Risale:Bakara 6: Küfrün Mahiyeti (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
09.07, 7 Şubat 2021 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 17014 numaralı sürüm
(fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)

Önceki Risale: Bakara 5: Müminlerin Hidayeti ve Felahıİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 7: Kalplerin Mühürlenmesi: Sonraki Risale

اِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لاَ يُؤْمِنُونَ[değiştir]

Önceki ayetlerle münasebet[değiştir]

Bu ayetin önceki ayetle olan diziliş vechi:

Evvela bilmiş olasın ki: Zat-ı Ehad olan Cenab-ı Hak Teâlanın kendi ezelî âlem-i sıfatında iki çeşit tecellisi vardır; Celalî ve Cemalî tecellileri... İşte, bu iki tecellî ile ef’al sıfatı aleminde mütecellî olduğu zaman; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezahür ederler.

Sonra, aynı bu iki tecellî ile fiiller alemine mün'atıf olup eğildiğinde; tahliye تَحْلِيَه ve tahliyye تَخْلِيَه tezyin ve tenzih fiilleri doğmaya başlarlar.

Sonra, bu iki tecellî, eserler aleminden alem-i uhreviye intiba' eyleyip tecellîye başladığında, lütuf, Cennet ve nur olarak.. Kahr dahi; Cehennem ve ateş şeklinde tecellî ederler.

Sonra, bu iki tecellî, zikir aleminde in'ikâs'a başlayınca, zikir; hamd ve tesbih olarak ikiye bölünüp ayrılırlar.

Sonra, bu ikisi, kelam aleminde temessül eylemeleriyle, kelam; emir ve nehiy olarak tenevvü' ederler.

Sonra, bu iki tecellî, irşad aleminde irtisam eylemeye başladığında, ikiye bölünerek, bir kısmı; terğip ve terhib.. diğer kısmı da, tebşir ve inzar olarak tezahür ederler.

Sonra, bu iki tecellî, vicdanlara yöneldiğinde; reca ve havf olarak doğmağa başlarlar.. Ve hakeza!..

Hem sonra, irşadın şeni; reca ve havf ortasında muvazeneyi idame ettirmektir ki; reca tarafı; kuvvelerini sarf etmek üzere kişiyi ona çalışmaya davet etsin. Havf yanı ise; onu, kendini gevşek ve serbest bırakmak suretiyle, haddi tecavüzden men'etmeye çağırsın ki, Rahmetten ümidini kesipte hasretkeş bir tarzda yerinede oturmuş olmasın. Aynı zamanda, azab-ı İlahîden emin olmakla, zulme ve laubaliliğe düşmesin.

İşte şu birbiriyle zincirleme tarzında bağlı bulunan hikmettendir ki; Kur'an-ı Hakîm her ne vakit terğibe şürû' eylemişse, hemen arkasında terhibi de eklemiştir. Hem her ne vakit, ebrarın medhini yapmışsa, mutlaka beraberinde füccarın zemmini de getirmiştir.

[s15] Eğer desen: Ne için burada, bu ayette;

اِنَّ اْلاَبْرَارَ لَفِى نَعِيمٍ وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِى جَحِيمٍ

ayetleri arasında yapılmış açık atıf gibi atıfen dirilmemiştir?..

Cevaben sana denilir ki: Atfın güzelliği, münasebetin hüsnüne bakar. Münasebetin güzelliği ise, mesûk-un lehül-kelamın garaz ve maksadının ihtilafıyla muhtelif olur. (Yani kelamın sevk edildiği maksad ve garaza göre, atıflardaki münasebetlerde ihtilaf eder.) İşte, vaktaki garaz ve maksad, burada (yani şu Bakara Sûresi altıncı ayetinde) ve orada (üstteki iki ayette) ihtilaflı oldu; o halde burada atıf istihsan edilmez. Zira, orada mü'minlerin medhi Kur'anın medhine müncer olup ona mukaddeme olduğu gibi; aynı zamanda ona bir netice olarak sevk-i kelam edilmiştir. Fakat burada kâfirlerin zemmi terhib için olduğundan, Kur'anın medhiyle ittisali bulunmamaktadır.

Cümle 1: Şüphesiz inkar edenler..[değiştir]

Şimdi sen, bunları böyle öğrendikten sonra, gel bu ayetin nazmı içersindeki letaiflere de bir nazar eyle!

