Risale:Bakara 2: Kur'anın Hidayeti ve Şüphesizliği (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
08.35, 7 Şubat 2021 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 17009 numaralı sürüm
(fark) ← Önceki sürüm | Güncel sürüm (fark) | Sonraki sürüm → (fark)

Önceki Risale: Bakara 1: Huruf-u Mukattaaİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 3: Allaha İman - Namaz - Zekat: Sonraki Risale

ذلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ[değiştir]

Mukaddime: Kelamın Hüsnü[değiştir]

Ey aziz, bilmiş olasın ki: Kelam'ın hüsnünü, güzelliğini parlatan, ışıklandıran belağatın bir esası da; cümlelerin heyetleri olan kelimeleri, birbirleriyle cevaplaşmaları, kayıtlarının her biri diğerleri ile çağrışım içinde olması ve maksad-ı aslîye doğru birbirlerinin ellerini tutup götürmesi ve her hepsinin -takati nisbetinde- maksada imdad ile yardımda bulunması iledir. Bu ise, adeta vadilerin akıntılarının toplandığı bir göl, ya da etraflardan gelen suları kendi içine çeken bir havuz misali gibi olur. Böylelikle:

عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَ حُسْنُكَ وَاحِدٌ وَ كُلٌّ اِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ

sözünün ([1]) bir tasdikçisi ve bir timsali olur.

(İşte azab-ı İlahîyi şiddetli göstermek için) Bir misal olmak üzere, azabın en azını çok büyük göstererek, daha büyüğünün derece-i şiddet ve azametini göstermek için; heyetleriyle azlığa bakan şu gelen ayete dikkatle bak:

وَ لَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ

işte bu ayet, az azab ile korkutarak ayıltmaya sevk ettiği için, zıddın zıddan in'ikası sırrıyla; (yani, çokluğun zıddı olan azlıktan çoğu çıkarmak) taklil ve azlığı ele almıştır.

İşte bak, nasıl اِنْ deki teşkik azlığa elini uzatmış bakıyor. Ve مَسَّتْ de, اَصَابَتْ yerine مَسَّ yi kullanması ile, yalnız bir küçük koklama ve azıcık bir dokunma ile, nasıl azlığa işaret ediyor. Keza نَفْحَةٌ nun cevherinde, sigasında ve tenvinindeki "Masdar-ün merretün" deki ifadesiyle, küçük ve hakir görmeklik dahi, nasıl da kılleti telvih ediyor.. Ve مِنْ deki ba'ziyet, nasıl da kıllete ima ediyor.. Ve "nekâl" yerine عَذَابِ yi alması, nasıl kıllete remzediyor.. Ve رَبِّ isminin ifade ettiği şefkat ile, nasıl yine azlığa işaret ediyor... Ve daha buna göre kıyas et ki; cümledeki bütün kelimelerin vaziyet ve heyetleri, nasıl kendi hâs olan cihetleriyle, asıl maksada imdat ediyor ve ona bakıyorlar. İşte, bu ayete sairlerini kıyas eyle!..

Cümle 1: Şu kitap ki, onda şüphe yoktur[değiştir]

(HÜRMET VE TA'ZİM HAKKINDA BİR MİSAL)

Evet, bilhassa

الۤمۤ .. ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

(ayetin kelimeleri ta'zim etme, azim gösterme maksadı üzerinde aynı maksada yürümüşlerdir.) Zira şu ayet, Kur'anın medhi için ve ona kemali ispat etmek üzere zikredilmiştir. Ondandır ki, şu maksad üzerine ayetin kelimeleri birbirleriyle cevaplaşmış ve birbirlerinin ellerini tutmuşlardır. İşte bunun ispat ve izahı ise; bir veche ve bir kavle göre "Kasem" olan الۤمۤ kelamı ve ذَلِكَ nin işareti ve mahsûsiyeti (hissettirmekliği) ve aynı zamanda uzağı gösteren karakteri; ve الْكِتَابُ deki "Elif, lam"; ve لاَ رَيْبَ فِيهِ ile ispatı için yapılan tevcihtir.

