Risale:İkinci Kısım Mektuplar (Emirdağ-2)
Önceki Risale: Birinci Kısım Mektuplar ← Emirdağ Lahikası-2 → Üçüncü Kısım Mektuplar: Sonraki Risale
(Üstadımızın çok evvel yazmış olduğu zîrdeki mektubu, şahsî nüfuz temin ve dini siyasete âlet etmek ittihamlarına tam bir cevap olduğundan kararnameye ilhak edilmiştir.)
Konuşan Yalnız Hakikattir[değiştir]
Risale-i Nur’da ispat edilmiştir ki: Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani insan bir sebeple bir haksızlığa bir zulme maruz kalır, başına bir felaket gelir, hapse de mahkûm olur, zindana da atılır. Bu sebep haksız olur, bu hüküm bir zulüm olur. Fakat bu vakıa adaletin tecellisine bir vesile olur. Kader-i İlahî başka bir sebepten dolayı cezaya mahkûmiyete istihkak kesbetmiş olan o kimseyi bu defa bir zalim eliyle cezaya çarptırır, felakete düşürür. Bu, adalet-i İlahînin bir nevi tecellisidir.
Ben şimdi düşünüyorum. Yirmi sekiz senedir vilayet vilayet, kasaba kasaba dolaştırılıyorum. Mahkemeden mahkemeye sürükleniyorum. Bana bu zalimane işkenceleri yapanların bana atfettikleri suç nedir? Dini siyasete âlet yapmak mı? Fakat bunu ne için tahakkuk ettiremiyorlar? Çünkü hakikat-i halde böyle bir şey yoktur. Bir mahkeme aylarca, senelerce suç bulup da beni mahkûm etmeye uğraşıyor. O bırakıyor, diğer bir mahkeme aynı meseleden dolayı beni tekrar muhakeme altına alıyor. Bir müddet de o uğraşıyor, beni tazyik ediyor, türlü türlü işkencelere maruz kılıyor. O da netice elde edemiyor, bırakıyor. Bu defa bir üçüncüsü yakama yapışıyor. Böylece musibetten musibete, felaketten felakete sürüklenip gidiyorum. Yirmi sekiz sene ömrüm böyle geçti. Bana isnad ettikleri suçun aslı ve esası olmadığını nihayet kendileri de anladılar.
Onlar bu ittihamı kasden mi yaptılar yoksa bir vehme mi kapıldılar? İster kasd olsun, ister vehim olsun; ben böyle bir suçla münasebet ve alâkam olmadığını kemal-i kat’iyetle yakînen ve vicdanen biliyorum. Dini siyasete âlet edecek bir adam olmadığımı bütün insaf dünyası da biliyor. Hattâ beni bu suçla ittiham edenler de biliyorlar. O halde neden bana bu zulmü yapmakta ısrar edip durdular? Neden ben suçsuz ve masum olduğum halde böyle devamlı bir zulme, muannid bir işkenceye maruz kaldım? Neden bu musibetlerden kurtulamadım? Bu ahval adalet-i İlahiyeye muhalif düşmez mi?
Bir çeyrek asırdır bu suallerin cevaplarını bulamıyordum. Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki benim suçum: Hizmet-i Kur’aniyemi maddî ve manevî terakkiyatıma, kemalâtıma âlet yapmakmış.
Şimdi bunu anlıyorum, hissediyorum, Allah’a binlerle şükrediyorum ki:
Uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve manevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma manevî gayet kuvvetli manialar beni men’ediyordu. Bu derûnî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu. Herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a’mal-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men’ediliyordum. Rıza-yı İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.
Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tabi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’an dersi vermek lâzımdır ki küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalaleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin.
Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.
Yoksa komitecilik ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı çıkan bir şahıs en büyük manevî bir mertebede bulunsa yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs dehasıyla, hârika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.
Allah’a binlerce şükürler olsun ki yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında, kader-i İlahî ihtiyarım haricinde, dini hiçbir şahsî şeye âlet etmemek için beşerin zalimane eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. Sakın diyor, iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma; tâ ki imana muhtaç olanlar anlasınlar ki yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun!
İşte Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalplerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değildir.
Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha beliğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa bunun sırrı işte budur: Said yoktur, Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.
Mademki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.
Âdil kadere de derim ki: Ben senin bu şefkatli tokatlarına müstahak idim. Yoksa herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî manevî füyuzat hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük manevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve manevî her şeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir ve benim maddî ve manevî her şeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.
Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlahînin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim davamıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler.
Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı, hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.
Ben çok hastayım. Ne yazmaya ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medresetü’z-Zehranın Risale-i Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.
1. Parça[değiştir]
Kardeşlerim!
Sizce münasip ise Başvekile ve dindar mebuslara verilmek üzere, ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattir.
Mukaddime: Kırk seneye yakın siyaseti terk ettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cemiyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden üç noktayı beyan edeceğim:
Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir iki senedir “irtica ile ittiham” kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyen gördüm ki:
Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedevîliğin bir kanun-u esasîsine irticaya çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tabi yapmakla; tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dört yüz milyon hakiki kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak irtica damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.
Numunelerinden birinci numunesi, bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir set olarak İkinci Nokta’da beyan etmek zamanı geldi. Menşeleri iki kanun-u esasîye istinad eden iki irtica var:
Biri: Siyasî ve içtimaî ki hakiki irticadır. Onun kanun-u esasîsi çok sû-i istimale ve zulme medar olmuştur.
İkincisi: İrtica namı verilen hakiki bir terakki ve adaletin esasıdır.
İkinci Nokta: Beşerin vahşet ve bedevîlik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedevîliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârane ve anûdane particilik gibi bazı cereyanları aşılamaya başlaması gibi bir ihtilaf görülüyor. O kanun-u esasî de budur:
Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün fertleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor. İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor.
Evet, birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz oluyorlar. Bu kuvvetsizlikle zayıflandığı için millete ve memlekete ve vatana âdilane hizmete muvaffak olunamadığından maddî ve manevî bir nevi rüşvet vermeye mecbur oluyorlar ki dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için… O gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esasîye karşı; ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى nass-ı kat’îsiyle Kur’an’ın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki:
Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa aşireti ve taifesi de olsa partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur, dünyada değil.
Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaya düşecek.
İşte Kur’an’ın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedevîliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki: “Cemaatin selâmeti için fert feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz.” diye bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir tek caninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler masumu sıkıntıya verdirir. Ve iki yüz adamı kurşuna dizilmesini, o bahane ile nazara almaz. Birinci Harb-i Umumî’de üç bin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon bîçare nev-i beşer aynı harpte mahvedildiği gibi binler misaller var.
İşte bu vahşiyane irticanın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an şakirdlerinin Kur’an’ın yüzer kanun-u esasîsinden وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi ile adalet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeye çalışan ehl-i iman fedakârlarına “mürteci” namını verip onları müttehem etmek; mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’an’ın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir.
Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikati nazara alması lâzımdır. Yoksa üç veya dört cereyanın muannidane muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar. Memleketin menfaatine ve asayişine sarf edilecek o zayıf kuvvetle hâkimiyetini –hattâ istibdat ile de olsa– asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız İhtilal-i Kebiri’nin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telaş edilebilir.
Madem bu ittifaksızlıktan gelen zafiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dört yüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor. Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor, milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor. Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset; Garb’a ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dört yüz milyon Müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.
İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatli caiz ve vâcib rüşvet ise: Teavün-ü İslâm’ın esası ve hediye-i Kur’an’ın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan
اِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ
وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمٖيعًا
وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى
وَ لَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلوُا وَ تَذْهَبَ رٖيحُكُمْ
kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.
Üçüncü Nokta şimdilik tehir edildi.
Said Nursî
Hâşiye:
Kardeşlerim!
Evvelce gördüğünüz şiddetli ihtarın bir derece tağyirine üç şey vesile oldu:
Birincisi: Nur kahramanı Hüsrev’in beyanıyla yirmi beş adliye mahkemelerinin “Risale-i Nur’da suç yok.” diye itiraflarıdır.
İkincisi: Nur’un bir kahraman avukatı “Ankara hükûmeti Said aleyhinde olmadığından şiddetli kelimeler ta’dil edilse münasiptir.” demesidir.
Üçüncüsü: Kat’î haberlere göre Afyon Mahkemesi “Nur’un altı yüz bin fedakâr talebesi var.” demesine binaen Malatya hâdisesi bahanesiyle hiç olmazsa Nur talebelerinden altı yüz faal ve muktedir olanlarını mahkemeye vermek planı var iken, yalnız on altı adamı ve bundan yalnız altı adama ve bundan bir tek adamın bir sene mahkûm edilmesi, Nurcular aleyhindeki zalimane tazyikat hafifleşmesi ve def’olmasının alâmetidir. Onun için bir derece şiddetli kelimeler ta’dil edildi.
Hazret-i Üstadın Emirdağı’nda Santral Sabri, Sıddık Süleyman’a Arabî İşaratü’l-İ’caz’dan Verdiği Derstir[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
İşaratü’l-İ’caz’ın birinci cüzü ki tamamı yetmiş cüz olacaktı. Fakat Risale-i Nur manevî bir tefsir-i Kur’anî olduğu için dedi: “Bu zamanda bana daha lüzum var.” Öteki cüzler yerinde onlar yazıldı.
Evet İşaratü’l-İ’caz, umum Risale-i Nur’un bir fihristesi, bir listesi ve o Nur bahçesinin bir fidanlığı ve sırr-ı i’cazı’l-Kur’an’ın bir menbaı olduğu görünüyor. Gayet ince ve derin olduğu için şimdiye kadar âlimler pek azını anlamışlardı. Fakat kimin eline geçmiş ise fevkalâde takdir etmiş ve emsalsiz demiş. Dehşetli eski harp içinde, avcı hattında bazen de at üzerinde îcazdaki i’cazın en ince münasebatını görmek ve onlarla tam meşgul olmak ve koca dehşetli harbin tehlikesi onu müşevveş etmemek ve incimad derecesindeki soğukta avcı hattında o incecik i’caz münasebetlerini her şeyden daha ehemmiyetli görmek, Eski Said’in hakikaten hizmet-i Kur’aniyede hârika bir fedakârlığıdır.
Hattâ Yeni Said’in otuz beş senede bu acib zamanda gazeteleri okumamak ve on sene İkinci Harbi bilmemek, sormamak ve idam niyetiyle hapisliğinde, Kur’an esrarını yazmaktan vazgeçmemek ve bütün tehlikeleri hiçe saymaya nisbeten Eski Said’in o acib vaziyetinde o dehşetlere ehemmiyet vermeden İşaratü’l-İ’caz nüktelerini yazdığı zaman gösterdiği ilmî ve manevî fedakârlığını Yeni Said’in bu otuz senedeki fedakârlığından daha hârika görüyoruz.
Sâniyen: Bu İşaratü’l-İ’caz’ın matbu nüshasında hakikaten bir keramet var ki tesadüf ihtimali yoktur. Onun için bir defa daha aynı tarzda ve kerametli kıtada tabetmek ve Arabistan’a ve Pakistan gibi yerlere göndermek münasip görüldü. Fakat Eski Said, îcazdaki i’cazı beyan ettiği ve en ince münasebet-i belâgatı beyanı içinde gayet ince ve kısa, îcazlı cümleleri bir derece izah ve Türkçeye tercüme etmek lâzım geliyor.
İşaratü’l-İ’caz’ın hârikalarından birisi de budur ki: Her bir âyetin sair âyetlere münasebatını ve her âyetteki cümlelerinin birbirine karşı nisbetini ve nizamını ve her cümledeki heyetlerin ve harflerin mana-yı maksuda karşı nisbetlerini ve teveccühlerini gösterip âyetlerin intizamından ve cümlelerin nizamından ve her cümlenin heyetinin nazmından bir lem’a-i i’caz göstermesidir. Âdeta bir saatin saniyeleri sayan mili ve dakikaları sayan yelkovanı ve saatleri sayan ibresi gibi o nazımdaki nükteleri beyan ve ondaki hakikati bürhanlarla izah, hattâ bazen bir tek harfte büyük bir hakikati ifade etmesidir.
Ve her bir âyetin hakikatini gayet i’caz ile ve kat’î hüccetlerle ispat ediyor ki şimdi yüz otuz risalenin çekirdekleri ve hülâsaları hükmündedirler. Ve cümlenin ve cümledeki heyetlerin ve harflerin nüktelerini ve ifade ettikleri zımnî hükümlerini bilâ-istisna ilm-i belâgatın ince kaideleri ile ve ilm-i nahvin ve sarfın kaideleriyle ve ilm-i mantığın ve usûl-ü din ve sair ilimlerin kanunlarıyla beyan eder. Hattâ hurdebînî bir manevî âletle, görünmeyen incecik münasebat-ı belâgatı beyan ediyor ve emarelerini gösteriyor. Ve Kur’an’ın nazarı küllî olmasından bütün beyan edilen hak manalara ve nüktelere, elbette kudsî elfaz-ı Kur’aniye zımnî, remzî işaret ve delâlet eder denilebilir.
Hüsrev, Sungur, Hayri, Sadık, Sabri, Sıddık Süleyman
2. Parça[değiştir]
اِفَادَةُ الْمَرَامِ
اقول لما كان القراٰن جامعا لاشتات العلوم وخطبة لعامة الطبقات فى كل الاعصار لا يتحصل له تفسير لائق من فهم الفرد الذى قلما يخلص من التعصب لمسلكه ومشربه. اذ فهمه يخصه ليس له دعوة الغير اليه الا ان يعديه قبول الجمهور. واستنباطه (لا بالتشهي) له العمل لنفسه فقط ولايكون حجة على الغير الا ان يصدقه نوع اجماع. فكما لا بد لتنظيم الاحكام واطرادها ورفع الفوضى الناشئة من حرية الفكر مع اهمال الاجماع وجود هيئة عالية من العلماء المحققين الذين – بمظهريتهم لامنية العموم و اعتماد الجمهور – يتقلدون كفالة ضمنية للامة فيصيرون مظهر سر حجية الاجماع الذى لاتصير نتيجة الاجتهاد شرعًا ودستورًا الا بتصديقه وسكته ، كذلك لا بد لكشف معانى القراٰن وجمع المحاسن المتفرقة فى التفاسير وتثبيت حقائقه المتجلية بكشف الفن و تمخيض الزمان من انتهاض هيئة عالية من العلماء المتخصصين المختلفين فى وجوه الاختصاص ولهم مع دقة نظر وسعةُ فكر لتفسيره.