Ve ilk önce, ayetin başındaki اِنَّ ve اَلَّذِينَ ile bir tanışıver, ünsiyet peyda eyle! Zira bu ikisi Kur'anın bir çok menzillerinde en çok cevelan ve seyeran eden şeyler olarak sana tesadüf ettikleri ve edecekleri gibi; bilmediğimiz bir hikmetten dolayı, Kur'an-ı Hakîm bu iki kelimenin zikrini çokça yapmıştır. Evet, buradaki bu iki kelimenin beraberlerinde (mühim) iki nükte-i âmme bulunmaktadır, ki her bir makama göre de, ayrı birer hususîlikleri olmasından gayri...

Birinci Nükte: اِنَّ ile ilgili belagat nüktesi şöyledir ki: اِنَّ nin şe'ni, karakteri; hakikata nüfuz etmek üzere, sathı delip geçmek ve hükmü ona ulaştırmaktır ki, adeta اِنَّ harfi, da'vanın ırkı ve damarlarıdır da, hak ile ittisal peyda etmiştir. Mesela: اِنَّ هَذَا هَكَذَا Yani: "Şu hüküm ve bu da'va; hayalî bir şey değil, uydurulmuş bir da'va da değil, hakikatsiz itibarî bir mesele de değil, aslî olmayıp ihdas edilmiş bir iş de değil; belki o, carî ve sabit hakaiktandır." Demek ki, tahkik işlerinde kullanılan اِنَّ harfi, şu mezkûr hakikat ve hasiyete unvan olduğu için, ona: "Tahkik ‘inne’si” denilmiştir.

Amma buradaki makama göre اِنَّ nüktesinin hususîliği budur ki: اِنَّ nin şe'ni ve hasiyeti, tahkik aleti olarak şek ve inkârı reddetmek olduğundan; muhatabın yanında bu şek ve inkâr olmadığı halde, bu makamda onun kullanılması; Hz. Peygamberin (A.S.M.) onların (yani, imana gelmemiş kimselerin) imanları için gösterdiği şiddetli hırsa işaret etmek içindir.

İkinci Nükte: اَلَّذِينَ de olan belagat nüktesine gelince, bilmiş ol ki: اَلَّذِينَ nin şe'ni, vazifesi odur ki; göz ile görülmeden önce, akl ile hissedilebilen, amma henüz yeni yerleşmiş ve tam oturmamış, belki bazı eşyanın imtizacından ve bir takım sebeplerin birbirine tutunmalarından -bir çeşit garipliğiyle beraber- tevellüd eden yeni ve taze hakikata işaret etmektir. Bundandır ki; hakikatlerin, yeni yeni gelip tazelenen inkılaplarında, işaret ve tasvirin vasıtaları arasından اَلَّذِينَ lafzı lisanlara en çok kolay gelir ve kelamda onun deveranı en fazla olmuş olur.

İşte, hakikî hakaikin mümessili olan Kur'an-ı Hakîm, vaktaki âlemde tecellî eyledi; bir çok nev'iler (kelam ve ifade nevileri) izmihlal bulup gitti; fasl ve ayrıntıları da tükenip kurudu. Bunların yerinde başka neviler teşekkül etmeye başladı ve başka hakikatler tulu' eyledi. Acaba görmezmisin ki; zaman-ı cahiliyette bütün beyan, ifade ve kelam nevileri nasıl hep kavmî ırkçılığa dayanan milliyetçilik rabıtaları üzerine teşekkül etmiş ve içtimaî tüm hakikatler asabiyet-i kavmiye ve ırkçılık üstüne üretilip gelişmiş idi. İşte vakta Kur'an-ı Hakîm nüzul eyledi; bütün o eski rabıtaları kesti, attı.. Ve o devirdeki umum içtimaî hakikatleri yıktı, harab eyledi. Onların yerine ve bedeline yeni nevileri tesis eyledi, ki fasıl ve ayrıntıları hep Dinî rabıtalardan filizlenip teşekkül eyledi. Feteemmel!