İşte bak, ayetin her bir kelimesi nasıl ki, ta'zim ve ihtiram maksadına imdat ediyor ve maksad ve garazdan kendine düşen payeyi alıp ona bırakıyor. Aynı zamanda -ince ve dakik olsa da- kendi altındaki dayanak delillere de remz edip şeffaflaştırıyor.

İşte, eğer istiyorsan; الۤمۤ ile yapılan "Kasem" de teemmül eyle!([2]) Çünki o, Kur'anın hürmet ve ta'zimini te'kid ettiği gibi; altındaki mezkûr olan letaiflerin inkişafını icap ettiren duruma nazarı tevcih etmekle; remz ile gösterilmiş olan davaya burhan ve delil olsun diye ta'zime de işaret etmektedir.

Hem sonra: Sıfat ile zat'a rucû' ve dönüş hasiyetli olan ذَلِكَ deki işarete nazar eyle! Ta, bilesin ki o, ta'zim ve ihtiramı ifade ettiği gibi; aynı zamanda onun delillerine de telvih etmektedir. Çünki: ذَلِكَ ile, yada الۤمۤ ile ta'zimi yapılmış Kur'ana işarettir... Veyahut Tevrat ve İncilde müjdelenmiş olan zat'a (Resul-ü Ekrem A.S.M.) bakmaktadır. İşte bak ki, الۤمۤ in baktığı ve onunla kasem edilen şey (Kur'an), ne kadar a'zam.. Ve Tevrat ve İncilin müjdeledikleri Zat (A.S.M.), ne kadar ekmeldir. Ve sonra: ذَلِكَ de emr-i ma'kulu, hissî işaretle göstermesindeki vaziyete nazarı çevir de bak, tâ göresin ki; bu vaziyet, ta'zim, ehemmiyet ve ihtiramı ifade ettiği gibi; aynı zamanda zihinlerin mıknatıs gibi ona müncezip olduğu ve nazarların üzerinde yığıldığı olan Kur’an, herkesin hayalini kendisiyle meşgul olmaya zorlamaktadır ki hayalin müracaatı halinde, arkasından gözlerin ayan-beyan görebileceği derecede tezahür etmiş olarak Kur'anın sıdkına, kat'îlik ve şeksizce itimadına ve ayrıca gizlilik ve örtülüğe davet eden za'fiyet ve hileden teberrisine lisan-ı hal ile remz eylemektedir.

Sonra: ذَلِكَ den müstefad olan bu'diyette tefekkür eyle ki, o ذَلِكَ Kur'anın sair kemal taraflarını gösteren ve bildiren pek yüce rütbesini ifade eylediği gibi; deliline de şöyle ima eder ki: "O Kur'an, emsali olan sair münzel kitapların sülük ettikleri yol ve üslûptan uzaktır. Şu halde, onun makamı, ya hepsinin altındadır, ki bu bilittifak batıldır. Öyle ise o, mutlaka hepsinin üstündedir.

Ve sonra: الْكِتَابُ deki ال in vaziyetini düşün bak; yine kemali ifade eden Hasr-ı Örfîyi dile getirdiği gibi; muvazene kapısını da açarak, şöyle bir telmih ile baktırır ki: "Kur'an-ı Hakîm bütün münzel kitapların mehasin'ini kendisinde toplamakla beraber, onlarda bulunmayan bir çok hakaiki de cem' eylemiştir. Öyle ise: Kur'an hepsinin en ekmelidir.

Ve Sonra: الْكِتَابُ ile yapılan ta'bir'in (yani "Kitap" ile tavsif etmenin) üstünde de az dur da bak, gör ki: bu kelime, telvih yoluyla nasıl da diyor: "Kitap okuma ve yazma işi, kıraet ve kitabet ehli olmayan şu ümmî'nin sanatı, eseri elbette olamaz. Öyle ise?!..