نتيجة المرام : انه لا بد ان يكون مفسر القراٰن ذا دهاء عال و اجتهاد نافذ وولاية كاملة. وما هو الاٰن الا الشخص المعنوى المتولد من امتزاج الارواح وتساندها وتلاحق الافكار وتعاونها وتظافر القلوب واخلاصها وصميميتها من بين تلك الهيئة. فبسر (للكل حكم ليس لكل) كثيرا ما يرى اٰثار الاجتهاد وخاصة الولاية ونوره وضيائها من جماعة خلت منها افرادها. ثم انى بينما كنت منتظرا ومتوجها لهٰذا المقصد بتظاهر هيئة كذلك وقد كان هٰذا غاية خيالى من زمان مديد- اذ سنح لقلبى من قبيل الحس قبل الوقوع تقرب(١) زلزلة عظيمة ، فشرعت – مع عجزى وقصورى والاغلاق فى كلامى- فى تقييد ما سنح لى من اشارات اعجاز القراٰن فى نظمه وبيان بعض حقائقه ، ولم يتيسر لى مراجعة التفاسير فان وافقها فبها ونعمت والّا فالعهدة عليّ. فوقعت هٰذه الطامة الكبري- ففى اثناء اداء فريضة الجهاد كلما انتهزت فرصة فى خط الحرب قيدت ما لاح لى فى الاودية والجبال بعبارات متفاوتة باختلاف الحالات. فمع احتياجها الى التصحيح والاصلاح لايرضى قلبى بتغييرها وتبديلها اذاظهرت فى حالة من خلوص النية لا توجد الاٰن. فاعرضها لانظار اهل الكمال لا لانه تفسير للتنزيل بل ليصير- لو ظفر بالقبول- نوع مأخذ لبعض وجوه التفسير. وقد ساقنى شوقى الى ما هو فوق طوقى فان استحسنوه شجعونى على الدوام. و من اللّه التوفيق.
سعيد النورسى
_______
(١) وقد اخبرنا مرارًا فى اثناء الدرس وقوع زلزلة عظيمة (بمعنى الحرب العمومية) فوقعت كما اخبر.
حمزه ، محمد شفيق ، محمد مهرى
Kısa Bir Tercümesidir[değiştir]
Şimdi bundan kırk bir sene evvel ve Eski Harb-i Umumî’nin az evvelinde başlamış olduğu İşaratü’l-İ’caz’ın ifadetü’l-meramında diyor ki:
Madem Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ulûm-u hakikiyenin envaına câmi’ ve umum asırlarda umum tabakat-ı beşeriyeye müteveccih bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette bir tek ferdin fehmi, ona lâyık ve mükemmel bir tefsir yapamaz ve mümkün olmuyor.
Çünkü bir fert pek nadir olarak kendi hususi meslek ve meşrebinin tesirinden kendi fikrini kurtarabilir. Onun hususi meşrebi tesir ettikçe tam tamına hakikati safi olarak ifade edemez. Ferdin fehmi ve manası ona hastır. O fert, onu kabul eder. Fakat başkalarını ona davet edemez. Eğer cumhur-u ulema onun fehmini kabul ile başkalara şümulünü gösterse o vakit başkasını o manaya davet edebilir ve hakiki tam tefsir olabilir.
Hem ferdin ahkâmda istinbatı ve içtihadında –hevesi karışmamak şartıyla– o kendi nefsi için amel edebilir fakat başkalarına hüccet tutamaz. Tâ bir nevi icma o hükmü tasdik etsin.
Nasıl ki ahkâm-ı şer’iyeyi tatbik ve tanzim ve icra etmek ve hürriyet-i fikirden neş’et eden manevî anarşiliği kaldırmak için gayet lâzımdır ki ulema-i muhakkikînden bir heyet-i âliye bulunsun ki o heyet umumun emniyetine mazhariyetleriyle ve cumhur-u ulemanın onlara itimadıyla ümmet için bir nevi zımnî kefalet ve dava vekili hükmünde olmaları cihetinde icma-ı ümmet hüccetinin sırrına mazhar oluyorlar. O vakit içtihadın neticesi o icma ile şer’an düstur olabilir. Ve icmaın tasdik ve sikkesiyle umuma şâmil oluyor.
Aynen onun gibi lâzımdır: Kur’an’ın manalarının keşfi ve tefsirlerde ayrı ayrı mehasininin cem’i hem zamanın çalkamasıyla ve fenlerin keşfiyle cilvelenen, tezahür eden Kur’an’ın hakikatlerinin tesbiti için elzemdir ki: Muhakkikîn-i ulemadan her biri bir fende mütehassıs, geniş fikre, ince nazara mâlik allâmelerden müteşekkil bir heyet bu vazifeye sahip çıksın.
Elhasıl: Kur’an’ı tefsir edene lâzım gelir ki gayet âlî bir deha ve nüfuzlu, derin bir içtihad ve bir nevi kuvve-i kudsiye sahibi olmak gerektir. Bu zamanda öyle bir zat ancak bir şahs-ı manevî olabilir ki o şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalplerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir. O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer.
Evet “Mecmuunda bir hâssa bulunur ki ondaki her fertte bulunmaz.” düsturuyla çok defa içtihadın âsârı ve nur-u velayetin hâssaları ve ziyası bir cemaatte görünüyor. Halbuki o cemaatin hangisine bakılsa o hâssa görünmüyor. Demek âmî adamların ihlasla tesanüdleri, bir velayet hâssasını veriyor.
İşte bu hakikate binaen böyle bir maksat için bir heyetin çıkmasına muntazır ve daima bekliyordum. O ümit, küçüklüğümden beri gaye-i hayalim iken, birden hiss-i kable’l-vuku kabîlinden kalbime bir sünuhat oldu ki:
Maddî ve manevî iki zelzele-i azîme yaklaşıyordu (*[1]). Ben de acz ve kusurumla, sözlerimdeki izahsızlık ve muğlaklık ile beraber Kur’an’ın nazmındaki i’cazın işaratını ve kalbimde tahattur eden nüktelerini kaydedip kaleme almak ve âyâtın bazı imanî hakikatlerini yazmaya şiddetli bir ihtar-ı gaybî hissettim. Halbuki harpte acib bir vaziyette olduğumdan tefsirlere müracaat etmek kabil olmadı. Kur’an’dan başka merci yoktu. Ben de yazdım. Yazdıklarım tefsirlere muvafık geldiyse güzel bir nimet ve bir muvaffakıyet, yoksa mes’uliyet benim bîçare fehmime aittir.
Aynı zamanda zelzele-i kübra mahiyetinde olan maddî Birinci Harb-i Umumî ve o zelzele-i azîmenin âhirlerinde o mezkûr heyetin yuvalarını tahrip eden manevî zelzele-i azîme meydana çıktı ki öyle bir heyet-i âliye-i ilmiyeye ve böyle bir vazife yapmak için bütün kapılar kapandı. Ben de o noksan fehmimle Eski Harb-i Umumî’de farîza-i cihadda avcı hattında ne kadar fırsat buldumsa kalbime tulû eden nükteleri yazıyordum. Derelerde, dağlarda hücum ederken kaydederdim. Fakat o acib ayrı ayrı haletlerin tesiriyle çeşit çeşit olmasından tashih ve ıslah edilmesine çok ihtiyaç varken, benim kalbim tebdil ve tağyirine razı olmadı. Çünkü her dakika şehit olmaya hazırlandığımız için bir niyet-i hâlise ile yazılmış ki o halet her vakit bulunmuyor.
Ben de o yazılarımı Tenzil’e bir tefsir olarak değil belki tefsirin bazı vücuhuna bir nevi me’haz olarak ehl-i kemal olan ulema-i muhakkikînin enzarına arz ediyorum. Hakikaten benim şevkim, benim tâkatimin pek fevkinde bir noktaya sevk etti. Eğer ehl-i tahkik istihsan etseler beni devama ve ileri gitmeye teşci ve tergib ederler.
Said Nursî
3. Parça[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ
فَنَحْمَدُهُ مصلّيا على نبيه محمّد الّذى ارسله رحمة للعالمين و جعل معجزته الكبرى – الجامعة برموزها و اشاراتها لحقائق الكائنات – باقية على مر الدهور الى يوم الدين و على اٰله عامة و اصحابه كافة.
أما بعد فاعلم اولًا: ان مقصدنا من هٰذه الاشارات تفسير جملة من رموز نظم القراٰن. لأن الإعجاز يتجلى من نظمه. وما الإعجاز الزاهر الّا نقش النظم.
و ثانيًا: ان المقاصد الأساسية من القراٰن و عناصره الأصلية اربعة: التوحيد و النبوة و الحشر و العدالة. لأنه لما كان بنو اٰدم كركب و قافلة متسلسلة راحلة من اودية الماضى و بلاده، سافرة فى صحراء الوجود و الحياة، ذاهبة الى شواهق الاستقبال، متوجهة الى جنّاته فتهتزّ بهم المناسبات و تتوجه اليهم الكائنات. كأنه ارسلت حكومة الخلقة فن الحكمة مستنطقا و سائلا منهم بـ(يا بنى اٰدم! من أين؟ الى أين؟ ما تصنعون؟ مَنْ سلطانكم؟ مَنْ خطيبكم؟) فبينما المحاورة اذ قام من بين بنى اٰدم – كأمثاله الأماثل من الرسل اولى العزائم – سيّد نوع البشر محمّد الهاشمى صلّى اللّه تعالى عليه و سلّم و قال بلسان القراٰن: (ايها الحكمة! نحن معاشر الموجودات نجىء بارزين من ظلمات العدم بقدرة سلطان الازل الى ضياء الوجود، و نحن معاشر بنى اٰدم بعثنا بصفة المأمورية ممتازين من بين اخواننا الموجودات بحمل الأمانة، و نحن على جناح السفر من طريق الحشر الى السعادة الأبدية، و نشتغل الاٰن بتدارك تلك السعادة و تنمية الاستعدادات التى هى رأس مالنا، و أنا سيّدهم و خطيبهم. فها دونكم منشورى! و هو كلام ذلك السلطان الازلى يتلألأ عليه سكّة الإعجاز) – و المجيب عن هٰذه الأسئلة الجواب الصواب ليس إلا القراٰن ذلك الكتاب.- كان [١] هٰذه الأربعة عناصره الأساسية. فكما تترااٰ هٰذه المقاصد الاربعة فى كله كذالك قد تتجلى فى سورة سورة بل قد يلمح بها فى كلام كلام بل قدير مز اليها فى كلمة كلمة لان كل جزء فجزء كالمراٰة لكل فكل متصاعدا كما ان الكل يترااٰ فى جزء فجزء متسلسلا و لهٰذه النكتة اعنى اشتراك الجزء مع الكل يعرّف القراٰن المشخص كالكلى ذى الجزئيات
[١] جواب لما.
Tercümesinin Bir Hülâsası[değiştir]
İnsanı halk edip Kur’an’ı ona talim eden Zat-ı Zülcelal’in Rahman ismiyle tecelli-yi kübrasına, rahmetin tecelliyatı adedince ona hamd ü sena ederek ve Seyyidü’l-beşer Muhammed aleyhissalâtü vesselâmı Rahmeten li’l-âlemîn gönderdiği o Resul-i Ekrem’ine risaletin semereleri adedince ona, âl ü ashabına salât ü selâm ve hadsiz şükrediyoruz ki: Onun mu’cize-i kübrası ve hakaik-i kâinatın remizleri ve işaretleri ile tamamıyla cem’edilen Kur’an-ı Azîmüşşan asırların geçmesi ile daim, bâki ve nev-i beşere mürşid, tâ kıyamete kadar beka vermiş ve o Resul-i Ekrem’i onlara Üstad-ı A’zam eylemiş.
Emma ba’dü biliniz ki:
Evvela: Bu yazacağımız işarat ve nüktelerdeki maksadımız Kur’an’ın nazmındaki bir kısım remizlerinin tefsiridir. Çünkü yedi nevi i’cazın en incesi fakat kuvvetli ve lafzî fakat hakikatli i’caz, Kur’an’ın nazmından tecelli ediyor. Evet, parlak i’caz elbette nazmın nakşından çıkıyor.
Sâniyen: Kur’an’da esas maksatları ve anâsır-ı asliyesi dört hakikattir: Tevhid, nübüvvet, haşir ve adalettir.
Çünkü vaktâ kâinat sahrasında benî-Âdem bir acib ve büyük bir kafile ve sair taifeler beraber birbiri arkasında asırlar üstünde geçmiş zamanın derelerinden, şehir ve meşherlerinden sefer edip vücud ve hayat sahrasında yürüyüşüyle istikbalin yüksek dağlarına azîmetle oradaki bağlarına gözleri müteveccih olmak cihetiyle hilafet-i zemine mazhariyet noktasında ve sair zîhayata tasarrufatı cihetinde rûy-i zeminde ekser eşyanın nev-i beşerle münasebatı iktizasıyla heyecana gelmesinden kâinat dahi onlara yüzlerini çevirip nev-i beşerle ciddi alâkadar oluyor. Benî-Âdem bir tek taife iken yüz binler taifelere karışmasında kâinat, zemin gibi onlara netice-i hilkat-i âlem noktasında bakıyor. Güya hilkat-i kâinat hükûmeti; o hükûmetin zabıta memuru hükmünde fenn-i hikmeti, bir müstantık ve sorgucu olarak o misafir kafileye gönderip ondan sual edip soruyor ki:
“Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor ve bazen karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevap versin.”
O muhavereler içinde birden kafile-i benî-Âdem’den Muhammedü’l-Hâşimî sallallahu aleyhi ve sellem, emsalleri olan ulü’l-azm peygamberler gibi fenn-i hikmete karşı kalktı ve Kur’an’ın lisanıyla dedi ki:
“Ey müstantık hikmet! Biz mevcudat kafilesi, adem karanlıklarından Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle çıktık, ziya-yı vücuda girdik, varlık nurunu bulduk. Her bir taifemiz bir vazifeye girdik. Ve biz benî-Âdem taifesi ise bir emanet-i kübra rütbesi ve hilafet-i zemin vazifesiyle sair mevcudat kardeşlerimizin içinde imtiyazlı ve memuriyet sıfatı ile bu meşher-i kâinata gönderilmişiz. Her vakitte yola çıkmaya müheyya bir vaziyetteyiz ve haşir yolu ile saadet-i ebediyenin kazanmasının tedariki ile meşgulüz. Ve bizim re’sü’l-malımız olan istidatlarımızın çekirdeklerini sümbüllendirmeye, iman ve Kur’an’la inkişaf ettirmekle iştigal ediyoruz. İşte o kafilenin reisi ve hatibi benim. İşte elimdeki bu fermanı; manevî ve maddî hava, bir tek lisan gibi bütün kâinata o fermanın her kelimesini bir anda milyarlar yapıp işittiriyor. İşte o menşur u ferman, ezel ve ebed Sultanı’nın kelâmıdır. Ve emirleri ve konuşmaları olduğuna delil-i kat’î, üstünde parlayan sikke-i şahanesi ve turra-i sermediyesine bak, gör, git, söyle.”
Evet, en müşkül en umumî ve bütün mevcudata sorulan bu üç dört gayet acib suale tam doğru ve mükemmel cevap veren yalnız ve yalnız Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’dır ki başında ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فٖيهِ fermanıyla ilan edilmiş.
Madem baştan buraya kadar bir hakikati anladın. Elbette bu hakikatten anlaşılıyor ki Kur’an’ın anâsır-ı esasiyesi o dört hakikattir. Yani tevhid, nübüvvet, haşir ve adalettir.
İşte bu dört hakikat nasıl ki mecmu-u Kur’an’da dört rükündür. Öyle de o dört makasıd çok surelerin her birisinde bulunuyorlar. Her bir sure bir küçük Kur’an olur. Belki çok cümlelerin içinde de o dört maksada telmihen işaretler var. Belki bazen bir tek kelimede o dört esasa remizler var. Çünkü Kur’an’ın eczaları ve kelime ve âyetleri, mecmuuna karşı birer âyine hükmüne geçer, birbirinden in’ikas eder. Güya Kur’an müteselsilen âyet ve cümle ve kelimelerine o maksatların nurunu veriyor. Âyinede güneş gibi bazen bir kelime, bir cümle; bir küçük Kur’an’ı gösterir.