Hem vaktaki Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan nev-i beşer üstüne tulu' edip işrak eyledi; onun nur ve ziyası ile kalbler çiçekler açıp meyveler verdi. İşte kalblerin bu nurlanma ve çiçeklenmeleri ile, nuranî bir hakikat da beraberce husul buldu ki, bu da mü'minler nevinin faslıdır, gurubudur. Amma aynı zamanda, Kur'an güneşinin ziyasına karşı bazı nefisler de, habisliklerinden dolayı taaffün edip kokuştular. İşte bundan da zehirli bir asıl tevellüt etti ki, o da küfür güruhunun bir hassasıdır.

Hem sonra, bu اَلَّذِينَ ile, o اَلَّذِينَ arasında bir tenasüb de vardır.

(Yani bir önceki ayetlerde olan اَلَّذِينَ ile, buradaki اَلَّذِينَ arasında şöyle bir münasebet, bir bağlantı da vardır ki; sûrenin baş tarafındaki iki ayet, mü'minlerin ve hidayet ehlinin evsaf ve ahvalini zikrettiği gibi; burada ise, o evsafın zıddı olan küfrün ve dalaletin denî olan hal ve vaziyetlerini hatırlatmaktadır.) Bunları böylece işittikten sonra, şunu da bil ki: "Elif ve lam" gibi mevsûller (bitiştirici edat) beş çeşit ma'nada kullanılır. Bunların içinde en meşhuru "Ahd" dır. Demek ki buradaki اَلَّذِينَ nin ahdî hali, küfrün sanadid ve sembolleri olan Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Umeyye bin Halef gibilere işarettir. Ve bu işarette, mezkûr keferelerin küfrü ile, küfr içinde devam edip, tâ ölünceye kadar gitmiş olduklarına da işaret vardır. Buna binaen, bu ayette bir ihbar-ı anil-gayb vardır demektir.. Ve işte benzeri gibi nükteler ise, bazı lem'alar; parıltılardır ki; i'caz-ı manevînin dört([1]) nevilerinden bir nev'i onlardan tevellüd eder ve etmektedir.

Amma كَفَرُوا lafzına gelince, bilmiş ol ki: küfür öyle bir zulmettir ki, zarurî ve bedihî olarak bilinen bir şeyin inkarından hasıl olur. Mesela, Resul-u Ekrem Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) Allahın yanından getirdiklerini -bedihî olarak bilinmesine rağmen- inkar etmek gibi...

Sual (16-18)[değiştir]

[s16] Eğer desen: Kur'anın her tarafı ve bütünü zaruriyattan iken, ma'nalarında bazı ihtilaflar düşmüştür?

Cevaben sana denilir ki: Kur'anın her bir kelamında üç kaziye bulunmaktadır.

Birincisi: Bu kelam, Allah'ın kavli, sözüdür.

İkincisi: O kelamdan murad olan ma'na haktır. İşte bu her iki kaziyenin inkârı küfürdür.

Üçüncüsü: Kur'anın kelamlarından her hangi birisi için: "onun murad olan ma'nası budur" olan hükümdür ki, bu hüküm eğer muhkemata aid ise, ya da Kur'anca tefsiri yapılmış ise ([2]) ma'nasına ıttıla peyda olduktan sonra, ona iman etmek vaciptir, inkârı da küfürdür.

Amma eğer o kelam, zahirî bir şey olup, başka ma'nalara da gelme ihtimalli bir nass ise; o takdirde, keyfi olmayan bir te'vile bina edilerek yapılan o inkâr, küfür sayılmaz.

Mütavatir hadisler dahi, bu çerçevede ayet gibidirler. Ancak ayete ait birinci kaziyedeki inkar, Hadise raci' olduğunda küfr olup olmama hükmü için düşünme yeri vardır. Zira, hadiste sübût ve tevatürün sıhhati meselesi bulunmaktadır.

[s17] Eğer desen: Küfür bir cehil, bir bilmezlik olduğu halde,

يَعْرِفوُنَهُ كَمَا يَعْرِفوُنَ اَبْنَاءَهُمْ

denilmiş. Yani: "Peygamberimizi kabul etmeyip inkar eden ehl-i kitap, onu kendi çocuklarını tanıdıkları gibi tanıyorlar" bu ikisi arasında muvafakat ve uygunluk nedir? Nasıldır?..

Sana cevaben denilir: Küfür iki kısımdır. Birinci kısmı: Cehlidir, bilmezliğe dayanır.. İnkâr eder, çünkü bilmez. İkinci kısmı: Temerrüdî ve inadîdir.. Bilir ve tanır, lâkin kabul etmez. Yakîni gelir, tasdik eder, amma vicdanı iz'an etmez. Ve hakeza, feteemmel!

