkib vaziyetine girmemiş olan esaslardır.. Ve onun müntehası olan neticesi ise, yüksek vasıflı cinsler, sade olan fasıllar ve evveliyyat denilen usûllerdir.... ilh.

4. Parça[değiştir]

Bil ki!.. Bir şeyin, aklın yanında hasıl olan sureti, zihnin onunla keyfiyetlenmesi ve vasıflanması itibariyle ilimdir. Yani: Nasıl ki bir cam âyine, mülklüğü cihetiyle kâğıt kadar ince bir cam parçası iken, âlem-i misalin bir çeşit penceresi oluyor. Hangi şey olursa olsun onun karşısına koyduğun zaman, âyinenin içi, gerekse sureti o şeyin rengiyle süslenmesi ve onun keyfiyetiyle keyfiyetlenmesi müşahede olunur. Bununla beraber âyinenin melekûtiyet yanı ise, gayet geniş ve derindir. Gayr-i mütenahi eşya onda irtisam edebilir. İşte bu cihetiyle âyine, eşyaya zarf olmuş olur.

Aynen bunun gibi; zihin dahi mülkiyeti cihetiyle Alem-i Gayb'ın bir penceresi iken, hariçte kendisi mevcuttur. Zira zihin denilen şeyin kendisi bedenden bir et parçasıdır ki; ya kafa içinde, ya da göğüstedir. İşte bu da âyine gibi, eşyadan alınan renk ile süslenip, onunla vasıflanıp keyfiyetini aldığı halde; melekûtiyeti itibariyle gayet geniş ve derindir ve hakeza...

İşte, zihin; eğer eşyaya mazruf olduğu haysiyetiyle yani eşyanın zarfı olduğu itibariyle nazara alınırsa, bu defa malûm, mefhum ve medlul vasfını alır. Aynı zamanda bunların müradifi olan mana, müsemma, makul ve maksud gibi keyfiyetleri de alabilir. İşte mantık ilminin mevzuu da budur.

5. Parça[değiştir]

Bil ki!.. Bedihi ve lâzım; ve şartîliği nefyeden şeyin yüzüne olun ilim ve ıttıla' ile, o şeyin bir vecih ile olan ilim ve ıttıla'ı arasında gayet açık bir fark vardır. Zira evvelkisi, ism ve kasdî olup altındakilerin ufak bir inkişafı dahi söz konusu değildir.

İkincisi ise, harfî, tabaî ve ünvanî olduğundan, altındakilere ışık gölgesi düşmesiyle, alaca karanlıklı bir durum alırlar. Demek ki, bir şeye ilim ve ıttıla', her şeye de ilim ve ıttıla'ı lâzım kılmaz.

Hem evvelkisi, şeyin dış yüzüne dair tafsilli bir ilim iken; İkincisi, şeyin icmalî ilmidir. Dolayısıyla birincisi hepsinin toptan bir sureti iken, ikincisi ise tek-tek bütünün suretleridir.

6. Parça[değiştir]

İsnad ve hüküm ise, izafe nev'indendirler. (Yani bir şeyi diğer bir şeye kıyas ederek dayandırmak...) Bu ise, mantıktaki hamliye ve muttasılada olduğu vecihle, ya iki tarafça mütehaliftir. Bundan dolayı cüzleri tabii bir şekilde terettüb ederler.

Yahut da, munfasılada olduğu gibi; iki tarafça uhuvvet gibi müteşabihtir. Ve bunun terettübü ise, sadece vaz'îdir, yani sun'îcedir. Demek ki hüküm, ya doğrudan onundur. Yani her iki tarafın -velev ki birbiriyle münasebetdar da olsa- terettübü icmalen mülahazaya alınmasıdır. Ya da, onun yanındadır, veya ondan birşeydir. Yani her iki tarafın halleri tafsilli bir nisbetle mülahazası yapılabilinir. Onun kaziyesi tahlilden evvel ve sonra yapılamasa da ...