İşte Kur’an’a mahsus bu nükte yani cüz, küll gibi aynı maksadı göstermesi maksadıyla Kur’an müşahhas bir fert olduğu halde, çok efradı bulunan bir küllî gibi ilm-i mantıkça tarif edilir. Demek Kur’an’da, bin Kur’anlar var ki şahs-ı küllî olmuş. Hem öyle de lâzım gelir. Çünkü hadsiz ve gayet muhtelif taifelere ders olduğu için aynı derste hadsiz o taifeler adedince dersler bulunmak lâzım gelir.
Sual: Eğer denilse: Bu dört maksad-ı asliyeyi bize Bismillah ve Elhamdülillah cümlesinde göster.
Cevap: Deriz ki: Madem Bismillah, Allah’ın abdlerine bir ders olarak nâzil olmuş, elbette söylemek manasında olan قُلْ kelimesi Bismillah içinde vardır. İlm-i sarf ile “mukadder” tabir edilir. İşte Bismillah’taki قُلْ takdiri, bütün Kur’an’daki قُلْ قُلْ (söyle söyle) lafızlarının esası ve anası, bu Bismillah’taki قُلْ dür.
Buna binaen قُلْ kelimesinde risalete işaret olduğu gibi Bismillah’ta dahi uluhiyete remiz var ve بِسْمِ deki با nın takdimi, قُلْ ün Besmele’nin âhirinde mukadder olması hasr ve yalnız manasını ifade ettiğinden tevhide işaret ediyor. Yani yalnız onun ismiyle başla ve meded al.
Ve Rahman isminde adaletin nizamına ve rahmetin cilvelerine işaret var. Çünkü muhtelif, karmakarışık mevcudat; intizamı ile güzelleşmiş. Ve rahmetin cilvelerine mazhar olabilir.
Ve Rahîm’de haşre işaret var. Çünkü manasında hem affetmek hem rahmet ve şefkat etmek ve bu fâni dünyada o dört mana hakikati ile umumî bir surette görünmediğinden elbette bir diyar-ı âherde o manalar tamamıyla tezahür edebilir. Hem rahmet ve şefkatin hakikati, dirilmemek üzere ölmekle kabil-i tevfik değildir. Demek Rahîm’deki şefkat, parmağını cennete uzatmış gösteriyor.
Şimdi
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ
مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ e bakınız.
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ da uluhiyetin zahir işaratı var. Çünkü bütün hamd Allah’a mahsustur. Uluhiyeti gösterdiği gibi tevhidi de gösteriyor. Evet لِلّٰهِ deki ل ilm-i sarfça bir manası ihtisas ve istihkaktır. اَلْحَمْدُ deki ال bir manası istiğraktır. Demek bütün hamdler Allah’a mahsustur. Demek tevhidi, kat’î ifade ediyor.
رَبِّ الْعَالَمٖينَ lafzında hem adalete hem nübüvvete işaret var. Çünkü on sekiz bin âlemin zerreden ve zerrelerden, sineklerden tut tâ bin defa zeminden büyük seyyareler ve yıldızlara kadar gayet mükemmel bir muvazene, bir intizam, bir mükemmel terbiye, gayet mükemmel bir adalet-i kübrayı gösteriyor.
Nübüvvete işareti ise: Madem nev-i beşerin fıtrî kuvvelerine sair hayvanat gibi had konulmamış, ondan tecavüzat çıkmış. Hem insan maddî olduğu gibi maneviyat cihetinde de bütün kâinatla alâkadar olmasından, hilkat-i kâinattaki hikmet-i âliye-i beşeriyeti, nizam ve intizam altında olan çekirdek hükmünde olan istidadatı inkişaf ettirmekle emanet-i kübra vazifesini yapmak cihetiyle nübüvvet zarurîdir ki رَبِّ الْعَالَمٖينَ deki عَالَمٖينَ içindeki yüksek makamını bulabilsin ve halife-i zemin olup melaikeye rüçhaniyetini gösterebilsin.
Ve مَالِكِ يَوْمِ الدّٖينِ cümlesi ise haşri tasrih ediyor. Çünkü يَوْمِ الدّٖينِ yani din günü ve ceza günü ve maneviyat günü demek. Nasıl dünya, maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerinin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyatın semeratlarını belki o fâniyat ve zâilatın bâki ve daimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zâillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir diye ifade ediyor.
Bismillah, Elhamdülillah cümleleri gibi Kur’an’da ekseri yerlerinde böyle dört unsur-u esasiye, içinde görünebilir. Mesela اِنَّا اَعْطَيْنَاكَ الْكَوْثَرَ bir sadef gibi bu dört cevahir içindedir. Dikkat etsen görürsün. “Biz sana verdik Kevser’i.” Yani Zat-ı Zülcelal seni nübüvvetle ve maddî manevî temin-i adaletle müşerref ettiği gibi cennette Kevser’i ihsan ediyor.
Ey sâil! Pek uzun hakikati kısa kesip bu üç misali minval ve mekik yap, üstünde o münasebat ve işaratı dokumaya başla. Biz de şimdi Bismillah’tan başlıyoruz. İzahı, tafsili Risale-i Nur ve Birinci Söz ve Besmele Lem’ası’na ve sair Risale-i Nur’daki Bismillah’ın hakikatlerine dair hüccetlerine havale edip yalnız nazım itibarıyla küçük bir îma ederiz. Şöyle ki:
Bismillah güneş gibidir. Başkalarını tenvir ettiği gibi kendini de gösteriyor. Her nefes ve her dakika ruhlar, ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan onun hakikatini herkesin ruhu hisseder. Kalp ve hayal bilmese de ehemmiyeti yok. Onun için beyan ve tariften müstağnidir.
Harfler ve cüzlerinden evvela (بَا) nın fenn-i sarfça bir manası istianedir. Bir mana-yı örfîsi teberrük manası olmasından bu (بَا) nın merci-i müteallikı kendi manasından çıkan اَسْتَعٖينُ ve اَتَيَمَّنُ fiillerine bağlanıyor. Veyahut Bismillah’taki perdesinde قُلْ (söyle) den çıkan اِقْرَاْ (oku) fiiline bakar. Yani “Yâ Rabbi, ben senin isminin yardımıyla ve onun bereketiyle okuyacağım. Her şey senin kudretinle ve icadınla ve tevfikinle olduğu gibi yalnız ve yalnız senin isminle başlıyorum.” Demek Bismillah’tan sonra اقرأ okumak lafzı, âhirinde mukadder olmasından hem ihlas hem tevhidi ifade eder.
Amma اِسْم kelimesi ise: Biliniz ki Zat-ı Vâcibü’l-vücud’un bin bir esmasından bir kısmına “Esma-i Zatiye” denilir ki her cihetle Zat-ı Akdes’i gösterir. Onun adı ve onun unvanıdır. “Allah, Ehad, Samed, Vâcibü’l-vücud” gibi çok esma var. Bir kısmına da “Esma-i Fiiliye” tabir edilir ki çok nevileri var. Mesela “Gaffar, Rezzak, Muhyî, Mümît, Mün’im, Muhsin.”
4. Parça[değiştir]
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvela: Hem geçmiş hem gelecek hem maddî hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi, bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip isteyip o mübarek dualara âmin deriz.
Sâniyen: Hem çok defa manevî hem çok cihetlerden ehemmiyetli iki suallerine mahrem cevap vermeye mecbur oldum.
Birinci Sualleri: Ne için eskiden hürriyetin başında siyasetle hararetle meşgul oluyordun? Bu kırk seneye yakındır ki bütün bütün terk ettin?
Elcevap: Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasîsi olan: “Selâmet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selâmeti için eşhas kurban edilir. Vatan için her şey feda edilir.” diye bütün nev-i beşerdeki şimdiye kadar dehşetli cinayetler bu kanunun sû-i istimalinden neş’et ettiğini kat’iyen bildim.
Bu kanun-u esasî-yi beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok sû-i istimale yol açmış. İki harb-i umumî, bu gaddar kanun-u esasînin sû-i istimalinden çıkıp bin sene beşerin terakkiyatını zîr ü zeber ettiği gibi on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumî perdesi altında şahsî garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harap etti. Risale-i Nur bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatta ispat ettiği için onlara havale ediyorum.
İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasîsine karşı arş-ı a’zamdan gelen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’daki bu gelen kanun-u esasîyi buldum. O kanunu da şu âyet ifade ediyor:
وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ اَوْ فَسَادٍ فِى الْاَرْضِ فَكَاَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمٖيعًا
Yani bu iki âyet, bu esası ders veriyor ki: “Bir adamın cinayetiyle başkalar mes’ul olmaz. Hem bir masum, rızası olmadan bütün insana da feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla, kendi rızasıyla kendini feda etse o fedakârlık bir şehadettir ki o başka meseledir.” diye hakiki adalet-i beşeriyeyi tesis ediyor. Bunun tafsilatını da Risale-i Nur’a havale ediyorum.
İkinci Sual: Sen eskiden Şark’taki bedevî aşâirde seyahat ettiğin vakit, onları medeniyet ve terakkiyata çok teşvik ediyordun. Neden kırk seneye yakındır, medeniyet-i hazıradan “mimsiz” diyerek hayat-ı içtimaiyeden çekildin, inzivaya sokuldun?
Elcevap: Medeniyet-i hazıra-i Garbiye, semavî kanun-u esasîlere muhalif olarak hareket ettiği için seyyiatı hasenatına; hataları, zararları faydalarına racih geldi. Medeniyetteki maksud-u hakiki olan istirahat-i umumiye ve saadet-i hayat-ı dünyeviye bozuldu. İktisat, kanaat yerine israf ve sefahet ve sa’y ve hizmet yerine tembellik ve istirahat meyli galebe çaldığından, bîçare beşeri hem gayet fakir hem gayet tembel eyledi.
Semavî Kur’an’ın kanun-u esasîsi
لَيْسَ لِلْاِنْسَانِ اِلَّا مَا سَعٰى
كُلُوا وَ اشْرَبُوا وَ لَا تُسْرِفُوا
ferman-ı esasîsiyle: “Beşerin saadet-i hayatiyesi, iktisat ve sa’ye gayrette olduğunu ve onunla beşerin havas, avam tabakası birbiriyle barışabilir.” diye Risale-i Nur bu esası izaha binaen kısa bir iki nükte söyleyeceğim:
Birincisi: Bedevîlikte beşer üç dört şeye muhtaç oluyordu. O üç dört hâcatını tedarik etmeyen on adette ancak ikisi idi. Şimdiki Garp medeniyet-i zalime-i hazırası, sû-i istimalat ve israfat ve hevesatı tehyic ve havaic-i gayr-ı zaruriyeyi, zarurî hâcatlar hükmüne getirip görenek ve tiryakilik cihetiyle şimdiki o medeni insanın tam muhtaç olduğu dört hâcatı yerine, yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor. O yirmi hâcatı tam helâl bir tarzda tedarik edecek, yirmiden ancak ikisi olabilir. On sekizi muhtaç hükmünde kalır.
Demek, bu medeniyet-i hazıra insanı çok fakir ediyor. O ihtiyaç cihetinde beşeri zulme, başka haram kazanmaya sevk etmiş. Bîçare avam ve havas tabakasını daima mübarezeye teşvik etmiş. Kur’an’ın kanun-u esasîsi olan “vücub-u zekât, hurmet-i riba” vasıtasıyla avamın havassa karşı itaatini ve havassın avama karşı şefkatini temin eden o kudsî kanunu bırakıp burjuvaları zulme, fukaraları isyana sevk etmeye mecbur etmiş. İstirahat-i beşeriyeyi zîr ü zeber etti!
İkinci Nükte: Bu medeniyet-i hazıranın hârikaları, beşere birer nimet-i Rabbaniye olmasından hakiki bir şükür ve menfaat-i beşerde istimali iktiza ettiği halde, şimdi görüyoruz ki ehemmiyetli bir kısım insanı tembelliğe ve sefahete ve sa’yi ve çalışmayı bırakıp istirahat içinde hevesatı dinlemek meylini verdiği için sa’yin şevkini kırıyor. Ve kanaatsizlik ve iktisatsızlık yoluyla sefahete, israfa, zulme, harama sevk ediyor.
Mesela, Risale-i Nur’daki “Nur Anahtarı”nın dediği gibi: Radyo büyük bir nimet iken maslahat-ı beşeriyeye sarf edilmek ile bir manevî şükür iktiza ettiği halde, beşte dördü hevesata, lüzumsuz malayani şeylere sarf edildiğinden tembelliğe, radyo dinlemekle heveslenmeye sevk edip sa’yin şevkini kırıyor. Vazife-i hakikiyesini bırakıyor. Hattâ çok menfaatli olan bir kısım hârika vesait, sa’y ve amel ve hakiki maslahat-ı ihtiyac-ı beşeriyeye istimali lâzım gelirken ben kendim gördüm; ondan bir ikisi zarurî ihtiyacata sarf edilmeye mukabil, ondan sekizi keyif, hevesat, tenezzüh, tembelliğe mecbur ediyor. Bu iki cüz’î misale binler misaller var.
Elhasıl: Medeniyet-i Garbiye-i hazıra, semavî dinleri tam dinlemediği için beşeri hem fakir edip ihtiyacatı ziyadeleştirmiş. İktisat ve kanaat esasını bozup israf ve hırs ve tama’ı ziyadeleştirmeye, zulüm ve harama yol açmış.
Hem beşeri vesait-i sefahete teşvik etmekle o bîçare muhtaç beşeri tam tembelliğe atmış. Sa’y ve amelin şevkini kırıyor. Hevesata, sefahete sevk edip ömrünü faydasız zayi ediyor.
Hem o muhtaç ve tembelleşmiş beşeri hasta etmiş. Sû-i istimal ve israfat ile yüz nevi hastalığın sirayetine, intişarına vesile olmuş.
Hem üç şiddetli ihtiyaç ve meyl-i sefahet ve ölümü her vakit hatıra getiren kesretli hastalıklar ve dinsizlik cereyanlarının o medeniyetin içlerine yayılmasıyla, intibaha gelip uyanmış beşerin gözü önünde ölümü idam-ı ebedî suretinde gösterip her vakit beşeri tehdit ediyor. Bir nevi cehennem azabı veriyor.
İşte bu dehşetli musibet-i beşeriyeye karşı Kur’an-ı Hakîm’in dört yüz milyon talebesinin intibahıyla ve içinde semavî, kudsî kanun-u esasîleriyle bin üç yüz sene evvel gösterdiği gibi yine bu dört yüz milyonun kendi kudsî esasî kanunlarıyla beşerin bu üç dehşetli yarasını tedavi etmesini ve eğer yakında kıyamet kopmazsa beşerin hem saadet-i hayat-ı dünyeviyesini hem saadet-i hayat-ı uhreviyesini kazandıracağını ve ölümü, idam-ı ebedîden çıkarıp âlem-i nura bir terhis tezkeresi göstermesini ve ondan çıkan medeniyetin mehasini, seyyiatına tam galebe edeceğini ve şimdiye kadar olduğu gibi dinin bir kısmını, medeniyetin bir kısmını kazanmak için rüşvet vermek değil belki medeniyeti ona, o semavî kanunlara bir hizmetkâr, bir yardımcı edeceğini Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın işarat ve rumuzundan anlaşıldığı gibi rahmet-i İlahiyeden şimdiki uyanmış beşer bekliyor, yalvarıyor, arıyor!