[s18] Eğer desen: Şeytanın kalbinde ma'rifet var mı dır?!.

Cevaben sana denilir: Hayır, yoktur. Zira, onun kalbi, fıtrileşmiş olan sanatı hükmüyle daima idlal etmekle meşgul olduğu, aklı da mütemadiyen küfrü telkin etme tasavvuruyla uğraştığından; hiçbir zaman kalbinden bu meşguliyet kesilmez ve aklından da şu tasavvur zail olmaz, tâ ki marifet gelsin de kalb ve aklına girsin, yerleşsin.

Sual (19-22)[değiştir]

[s19] Eğer desen: Küfür kalbe ait bir sıfattır. Acaba zünnarı kuşanmak ve zünnara kıyaslanmış olan şapkayı başa takmak nasıl küfür olabilir?..

Cevaben sana denilir ki: Şeriat, gizli olan iş ve emirlere, emarelerle itibar eder. Hatta bu gibi mevzu'larda zahirî sebepleri illetler makamında ikame eyler. Buna göre; zünnarın bazı nevileri Rukû'un tamamlanmasına mani' olduğundan kuşanmak; ve Sucûd'un tamamına engel olan şapkayı başa takmak; ubudiyetten istiğnaya alamet olduğu ve keferelere benzemekle, meslek ve milliyetlerini istihsanı îma ettiği için, şeriatce küfrüne hüküm edilmiştir.

İşte, gizli ve saklı vaziyette bulunan bir emr'in, durum veya halin yok olduğuna veya mevcud olmadığına kat'î olarak hükmedilmedikçe, onun zahirdeki alametiyle hüküm edilir.

[s20] Eğer desen: İnzar'ın bir faidesi yoksa, teklif, niçin ve niye olsun?

Cevaben sana denilir: İnzarsız yapılmış olan teklif; hücceti, delili aleyhlerine ilzam etmek ve söz hakkını kesmek içindir. (Bu mesele şöyle izah edilebilir ki: Ayet der: "Ey Resulüm! Küfre girmiş, ya da onda kalmaya azm ile inadlaşmış olanları inzar etsen de, etmesen de imana gelmezler. Ayetin bu zahirî ma'nasına göre, onları korkutarak davet ve tebliğe gerek yoktur. Çünkü faidesizdir. İşte ayetin bu zahirdeki hükmüne göre, inzar ile tebliğ ve davetin yararı olmadan onlara teklif yapılmış gibidir.)

[s21] Eğer desen: Kur'an, kâfirlerin inad ve temerrüdlerini böyle ihbar etmesiyle, imana girmelerinin imtina'ını, yani bir nevi imkansızlığını istilzam eder, o zaman ve o halde onları imana davet etmek muhali teklif etmek gibi olmaz mı?

Cevaben sana denilir: Ayette kâfirlerin küfrünü haber vermek ve ilmen ve iradeten onların öyle olduğunu ve öyle olacaklarını bilip bildirmek ise; sebepten bütün bütün kesilmişçesine, müstakil ve kendi başına kalmış tarzdaki küfürlerine taalluk etmiyor. Belki ancak onların kendi ihtiyarlarıyla olan küfürlerine bakmaktadır.

Bu mevzuda, daha sonra, (Kader ve cüz-i ihtiyarî meselelerinde) sana tafsil verilecektir. İşte buradan ve bu noktadan dolayı denilebilir ki: İhtiyar ve iradenin zarurî varlığı cüz-ü ihtiyarîye münafî olmaz. (Yani insanın yaradılışında zarurî olarak var olan ihtiyar ve irade; güneşteki zarurice var olan ziyayı verme mecburiyetinde olduğu tarzda değil ve insanın cüz-ü ihtiyarîsini kullanmaya engel de değildir.)

[s22] Eğer desen: Kâfirlerin kendi imansızlıklarına inanmaları aklî bir muhaldir. Cezr-ül Asamm-il Kelamî ([3]) denilen kaziyeye benzemektedir. İki zıdd şeyin aynı anda bir arada, bir yerde ictima'larına benziyor?..