İşte hüküm ve isnadın üç şeklinden birincisi, nakl ve akl ehli arasında müşterekliği varken, üçüncü şekli ise, ikincisi ile has münasebeti vardır. Amma ikinci şeklinde ihtilaflar olmuştur. Hatta İmam-ı Şafiî ile İmam-ı Hanefi dahi... İşte bu mes'elede, nakl ve rivayet ehli demişlerdir ki; "Ceza ve şart, hüküm içerisinde olan bir kayıttır." Akıl ve dirayet ehli ise: "Hayır, belki hüküm, iki taraf arasındaki lüzum itibariyledir" demişlerdir. Böylece muhalefetin semeresi, bir ağacın semereleri gibidir ki; onun meyveleri yapraklarından daha çok olmuştur.

Bu mes'elenin bir örneği olarak, mesela desen ki: "Ben şu şeye mâlik olsam, o zaman o, vakıftır. Yahut da şu hür olan kadını alsam, o zaman benden boştur".

Nakl ehli ve bunların içinde İmam-ı Şafiî'nin re'ylerine göre; bu söz, şer'an hükümsüz bir yemindir. Çünki kaydın illeti cezadır. (Yani neticedir) Bu ise, "Onu buldun ama, onu kabul edecek bir mahalle tesadüf edilemedi. Zira, illetin in'ikadına mahallin kabiliyeti şarttır." (Mâ-sadakı ortaya çıkar.)

Amma mantık ve akıl ehlinin ve bunlardan İmam-ı Âzam[3] Hazretlerinin görüşleri ise; İllet, şartiyetin kendisidir. (Yani hüküm için şartilik yeterlidir.) Çünki şartiyet ise, ona bağlı olanların vücutlariyle takarrür eder. Onun da vücut ve sübutiyle illet in'ikad eder. İllet de in'ikad edince, inikadından beri bekleyen bir mahallin ona muntazır olduğu görülür.

7. Parça[değiştir]

Zihin ile hariç arasında bir nev'i muamele olan iz'an ise, iki taraf ortasında bir münasebet-i tamme gibidir ki, nefsin inkıyadını lüzumlu kılar. Bu noktadan dolayı denilebilir ki; "İman, mantıkî tasdikten terekküb eder."

Hem iz'anın mahkûm-u aleyhi yani (hakkında hükme varılan bir şeyi) tasavvur etmesi lüzumlu bir iştir. Çünkü meçhul-u mutlak bir şey hakkında hükme varmak mümkün değildir.

Burada şöyle bir sual vârid olabilir ki: Hakkında hükme varılması mümkün olmayan şey için de tasdik ve hüküm verilmiş olabilir?

Buna şöyle cevab verilir ki; meçhul-u mutlak olan bir şey, kaidece mantıkta, makul-u sâni ile tabir edilir ki; makul olanın lâzımı olan mahmulü ıskat eder. Bu ise, zihinde ferazîce olanın tipinden olur. Hem harfi olan bir kaziye, ismiyeye.. ve makul-u sâni de makul-u ûlaya tahavvül edebilmesi hükmünce; hakkında hükme varılan şey, böylece bu terkib içinde sahih olur ve kendi cildiyle kaynaşarak tecemmüd edebilir, işte o zaman o iş, malûmun fertlerinden olmuş olur.

8. Parça[değiştir]

Bil ki!.. Şartiyet, ehl-i nakil yanında ve keza şafiîlerde, onun hükmü, tüm cüz'lerinin içerisindedir. Ama ehl-i akıl ve keza hanefîlerin yanında ise, onun hükmü, aralarındaki durumdadır. Bu noktadan dolayı bu ikilerin aralarında mühim bir ihtilaf doğmaktadır. Hatta evvelkiler, öbürlerin zıddına, hükmü şartın mefhum-u muhalifine bina ederler.

Bunun sırrı ise, birinci görüş: Şartın tasarrufunu vuku'da (yani şartlı işin vuku' bulmasında) kabul ederler, ikinci görüş ise, onun tasarrufunu îka'da (yani onu söylemekte) mütalaa ederler.

İşte buradan "mülk" yani köle mes'elesinin tartışması tevellüd eder. Yani mesela, ben desem ki: "Ben şuna mâlik olduğum vakit, o zaman o hürdür." Şafıîce bu söz, hükümsüz bir yemin gibidir, Çünki onlarca şartın cezası, yani neticesi illetin kendisidir. Lakin îka durumunu takyîd etmedikleri için, onu kabul edecek bir mahalle tesadüf edilmemektedir.