Said Nursî
5. Parça[değiştir]
وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim!
Çok yerlerden telgraf ve mektuplarla bayram tebrikleri aldığım ve çok hasta bulunduğum için vârislerim olan Medresetü’z-Zehra erkânları benim bedelime hem kendilerini hem o has kardeşlerimizin bayramlarını tebrik etmekle beraber, âlem-i İslâm’ın büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dört yüz milyon Müslüman’ı birbirine kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâm’ın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur’an-ı Hakîm’in kudsî kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik ve dinler içinde bütün ahkâm ve hakikatlerini akla ve hüccetlere istinad ettiren Kur’an-ı Hakîm’in, zuhura gelen küfr-ü mutlakı tek başıyla kırmasına çok emareler görülmesi ve beşer istikbalinin de bu gelen bayramını tebrik ile beraber, Medresetü’z-Zehranın ve bütün Nur talebelerinin hem dâhil hem hariçte hem Arapça hem Türkçe Nurların neşriyatına çalışmalarını ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi Nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.
Bu sene hacıların az olmasına çok esbab varken, yüz seksen binden ziyade hacıların o kudsî farîzayı ve din-i İslâm’ın kudsî ve semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz.
Hasta kardeşiniz Said Nursî
6. Parça[değiştir]
Emirdağı’nın Manidar Bir Hatırası
Beş seneden beri teneffüs için Emirdağı’nın etrafında faytonla gezdiğim zaman garib bir tarzda, bir yaşından yedi yaşına kadar küçücük çocuklar valide ve pederlerine karşı gösterdikleri alâkadan ziyade bir iştiyakla faytonuma koşup elime sarılıyorlardı. Hattâ bir iki defa fayton altına düşüp hârika bir tarzda zarar görmeden kurtuldular.
Hattâ hiç beni görmeyen, bilmeyen bir ve iki, üç yaşında çocuklar yalın ayak dikenler içinde koşa koşa faytona yetişiyorlar. Büyük adamlar gibi temenna edip elinizi öpelim, derlerdi. Bu hale hem ben hem kardeşlerim ve görenler hayret ediyorduk. Bu hal bir mahalleye mahsus değil, her tarafta hattâ köylerinde aynı hal devam ediyordu.
Beni aldatmayan bir hatıra-i hakikat ile benim ve arkadaşlarımın kanaatimiz geldi ki bu masum taifenin masumiyetleri cihetiyle, sevk-i fıtrî denilen bir hiss-i kable’l-vuku ile Risale-i Nur’un bu memlekette masum çocuklara ve kendilerine çok menfaati olacak, diye akıl ve fikirleri derk etmediği halde, o masumane his ile Risale-i Nur’un manası itibarıyla tercümanına, annesine yalvarmasından ziyade bir iştiyak ile koşuyorlardı.
Biz de bir hiss-i kable’l-vuku ile hissediyoruz ki ileride bu küçük masum mahluklarda büyük Nurcular çıkacak. Ve ileride Nur’un has şakirdleri olacak ki bu vaziyeti gösteriyorlar.
Ben de bu nevi küçücük masumları, evladım olmadığından evlad-ı maneviye olarak dualarıma umumen dâhil ettim. Her sabah bunları da Nur talebeleri ile beraber dualarımda yâd ediyorum.
Hem onlardan bir yaşındaki masumu, kırk yaşındaki lâkayt bir adama tercih etmeye sebep, bunlar günahsız ve samimi bir alâka göstermesinden elbette onları sevk eden bir hakikat var. Ben de o cihetten onları büyüklere temenna ettiğim gibi onların temennalarına ciddi mukabele ediyorum.
Hem masumiyetleri hem ileride tam Nurcu olmalarına binaen, dualarını kendi hakkımda makbul olacak, diye onlara derdim: “Madem siz benim evlad-ı maneviyem oldunuz. Ben de size dua ediyorum. Siz de günahınız olmadığı için duanız benim hakkımda inşâallah makbuldür. Siz de bana dua ediniz. Çünkü ziyade hastayım.” derdim.
Ben ve benim yanımdaki kardeşlerimin kuvvetli bir ihtimal ile kanaatimiz geliyor ki masonlar ve zındıkların planı ile Bolşevizm tarzında gençleri terbiye etmek için bir vakit bazı mektepler açıldığı ve sonra değişen bu mekteplerle gençleri ifsada çalıştıklarına mukabil, İslâmiyet’in kahraman bayraktarı olan Türk milletinin masum küçük yavruları, nurani bir intibah ve bir hiss-i kable’l-vuku ile Nurlardan ders almaları, gençlerin başına gelen o belaya karşı bir mukabeledir ki inşâallah o yavruların hem kendileri hem gençler, mason ve zındıkların şerlerinden kurtulmasına bir işarettir ki bu acib vaziyeti gösteriyorlar.
Said Nursî
7. Parça[değiştir]
18.11.1951
وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerim ve manevî Medresetü’z-Zehranın Nur şakirdleri!
Ben Isparta’ya geldiğim vakit, Isparta’da İmam Hatip ve Vaiz Mektebinin açılacağını haber aldım. O mektebe kaydolacak talebelerin ekserisi Nurcu olmaları münasebetiyle o mektebin civarında gayr-ı resmî bir surette bir Nur medresesi açılıp o mektebi bir nevi medrese-i Nuriye yapmak fikriyle bir hatıra kalbime geldi.
Bir iki gün sonra güya bir ders vereceğim diye etrafta şâyi olmasıyla o dersimi dinlemek için rical ve nisa kafilelerinin etraftan gelmeleriyle anlaşıldı ki böyle nim-resmî ve umumî bir medrese-i Nuriye açılsa o derece kalabalık ve tehacüm olacak ki kabil olmayacak. Afyon’da mahkemeye gittiğimiz vakitki gibi pek çok lüzumsuz içtimalar olmak ihtimali bulunduğundan o hatıra terk edildi. Kalbe bu ikinci hakikat ihtar edildi. Hakikat de şudur:
Her bir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa yalnız ise çok alâkadar komşularından üç dört zat birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar hakiki talebe-i ulûmun sevaplarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi İhlas Risalesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakiki ilim talebeleri gibi onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.
Hasta Kardeşiniz Said Nursî
8. Parça[değiştir]
29.11.1951
Eskişehir
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelen: Bütün ruh u canımla hizmet-i Kur’aniye ve imaniyenizi tebrik ediyorum. Bu mektupta bir ince meseleyi meşveret suretiyle reyinizi almak için gönderdik. Münasip midir? Değilse ıslah edersiniz.
Sâniyen: Risale-i Nur’da ispat edilmiş ki insanların ayn-ı zulümleri içinde kader-i İlahî adalet eder. Yani, insanlar bazı sebeple haksız zulmeder, birisini hapse atar. Fakat kader-i İlahî aynı hapiste başka sebebe binaen adalet ediyor ki hakiki bir suça binaen o hapisle onu mahkûm ediyor. İşte şimdi bu hakikati gösteren, başıma gelen acib bir misali şudur:
Yirmi sekiz senedir müteaddid vilayetlerde ve mahkemelerde benim mes’uliyetime ve mahkûmiyetime ve mahpusiyetim gibi zalimane işkence ve cezalarına gösterdikleri sebep, hiçbir emaresini bulmadıkları mevhum bir suçum şudur:
Diyorlar: “Said, dini siyasete âlet yapmak ister ve yapıyor.”
Halbuki bu davalarına otuz senelik musibetli yeni hayatımda ve otuz büyük mecmualarımda bu suça müsbet bir delil bulamadılar. Halbuki böyle meselelerde bir mahkeme madem bulmadı ve mes’ul edemedi, başka mahkemelerin musırrane aynı meseleyi esas tutmaları, bütün bütün kanuna ve akla ve âdete muhalif bir halettir. Belki siyaseti dinsizliğe âlet edenler kısmı, kendilerine bir perde olarak bu ittihamı bizlere ediyorlar.
Bununla beraber dine hizmet itibarıyla taalluk eden eski altmış senelik hayat-ı ilmiyem kat’î bir hüccet ve yakîn bir delildir ki bütün hayatımda temas ettiğim siyaseti ve dünyayı ve bütün içtimaî cereyanları, dine hizmetkâr ve âlet ve tabi yapmak düsturuyla hareket etmişim.
Mahkemelerde de hem dava hem ispat etmişim ki değil dini siyasete âlet yapmak, belki bir tek hakikat-i imaniyeyi dünya saltanatına değiştirmediğimi kat’î delillerle ispat ettiğim halde, böyle yirmi vecihle hakikate muhalif ve divanecesine, büyük makamınızı işgal eden bir kısım adliye memurları ve siyasî adamlar bu acib hurafe gibi meseleyi hakikat zannedip yirmi sekiz sene bana zulmettiklerinin hakiki sebebini bugünlerde bildim.
Sebebi bu ki: Bu enaniyetli zamandaki hizmet-i imaniyede en büyük tehlikem ve manevî en büyük suçum ve cinayetim; bu zamanda hizmet-i Kur’aniyemi şahsıma ait maddî ve manevî terakkiyatıma ve kemalâtıma âlet yapmak imiş.
Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrediyorum ki bu uzun zamanlarda ihtiyarım haricinde hizmet-i imaniyemi, değil maddî ve manevî terakkiyatıma ve kemalâtıma ve azaptan ve cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmama, belki hiçbir maksada kat’iyen âlet etmemekliğime gayet kuvvetli, manevî bir mani görüyordum. Hayret hayret içinde kalıyordum.
Acaba herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mal-i saliha ile onları kazanmak ve müteveccih olmak hem meşru hem hiçbir cihet-i zararı olmadığı halde ne için böyle ruhen men’ediliyorum. Rıza-yı İlahîden başka vazife-i fıtriye-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmetin kendisi ayn-ı ücret bana gösterilmiş.
Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tabi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyet ile muhtaçlara tesirli bir surette bildirmenin bu dehşetli zamanda çare-i yegânesi ve imanı kurtaracak ve kat’î kanaat verecek bu tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayan bir ders-i Kur’anî lâzımdır ki küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalaleti kırsın ve herkese kanaat-i kat’iye verebilsin.
Böyle bir derse bu zamanda bu şerait dâhilinde hiçbir şahsî ve uhrevî ve dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle kat’î kanaat gelebilir. Yoksa komitecilikten ve cemiyetçilikten tevellüd eden dehşetli dinsizlik şahsiyet-i maneviyesine karşı mukabil çıkan bir şahsın en büyük bir mertebe-i maneviyesi de bulunsa yine vesveseleri bütün bütün izale edemez. Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki “Bu kudsî şahıs dehasıyla ve hârika makamıyla bizi kandırdı.” diye bir şüphesi kalır.
Cenab-ı Hakk’a şükür ki yirmi sekiz sene dini siyasete âlet ittihamı altında kader-i İlahî bu zulm-ü beşerîde benim ruhumu ihtiyarım haricinde dini hiçbir şahsî şeyde âlet etmemek için beni, beşerin zalimane eliyle ayn-ı adalet olarak tokatlıyor yani sakın sakın diye ikaz ediyor. İman hakikatini kendi şahsına âlet yapma tâ imana muhtaç olanlar anlasınlar ki yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamları, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.
Hakikaten Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynı mealinde milyonlar kitap o hakikatleri beliğane neşrettikleri halde ve binler hakiki âlimler ders vermeleriyle bu memlekette dehşetli küfr-ü mutlakı tam durduramadıkları halde, Nurlar mezkûr sırra binaen bir cihette galebe ettiğini düşmanları dahi tasdik ederler. Evet, küfr-ü mutlaka karşı bu ağır şerait içinde Nurlar bu işi görmüş, meydandadır. Demek Nurların kuvveti, bu sırr-ı azîmden ileri geliyor.
Ben de bütün ruh u canımla yirmi sekiz sene bu işkenceli musibetlerime razı oldum. Hakkımı helâl ettim. Âdil kadere de derim ki: Müstahak idim senin bu şefkatli tokatlarına…
Yoksa gayet meşru, zararsız, herkesin lillah için takip ettikleri mübarek mesleğe girseydim yani maddî ve manevî hislerimi bütün feda etmeseydim, hizmet-i imaniyede bu acib manevî kuvveti kaybedecektim.
İşte bu kuvvetin bir acib numunesi bazı zatların ki ben onların ancak edna bir talebesi olabildiğim halde; onların hakaik-i imaniyeye dair bir kitabını birisi okumuş, Risale-i Nur’un da bir sahifesini okumuş. Risale-i Nur’un bir sahifesiyle daha ziyade imanını kurtardığını ikrar etmiş.
Duanıza muhtaç kardeşiniz Said Nursî
9. Parça[değiştir]
Üstadımız diyor ki:
Mahkemelerin tehirinde hayır var. Şimdiye kadar Nur’a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki bu tehirde de hayırlar var ki birisi bu olmak ihtimali var:
Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tammesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da Nurların hakiki ihlasına böyle bir şüphe gelecekti ki ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenileşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, zaaf gösteriyorlar diye Nur’un kıymetine büyük zarar olduğu için bu tehir o evhamları izale eder. Ve ispat ediyor ki: Otuz seneden beri İslâmiyet’in şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.
Üstadımız notlar hükmünde söyledi, biz de kaleme aldık.
Bu sene bu iki mahkemenin mahiyetini beyan etmek lâzım geldi. Buradaki mahkeme ise:
Elli sene evvel Süfyan ve şapka hakkında bir hadîse mana vermişim. Sonra mahkemeler bunu bir kumandana tecavüzdür diye medar-ı bahis ettiler. Afyon Mahkemesi benim cezamın şiddetine bir sebep; o tecavüzü, o manayı göstermiş. Halbuki faraza yeni yazmışım ve o kumandan da sağdır farz edilsin. Dininde ve rejiminde mutaassıp İngiliz’in hükmü altında yüz milyon Müslüman, yüz senede İngiliz’in hem rejimini hem dinini inkâr etmişlerken, kanunen adliyeleri onlara o ciheti medar-ı mes’uliyet yapmadığı halde hem şimdi eski parti liderleri faraza o kumandanın üçte biri de olsalar (belki onun gibi birer kumandan idiler) benim o kumandana hadîs ile vurduğum tokadın yirmi mislini, şimdiki cerideler daha şiddetli olarak o liderlere, o eski kumandanlara vurmaktadırlar. Medar-ı mes’uliyet tutulmuyorlar, serbest oluyorlar. Halbuki elli sene evvel bir hadîsin taşını atmışım, yirmi sene sonra bir kumandan başını karşı tutmuş, başı kırılmış. Ölmüş gitmiş, alâkası hükûmetten ve dünyadan kesilmiş.
Halbuki eski partinin liderleri mebus iken veya memur iken hükûmetle alâkaları olduğu halde onlara gelen tecavüz, Risale-i Nur’un vurduğu tokadın on belki yüz derece ziyade iken serbest cerideler intişar ediyor.