Cevaben sana denilirki: Onlar imanın tafsilatını öğrenmekle mükellef değillerdir ki muhal lâzım gelsin.

Cümle 2: Onlar için müsavidir[değiştir]

Sonra, ayetteki كَفَرُوا Lafzının iradında bir fiil-i mazî vardırki; onlar hakkın ayan-beyan tebeyyününden sonra, küfrü kendi ihtiyarlarıyla seç-miş olduklarına işarettir. Bundan dolayı da inzarın artık faidesi olmaz diye işaret veriyor.

Amma سَوَاءٌ lafzı ise, bir mecazdır ki der: "Ey Resul-ü Kerim! Senin onları korkutarak inzar etmen, faidesizlik içinde bir adem-i inzar gibidir." Başka bir ifade ile: "Faidesizliğinden dolayı, ya da sahih olan bir inzarın adem-i vuku'undan ötürü, inzar etmemiş gibi olursun." Yani, o durumda inzar etmek veya etmemek için mucip bir sebep kalmaz ve yoktur.

Amma عَلَيْهِمْ de ise, şöyle bir îma vardır ki; onlar yere, dünyaya ebedî salıverilmişler gibi yapışmışlardır da, başlarını kaldıramıyorlar ki, âmirlerinin sözlerine kulak versinler.

Ayrıca عَلَيْهِمْ de şöyle bir remiz de vardır ki, lisan-ı remziyle der: "Ey Resûl-i Kerim! Tebliğ vazifesini yapmak veya yapmamak hususunda senin canibinden müsavî değildir. Belki müsavilik ise, onlara göre faidesizlik cânibindendir. Çünki, tebliğde senin için hayır vardırki, مَا عَلَى الرَّسُولِ اِلا الْبَلاغ ayeti; tebliğ, Peygamberin (A.S.M.) aslî vazifesidir der.

Cümle 3: Korkutsan da korkutmasan da[değiştir]

Amma ءَاَنْذَرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ ise, başındaki ءَ istifham hemzesi ve ortadaki اَمْ i, burada harfî bir müsavilik hükmündedir ki, ayetin başındaki سَوَاءٌ nün tekidi içindir. Yada, müsavat, üstte zikri geçen iki mânaya gelmişlik ve bölünmüşlüğüne nazaren bir tesisidir.

[s23] Eğer desen: Neden ayet, müsavîliği istifham ve sual suretiyle ibarelendirmiş?

Cevaben sana denilir ki: Sen bir muhataba, işlemekte olduğu bir fiilindeki faidesizliği gösterip bildirmen için, latif ve ikna edici bir vecihle uyarmak istediğinde; senin istifham ve sualci pozisyonuna geçip o faidesizliği göstermen ([4]) lazımdır ki, muhatabın zihni, işlemekte olduğu fiile teveccüh eylesin, ondan da neticeye intikal ederek mutmain olsun.

Hem sonra, istifham ile müsavat arasındaki alâka ve münasebet ise, bu onu, oda bunu tazammun etmiş olmasıdır. Zira sâilin bilgisinde, varlık ile yokluk mütesavîdir. (Yani bilmediği için sual soranın ilim ve bilgisinde sorduğu şeyin varlık ve yokluğu birdir) Hem çoğu kere şu zımnî müsavat, benzeri istifhamlara cevap makamında da oluyor..

[s24] Eğer desen: Neden ayet ءَاَنْذَرْتَهُمْ de inzarı mâzî siğası suretiyle ibarelendirmiş?..

Cevaben sana denilir: Tâ ki, "Ya Muhammed, onu sen tecrübe eyledin" diye nida eylemek içindir... Ve daha buna göre kıyasla.

[s25] Eğer desen: Niçin ayet, اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ şeklinde zikredivermiş? Halbuki inzar eylemekteki faidesizlik zahirdir?

Cevaben sana denilir: Nasıl ki inzar, bazen ısrarı netice verdiği, sükût dahi bazen muhatabı insafa getirmede faideli olduğu içindir.

[s26] Eğer desen: Niçin burada Peygamber (A.S.M.) Kur'an ile yalnız terhib suretinde inzar eylemiş... Halbuki o, hem beşirdir, hem de nezir?..