Amma لاَ رَيْبَ فِيهِ cümlesinde ise, iki vecih vardır. Yani, zamîr'in irca'ı (döndürülmesi) ya hükme ait olur, ya da kitaba... (yani فىِ deki zamir ile: "Onda şek, şüphe yoktur" diyor. Bunun zamiri "onda" kelimesidir.) İşte bu zamir, ya "Kur'anın kemalinde şek, şüphe yoktur" olan hükmüne.. Ya da, "kitapta"ya raci' olur.)

Birinci görüşe göre olsa, -İmam-ı Sekkakî'nin- "Miftah-ül Ulûm" eserinde kabul ettiği vecihtir ki, o zamir hükme raci'dir. O durumda: "yakinî ve şeksiz olarak" ma'nasında olur ki, bu da Kur'an'ın kemalinin isbatına dair hükmün bir ciheti ve bir tahkiki olmuş olur.

Eğer ikinci görüşe göre olsa; -Zemahşerî'nin "Keşşaf” isimli tefsirindeki re'yi üzere- Zamir, kitaba raci' olduğunda ise, kemalinin sûbutunu tekid olmuş olur. Ve her hepsinin müşterek görüşlerine göre de, لاَ رَيْبَ nin verdiği hüküm altından

وَاِنْ كُنْتُمْ فِى رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَاْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ

ayetinin meydan okuyuşunu gösteriyor ve hâs deliline de remzediyor.

Hem لا deki istiğrak ise, umum şek ve şüphelerin i'dam edilip yok olmuş olması sebebiyle, adeta şu gelen beyti inşa edip okuyor.

وَ كَمْ مِنْ عَائِبٍ قَوْلاً صَحِيحًا وَ اۤفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ

(Yani sahih, sağlam ve doğru bir sözü de ayıplayıp şaibelendirmek isteyenler olabilir. Ama o ayıp ve kusur, o sahih olan sözde değil, belki hasta ve sakim olan fehimlerden neş'et etmektedir.)

Keza, bu لا harfi işaret eder ki; bu yer, mahall ve makam, şek ve şüpheleri doğuracak kabiliyette olan bir makam değildir. Zira etraf u hududlarda öyle nişan ve emareleri ikame eylemiştir ki: Her canipten birbirleriyle söyleşip nida ediyor ve hucûm eden şüpheleri def ve tardedip kovuyorlar.

Amma فِيهِ deki zarfiyete ve sair arkadaşları olan مِنْهُ ve لَهُ gibileri yerine فىِ ile tabir edilmesindeki vaziyete gelince; nazarların batına, derinliklere dalıp nufûz edilmesine ve zahir nazarda sathına konabilen evhamı tardedip uçuran hakikatlere işaret etmek içindir.

İşte ey tahlil canibinden gelen terkibin kıymetini bilip ünsiyet peyda eden ve اَلْكُلِّ nün كُلٌّ den farkını idrak edebilen arkadaş! Gel, nazarını topla, bütün o kayd ve heyetlere birden bak! Ta, göresin ki; nasıl o kayd ve heyetlerin her birisi müşterek maksada -hâs delili ile birlikte- hissesini ilka eyliyor.. Hem gör, bak ki: Nasıl cânib ve taraflardan belagatın nuru fışkırıyor!.

Sual: Bu ayetin cümleleri arasında atıf olmamasının sebebi?[değiştir]

Ey aziz bilmiş ol ki

ذَلِكَ الْكِتَابُ لاَ رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

ayetinin cümleleri arası atıf halkalarıyla irtibatlandırılmış değildir. Zira, bu cümleler arasında ittisal, bitişiklik ve teânuk şiddetlice bulunup, her birisi sabıkının kuşağını ve lahikinin eteğini tutmuştur. Buna göre, cümlelerinin her birisi, bir cihette her hepsinin birden delili olduğu gibi; başka bir cihette her birisi, tek tek her birisinin neticesi oluyor. Demekki bu ayetin üzerinde, içice sarılmış ve birbirine girmiş "Oniki münasebet" iplerinden dokunan i'cazın cevahiri nakışlanmakta olduğu anlaşılıyor.