Amma kitaplar hakkında müsaderenin mahiyeti: Risale-i Nur’un yüz otuz üç kitabından bir tek kitabın bir iki sahifesi o tokadı bahsetmiş. Bunun dolayısıyla yüz otuz kitabı müsadere etmek; bir adamın hatasıyla yüz otuz adamı cezalandırmak gibi bir acib gaddarane zulüm olması ve şimdi kütüphanelerde, kitapçılarda ve ellerde gezen ve hususan vatan ve din aleyhinde dinsizlerin, mülhidlerin, zındıkların, komünistlerin kitapları hattâ baştan aşağıya kadar İslâmiyet aleyhindeki Doktor Duzi’nin kitabı bazı ellerde gezmesi gösteriyor ki: Risale-i Nur’a karşı müsadere, yerden göğe kadar haksız bir zulümdür, bir gadirdir.
Çünkü Risale-i Nur, ekser âlem-i İslâm’ın mühim merkezlerinde bu yirmi sekiz senede bu vatanda ulemaların elinde gezdiği halde hiçbir âlim, hiçbir feylesof itiraz etmemiş. Mahkemeler ve siyasiyyunlar yalnız bir tesettüre, diğeri de âhir zamanda bir kumandan başına şapka koyacak ve cebren giydirecek gibi iki meseleye ilişmişler. Sonra da bu meseleler için dört beş mahkeme o meseleler dahi dâhil olduğu ve beraet verildiği halde; o bir iki sahife için yirmi bin sahifeyi mes’ul ve mahkûm etmek hükmünde Risale-i Nur’u müsadere etmek aynı bu misale benziyor:
Bir adamın bir adama haksız değil belki haklı taarruzu yüzünden (ki başkaları da onu medar-ı mes’uliyet görmediği ve beş mahkeme de cinayet saymadığı halde) o mevhum suç ile yirmi bin adamı suçlu yapmak gibi; yirmi bin Nur sahifelerini bir iki sahife yüzünden müsadere ve dört buçuk sene Afyon’da hapsetmek, o taarruzun yüz mislinden daha ziyade bir hatadır, bir cinayettir ve bu vatana da bir sû-i kasddır.
Said Nursî
10. Parça[değiştir]
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelen: Cenab-ı Hakk’a yüz bin şükür ediyoruz ki elli beş sene bir gaye-i hayalim ve hayatımın bir neticesi olan Medresetü’z-Zehranın manevî hakikatini, siz Medresetü’z-Zehra erkânları tamamıyla gösteriyorsunuz.
Sâniyen: Şiddetli hastalık ve sair sebeplerin tesiriyle ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan benim bedelime sizler ve Risale-i Nur’un Kur’an medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in de Hutbe-i Şamiye ve zeylleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu bîçare kardeşiniz bedeline, müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.
Sâlisen: Bir küçük medrese-i Nuriyeyi kendi hanesinde tesis edip kahraman Tahirî gibi bir has, hâlis Nur nâşirini daire-i Nuriyeye veren Tahirî’nin merhum pederinin vefatını hem onun akrabasını hem Isparta’yı hem Nur dairesini taziye ediyorum. Cenab-ı Hak Nur’un harfleri adedince ruhuna rahmet eylesin, âmin!
Râbian: İnebolu, Zühretü’n-Nur’dan üç yüzü benim hesabıma tahsis etmiş. Ben de dedim: Yüz elli Isparta’ya ve yüz elli bana gelsin. Bana gelmiş. Size gelen ise ileride bana vereceğiniz Mektubat mecmuasına mukabil ve size borcum varsa hesap edersiniz.
Hâmisen: Irak tarafında, hususan Bağdat’taki Üstad-ı A’zamın türbedarına ve kardeşlerime selâmımı tebliğ ve hayatım müsaade ederse bütün ruh u canımla o havaliye gitmek iştiyakımı bildirirsiniz.
Hasta kardeşiniz Said Nursî
11. Parça[değiştir]
Aziz kardeşlerim!
Eski Said’in matbu eski eserlerinden birisi elime geçti. Merak ve dikkatle baktım. Bu gelen fıkra kalbe geldi. Münasipse Mektubat âhirinde yazılsın.
Evvela: Hürriyet’in üçüncü senesinde aşâirler arasında meşrutiyet-i meşruayı aşâire tam bildirmek ve kabul ettirmek için Ertuş aşâiri içinde hususan Gevdan ve Mamhuran’a verdiği ders ve 1329’da Matbaa-i Ebuzziyada tabedilen, kırk bir sene evvel tabedilmiş fakat maatteessüf yirmi otuz seneden beri arıyordum, bulamamıştım. Bu defa birisi bir nüsha bulup bana göndermiş. Ben de Eski Said kafasını alıp ve Yeni Said’in sünuhatıyla dikkatle mütalaa ettim.
Anladım ki Eski Said, acib bir hiss-i kable’l-vuku ile otuz kırk sene sonra şimdi vukua gelen vukuat-ı maddiye ve maneviyeyi hissetmiş. Ve bedevî Ekrad aşâiri perdesi arkasında, bu zamanın medeni perdesini kendilerine maske yapan ve vatan-perverlik perdesi altında dinsiz ve hakiki bedevî ve hakiki mürteci yani bu milleti, İslâmiyet’ten evvelki âdetlerine sevk eden hainleri görmüş gibi onlarla konuşup başlarına vuruyor.
Sâniyen: O matbu eserin yüz beşinci sahifeden tâ yüz dokuza kadar parçaya dikkatle baktım. O zamanda aşâire ders verdiğim o sualler ve cevaplar vaktinde mühim bir veli içlerinde bulunuyormuş. Benim de haberim yok. O makamda şiddetli itiraz etti.
Dedi: “Sen ifrat ediyorsun, hayali hakikat görüyorsun, bizi de tahkir ediyorsun. Âhir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak.”
O vakit, ona karşı matbu kitapta böyle cevap vermiş:
Herkese dünya terakki dünyası olsun, yalnız bizim için mi tedenni dünyasıdır? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım, şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
Ey yüzden tâ üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, sâkitane benim sözümü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile beni temaşa eden Said, Hamza, Ömer, Osman, Yusuf, Ahmed vs. size hitap ediyorum.
Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgraf ile sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Siz inşâallah cennet-âsâ bir baharda gelirsiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaklar. Sizden şunu rica ederim ki mazi kıtasına geçmek için geldiğiniz vakit mezarıma uğrayınız. O çiçeklerin birkaç tanesini mezar taşı denilen, kemiklerimi misafir eden toprağın kapıcısının başına takınız.
Yani İhtiyar Risalesi’nin On Üçüncü Rica’sında beyan ettiği gibi Medresetü’z-Zehranın mekteb-i iptidaîsi ve Van’ın yekpare taşı olan kalesinin altında bulunan Horhor Medresemin vefat etmesi ve Anadolu’da bütün medreselerin kapatılması ile vefat etmelerine işaret ederek umumunun bir mezar-ı ekberi hükmünde olmasına bir alâmet olarak, o azametli mezara azametli Van Kalesi mezar taşı olmuş. Ey yüz sene sonra gelenler! Şu kalenin başında bir medrese-i Nuriye çiçeğini yapınız. Cismen dirilmemiş fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medresetü’z-Zehrayı cismanî bir surette bina ediniz, demektir.
Zaten Eski Said ekser hayatı o medresenin hayaliyle gitmiş ve o matbu risalenin yüz kırk yedinci sahifeden tâ yüz elli yedinci sahifeye kadar Medresetü’z-Zehranın tesisine ve faydalarına dair ehemmiyetli hakikatleri yazmış.
Bir fâl-i hayırdır ki yirmi beş senelik dehşetli ve medreseleri öldüren istibdadın kırılması ile Maarif Vekili Tevfik İleri, Van’da Şark Üniversitesi namında Medresetü’z-Zehrayı inşa etmesine karar vermesi ve ümidin haricinde Reis Celal dahi mühim meseleler içinde Tevfik’in fikrine iştirak etmesi, Eski Said’in kırk sene evvelki sözü ve ricası doğru çıkacağını gösteriyor.
Şimdi kırk beş sene evvelki cevabının izahında üç hakikat beyan edilecek.
Birincisi: Eski Said bir hiss-i kable’l-vuku ile iki acib hâdiseyi hissetmiş fakat rüya-yı sadıka gibi tabire muhtaç imiş. Nasıl bir kırmızı perde ile beyaz veya siyah bir şeye bakılırsa kırmızı görünür. O da siyaset-i İslâmiye perdesiyle o hakikate bakmış. Hakikatin sureti bir derece şeklini değiştirmiş. O hazır büyük veli dahi o yanlışını görüp o cihette şiddetle itiraz etmiş. İşte o hakikat iki kısımdır:
Birincisi: Bu Osmanlı ülkesinde büyük bir parlak nur çıkacak, hattâ hürriyetten evvel pek çok defa talebelere teselli vermek için “Bir nur çıkacak, gördüğümüz bütün fenalıklara karşı bu vatana saadet temin edecek.” diyordu. İşte kırk sene sonra Risale-i Nur o hakikati kör gözlere dahi gösterdi.
İşte Nur’un zahiren, kemiyeten dar cihetine bakmayarak hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalâde menfaatini hissetmesi suretiyle hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı hem Eski Said bir derece haklıdır.
Çünkü Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi, bir milyar hükmündedir. Yani bir milyon değil belki bin insanın hayat-ı ebediyesini temine çalışmak, bir milyar insanın hayat-ı fâniye-i dünyeviye ve medeniyetine çalışmaktan daha kıymettar ve manen daha geniş olması; Eski Said’in o rüya-yı sadıka gibi olan hiss-i kable’l-vuku ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki inşâallah o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sümbüllenmesi ile aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tabirini sahih gösterecek.
İkinci Hakikat: Kırk sene evvel Eski Said bu matbu kitabetlerinde, İşaratü’l-İ’caz’ın baştaki ifade-i meramında ve sair eserlerinde musırrane ve mükerreren talebelerine diyordu ki: Hem maddî hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak. Benim dünya terki ile inzivamı ve mücerred kalmamı gıpta edecekler diyordu. Hattâ hürriyetin birinci senesinde İstanbul’da Camiü’l-Ezherin Reis-i Uleması olan Şeyh Bahît Hazretleri (rh) İstanbul’da Eski Said’e sordu:
مَا تَقُولُ فٖى حَقِّ هٰذِهِ الْحُرِّيَّةِ الْعُثْمَانِيَّةِ وَ الْمَدَنِيَّةِ الْاَوْرُوبَائِيَّةِ
Said cevaben demiş:
اِنَّ الْعُثْمَانِيَّةَ حَامِلَةٌ بِدَوْلَةٍ اَوْرُوبَائِيَّةٍ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا وَ الْاَوْرُوبَا حَامِلَةٌ بِالْاِسْلَامِيَّةِ فَسَتَلِدُ يَوْمًا مَا
Yani Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir?
O vakit Eski Said demiş: Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hamiledir, Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hamiledir, o da bir İslâm devleti doğuracak. Şeyh Bahît’e söylemiş.
O allâme zat demiş: Ben de tasdik ediyorum. Beraberinde gelen hocalara dedi: Ben bununla münazara edip galebe edemem.
Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak.
İkinci tevellüd de inşâallah yirmi otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle hem şarkta hem garpta Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.
Üçüncü Hakikat: Hem Eski Said hem Yeni Said, hem maddî hem manevî büyük bir hâdise Osmanlı memleketinde büyük ve dehşetli ve tahribatçı bir zelzele-i beşeriye Osmanlı memleketinde olacak diye hiss-i kable’l-vuku ile Eski Said mükerrer ve musırrane haber veriyordu. Halbuki o his ile nur meselesinin aksi ile gayet geniş daireyi dar görmüş. Zaman onu İkinci Harb-i Umumî ile tam tasdik ettiği halde, onun o çok geniş daireyi Osmanlı memleketinde gördüğünü şöyle tabir ediyor ki:
İkinci Harb-i Umumî beşere ettiği tahribat-ı azîme gerçi çok geniştir. Fakat hayat-ı dünyeviyeye ve bekasız medeniyete baktığı cihetinde Osmanlıdaki tahribata nisbeten dardır. Osmanlıdaki manevî zelzele hayat-ı ebediye ve saadet-i bâkiyenin zararına bir tahribat ve bir zelzele-i maneviye-i İslâmiye manen o İkinci Harb-i Umumî’den daha dehşetli olmasından Eski Said’in o sehvini tashih ediyor ve rüya-yı sadıkasını tam tabir ediyor ve o hiss-i kable’l-vukuunu gözlere gösteriyor. Ve o muteriz ehl-i velayeti zahiren haklı fakat hakikaten Eski Said’in o hissi daha haklı olduğunu ispatla, o veli zatın itirazını tam reddediyor.
Said Nursî
12. Parça[değiştir]
وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim!
Evvela: Medresetü’z-Zehra erkânlarının arzularıyla verilen bir dersin bir hülâsasını sizlere de söylemeyi münasip gördük. O dersin mevzuu da: Umum kâinat mevcudatı hesabına Mi’rac Gecesinde, Fahr-i kâinat ve netice-i hilkat-i âlem Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, huzur-u İlahîde nev-i beşerin, belki umum zîhayat, belki umum mahlukat namına selâm yerinde اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demesi ve içinde bir küllî mana bulunduğundan bütün ümmet her gün çok defa namazlarında zikretmesi ile ve ehl-i iman içinde, her bir mertebe sahibinin bir hissesi içinde bulunduğu ve bundan evvel “Hüve Nüktesi”nin hâşiyesinde, radyo vasıtasıyla hava unsurunun hârika mu’cizat-ı kudreti göstermesi cihetinde kalbe ihtar edildi ki:
Bir ehl-i iman, ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi netice verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdeta kendi hususi dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi kendi hususi dünyası kadar bir mükâfat alacağı işarat-ı Kur’aniyeden anlaşılır diye; Hüccetü’z-Zehra’nın İkinci Makamı’nda ilm-i İlahî mebhasında اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ … اِلٰى اٰخِرِ nin küllî manaları ruhuma gelip öylece teşehhüdde اَلتَّحِيَّاتُ derken, birden hayalime hususi dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil oldular. Her bir dil, milyarlar hattâ trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلتَّحِيَّاتُ اَلْمُبَارَكَاتُ اَلصَّلَوَاتُ اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ kelimelerini lisan-ı hal ile söylüyorlar; hayalen gördüm.
Bu unsurlardan toprak unsuru bir dil olarak bütün zîhayatların her biri bir kelime-i zîhayat olup اَلتَّحِيَّاتُ derler. Çünkü her bir avuç toprak ekser nebatata saksılık edebilir ve menşe olabilir bir vaziyettedir. O halde her bir avuç toprakta, ya bütün beşerin meydana getirdikleri bütün fabrikaların adedince manevî küçücük mikyasta fabrikalar –her bir avuç toprakta– bulunacak. Bu ise hadsiz derecede imkânsız. Veyahut bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudreti, nihayetsiz ilmi ve iradesiyle olacak.
Demek toprak unsuru, bütün eczası ile ve zerratı ile bu mazhariyet için hadsiz اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ der. Yani ezelden ebede kadar bütün zîhayatların hayat hediyeleri Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a hastır.
Sonra herkesin hususi dünyasındaki gibi benim de hususi dünyamın ikinci unsuru olan su unsuru dahi küllî bir lisan olarak bütün zerratı ile hususan zîhayatların menşelerine ve yaşamalarına hizmetleri noktalarında trilyonlar, katrilyonlar adedince اَلْمُبَارَكَاتُ kelime-i mübarekesini lisan-ı hal ile kâinatta neşrediyor.