İkincilerin yanında ise, îka durumunu kayıtlı saymaları sırrıyla; şartın vukuundan sonra illiyet dahi in'ikad eder. Keza bunun gibi, müstesnalık meselesinde de ihtilafları vâki'dir.

9. Parça[değiştir]

Bil ki!.. "Delil" denilen şey, suret ve şekil itibariyle, mantık ilminin en büyük maksadlarından birisidir ki, ilm-i usûl uleması yanında delil, sade ve basîttir. Dolayısıyla onun ahvalinde nazar, yani fikir icab eder. Lâkin mantıkçıların yanında ise, mürekkeptir. (Yani terkib edilmiş neticedir). Elbette bunun için de tefekkür yeri vardır.

Böylelikle delil; nazar ve fikir yoluyla ahvalinde düşünülüp elde edilen neticedir, ya da onda başka bir hüküm de olabilir.

Böylece: İstidlal, yani delil getirme işi, bir kaç tarzda olabilir.

1. Ya küllî bir şeye, bir mes'eleye cüz'î ile delil getirmektir. (Yani mantıktaki küllî ve cüz'î kaziyeleri ile) buna istikrâ' , yani araştırma denilir ki; ulûm-u Arabiyyenin esası da budur. Belki bütün ilimlerin tahsil başlangıcında da geçerlidir.

2. Ya da cüz'îye, cüz'î ile delil getirmektir ki, buna temsîl denilir. Bu da usul-ü şeriatta muteber olduğu gibi; bütün teşbihlerde de geçerlidir.

3. Yahut da cüz'îye, küllî ile delil getirmektir.. Hatta izafî-i cüz'îye dahi... İşte mantıktaki kıyas mefhumu da budur ki, bütün ilimlerin taliminde de cârîdir.

10. Parça[değiştir]

Bil ki!.. Madem ilmin, her hal u kârda, genel manasıyla onunla olduğu delil; ilmin illeti ve kıvamıdır. O halde neticede dahi öne alınması vacib olmuş olur. Öyle olunca, her iki manasıyla da devir ve müsadere mülahazaları bâtıldır. (Yani ilim, delili, delil de onu var eder değildir. Keza biri, ötekisini zabteder de değildir.) Hem bahsinde bulunduğu maddenin zatça ve keyfiyetçe neticesi ile münasebetdar olması lazımdır.

Eğer desen: Zihin dahi lisan gibi onda suğra ve kübra denilen bürhanlar birbiri ardısıra gelebilir. Böyle iken, bu ikisi (yani bürhanlar) ilimde nasıl müessir illet ve sebeb olabilirler?

Cevap: Fikirler, huzur itibariyle matlublar için ön hazırlayıcı birer illet niteliğinde oldukları gibi; husul ve netice itibariyle de birleştirici ve yaklaştırıcı role sebebtirler.

Eğer denilse: İman kendi lâzımı ile birlikte mantıkî tasdikten ibaret olduğu halde, yine de onunla mükellef kılınmış. Halbuki mükellef olan şey ise, ihtiyarî bir fiildir. Bununla beraber imandaki lüzum, zaruri; onu tasdik etmek ise infiâlîdir. Yani fiile geçme durumudur?

Cevap: Teklif ise, mukaddematın tertibiyledir. (Yani mesela evvelen iman, sonra tevhid, sonra teslim vesaire gibi...)

Eğer desen: Delil ise, bir şeyi sonuçlandırmak üzere, netice için esaslı bir mukaddemeyi istilzam eder. Halbuki delilin kendisi de nazarîdir. Delil ile bir şeyi isbat ettiği zaman, o delil dahi Öylesi bir mukaddemeye mütevakkıf olması gerekir?

Cevap: Şu delil ile isbatlanan mukaddime, nefs-ül emirde tabiî intikal neticesinde, onun içinde şu mukaddime dahi isbatlanmış olur. Çünki ilmin ilmi, zaruretin icab ve lâzımı olmadığı gibi, o delil dahi, ma'kûlat-ı ûlâ tabir edilen fıtrî geçiş kabilindendir.

11. Parça[değiştir]

Eğer desen: Efrad adedince kaziyeler kuvvetinde olan kübra külliyetinin sıdkı hakkındaki ilim, hatta en bedihî şekillerde bile cari olması-ki onlardan birisi neticenin mevzuu olup sonuçlandırmanın şartıdır-. Ki böylesi bir kübranın sıdkına dair olan ilim, neticeye olan ilme mütevakkıftır. Şu ise "devir"den başka bir şey değildir?