Eğer bu hususta daha biraz izah istiyorsan; gel, şu gelen tahlilde de teemmül edip bak ki: الۤمۤ meâliyle münkirleri şöyle muarazaya davet ediyor ve diyor: "Gelin bakalım, Kur'an ile muarazaya! Hani meydana çıkanınız yok mu?" gibi olan mukadder bazı cümlelere ima ettiğini göresin. İşte bu muaraza davetine mukabele edip cevaplayacak güce sahip kimsenin bulunmadığını ispat ile ilandan sonra. Kur'anın mu'cize olduğunu birlikte telvih ediyor.

Ve keza, ذَلِكَ الْكِتَابُ nün ma'nasında dahi gel, bir tefekkür eyle ki: Bu kitap, arkadaşları olan sair kitapların üstündeki kemali, fazileti ve hakaikının daha çokluğu ve bunların tafsilatları gibi noktalarda ziyadelik ve üstünlük kazanmış ve artık onları gömmüş olduğunu tasrihten sonra, telmih yoluyla diyor ki: "Kur'an mümtaz ve müstesnadır, ona erişilemez, benzeri yapılamaz."

Sonra: لاَ رَيْبَ فِيهِ cümlesinde de tedebbür eyle, bak! Nasıl ki açıkça Kur'anın şek ve şüphelere mahall olacak bir şey olmadığını söylediği gibi; aynı zamanda nur-u yakîn ile münevver olduğunu da ilan ediyor.

Ve sonra: هُدًى لِلْمُتَّقِينَ nın ifade ettiği hidayet kalesi içine de gir ve nazar eyle ki: Kur'an sana tarik-i müstakimi zahir ve ayan bir tarzda gösterdiği gibi; kendisinin hidayet nurundan tecessüm etmiş bir pırlanta-i İlahiye olduğunu da sana ifade etmektedir.

İşte, bütün bu işaretler, imalar ve telmihlerin her birisi ilk ve zahir ma'nalarıyla umum arkadaşlarına burhanlar oldukları gibi; ikinci ma'naları itibariyle de tek tek her birisi onlara netice olmuş oluyorlar.

Şimdi burada, bir numunelik misal olmak üzere, ayetin cümleleri arasında bulunan geçmiş "on iki" rabıtalardan sadece üçünü zikredeceğiz, tâ ki sen de diğerlerini bunlara kıyaslıyabilesin.

İşte: الۤمۤ Yani: şu Kur'an bütün muarızlarına tehaddî ile meydan okumaktadır. Öyle ise bu Kur'an, kitapların en ekmelidir. Öyle ise o şeksizdir, yakinîdir. Zira kitabın kemali yakin iledir. O halde O, beşer için tecessüm etmiş bir hidayettir.

Sonra: ذَلِكَ الْكِتَابُ Yani o Kur'an, ilim ve kemalce emsalinin kat kat fevkindedir. Öyle ise, o mu'cizdir..

Yahutta, o Kur'an mümtaz ve müstesnadır. Zira, içinde şek ve şüphe yoktur. Çünki o, müttakilere sahih ve sağlam yolu göstermektedir.. Ve daha sen kalan kısımları istinbat eyle!

Sonra: هُدًى لِلْمُتَّقِينَ Yani ki: O Kur'an insanları dosdoğru tarik-i müstakime irşad ediyor. Öyle ise o, yakinîdir; öyle ise o, mümtazdır; öyle ise mu'cizedir.

Cümle 2: Müttakiler için hidayettir[değiştir]

Şimdi sadedin tahlili:

Amma هُدًى لِلْمُتَّقِينَ cümlesi ise, bilki; bu kelamın güzelliğinin menba'ı "Dört Nokta" dandır.

Birinci Nokta: Müptedanın hazfedilmiş olmasıdır ki; içindeki ittihadın hükmü (müpteda ile haber arasındaki ittihadın hükmü) müsellem, kesin olduğuna işarettir. Öyle ki, müptedanın zatı, adeta haberin içersinde mevcuddur. Hatta öyle ki, zihinde bile cümlenin müpteda ile haberi arasında adeta muğayeret yok gibidir. (Mesela: Müpteda için اِذْ اَنَّهُ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ gibi, haberden önce bir müptedayı getirmemiştir.)