Çünkü suyun katrelerinin gördüğü vazifeler, hususan nutfelerin ve çekirdeklerin ve tohumların intibahında ve uyanıp vazife-i fıtriyelerine mazhar olmakta ve gayet acib ve güzel ve hârika o küçücük mahlukların ve yavruların büyük ve gayet intizamlı ve mükemmel vazifelere mazhariyetlerini bütün zîşuura tebrik ile bârekellah dediren ve hadsiz bârekellah, mâşâallah dedirmeye vesile olmaya lâyık olan o mübareklerin o vaziyetleri; o su unsurunun her bir zerresinin binler Eflatun kadar ilmi ve binler Hakîm-i Lokman kadar hikmeti ve iradesi bulunmak lâzımdır. Bu ise suyun zerratı adedince muhaldir.
Öyle ise bir Kadîr-i Zülcelal’in ve bir Rahman-ı Rahîm’in hadsiz kudret ve rahmet ve hikmet ve iradesiyle o mübareklerin, o hadsiz mu’cizata mazhariyetleri cihetinde bütün o mübarekler adedince اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ kelimesini külliyetiyle söylediklerinden, bütün mahlukat namına, Mi’rac Gecesinde, netice-i hilkat-i âlem olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ demiş. Yani bütün bu medar-ı tebrik ve mâşâallah ve bârekellah dediren bütün haletler ve sanatlar Zat-ı Zülcelal’in kudretine mahsus olduğundan, bütün o hadsiz اَلْمُبَارَكَاتُ لِلّٰهِ leri Cenab-ı Hakk’a, huzuruyla hediye ediyor.
Sonra herkesin hususi dünyasındaki hava unsuru dahi bir hüve kadar her bir avuç havadaki her bir zerre, mazhar oldukları santrallık, âhize ve nâkilelik vazifeleri içinde bütün duaları ve salavatları ve ricaları ve ibadetleri ifade eden اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ cümlesini lisan-ı halleriyle dedikleri için; hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki kentrilyonlar adedince söyleyerek Sâni’lerine, Hâlık’larına takdim ettiklerinden onların namlarına o küllî mana ile Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Cenab-ı Hakk’a اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ diye takdim etmiştir. Yani “Bütün dualar ve ihtiyaçtan gelen ricalar ve nimetten çıkan şükürler ve ibadetler ve namazlar, Hâlık-ı külli şey’e mahsustur.”
Çünkü “Hüve Nüktesi”nin hâşiyesinde denildiği gibi: Ya hüve kadar bir avuç havanın her bir zerresi, umum dilleri bilecek ve söyleyenlerin yerlerini görecek ve yakın uzak her şeyi işitecek ve her şiveyi ve her harfin tarzını tam bilecek ve çok işleri beraber, şaşırmadan görecek bir kudret-i mutlaka ve irade-i tammeye mâlik olacak. Bu ise hava zerreleri adedince muhal olmasından, elbette ve elbette şüphesiz ve kat’î bir zaruretle o zerrelerin her biri, Sâni’-i Hakîm’i bütün sıfâtıyla gösterip şehadet eder. Âdeta küçük bir mikyasta âlemin büyük şehadeti kadar şehadetleri vardır.
Demek, zerrat-ı havaiye adedince salavatları ifade eden, mi’rac-ı Ahmedî aleyhissalâtü vesselâmda اَلصَّلَوَاتُ لِلّٰهِ denilmiştir.
Sonra اَلطَّيِّبَاتُ kelime-i tayyibe söylendiği vakit, birden nâr ile nur unsuru yani hararetli ve hararetsiz maddî ve manevî nur unsuru bir küllî dil olarak hadsiz ve nihayetsiz bir surette lisan-ı hal ile hadsiz diller ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ diyor.
Yani “Bütün güzel sözler, güzel manalar, hârika güzel cemaller ve bütün kâinatın yüzünde cemalleri görünen ezelî esma-i hüsnanın cilveleri ve başta enbiyalar, evliyalar, asfiyalar olarak bütün ehl-i imanın imanları ile kâinatın ve mahlukatın görünen güzellikleri ve ehl-i imanın imanlarından neş’et eden güzel sözler, hamdler, şükürler, tevhidler, tehliller, tesbihler, tekbirler اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ sırrı ile arş-ı a’zam tarafına giden o kelimat-ı tayyibeleri ve dünyanın üç adet yüzünden gayet güzel olan esma-i İlahiyeye âyinelik eden birinci yüzündeki hadsiz güzellikler, tayyibeler ve dünyanın âhiret tarlası olan ikinci yüzündeki hadsiz hasenatlar, hayırlar ve manevî meyveler ve güzellikler, tamamıyla ezel ebed sultanı Kadîr-i Zülcelal’e mahsustur.” diye nâr ve nur unsurunun bu küllî dili ile bu küllî ubudiyeti, Mabud-u Zülcelal’e takdim etmek manasında olarak Fahr-i kâinat aleyhissalâtü vesselâm umum mahlukat hesabına اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.
Çünkü maddî ve manevî nur unsuru, mazhar oldukları vazifelerinin umumu hem beraber hem ayrı ayrı Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a işaret ve şehadet ettikleri milyarlar numuneleri var.
Evet, nur ve nâr unsuru toprak, hava ve mâ unsurları gibi gayet kat’î ve bedihî ve zarurî bir surette o numunelerle gösteriyor ki: Bütün esbab yalnız bir perdedir. Bütün icadlar ve tesirler, Zat-ı Kadîr-i Zülcelal’indir. Çünkü nur, aynen vücud ve hayat gibi kudret-i İlahiyenin perdesiz bizzat mübaşeretine lâyık olmasından, esbab-ı zahirî hiçbir cihette perde olmadığından vâhidiyet içinde ehadiyeti gösterir. Gayet cüz’î ve küçük bir vazifede, küllî ve geniş bir delil-i ehadiyete işaret eder ki “Hüve Nüktesi” hâşiyeleriyle bunu gayet kısaca ispat ediyor. İşte milyarlar numunelerinden iki küçük numunesinden:
Birisi: Manevî nurun –ilim suretinde– beşerin kafasında cilvesinin bir cüz’îsi, tırnak kadar kuvve-i hâfızaya mâlik bir adamın kafasında, doksan kitabın kelimatı yazılmış. Ve üç ayda, her günde üç saat meşgul olarak, hâfızasının sahifesinin yalnız o kısmını ancak tamam edebilmiş. Aynı adam, seksen sene ömründe gördüğü ve işittiği ve merakını tahrik eden ve ona hoş gelen manaları ve kelimeleri ve suretleri ve savtları o tırnak kadar kuvve-i hâfızanın sahifesinde istediği vakitte müracaat edip bir büyük kütüphane kadar bütün mahfuzatının aynı şeylerini orada bütün istediklerini mevcud ve muntazam yazılmış ve dizilmiş görüyor.
İşte bu tırnak kadar kuvve-i hâfızanın, bahr-i umman gibi bir vüs’ati ve güneş gibi bir ihatalı nuru ve bir ziya-i manevîsi ve zemin yüzü kadar geniş sahifeleri olmazsa bu hal olamaz. Bu ise yüz binler derece muhal muhal içinde ve imkânsız olduğundan elbette ve elbette bu küçücük tırnak kadar hâfıza; Levh-i Mahfuz, bir sahife-i kader ve kudreti olan Alîm-i Mutlak’ın ilim ve hikmet ve kudreti ile o Levh-i Mahfuz’un bir numunesini beşerin kafasında halk eylemesine kudsî bir şehadet eder.
İkinci cüz’î ve küçücük bir numunesi: Elektriktir. Bir adam, elektrik lambasının acib vaziyetini tetkik etmiş. Bakıyor ki yüzer düğmelerdeki ve merkezlerdeki ve demir ve ip tellerindeki zerreler ve maddeler camid, şuursuz, hareketsiz oldukları halde yalnız gayet cüz’î bir temas neticesinde, on kilometre yeri dolduran karanlık derhal gider ve yerini yarım saniyede dolduran bir nur vücuda gelir. Bu gözle görünen karanlığın birden kaybolması ve yine gözle görünen o zulmet kadar nurun vücuda gelmesi elbette bir hayal değil, ya o temas eden camid, şuursuz zerreler, hadsiz bir kuvveti ve bir nuru kendilerinde taşımakla beraber; birden yüz kilometre yerlere elini uzatıp, karanlığı süpürüp, temizleyip nurları dolduracak. Bu ise bütün şeytanlar ve dinsizler, maddiyyunlar toplansalar bunu, bir sofestaîye de kabul ettiremezler (Hâşiye[2]). Veyahut bütün kâinata hükmü geçen ve bütün nurlar, onun Nur isminden feyiz alan ve Nuru’n-Nur ve Hâlıku’n-Nur ve Müdebbiru’n-Nur olan Kadîr-i Zülcelal’in ve Allâmü’l-guyub’un ve Alîm-i Mutlak’ın kudreti ile ve hikmeti ile olacak. İşte bu iki numuneye kıyasen hadsiz numuneler var.
İşte اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ bütün kâinattaki nurları, güzellikleri, tayyibeleri ve kelimat-ı tayyibeleri ve hayırları ve kemalâtları Zat-ı Zülcelal’e nur unsuru diliyle kâinat takdim ettiği gibi; netice-i hilkat-i kâinat ve sebeb-i hilkat-i âlem olan Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) dahi namlarına mebus olduğu kâinattaki bütün mevcudat hesabına, Mi’rac Gecesinde o küllî mana ile اَلطَّيِّبَاتُ لِلّٰهِ demiş.
Resul-i Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm biadedi zerrati’l-enam) bu dört kelimat-ı cemileyi selâm yerinde söyledikten sonra –Risale-i Nur’da izah edildiği gibi– Cenab-ı Hak اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demesiyle, bütün ümmeti öyle diyeceklerine işaret ve manevî emir ve ferman ve kabul hükmünde mukabele etmiş. Birden Peygamber اَلسَّلَامُ عَلَيْنَا وَ عَلٰى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحٖينَ demekle, o kudsî selâmı hem kendine hem ümmetine hem bütün kendinden evvelki emsallerine tamim edip, küllî ve umumî bir selâm suretinde gösterip bütün mahlukatın mebusu olması noktasında onlara da o selâmı teşmil etmiş.
Ümmeti ise her namazda اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ demeleri, o selâm-ı İlahîdeki emir ve fermana bir imtisaldir. Hem ona karşı biat etmektir ve her gün biatını yani memuriyetini kabul ve getirdiği fermanlara itaatlerini tecdid ve tazelemektir. Hem risaletini bir tebriktir. Hem umum âlem-i İslâm her gün bu kelime ile onun getirdiği saadet-i ebediye müjdesine karşı bir teşekkürdür.
Evet her insan, kendi vücudunun mahvolması ile müteellim olduğu gibi; hanesinin harap olması ile de elem çekiyor. Ve vatanının bozulması ile gayet müteessir oluyor. Ahbabının firak ve vefatıyla derinden derine kalbi acıyor. Dünya kadar büyük, has ve hususi dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, manevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor.
İşte aklı başında her bir adam ruhsuz, kalpsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki: Muhammed-i Arabî aleyhissalâtü vesselâmın Mi’rac Gecesinde gözü ile gördüğü saadet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i imanın cennetteki hayat-ı bâkiyesinin beşaretini ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, manevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm her gün çok defa اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ dediği gibi; onun da getirdiği hediye-i maneviyesiyle hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına hem mahlukatın hakiki kıymetleri ve kemalâtları onun risaleti ile tezahür etmesine mukabil bütün mahlukat manen اَلسَّلَامُ عَلَيْكَ اَيُّهَا النَّبِىُّ bu mezkûr hakikatin lisanı ile derler. Ve ümmet mabeyninde şeair-i İslâmiyeden olan birbirine اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ demeleri sünnet olması, bu büyük hakikatin şuâı olmasındandır.
Said Nursî
13. Parça[değiştir]
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvelen: Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve Leyle-i Regaibinizi ve Leyle-i Mi’racınızı ve Leyle-i Beratınızı ve Leyle-i Kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve her bir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz.
Sâniyen: Tesemmüm vesilesiyle nisyan-ı mutlak hastalığının musibeti, benim hakkımda bir nimet ve merhamet hükmüne ve bazı hakaikin keşfine bir anahtar olduğunu bana çok acımamak için haber veriyorum. Fakat yine duanızı ruh u canımla rica ediyorum.
Evet, şimdi Siracünnur başındaki münâcatı okudum. Ülfet ve âdet ve yeknesaklık perdeleri altında çok hârika hakikatler gizleniyor gördüm. Bilhassa ehl-i gaflet ve ehl-i tabiat ve felsefenin dinsiz kısmı, bu âdetullah kanunlarının perdesi altında çok mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi görmeyip; dağ gibi bir hakikati, zerre gibi bir âdi esbaba isnad eder, yükletir. Kadîr-i Mutlak’ın, her şeydeki marifet yolunu seddeder. Ondaki nimetleri kör olup görmeyerek şükür ve hamd kapısını kapıyorlar.
Mesela, bir tek kelimeyi aynı anda milyon, belki milyar kelime olarak cilve-i kudret sahife-i havada istinsah ettiği gibi اِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ âyetinin remziyle her kelime-i tayyibe, bütün küre-i havada birden, âdeta zamansız, kalem-i kudret ile istinsah edildiği gibi; manevî ve makbul hakikatlerin bir yazar bozar tahtası hükmünde olan küre-i havada kudretin acib bir mu’cizesinin zaman-ı Âdem’den beri ülfet perdesi altında ehl-i gaflet nazarında saklandığı gibi; şimdi radyo namı verdikleri ayn-ı hakikat ile sabit olmuş ki: İçinde hadsiz bir ilim ve hikmet ve irade bulunan gayr-ı mütenahî bir kudret-i ezeliyenin cilvesi, her zerre-i havaîde hazır ve nâzırdır ki hadsiz ayrı ayrı kelimeler her bir zerre-i havaînin küçücük kulağına girip incecik dilinden çıktığı halde karışmıyor, bozulmuyor, şaşırmıyor.
Demek, bütün esbab toplansa tek bir zerrenin bu vazife-i fıtriyesindeki cilve-i kudret-i kudsiyeyi hiçbir cihette yapamadığı ve bu her zerrenin hadsiz ince küçük kulağında ve dilinde gayet hârika sanata hiçbir cihette hiçbir parmak karışmadığı için ehl-i dalalet ve ehl-i gaflet ülfet, âdet, kanunluk, yeknesaklık perdesi ile saklayıp; âdi bir isim takıp muvakkat kendilerini aldatıyorlar.