Cevap: Ünvan ihtilafının -gerek malûmiyet ve meçhuliyet olsun, gerekse zaruret ve nazariyat olsun- ahkâmın ihtilafında tesiri büyüktür. Öyle ise, neticenin mevzuu, kübra mevzuunun ünvanı altında bazen zarûriyye hükmünü alırken; kendi ünvanı altında ise, nazariye olarak kalır. Hem sonra, sonuçlandırma işinde bazı umumi şartlar vardır. Bunlardan bir nebze -madde ve suret itibariyle - evvelce geçen izahatta geçmiştir. Onun hususiyeti hakkındaki izahat ise, sonra gelecektir.

Umumi şartlardan birisi: Zevceyn arasındaki cinsi münasebet gibi olan tefettündür. (Yani netice ile mukaddime arasındaki münasebet üzerinde birleştirici tarzda düşünmektir.) Ve aynı zamanda kübranın karnındaki neticeyi de mülahaza etmektir.

Hem bil ki; istikra' denilen şeyin, ilmî araştırma için, büyük tesir ve geniş istidadı vardır. Belki istikra', ilimlerin müessisi makamındadır. Hatta aklın meleke bulması husuunda fasl edici ve açıklayıcı niteliktedir. Amma durum böyle iken, onda kısaltma ve ihtisar yapılmış olmakla hakkını vermekte noksan bırakmışlardır.

İşte istikra'ın tesir sahasının bazı köşeleri de şunlardır: Yakîn için faidedarlığı.. ki mantıkta, hali tevatür kadar tesirli olan "tam" ile tabir edilir. Ya da nev'in tabiatına göre, nev'-i vâhidde fikir ve nazar yoluyla az bazı ferdleri tetebbua tabi tutulur. İşte bu durum dahi "yakîn" için faidelidir ki, ona manevî bir hadsin eklenmesine sebebiyet vermiş olur.

Hem istikra', zan denilen galib ihtimal için dahi faidelidir -ki bu, ekser cüz'îyatta tatbik edilen nakıs istikradır-. Zira hikmet ve maslahatın sırriyle, illet ve sebebin merkezi olan aslın üzerine ekserin terettübü neticesinde bâkiliği tahakkuk etmiş olur. Her ne ise, madem bu ilmin uleması onu kısaca geçiştirme yolunda hareket etmişler, biz de onu bu kadarıyla kısa ve muhtasar keselim.

Sonra, temsil denilen şey dahi -eğer mukaddematı yakîni şeyler ise- yakîn için faidelidir. Yani temsil şartlarının varlığı.. tenkid ve kadhın ortadan kalkması.. ve mesleğin yakîniyyeti -ki onunla illiyet isbatlanır-.. ve yakînin bütünüyle benderesi yani umumî liman ve merkezi bulunması., ki buna "zan" ifadesini ıtlak etmişlerdir.

Sonra, temsil için -ki teşbih dahi ondandır- dört rükün vardır.

1. Makîs.. (yani kıyaslandırma),

2. Makîs-i Aleyh.. (yani kıyaslanan şey ile ölçme),

3. Câmi.. (yani toparlayıcı vasıfda olması),

4. Aslın hükmü.. yoksa fer'in hükmü değil. Çünkü o, neticedir.

12. Parça[değiştir]

Bil ki!.. Kıyas-ı temsilinin geniş bir sahası ve yaygın bir mecali vardır, ki ayrı ayrı dallardaki çeşitli ilimlerde ve muhaverelerde de cereyan eder. Lakin bu hususta en yüksek hisse ve alî makam şeriatındır. Yani müctebidlerin kullandığı kıyas metodudur.

İçindeki bazı şartları şunlardır:

1. Müşebbeh-i bih'in (yani onunla kıyaslanan şeyin) hükmü hususilik arz etmemesi..

2. Taabbüdî kısmından olmaması..

3. Müstesnalık durumu olmaması..

4. Taaddi vaktinde (yani hükmün aslından alınıp getirildiğinde) tegayyüre uğrayan kısmından olmaması..

ve daha bunlar gibi...