Sana cevab olarak denilir: Çünkü küfre ve ehl-i küfre münasip ve uygun olanı terhibdir. Hem de mazarratları def etmek, menfaatleri celbetmekten evla olduğu gibi, te'sirce de daha şediddir. Hem çünki buradaki terhib, hayalin meyl ve nazarını ihtizaza getiriyor ve onu îkaz ediyor, ki: لاَ يُؤْمِنُونَ kavlinden sonra اَبَشَّرْتَهُمْ اَمْ لَمْ تبَشِّرْهُمْ ma'nasını ([5]) telakki edip koparsın.

Sonra, şunu da bil ki: Her bir hükmün bir harfî ma'nası ve gizli bir maksadı olduğu gibi; اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ kelamının da, baktığı ve sürüklediği bazı tayyar ma'na ve maksadları vardır ki; o da, Peygamberden (A.S.M.) zahmet ve sıkıntıyı tahfif eylemek ve Risaletin vazifesindeki şiddeti gevşetmek ve geçmiş peygamberlerin ahvallerini yâd ederek, teessî ile, (yani manen onların cemaatlerine katılmak suretiyle) teselli vermektir. Zira, ekser peygamberler aynı bu gibi hitaplarla hitaplanmışlardır. Hatta Hz. Nuh Aleyhisselam, benzeri hitaba muhatap olmasından sonra, şöyle bedduada bulunmuş

([6])لا تَذَرْ عَلَى الاَرْضِ مِنَ الْكَافِرِينَ دَيَّارًا

Hem sonra, Kur'an ayetleri birbirleri içinde görünen ayineler gibi olup, peygamberlerin kıssa ve hikayeleri, kamerin etrafındaki "Hale" tarzında, Peygamberimizin (A.S.M.) haline de bakmaktadır. Onun içindir ki bu kelam, yani: اَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ kelamı, sanki lisan-ı haliyle diyor: Bu bir İlahî Kanun-u Fıtrattır. Ona itaat edip inkiyad etmek zarurîdir.

Sonraki ayetlerle münasebet[değiştir]

Şimdi, buraya kadar yapılan tahlilden sonra, şunu da bil ki: Bu ayetin devamı ve arkasında gelen ayetin sonu وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ ikisi beraber, mecmu'u ile ve ukdeleriyle (düğüm ve ayrıntılarıyla) küfrün takbih ve terziline sevk edip işaret etmekle, ondan nefret ettirme ve zımnen ondan nehyettirme.. Ve ayrıca ehl-i küfrü tezlil eyleme.. Ve aleyhlerinde olan hükmü tescil etme.. Ve ondan terhib ile kaçırma ve aynı zamanda onları tehdid etme gibi ne kadar ma'naları varsa tazammun etmektedir. İşte bu iki ayet, kelimeleriyle şöyle nida eder, der ki: "Küfürde pek büyük ve çok azim musibetler vardır.. Ve hem çok cesim nimetlerin ziya' ve kaybı bulunmaktadır.. Ve hem pek şiddetli elemleri doğurmak vardır...Hem yüksek lezzetlerin zevali derkârdır." Dedikten sonra; cümleleri ile de, şunu tasrih ediyor ki: Küfür, eşyanın en habisi ve en zararlısıdır.

Evet, ayet لَمْ يُوءْمِنُوا ye bedel كَفَرُوا lafzıyla işaret eder ki; onlar (kendi ihtiyarlarıyla) iman etmemeleri neticesinde küfrün zulmeti içine düştüler. Ve işte küfrün o zulmeti ise, öyle bir musibettir ki insanın ruh cevherini ifsad eyliyor.. Ve aynı zamanda o küfür, elem ve azapların da madenidir.

Hem ayet, لاَ يُتْرَكُونَ الْكُفْرَ yerine, لاَ يُؤْمِنُونَ lafzıyla ifade etmesi, işaret eder ki; onlar bütün saadetlerin kaynağı olan "iman" ellerinden düşmüş, gitmiştir.

Hem, bu ayeti takip eden yedinci ayetin başı خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ lafzıyla der ki: Kalb ve vicdanın hayatı, ferah ve süruru ve kemâlatı, ancak nur-u imanla ve hakaik-i İlahiyenin tecellileriyle mümkün iken; küfre sukuttan sonra, o kalb ve vicdan, zararlı ve ısırıcı haşerât ile dolmuş yıkık, harabe ve ürkütücü bir binaya dönüşmüş kalmıştır. Öyle olduğu için de, ondan sakındırmak ve çekindirmek için kapısına kilit vurup, mühürleyerek, akrep ve yılanlara bırakılmak üzere terkedilmiştir.