Mesela, On Dördüncü Söz’ün Zeyli’nin hâşiyesinde denildiği gibi: Pek çok mu’cizatlı bir usta, bir tırnak kadar bir odun parçasından yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın muhtelif kumaşları yapsa; bir adam, o odun parçasını gösterip dese “Bu işler tabiî ve tesadüfî olarak bundan olmuş.” O ustanın hârika sanatlarını, hünerlerini hiçe indirse; ne derece bir hamakat ve dalalette bir hurafet ve hezeyan olduğu gibi…
Aynen öyle de çam ve incir ağacı gibi binler hârika sanatları tazammun eden bir mu’cize-i kudreti, nohut gibi iki çekirdeği gösterip: “Bunlar bundan olmuş.” demek veya küre-i havayı bir konferans meydanı ve zemin yüzünü bir dershane ve bir mekteb-i irfan hükmüne getiren ve hadsiz nimetleri tazammun eden ve hadsiz şükürler ile mukabele etmek lâzımken ve beşerin saadet-i ebediyesindeki ihsanat-ı İlahiyenin bir muaccel (Hâşiye[3]) numunesi ve hiçbir şüpheyi bırakmayan ve doğrudan doğruya hazine-i rahmetten ihsan edilen bir hediye-i Rahmaniyeye radyo namını takmakla, bu elektrik ve havanın temevvücatı namını vermek ile o yüz bin nimetlere küfran perdesini çekmek –aynen o misal gibi– maddiyyunların ve ehl-i dalaletin hadsiz bir divanelikleridir ki hadsiz bir cinayet olup hadsiz bir azaba onları müstahak eder.
İşte kardeşlerim, hakikaten bugün Siracünnur’un başındaki münâcatı tashih niyetiyle okudum. Kuvve-i hâfızam tam söndüğü için birden o münâcatın hakikatlerine karşı –güya seksen yaşında iken yeni dünyaya gelmişim gibi– birden ülfet ve âdetleri bilmiyor gibi o malûm âdetler perde olamadı. Kemal-i şevk ile tam istifade edip okudum. Pek hârika gördüm.
Ve anladım ki: Gizli düşmanlarımız bir kısım resmî memurları aldatıp Siracünnur’un âhirini bahane ederek müsaderesine, yani başındaki münâcatın intişar etmemesine çalıştıklarına kanaatim geldi. Rehber’deki Hüve Nüktesi gibi bu münâcat da Siracünnur’a dinsizler tarafından hücumunun bir sebebidir.
Sâlisen: Size bütün ruh u canımızla müjde veriyoruz ki Nurculardaki tam ihlas ve hakiki sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle, başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır ve hayale gelmeyen Nur’un fütuhatları oluyor.
Mesela, Isparta’dan buraya yani İstanbul’a mahkemeye gelmekliğim için yüz banknot, otomobile mecburiyetle verildi. Sizi temin ediyorum ki yalnız bu meselede ve yalnız Rehber’e ait ve yalnız benim şahsıma ait meydana gelen ve gelmeye başlayan netice-i hizmete iki bin banknot verseydim yine ucuz sayacaktım. Umuma ait neticeleri de buna kıyas edilsin.
Duanıza muhtaç, hasta kardeşiniz Said Nursî
Nur Âleminin Bir Anahtarı’nın Bir Hâşiyesi[değiştir]
Bu Nur Anahtarı’nın radyo bahsine dair, iki üniversiteli ile bir gün hareket etmekte olan, hiçbir telle bağlı bulunmayan bir otomobilde bulunan radyo ile uzakta bir mevlid-i şerif dinliyorduk. O iki Nurcu üniversitelilere dedim:
Nur’da dahi hayat, vücud gibi doğrudan doğruya kudret-i İlahiyenin perdesiz tecellisi bedahetle göründüğüne bir delil budur ki:
Şimdi bu makinecikteki tırnak kadar bir hava, manevî az bir nur, yalnız bu mevlidden gelen kelimeleri dinler, söyler değil belki binler, milyonlar kelimeleri aynı anda dinler, söyler ki binler istasyondaki ayrı ayrı kelimeleri şimdiki işittiğimiz kelimeler gibi işitir ve işittirebilir, bize söyleyebilir. Demek en cüz’î en küllî olur.
Hem o küçücük, parçacık hava, küre-i hava kadar vazife görür. En küçük, en büyük küre-i hava kadar büyür.
Eğer cilve-i kudret-i ezeliyeye verilmezse öyle acib bir hurafeli tezat olur ki hiçbir hayale gelmez. Bir şey zıddına inkılabı muhal olduğundan böyle binler derece en cüz’î, zıddı olan en küllî olmak; en küçük, en büyük olmak; en camid, cahil, şuursuz, âciz; en muktedir, en dirayetli ve iradetli ve şuurlu olmak lâzım gelir ki yüzer tezat ve muhaller ve hurafetler içinde, emsali bulunmaz bir hurafedir.
Demek, bilbedahe kudret-i ezeliyenin bir cilvesidir. Ve o cilveyi küre-i havada umumen temsil eden bu gelen hadîs-i şerifin meali gösteriyor. Şöyle ki:
“Bir melaike var, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dil var. Her bir dilde kırk bin tesbihat yapıyor.” Altmış dört trilyon tesbihat aynı anda söylüyor. Demek küre-i hava, bu melaike gibidir. Yani bu melaikenin tesbihatı adedince her kelime-i tayyibe, hava sahifesinde yazılıyor.
Küre-i hava diyor ki: “Bu hadîs, benden veya bana nezarete memur melekten haber veriyor. Çünkü insandaki bütün konuşmalar ve sair bütün hadsiz sesler, karışmaları içinde karıştırılmadan tam hurufatıyla ve söyleyenlerin şiveleriyle, mümtaz sesleriyle söylenmek gösterir ki küllî bir şuurla yapılan bu iş, yalnız tek bir zerrenin vazifesi; ne bana –yani küre-i havaya– ve ne de bütün esbaba vermesi hiçbir cihet-i imkânı yok. Demek her yerde hazır, nâzır ehadiyet cilvesiyle ve içinde ihatalı bir irade, muhit bir ilim bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir. Buna milyonlar şahitlerinden birisi radyodur.”
On Üçüncü Söz’de hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i felsefeyi muvazene bahsinde denilmiş olan meselenin meali budur ki: Felsefe-i insaniye, gayet hârikulâde mu’cizat-ı kudret-i İlahiyenin mu’cizat-ı rahmeti üstüne âdiyat perdesi çeker. O âdiyat altındaki vahdaniyet delillerini ve o hârika nimetlerini görmüyor, göstermiyor. Fakat âdetten huruç etmiş hususi bazı cüz’iyatı görür, ehemmiyet verir.
Mesela, hilkat-i insaniyedeki kudret mu’cizelerini görmüyor, ehemmiyet vermiyor. Fakat kaideden çıkmış iki başlı, üç ayaklı bir insanı görüp istiğrab ve velvele-i hayret ile nazar-ı dikkati celbeder. Küllî, umumî mu’cizatı âdet perdesinde saklar. Cüz’î ve kanundan çıkmış ve taifesinden ayrılmış maddeleri medar-ı ibret yapar.
Hem mesela –hayvandan, insandan– yavruların pek hârika, pek mu’cizatlı iaşelerini âdi görüp ehemmiyet vermiyor. Fakat bir vakit Amerika’da bir gazetenin neşrettiği gibi; taifesinden çıkmış, milletinden ayrılmış, denizin dibine girmiş bir böceğin, bir yeşil yaprak rızık olarak ağzına verilmesini gören balıkçılar ağlamışlar, şaşaa ile ilan etmişler.
Halbuki en cüz’î bir yavruda, memedeki âb-ı kevser gibi rızkında, onun gibi binler mu’cizat-ı rahmet ve ihsan var. Felsefe-i beşeriye görmüyor ki şükür etsin. O Rahmanu’r-Rahîm’i tanısın, şükür ile mukabele etsin.
İşte hikmet-i Kur’aniye, o âdiyat perdesini yırtar. O küllî, umumî hârika mu’cizeleri ve fevkalâde nimetleri beşere ders verir, Allah’ı tanıttırır. Küllî şükür namına ubudiyete sevk eder.
İşte felsefe-i beşeriyenin en acib, en antika hatasından birisi de şudur ki: Cüz-i ihtiyarîsi ve iradesi, en zahir ve küçük fiili olan söylemeye kâfi gelmiyor, icad edemiyor. Yalnız havayı harflerin mahrecine sokuyor. Bu cüz’î kesb ile Cenab-ı Hak, onun o kesbine binaen o kelimatı halk eder. Havaya da binler nüsha yazar. Bu kadar icaddan insanın eli kısa olduğu halde, bütün esbab-ı kâinat âciz kaldıkları bir hârika küllî mu’cizat-ı kudrete, beşer icadı namını vermek; ne kadar büyük bir hata olduğunu zerre kadar şuuru bulunan anlar.
İşte bunun bir misali, yüz bin hârikaları tazammun eden bir kanun-u İlahîyi, beşerin istifadesine vesile olmak için bir keşfiyat, yani fiilî dualarına bir nevi kabul hükmünde bir ilham-ı İlahî ile keşfolan radyo ile beşer istifadesine vesile olan bîçare, âciz-i mutlak bir insana “Hah!.. Radyoyu filan keşşaf icad etti ve elektrik kuvvetini buldu. Ve bazı keşşaflar da beşerin kafasını okumak için bir madde icad etmeye çalışıyorlar.”
Evet Cenab-ı Hak, bu kâinatı insana lâzım ve lâyık her şeyi içinde halk etmiş bir misafirhanedir. Ziyafetler nevinde bazı zaman ve asırlarda gizli kalmış nimetlerini dua-yı fiilî olan telahuk-u efkârdan ileri gelen taharriyat neticesinde ellerine ihsan eder. Buna karşı şükür etmek lâzım gelirken, bir küfran-ı nimet nevinden âdi, âciz bir insanın icadı, hüneri nazarıyla bakıp sonra o küllî bir şuur ve ilim ve irade ve rahmet ve ihsanın neticesi olan o hârikaları unutturup yalnız ince bir perdesini gösterip; şuursuz tesadüfe, tabiata ve camid maddelere havale edip ahsen-i takvimde olan insaniyetin mahiyetine zıt bir cehl-i mutlak kapısını açmaktır. Öyle ise وَ فٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ düsturuyla, mahlukata mana-yı harfiyle bakmak elzemdir ki insan, insan olsun.
سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ
14. Parça[değiştir]
وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık kardeşlerim!
Evvela: Bugünlerde Sure-i Ankebut’ta
âyetini okurken birden şiddetli bir vehim geldi ki: “En zayıf hane örümceğin hanesidir. Allah’a şerik yapanlar faraza bilseler. Yani imana gelmeyen Kureyş rüesaları eğer bilseler…” manasında olan bu âyetin belâgatına münasip bir vaziyet görülmedi.
Birden aynı zamanda Zülfikar Mu’cizat-ı Ahmediye’yi tashih için açtım. Birden şu satırlar nazarıma ilişti:
Birinci Hâdise: Manevî tevatür derecesinde bir şöhret ile Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Ebubekir-i Sıddık ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gār-ı Hira’nın kapısında, iki nöbetçi gibi iki güvercinin gelip beklemeleri ve örümcek dahi perdedar gibi hârika bir tarzda, kalın bir ağ ile mağara kapısını örtmesidir. Hattâ rüesa-yı Kureyş’ten, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın eliyle Gazve-i Bedir’de öldürülen Übeyy İbn-i Halef mağaraya bakmış. Arkadaşları demişler: Mağaraya girelim. O demiş: Nasıl girelim? Burada bir ağ görüyorum ki Muhammed (asm) tevellüd etmeden bu ağ yapılmış gibidir.
Birden bu âyet-i kerîmenin iki harfinde yani لَوْ harflerinde bir mu’cize gördüm ki benim vehmim yerine yüksek bir lem’a-i i’cazı bildim. Şöyle ki:
Sure-i Ankebut Mekke’de nâzil olduğu için Kureyş’in imana gelmeyen reisleri Peygamber aleyhissalâtü vesselâma sû-i kasd edeceklerini ve o sû-i kasdın içinde en zayıf ve en küçük bir hayvan olan bir örümcek o reislerin o şiddetli hücumlarına karşı mukabele edip galebe edecek.
Yani örümceğin hanesi olan ağ en zayıf bir perde iken o kuvvetli reisleri mağlup edeceğini göstermekle âyet diyor ki: “En zayıf bir hayvana mağlup olacaklarını faraza bilseydiler, bu cinayete ve bu sû-i kasda teşebbüs etmeyeceklerdi.”
İşte اَلْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ âyetinde bir kelime ile bir mu’cize-i tarihiye gösterildiği gibi (Hâşiye[4]) Mekke’de nâzil olan bu surenin de bu لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ âyetinde görülen remiz ile Gār-ı Hira hâdisesinde hârika bir hıfz-ı İlahîye ve ihbar-ı gaybî nevinden bir mu’cize-i Nebeviyeye işaret ile bir lem’a-i i’caz gösterip o sureye Ankebut namı vermek ve onun ehemmiyetsiz ağına ehemmiyet vermek tam yerinde olup bu âyete gelen şüphe ve evhamları esasıyla reddettiğini gördüm.
Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükrettim ki Kur’an’ın surelerinde ve âyetlerinde hattâ cümlelerinde ve kelimelerinde de i’caz lem’aları olduğu gibi harflerinde de vardır bildim.
Hasta kardeşiniz Said Nursî
15. Parça[değiştir]
اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا
Aziz, sıddık, sarsılmaz, sebatkâr, fedakâr kardeşlerim!
Evvela:
senasına mazhar o gecelerinizi ve bayramınızı ruh u canımla tebrik ederim. Ve şiddetli hastalığımın şifasına dualarınızı isterim.
Sâniyen: Nurların parlak fütuhatına bir derece mümanaat fikriyle gizli dinsizler bir kısım resmî memurları âlet ederek keyfî kanunlarla ilişiyorlar. Ve has Nurcuların az bir kısmına fütur vermek için çalışıyorlar.
Ezcümle bu mübarek günlerde İstanbul’dan Rehber hakkında dinsizlik damarı ile yazılan (Hâşiye[5]) ehl-i vukuf raporunu bana gönderdiler. Ben şiddetli ve semli hastalığım için onlara cevap vermesini sizlere havale ediyorum.
On iki sene evvel yazılan ve aflar ve beraetler gören ve beş mahkemenin eline geçip ilişilmeyen ve iade edilen ve on bin adama hususan gençlere zararsız menfaat veren ve zeylleri ile beraber büyük müdafaatımda bu vatana büyük faydası ispat edilen bu eser hakkında, Medresetü’z-Zehra ve şubeleri o ehl-i vukufu susturmak ve kanun namına tam kanunsuzluk ettiklerini ve adliyede adalet hesabına dehşetli zulüm ettiklerini ve Rehber hakkında dini siyasete âlet etmek var, demelerine mukabil o vukufsuz ehl-i vukuf siyaseti ve adlî vazifelerini dinsizliğe âlet etmek istediklerini delillerle göstermek vazifesini o Nurcu kardeşlere havale ediyorum.
Hasta kardeşiniz Said Nursî
Ehl-i Vukuf Raporuna Hafif Bir İtiraz Tarzında Hakikat-i Hali Beyan Etmektir[değiştir]
Dinî hissiyatı siyasete âlet ediyorum diye ithamlarına karşı deriz:
Bütün hayatımı ve beni tanıyanları işhad ediyorum ki değil dini siyasete âlet, belki siyasî olduğum zamanda dahi bütün kuvvetimle siyasetleri dine âlet ve tabi yapmaya çalıştığımı, bütün tarih-i hayatım ve dostlarım şehadet ettikleri gibi; Hürriyet’in başında şeriat isteyenleri astıkları bir zamanda, Hareket Ordusunun dehşetli Divan-ı Harb-i Örfîsinde, aynı günde on beş adam asıldığı bir zamanda, Divan-ı Harb-i Örfî reisi ve azaları dediler ki: “Sen mürtecisin, şeriat istemişsin!” sözlerine mukabil demiş: “Şeriatın bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım. Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ve hilaf-ı şeriat hareket ise bütün dünya şahit olsun ki ben mürteciyim.” diyen bir adam, idama beş para ehemmiyet vermeyen ve dünyasını, her şeyini şeriata feda eden hiç mümkün müdür ki dini, şeriatı bir şeye ve bir siyasete âlet yapsın. Buna ihtimal veren sofestaî de olamaz.