İçindeki mesleklerinden bazıları da bunlardır:

1. İcmâ'

2. Nass

3. Hükmün müştakk üserinde olduğunun îması

4. Taksim ile sabır kaidesini yürütme imkanı..

5. Salih ve uygun olmayanları tard etme kaziyesi..

6. Aralarında benzerliklerin bulunması..

7. Ayrı ve gayrıyı ve aksi ilga etme durumu..

8. Her iki yanıyla "devr"ı ilga etme keyfiyeti..

9. Merci' ve masdar olan makamı, hususiliklerden arındırmak için ihtisar yolunu ihtiyar etmesi..

10. Merci' ve masdar makamını, gizli olan suretler içerisinde isbatlayıp tahkik eyleme vaziyeti.. Mesela tenbellerin içinde ve nebbâş denilen kabir açan kimselerde hırsızlığı isbat etme gibi..

11. Merci' ve masdarı, yani asıl kaynağı ortaya çıkararak hüküm ile münasebetini izhar eylemek ve onu münasip bir vasıfta göstermek... Yani eğer o vasıf, akıllılara arz olunmuş olsa, telakki ile kabul etmeleri derkârdır.

Bu durum ise, ya hakiki ve aslîdir, ya da iknaî yol iledir. Hakikî ise;

Ya zaruridir ki; beş ana kategoride değerlendirilebilir:

1. Nefs, din, akıl, mal ve namusun muhafazasıdır ki; kısas hükümleri ile münasebettardır..

2. Cihaddır..

3. İçki ve sarhoşluğun şer'î haddinin icrası..

4. Hırsızlığın haddini icra..

5. Namuslu kimselere zina isnadını yapanların ve zina fiilini işleyenlerin üzerinde hadd-i şer'î icrası.

Ya da hâccîdir -yani maksud ve matlub olan işlerdir- ki şeriatın muamelat esaslarında olduğu gibi...

Yahut da istihsanîdir. (Beden, libas ve mekânı) kazuratdan temiz tutmak.. Ve kadın ve köleleri vali ve reis yapmamak gibi şeyler...

Amma iknaî kısmı ise: Mesela necasetinden dolayı içkiyi satmanın şer'an butlanı gibi şeyler... Ve daha bunlara kıyasen düşün!..

Sonra "illet" denilen şey, munzabıt (zabt edilmiş) zahir bir vasıfta bulunandır. Yoksa, seferdeki meşakkat ve kadın rahminin hayız ve nifasdan kurtulması gibi hikmetler değildir. Hem de "illet" bir alâmettir. Onda tesir sahibi, Allah'ın hitabıdır. Nasıl ki mahlukat âleminde müessir-i hakikî sadece Allah'ın kudreti olduğu gibi... Ve daha buna kıyasen düşün!..

Sonra, "Mani" hususu ise, (Yani ıstılahî manada) ya illiyetin in'ikadındandır, ya da illetin illiyetindendir. Yahut da hükmün tertibi, ya da devamındandır. Mesela, madum ve yok olan bir şeyde alışveriş yapmak.. ve hıyar-ı rü'yet ile amel, yani görmeksizin satma ve satın alma.. ve hıyâr-ı meclis ile... Yani (alış verişte) bir meclisin huzurunda olmak ve olmamak muhayyerliği.. ve hıyar-ı şart ile, yani, ayıplı bulunması halinde geri verme veya vermeme muhayyerliği gibi şeylerde.. çünki nasıl ki bazen atılan bir ok veya kurşunun isabet etmeme durumu, yahut ta isabet ettiği halde yaralamaması, ya da yaraladığı halde bazen kanatmaması gibi durumlarda olduğu gibi... Hem kadhlerden bir kısmı ise: (Yani ta'n ve tenkidler) noksanlık, eksiklik., yani malûlün illetten tehallüfü (yani, geri kalması), muaraza, kesr, adem-i teessür gibi... Daha sairlerini bunlarla kıyasla ve teemmül et.

  1. يٰس ‘deki س ism-i hecesiyle bulunmasından, başı س ‘li surelerden sayılmış.
  2. Bu zamanda, böyle bir dava vekilinin, Risale-i Nur olduğuna Risale-i Nur'la imanlarını kurtaran milyonlarca kimseler şahiddir.
  3. Hazret-i Üstad, İmam-ı Âzam'ın dahi mantık ve dirayet sınıfından olduğuna işaret etmektedir. A.B