Hem o ayette وَ عَلَى سَمْعِهِمْ lafzıyle de, küfür sebebiyle; pek büyük sem'î bir nimetin (kulağa ait bir nimetin) elden çıkmış olduğuna da işaret eder. Evet, kulağın şe'ni, vazifesi ise; onun samahının, kulak deliğinin gerisine, arkasına nur-u iman girer yerleşirse ve o kulağın ihsası, hislen-irişi nur-u imana dayanırsa, bütün âlemlerin ses ve nidalarını hissedip duymak ve zikirlerini fehmeylemek; ve kâinatın sayha ve bağrışmalarını işitmek ve tesbihatlarının ma'nalarını anlamak tarzında kendini gösterir. Hatta imanın nuruyla nurlanmış böylesi imanlı bir kulak; rüzgarın esintisinin terennümatından, bulutun raadlarının na'relerinden, denizin mevcelerinin nağamatından, taşların taktakalarının gıcırtılarından, yağmurun nüzulünün şıpıltılarından, kuşların sec'alı ötüşlerinden Rabbani birer kelam tarzında ma'nalar işitebilir ve bunları birer ulvî tesbih olarak fehmeyler. Güya ki kâinat, o insan için büyük bir musikîdir de, kalbinde ki ulvî bir hüznü, ruhanî bir aşkı heyecanlandırmaya vesiledir. Böylece: Dünyadan göçmüş dost ve ahbaplarını hatırladığında hüzünlense de, lâkin bu müfarakatlı hüzün ile beraber, o hüzün bir lezzet olur. Yoksa, ahbapsızlık yüzünden gelen bir hüzün ve gam olarak değil...

Amma eğer -Eliyazübillah- o kulak, küfrün zulmetiyle kararırsa, o zaman bütün o leziz savtlardan, sadalardan mahrum kalmış olarak; kâinattan yalnız matem ağlayışlarını, ölüm feryadlarını işitir. Onun kalbine de yalnız yetimliklerin, ahbapsızlıkların gam ve kederleri; garipliklerin, yalnızlıkların ürküntüleri gelir ve o kalbe ilka olunur. Yani: Sahipsizlik ve müteahhidsizliğin korkunç haletiyle debelenir durur.

İşte bu sırra binaendir ki, Şer'-i İslâm bazı savtları helal saydığı gibi; (Yani ahenkli çalgı veya kaside ve şarkıların bazılarını, yani bunlardan ulvî bir aşkı, hamasî heyecanı veya âşıkane bir hüznü tehyic edip harekete geçiren savtları) helâl ettiği gibi; nefsanî ve şehvanî ve müştehiyata iştihayı kabartan veya yetimane bir hüznü veren bazı kısımlarını da haram kılmıştır. Ve bu kıyasla: Şeriatın sana ismiyle bildirip göstermediği kısımları, sen kendi ruh ve vicdanındaki te'sirleri ile birbirinden ayırdedebilirsin.

Yine aynı ayetin وَ عَلَى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ kelimesi ile de -küfür sebebiyle- göze ve basara mahsus çok büyük ve pek cesim bir ni'metin zeval bulmuşluğuna işaret eder. Çünkü basarın şe'ni ve işi odur ki; onun nuru imanın nuruyla ziyalandığı zaman; ve gözün pencereciğinin arkasında yerleşen ve gözü harekete geçirmede yardımcı olan nur-u imanla ittisal peyda ettiği vakit; bütün kâinat, bu gözün sahibine, çiçekler ve hurilerle tezyin edilmiş olan bir cennet gibi olur da, o imanlı gözün nuru bir balarısı kesilerek, o cennetin çiçekleri üstünde uçar gezer. Ve o çiçeklerden ibret ve fikret, ünsiyet ve tanışma, sevişme ve tebrikleşme usaresini, şiresini koparır, alır, toplar, dağarcığını doldurarak getirir; vicdanda insanî kemâlat balı olarak ambarlar.