Hem bir masumun hatırı, bu vatanda on zalim gaddarlara siyaset yolu ile ilişmek büyük bir hata bilen, on zalim cinayetkâr ve kendine işkence edenlere karşı mukabele etmeyen, hattâ beddua da etmeyen bir adam ve asayişe ilişmemek hayatına bir düstur yapan bir adamı, dini siyasete ve dolayısıyla asayişe dokunur manasında ittiham etmek, elbette dehşetli bir garaz ile ittiham eder. Yirmi sekiz senede emsalsiz ihanetler, işkenceler, azaplar verildiği halde mahkemelerin tahkikatı ile yüz binler fedakâr dostları varken, altı vilayetin ve altı mahkemenin tahkikatı ile bir vukuat talebesinde bulunmayan bir adam, asayişe ya vatana, siyasete zararı var diyen, elbette yerden göğe kadar haksızdır.
Zannetmesinler ki ben bu zalimane ithamlara karşı kendimi mes’uliyetten veya mahkûmiyetten kurtarmak içindir. Sizi temin ediyorum ki beni tam bilen dostlarım da tasdik ediyorlar ki bu yirmi sekiz senede ölüm, hayattan ziyade bana faydalı ve kabir, on defa bana hapisten ziyade medar-ı rahat ve hapis, on defa bu çeşit serbestiyetten daha istirahatime faydalı olduğunu kat’iyen kanaatim var. Eğer bazı dostlarım mahzun olmasaydı ben daimî hapiste kalacaktım.
Eğer şer’an intihar caiz olsaydı elbette Rus’un Başkumandanının ve İstanbul’u işgal eden İtilafçıların Başkumandanlarının kendini idam etmek vaziyetlerine ve divan-ı riyasette elli mebusun huzurunda ilk Reisicumhurun şiddetli hiddetine karşı tezellüle tenezzül etmeyen bir adam, elbette pek çok defa bir âdi jandarma ve gardiyanın ve âdi bir memurun tahkirkârane ihanetleri ve iftiraları ve tazipleri ve ağır tacizlerini gören adama, elbette ölüm yüz defa hayattan daha ziyade ona hoş gelir.
Madem Rehber’i bahane edip böyle hiç hatır ve hayale gelmeyen bir evham ile ittiham ediliyorum. Ben ve kardeşlerim Rehber’in hakikatiyle hem imanımızı hem ahlâkımızı tehlikeden kurtardığımız için deriz ki:
Rehber on beş sene evvel telif edilmiş, üç defa tab ile binler nüshası ve el yazısı ile on binler nüshası bu vatanda iştiyak ile okunmak suretinde intişar ettiği halde; yüz bin adam okuyucu hiç kimseden muvafık, muhalif, dindar, dinsizden hiçbirisi dememiş “Ondan zarar gördük.” veya “Vatan ve millete zararı var.” işitmedik. Öyle bir zarar olsaydı, bu ehemmiyetli bir mesele olduğu için intişar edecekti. Halbuki bundan yüz bine yakın şahit gösteririz ki “Biz ondan imanımızı kurtardık, seciye-i milliyemizi onunla düzelttik, istifade ettik.” diye yüz bin şahidi bu davamıza lüzum olsa göstereceğiz.
Acaba bir adamın on hasenesi olsa bir küçük yanlışı nazara alınmadığı halde, böyle yüz bin hasene ve fayda sahibi bir eserin vehmî, asılsız bir kusur tevehhümüyle medar-ı mes’uliyet olabilir mi? Hiç, dünyada hayat-ı içtimaiyeye temas eden hiçbir kanun böyle bir hale suç diyebilir mi?
O eseri tetkik eden ulûm-u İslâmiye ve diniyeye mâlik olmayan ehl-i vukufun suç unsuru diye gösterdikleri:
Birincisi: “Laikliğe aykırıdır, dini siyasete âlet ediyor.”
Halbuki müellifi otuz beş seneden beri siyaseti terk edip bir gazeteyi okumamış ve şakirdlerine de “Siyasetle meşgul olmayınız.” daima demesi, bu suç unsurunu tamamıyla keser.
İkincisi: “Dinî tedrisata taraftar olmak bir suç gösterilmiş.”
Buna karşı deriz: Dünyada buna suç diyen hiçbir ehl-i iman bulunmaz. Hususan hapisteki olanlar içindeki bîçarelere teselli suretinde ders vermiş. Tedrisata taraftarlığını o zaman söylemiş. Bu ise o cümleyi de bütün bütün manasız olduğunu gösterir. Hattâ hapisteki üç yüz adamın az bir zamanda Risale-i Nur’la ıslah olması, cinayetlerden tövbe ederek ve bütün onlar namaz kılmaları, alâkadar memurların nazar-ı dikkatlerini celbetmiş. O memurların bir kısmı demişler: “On beş sene hapiste kalmasının faydası kadar, on beş hafta Risale-i Nur fayda vermiş.” Bunu hapisteki Rehber’i yazana söylemişler.
Müellifi de demiş: Yüz otuz kitaptan ibaret olan Risale-i Nur ve onun küçük bir parçası olan Rehber’i, tamamıyla olmasa da okuyan adam, elbette on beş sene hapisteki cezadan, medresede ders okumak kadar istifade eder, ıslah-ı hal eder, fenalıklardan tövbe eder.
Acaba böyle bir temenni, bir teşvik ve beni hapse sokanlar da tasdik ettikleri halde, suç olabilir mi?
Üçüncüsü: “Tesettür ve terbiye-i İslâmiye taraftarıdır.” diye suç göstermiş.
Bu ise hem Eskişehir hem Denizli hem Afyon’da hem Afyon’un Mahkemesinin kararnamesinde de neşredildiği gibi; on beş sene evvel Eskişehir’de tesettür taraftarlığım için Mahkeme bana ilişmiş. Ben de hem Mahkemeye hem Mahkeme-i Temyize bu cevabı vermişim:
Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon Müslümanların kudsî bir düstur-u hayat-ı içtimaîsi ve üç yüz elli bin tefsirin manalarının ittifaklarına iktidaen ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdadlarımızın itikadlarına ittibaen tesettür hakkındaki bir âyet-i kerîmeyi tefsir eden bir adamı ittiham eden, elbette zemin yüzünde adalet varsa bu ittihamı şiddetle reddeder ve o ittihama göre hüküm verilse nakz ve reddedecek.
Bu âyet-i kerîmenin tesettür emri kadınlara büyük bir merhamet olduğunu ve kadınları sefaletten kurtardığını, Risale-i Nur kat’î ispat ettiği gibi Sebilürreşad’ın 115’inci sayısındaki: “Ehl-i iman âhiret hemşirelerime” unvanı olan bir makalem ispat eder.
Dördüncüsü: “Şahsî nüfuz temin etmek” bir suç unsuru gösterilmiş. Sebebi de “Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi namına konuşuyorum.” demesi ve “Kalbe ihtar edildi.”, “Hatırıma geldi.”, “Kalbime geldi.”, “Risale-i Nur hem mektep hem medrese hem tekke faydasını veriyormuş.” Ehl-i vukuf bu cümleyi medar-ı ittiham etmiş.
Cevaben deriz: Bir adam kabir kapısında seksenden geçmiş, kırk seneden beri kendisini inzivaya alıştırmış, yirmi sekiz seneden beri tecrid-i mutlak ve hapis ve nefiy içinde bütün bütün dünyadan küsmüş, otuz beş sene gazeteleri okumamış, dinlememiş. Mukabelesiz, ömründe hediye kabul etmemiş. En yakın akrabasından hattâ kardeşinden hiç mukabelesiz bir şey kabul etmemiş, hürmetten, teveccüh-ü nâstan kaçmak için halklarla görüşmemek için zaruret olmadan kendine düstur yapmış. Ve bütün dostların medihlerini kendi şahsına almayarak ya Nurcuların heyetine ya Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsine havale etmiş. Ve dermiş: “Ben lâyık değilim. Haddim de değil. Ben bir hizmetkârım, çekirdek gibi çürüdüm gittim. Risale-i Nur ise Kur’an-ı Hakîm’in tefsiridir, manasıdır.”
Hemen herkesin dediği gibi, hatırıma geldi yahut fikrime geldi yahut fikrime ihtar edildi gibi tabirleri herkes istimal ediyor. Benim de bunu söylemekten maksadım bu ki: Benim hünerim, benim zekâm değil. Sünuhat kabîlinden demektir. Bu da herkesin dediği gibi bir sözdür. Eğer vukufsuz ehl-i vukufun verdiği mana ilham da olsa; hayvanattan tut tâ melaikelere, tâ insanlara, tâ herkese bir nevi ilhama ve sünuhata mazhar oldukları, ehl-i fen ve ehl-i ilim ittifak etmişler. Buna suç diyen, ilim ve fenni inkâr etmek lâzım gelir.
Beşincisi: “Müellif cazibedar bir fitnenin esiri olmak ihtimali olan bir nesli, Risale-i Nur’dan meded umanlara verdiği cevaplarla kurtaracağına kanidir.”
Ehl-i vukuf bu cümleyi de medar-ı ittiham etmişler. Yüz bin şahitle ispat edilen ve meydana gelen zahir bir hakikati kanaat ettim, demesini medar-ı suç yapmak, ne derece manasız olduğunu dikkat eden anlar.
Altıncısı: “Siyasiyyun, içtimaiyyun, ahlâkiyyunların kulakları çınlasın!” demesini bir suç mevzuu göstermişler.
Halbuki gençleri tehlikelerden kurtarmak için kısa ve rahat bir çareyi keşfettiğini siyasiyyun, ahlâkiyyun da bunu terviç etsinler manasında demiş: “Kulakları çınlasın!” Buna suç diyen, insaniyet itibarıyla çok suçlu olmak gerektir.
Yedincisi: “Fitneyi ateşlendiren ve talim eden irtidadkâr bir şahs-ı manevînin mevcud olduğunu ve bu manevî şahsın hayaline göründüğünü söylemekte fakat kim olduğunu bildirmemektedir.”
Ehl-i vukuf medar-ı ittiham etmişler. Acaba dünyada insî ve cinnî şeytanlar hiç boş dururlar mı? Onların daima fenalıkları yapmak ve yaptırmakla meşgul olduklarından, bu vukufsuz ehl-i vukuf hiç bilmemişler mi ki manasız ilişiyorlar. Madem manevî demiş, madem kim olduğunu bildirmemiş, dünyada hiçbir mahkeme böyle manevî bir adama, yani bir şeytana hakaret ettin diye seni mahkemeye vereceğiz diyen, elbette sözüne zerre miktar ehemmiyet verilmez bir hezeyan hükmündedir.
Sekizincisi: “Doğrudan doğruya Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden süzülen ve çıkan ve tevellüd eden Risale-i Nur esaslarına dayandığı, müellif tarafından mükerreren ve musırrane beyan ve iddia edilmekte ve böylece propaganda dinî delillere, telkinlere istinad ettiğini söylemekle suç unsuru gösterilmektedir.”
Bunu bütün Risale-i Nur’u okuyanların tasdikiyle hususan meşhur Mısır, Şam, Bağdat, Pakistan ve Diyanet Riyasetinin dairesinin uleması tasdik ile Risale-i Nur doğrudan doğruya hakiki bir tefsir-i Kur’anîdir ve Kur’an’ın malı ve lemaatıdır, dedikleri halde bu cümleyi medar-ı suç yapanlardan mahkeme-i kübra-i haşirde bu hatasının sebebi sorulacak.
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ
Hasta Said Nursî
Önceki Risale: Birinci Kısım Mektuplar ← Emirdağ Lahikası-2 → Üçüncü Kısım Mektuplar: Sonraki Risale
- ↑ Evet, Üstadımız mükerreren Birinci Harb-i Umumî’den evvel çok defa bize ulûm-u Arabiyeyi ders verdiği zaman bize kat’î bir tarzda “Büyük ve umumî bir zelzele yaklaşıyor, hazırlanınız. O zaman herkes benim gibi mücerredlere gıpta edecekler.” diye söylüyorlardı. Pek az zamanda, onun mükerreren verdiği haber aynen çıktı.
Horhor’daki eski talebeleri namına Medresetü’l-Vaizîn mezunlarından:
Mehmed Sadık, Sabri, Mehmed Şefik, Mehmed Mihri, Hamza - ↑ Yalnız aldatmak için bazı derin ve ehemmiyetli hakikatlere bir isim takıp güya o hakikat anlaşılmış gibi âdileştiriyorlar. Mesela, bu elektrik kuvveti imiş deyip o ince ve derin hakikati ehemmiyetsiz yapıp âdi gösteriyorlar. Halbuki kudretin o mu’cizesinin hikmetleri iki sahife ile ancak ifade edildiği halde; bir tek isim takmakla, o hakikati ve o küllî hikmeti gizleyip gayet küçük ve basit bir perdesini yerine ikame ederek; o mu’cizeli eseri, kör kuvvete ve serseri tesadüfe ve mevhum tabiata isnad edip Ebucehil’den daha echel bir dereceye düşüyorlar.
İşte irade-i İlahiyenin namuslarının unvanları olan âdetullah kanunlarının birisine beşer, aczinden mahiyetini bilemediği o kanunun mahiyetine elektrik namını verip tenvirdeki hârika mu’cize-i kudreti âdileştirmekle ve malûm bir şey imiş gibi elektrik kuvveti diye bir isim takmakla, bunun gibi çok hârikulâde mu’cizat-ı kudret-i İlahiyeyi cahilane âdileştiriyorlar. - ↑ Bu kelimede büyük bir hakikat hazinesinin anahtarına işaret var.
- ↑ Mu’cizat-ı Kur’aniye’de اَلْيَوْمَ نُنَجّٖيكَ بِبَدَنِكَ âyetiyle gark olan Firavun’a der: “Bugün gark olan cesedine necat vereceğim.” demesiyle umum Firavunların tenasüh fikrine binaen cenazelerini mumyalamakla maziden alıp müstakbeldeki ensal-i âtiyenin temaşagâhına göndermek olan mevt-âlûd, ibret-nüma bir düstur-u hayatiyelerini ifade etmekle beraber, şu asr-ı âhirde o gark olan Firavun’un aynı cesedi olarak keşfolunan bir beden, o mahall-i gark denizinden sahile atıldığı gibi zamanın denizinden asırların mevcelerinin üstünde şu asır sahiline atılacağı mu’cizane bir işaret-i gaybiye ifade eder. (Hâşiyenin hâşiyesi)
Hâşiyenin hâşiyesi: Bu asırda ecnebiler aynı Firavun’un cesedini bulmuşlar. Müzehanelerine götürdükleri, ceridelerle neşredilmiştir. - ↑ Size bera-yı malûmat bilâhare gönderilecektir.