İkinci Nokta: İsm-i failin masdar ile tebdil edilmiş olmasıdır; (Yani هُدًى masdarı yerine هَادِى ism-i failini getirmemiş olmasıdır) şöyle bir remze bakar ki, diyor: "Hidayetin nuru tecessüm eylemiş, Kur'an cevherinin kendisi olmuştur. Nasıl ki kızıl'ın rengi tecessüm edince "Kırmız"a([3]) kesildiği gibi...

Üçüncü Nokta: هُدًى nin tenkiridir. Zira bu tenkirde, Kur'anın hidayeti son derece ince olduğuna, hatta bu inceliğin künhüne erişilemeyecek derecede dakik olduğuna bir imadır. Aynı zamanda bu "Nekire"; Kur'an hidayetinin ilim ile ihata edilemeyecek derecedeki vüs'atinin sonsuzluğuna da ima etmektedir. Zira, menkûriyet" ya incelik ve gizlilik ile, ya da ihatayı aşan vüs'at ile alâkadardır. İşte, bu noktadandır ki; bazen "Tenkir", tahkir için olduğu gibi, bazen de ta'zim ve hürmet için de kullanılır.

Dördüncü Nokta: لِلْمُتَّقِينَ deki icazdır.

Yani: اَلنَّاسُ الَّذِينَ يَصِيرُونَ مُتَّقِينَ بِهِ cümlesine ([4]) bedel, îcazlı olan لِلْمُتَّقِينَ yi kullanması ile, "Mecaz-ül Evl "([5]) ile tabir edilen ilk mecaz ile îcazlandırmıştır.

Bu îcaz ise, hidayetin semerelerine ve te'siratına bir işaret olduğu gibi; aynı zamanda hidayetin vücudunu isbat eden "Bürhan-ı innî " ye de remz etmektedir. Çünkü herhangi bir asırda yaşamış bir dinleyici, geçmiş asırlarda cereyan etmiş hadiselerle veya ma'nalarla kendi fehim ve anlayışı hususunda istidlal ettiği gibi; onun lâhikıda onunla istidlal edebilirler.

Sual 10[değiştir]

[s10] Eğer desen: Beşerin güç ve takati haricindedir diye kabul edilen Kur'anın belagatı, şu az ve sayılı noktalar sebebiyle nasıl tevellüd edebiliyor? Meydana gelebiliyor?.

Cevaben sana denilir ki; Yardımlaşmada ve içtima'da acip bir sır vardır. Çünki birbirine in'ikâs etme sırayla; mesela üç şeyin güzelliği biraraya gelip içtima’ eylese, beş güzellik gibi olur. Beş şeyinki bir araya gelse, on tane gibi olur.([6]) On şeyin güzelliği birleşse, kırk gibi olur ([7]) zira her bir şeyde bir in'ikâs çeşidi ve bir temessül derecesi vardır.

Evet, nasıl ki iki âyinenin arası cem'edilse, yani karşı karşıya getirilse, bu iki ayine içinde bir çok ayineler görünecek... Yahutta, bu iki âyinenin arasını lamba ile, ışık ile aydınlatırsan; in'ikasın şualarıyla ziyaları artarak çoğalacaktır. Aynen bunlar gibi (Kur'anın i'cazına dair ince) nükte ve noktaların dahi içtima' etmeleriyle, öylesi in'ikasın sırrıyla, ayinelerin mezkûr misal ve vaziyetini göstereceklerdir.

İşte bu sırr ve hikmettendir ki; her kemal sahibi ve cemal mâliki olanlar, kendi emsalleriyle inzimam etmeye ve kendi benzerlerinin elini tutmağa fıtrî bir meyli kalbinden hissedip duyarlar, tâ ki o emsal olan kemal ve cemallerle güzelliğine bir güzellik daha katılsın. Hatta bak ki; taş bile, taşlığıyla beraber kemerli kubbelerde, onları yerlerine yerleştirip koyan ustanın elinden çıkar çıkmaz, birbirlerinden koparak düşmekten alıkoymak üzere eğiliveriyor ve başını eğiyor ki, arkadaşının başıyla teması olsun. Demek ki, teavun sırrını idrak edemeyen insanlar, taştan da camiddirler. Zira taşlar, taş iken arkadaşına yardım için eğilip tekavvus ediyorlar.