Amma eğer -Allah korusun- o göz, küfrün zulmetiyle kararır körleşirse, artık mahv olmuş olur da; dünya ona bir hapishaneye döner.. Ve o halde bütün nuranî hakikatler, şirin ma'nalar ona karşı gizlenir; kâinat ona bir vahşetzar vaziyetini alır. Onun kalbine de, baştan ayağa kadar vicdanını ihata eyleyip sarmış olan elem, azap ve ürküntülü vaziyetleri ilka eyler.

Amma وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ ise, alem-i uhrevîdeki Cehennem azabını ve gazab-ı İlahînin nekâlini semere verecek olan şu küfrün zakkum ağacının semeresine bakar, gösterir.

Amma لاَ يُوءْمِنُونَ ise, سَوَاءٌ meselesinin müsavîlik cihetine nassen bakan bir te'kiddir.

Önceki Risale: Bakara 5: Müminlerin Hidayeti ve Felahıİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 7: Kalplerin Mühürlenmesi: Sonraki Risale

  1. Dört nevi i'caz-ı manevî şunlardır: "Umûr-u kevniyedeki gayb, Hakaik-i İlahiyedeki gayb, Mazîdeki gayb.. ve Müstakbeldeki gaybdır. (Âsâr-ı Bediiyye, Rumuz Risalesi 2.Baskı sh: 132) -Mütercim-
  2. Merhum Molla Abdülmecid'in tercümesinde: "Eğer Kur'anın başka yerlerinde beyan edilmiş ise" tarzındadır. -Mütercim-
  3. Cezr-ül Esamm-ül Kelamî mağlatası şöyle izah edilmiş: Önce bu cümle üç kelimeden ibarettir; Cezr, esamm ve kelam. Lugatçeleri: Cezr, asl ve kök demektir. Esamm,mübalağalı sağırlık... Kelam, konuşma demektir. Bu üç kelime terkiple birleştiği zaman, ma'nası "sağır köklü kelam" olur. Hesap işlerinde, "Cezr-ı esamm": kesirsiz olarak istenen sayıyı hasıl edemeyen rakam demektir. Ama mantık ıstılahında ise bu, "Cezr-ül Esamm-ül Kelamı" mugalata ve şaşırtma işlerinde kullanılan darb-ı mesel gibi bir şeydir. Yoksa iddia edildiği gibi "halli çok müşkil" falan değildir. Sa'd-ı Taftazanî'nin mantıka dair "Metnütteehzib" eserine haşiye olarak yazdığı "Tezhib-ül Mirî ala Celal-id Demmanî" isimli kitapta, ayrıca Molla Sadreddin Yüksel'in elyazısıyla kendi "İşarat-ül İ'caz" nüshasının burasının -nereden aldığını bildirmeden- kenarına haşiye tarzında yazdığı tarifinde ve ayrıca "Keşşaf-ü Istılahat-il Fünûn" eserinde hülasa olarak şöyle tarif edilmiş: "İki nakîzin içtima'ı vaki' olabilir." denilmiş. Mesela birisi dese: Benim şu saatte söylediğim söz yalandır. O saatte o adam bu sözden başka bir şey söylememiştir. Bu durumda eğer o söz, yalanlı değil, doğru ise, hem yalan hem de doğru olması lazım gelir. Çünki, her iki tarafın da içinde bulunma imkânı vardır. O halde her iki takdirde de içinde ictima-ı nakîzeyn lâzım gelir.. Ve hakeza uzunca tarifler edilmiş. -Mütercim-
  4. Rivayet edilir ki: Hz İmam-ı Ali (R.A.) görüyorki; abdest alan bir adam, bazı yanlışlıklar yapıyor. İmam-ı Ali o adama der ki: "Ben bir abdest alayım, bir bak, doğru alabiliyor muyum" diyerek abdest almaya başlar. O suretle o adam yanlışlıkları anlar,öğrenir. Bak: Hikemiyat-ı İmam-ı Ali.-Mütercim-
  5. Onları müjdelesen de müjdelemesen de...
  6. “Ya Rab, artık bunlardan, yeryüzünde gezip tozan hiç kimseyi bırakma, kahreyle!" (Nuh Suresi, 71/26.) Hz. Nuh (A.S.)'ın kavmi, yapılan tüm inzar ile tebliğe karşı, taraflarından gelen kesin cevab ile küfürleri aşikare, zahir olduktan sonra, Hz. Nuh (A.S.) bu bedduayı yapmıştır. -Mütercim-