Sual 11: Müfessirlerin İhtilafı[değiştir]

[s11] Eğer desen: Hidayet ve belagatın şe'ni güzel ifade ve beyan olduğu ve netlik ve vuzuh ve zihinleri çatallaştırmadan muhafaza etmek iken; şu müfessirlere ne oluyor ki, bu ayet gibi diğer benzeri ayetlerde dağınık ihtilaflara düşüyor ve bir çok muhtelif ihtimalleri izhar ediyor ve birbirinden uzak bir çok ma'na vecihlerini beyan ediyorlar. Acaba bütün bunların arasında hak olanı nasıl tanınacaktır?

Cevaben sana denilir: Dinleyiciden dinleyiciye değişen telakkilerle, bazen olur ki bütün o ihtimal ve vecihler dahi hak olabiliyor. Zira Kur' an-ı Hakîm yalnız bir asrın ehli için nazil olmuş değil, belki bütün asırlara hitap etmektedir. Hem insan tabakalarından yalnız bir tabakaya veya bir sınıfa bakıyor değildir. Belki beşerin bütün tabaka ve sınıflarına bakmaktadır. Elbette beşerin bu ayrı ayrı tabaka ve sınıflarının her birisinin, Kur'anın ma'naca fehim ve anlayışından birer hissesi ve birer nasibi olması lazımdır. Hal böyle iken, nev'-i beşerin fehim ve anlayışı derece derece muhteliftir.. Ve zevki çeşit çeşittir.. Ve meyli taraf taraf dağınıklık göstermektedir.. Ve istihsan ve takdiri vecih vecih ayrılmaktadır.. Ve lezzeti çeşit çeşit tenevvü' ediyor.. Ve tabiat ve mizacı kısım kısım tebayün ediyor. İşte buna göre, insan kitlelerinden mesela bir taifenin nazarı, mezkûr cihetlerden bir cihetini istihsan ederken, başka bir taife onu hoş görmeyebiliyor.. Ve yine mesela: Bir tabakanın lezzetlendiği bir şeyi, başka bir tabaka ona tenezzül etmeyebiliyor.. Ve hakeza kıyas et!

İşte bu sırr ve hikmettendir ki; Kur'an-ı Hakim hâs olan hazfleri ([8]) -ma'na itibariyle umumîleştirmek için- çoğaltmıştır, tâ ki herkes kendi zevkinin ve istihsan anlayışının muktezasına göre takdir edebilsin. Yani, Mukadder olan bir ma'nayı çıkarabilsin. Buna binaen: Kur'an-ı Hakîm, âyet cümlelerini öyle bir tarzda dizerek nazmetmiş ve her birisini öyle bir mekana vaz'edip yerleştirmiştir ki; muhtelif fehimlerin anlayışlarına müraât etmek için onun cihet ve yanlarından bir çok muhtemel vecihler ve pencereler açılmaktadır ki, tâ her bir fehim kendi hissesini alsın ve hakeza, buna göre kıyasla! İşte bu hale binaen, caizdir ki; bütün o ayrı ayrı vecihlerin tamamı Kur'anca mûrad edilmiş olabilsin. Lâkin ulum-u arabiye kanunları onu reddetmemesi; ve belagatın onu istihsan etmesi kaydı; ve maksad-ı Şeriat'ın usûlünü beyan eden ilmin onu kabul etmesi şartıyla...

İşte bu nükteden zahir olmuş oluyor ki; i'caz-ı Kur'anın vecihlerinden bir kısmının nazm ve dizilişi, ayrı ayrı her bir asrın ve çeşit çeşit her bir tabakanın anlayışlarına göre, ayrı ayrı birer üslub ile gelmiş ve kalıba dökülmüştür.

Önceki Risale: Bakara 1: Huruf-u Mukattaaİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 3: Allaha İman - Namaz - Zekat: Sonraki Risale

  1. İbare ve ifadelerimiz, ayrı ayrı üslûpta da olsa, senin hüsn ü cemalin bir tanecik olduğu için, bütün o ayrı ayrı ibarelerimiz yalnız o biricik cemale bakıp işaret ederler.
  2. Bu tahlil, çok mühim ve pek azim ilmî bir mevzu'dur. Fakat çok mücmel ve ziyade îcazlıdır. Bizim de onu layıkı vecihle açıp izah edecek güce sahip olmayışımızdan, iyicesine anlaşılması biraz güç olmuştur. -Mütercim-
  3. "Kırmız" Arapça bir kelime olup, küçük bir böceğin dışkısından elde edilen bir çeşit boyadır. Belki Türkçedeki "kırmızı" kelimesi de bundan alınmış olabilir. -Mütercîm-
  4. Arapça cümlenin Türkçesi: "O insanlar ki Kur'anın hidayetiyle müttakî oluyorlar"
  5. Geniş bilgi için bak: İmam Sekkakînin "Miftah-ül Ulûm" sh: 356'ya; ve ayrıca muallim B. Bistanînin "El-Muhit-ul Muhit”ine bak. İşte "Mecaz" birkaç ma'na ve mevkide kullanılır ve birkaç şekli vardır. Mesela; Arabî uleması yanında "mecaz" hakikatin hilafı olan şeydir. Beyan ilmi uleması yanında ise, aslının hakikati olmayan lafızlarda kullanılır. Buna göre, mecazın hem müfredi hem de mürekkebi vardır. Müfredine "luğavî mecaz" denilir ki kullanılan kelimenin irade ettiği ma'na ile bir alakası olması lazım. Bu alaka bazen benzerlik gösterir, bazen de göstermez. Benzerlik göstermezse, ona" mecaz-ı mürsel" denilir. Bir de “istiare mecaz ı” vardır. Bu mecazın sadece hakikatle bir benzerliği vardır. Bir de "mecaz-ı aklî" vardır ki bir fiili, ya da fiil ma'nasında olan bir şeyi herhangi bir libasta bir hakikata isnad etmektir. Bunun da dört çeşidi bulunur. Bu dörtler iki taraflıdır; bir tarafı hakikî, bir tarafı da mecazîdir. Hakikî tarafın misali için انبت الرّبيع الباقلة bahar baklayı inbat eyledi, yeşertti. Mecazî tarafı için فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ "ticaretleri kâr etmedi" denilir. İşte mecaz-ül evl için اَنْزَلْنَا عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا (üzerlerine bir sultan, yani bir delil indirdik.) üslubuyla tarif edilir. -El Muhit-ül Muhit- sh. 136 B. Bistanî- -Mütercim-
  6. Bu gibi ince meselelerin beyanları, bir ilim ve tecrübenin ifadeleridir. İn'ikas ve temessül ilmi, erbabı yanında meşhûddur. Araştırmacı bir muallim -bununla ilgili olarak- ayna parçalarını kestirerek, bu sırrın maddî vaziyetini bulmuş ve ayrıca grafiklerle ortaya koymuştur. -Mütercim-
  7. Bürhan-ı innî ile Bürhan-ı limmî mantık ilminin iki İstılahıdırlar ve şöyle izahlıdırlar. Bûrhan-ı innî deki "inne" subût ve vücudun katiliğinde kullanılır. "Limmî" ise, لِمَ kelimesinden alınmıştır. Yani: Bu iş böyledir dendiği zaman, لِمَ denilir. Yani: "Niçin Öyledir"in cevabı olarak, getirilen isbat delillerine bir isim olmuştur. -Mütercim-
  8. “Hazf” lugatta silme, kesme, giderme ma'nasında ise de, ıstılahta, o yerde bilcümle, kelam veya kelimenin örfen bulunması lâzım iken, yazılmamış olmasına denir. -Mütercim-