Mülk 3

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Ayet: Mülk 2Mülk SuresiMülk 4: Sonraki Ayet

Meali: 3- O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?

Kur'an'daki Yeri: 29. Cüz, 561. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Mesela, nasıl ki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’alinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’alin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren unvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve unvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın sanatına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir. Ve o sanat ve sıfatlarının mükemmeliyeti, o sanat sahibinin şuun-u zatiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zatiyesinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o şuun ve kabiliyet-i zatiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zatiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü…

Aynen öyle de şu kusursuz, futursuz هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan sanat ise bilmüşahede bir müessir-i zi’l-iktidarın kemal-i ef’aline delâlet eder. O kemal-i ef’al ise bilbedahe o fâil-i zülcelalin kemal-i esmasına delâlet eder. O kemal-i esma ise bizzarure o esmanın müsemma-i zülcemalinin kemal-i sıfâtına delâlet ve şehadet eder. O kemal-i sıfât ise bi’l-yakîn o mevsuf-u zülkemalin kemal-i şuununa delâlet ve şehadet eder. O kemal-i şuun ise bihakkalyakîn o zîşuunun kemal-i zatına öyle delâlet eder ki bütün kâinatta görünen bütün enva-ı kemalât, onun kemaline nisbeten sönük bir zıll-i zayıf suretinde bir Zat-ı Zülkemal’in âyât-ı kemali ve rumuz-u celali ve işarat-ı cemali olduğunu gösterir.

(22. Söz)


Zeminin yüzünde dört yüz bin muhtelif taifeden (Hâşiye[1]) ibaret olan bütün hayvanat ve nebatat envaının ordusu; bilmüşahede ayrı ayrı erzakları, suretleri, silahları, libasları, talimatları, terhisatları kemal-i mizan ve intizamla hiçbir şey unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak bir surette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki hiçbir şüphe kabul etmez, güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehad’dir.

Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın. Çünkü şu birbiri içinde girift olan envaları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak. Halbuki فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ sırrıyla hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki hiçbir parmak karışamıyor.

(33. Söz)


Âmiriyet ve hâkimiyetin muktezası; rakip kabul etmemektir, iştiraki reddetmektir, müdahaleyi ref’etmektir. Onun içindir ki küçük bir köyde iki muhtar bulunsa köyün rahatını ve nizamını bozarlar. Bir nahiyede iki müdür, bir vilayette iki vali bulunsa herc ü merc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa fırtınalı bir karmakarışıklığa sebebiyet verirler.

Madem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zayıf bir gölgesi ve cüz’î bir numunesi, muavenete muhtaç âciz insanlarda böyle rakip ve zıddı ve emsalinin müdahalesini kabul etmezse; acaba saltanat-ı mutlaka suretindeki hâkimiyet ve rububiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadîr-i Mutlak’ta ne derece o redd-i müdahale kanunu ne kadar esaslı bir surette hükmünü icra ettiğini kıyas et.

Demek, uluhiyet ve rububiyetin en kat’î ve daimî lâzımı; vahdet ve infiraddır. Buna bir bürhan-ı bâhir ve şahid-i kātı’, kâinattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir. Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından “Sübhanallah, mâşâallah, bârekellah” der, secde eder.

Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdahalesi olsa idi

لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

âyet-i kerîmesinin delâletiyle nizam bozulacaktı, suret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti. Halbuki

فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ

ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ اِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَ هُوَ حَسٖيرٌ

delâletiyle ve şu ifade ile nazar-ı beşer, kusuru aramak için ne kadar çabalasa hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak menzili olan göze gelip onu gönderen münekkid akla diyecek: “Beyhude yoruldum, kusur yok.” demesiyle gösteriyor ki nizam ve intizam, gayet mükemmeldir. Demek intizam-ı kâinat, vahdaniyetin kat’î şahididir.

(33. Söz)


Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı, nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde olan o kabzayı karanlıkta ve karanlık ve basit ve camid bir toprak içinde defnet, serp. Sonra mizansız ve eşyayı fark etmeyen ve nereye yüzünü çevirsen oraya giden basit su ile sula.

Sonra senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak! İsrafilvari melek-i ra’d; baharda nefh-i sûr nevinden yağmura bağırması, yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz’in tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fâtır-ı Hakîm’den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket ediyorlar ki onların o hareketlerinde bir şuur, bir basîret, bir kasd, bir irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor.

Çünkü görüyorsun ki o birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor. Mesela bu tohumcuk, bir incir ağacı oldu. Fâtır-ı Hakîm’in nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleri ile bizlere uzatıyor. İşte bu, ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise gün âşığı namındaki çiçek ile hercaî menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi. Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kısım tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi ve sümbül ve ağaç oldular. Güzel tat ve koku ve şekilleri ile iştihamızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi davet ediyorlar ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebatî hayat mertebesinden, hayvanî hayat mertebesine terakki etsinler. Ve hâkeza kıyas et.

Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf ettiler ki o tek kabza, muhtelif ağaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat, kusur yok. فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ sırrını gösterir. Her bir tohum, ism-i Hafîz’in cilvesiyle ve ihsanıyla ona pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti; iltibassız, noksansız muhafaza edip gösteriyor.

İşte bu hadsiz hârika muhafazayı yapan Zat-ı Hafîz, kıyamet ve haşirde hafîziyetin tecelli-i ekberini göstereceğine kat’î bir işarettir.

(17. Lem'a)


Çok yerlerde kat’î delillerle ispat etmişiz ki hâkimiyetin en esaslı hâssası; istiklaldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi istiklaliyetini muhafaza etmek için gayrın müdahalesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok padişahlar bu redd-i müdahale haysiyetiyle masum evlatlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler.

Demek, hakiki hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikâk kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir muktezası; istiklaldir, infiraddır, gayrın müdahalesini reddir.

İşte bu çok esaslı hâssa içindir ki rububiyet-i mutlaka derecesindeki hâkimiyet-i İlahiye, gayet şiddetle şirki ve iştiraki ve müdahale-i gayrı reddettiğinden, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan dahi gayet hararetle ve şiddetle ve pek çok tekrar ile tevhidi gösterip şirki, iştiraki azîm tehditlerle reddediyor.

İşte rububiyetteki hâkimiyet-i İlahiye, tevhid ve vahdeti kat’î bir surette iktiza ettiği ve gayet kuvvetli bir dâîyi ve gayet şiddetli bir muktezîyi gösterdiği gibi, kâinat yüzündeki nihayet derecede mükemmel ve mecmu-u kâinattan, yıldızlardan tut tâ nebatat, hayvanat, maadin tâ cüz’iyat ve efrada ve zerrelere kadar görünen intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmel; o ferdiyete, o vahdete hiçbir cihetle şüphe getirmez bir şahid-i âdil, bir bürhan-ı bâhirdir. Çünkü gayrın müdahalesi olsa bu gayet hassas nizam ve intizam ve muvazene-i kâinat elbette bozulacaktı ve intizamsızlık eseri görünecekti. لَوْ كَانَ فٖيهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللّٰهُ لَفَسَدَتَا âyetinin sırrıyla bu hârika mükemmel nizam-ı kâinat karışacaktı ve fesada girecekti. Halbuki فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ âyetiyle zerrattan tâ seyyarata, ferşten tâ arşa kadar hiçbir cihetle kusur ve noksan ve müşevveşiyet eseri görülmediğinden, gayet parlak bir surette, bu nizam-ı kâinat ve şu intizam-ı mahlukat ve şu muvazene-i mevcudat, ism-i Ferd’in cilve-i a’zamını gösterip vahdete şehadet eder.

Hem cilve-i ehadiyet sırrıyla, en küçük bir zîhayat mahluk, kâinatın bir misal-i musağğarası ve küçük bir fihristesi hükmünde olduğundan o tek zîhayata sahip çıkan, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan zat olabilir. Ve bir çekirdek, hilkatçe bir ağaçtan geri olmadığı; ve bir ağaç, küçük bir kâinat hükmünde olduğu; her bir zîhayat dahi küçük bir kâinat ve küçük bir âlem hükmünde olduğundan bu sırr-ı ehadiyet cilvesi, şirk ve iştiraki muhal derecesine getiriyor.

Bu kâinat, o sır ile; değil yalnız tecezzi kabul etmez bir külldür; belki mahiyetçe, inkısam ve iştiraki ve tecezzisi imkânsız ve müteaddid elleri kabul etmez bir küllî hükmüne geçtiğinden ondaki her bir cüz, bir cüz’î ve bir ferdî hükmünde ve o küll dahi bir küllî hükmünde olduğundan hiçbir cihetle iştirakin imkânı olmuyor. Bu ism-i Ferd’in cilve-i a’zamı, hakikat-i tevhidi bu sırr-ı ehadiyetle bedahet derecesinde ispat ediyor.

Evet, kâinatın envaları birbiri içine girift olması ve kenetleşmesi ve her birinin vazifesi umuma baktığı cihetle kâinatı rububiyet ve icad noktasında tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği misillü; kâinatta faaliyet gösteren ef’al-i umumiye-i muhita dahi birbirinin içinde tedahül cihetiyle, yani mesela hayat vermek fiili içinde, aynı anda iaşe ve terzîk fiili görünüyor. Ve o iaşe, ihya fiilleri içinde aynı zamanda o zîhayatın cesedini tanzim, teçhiz fiilleri müşahede olunuyor. Ve o iaşe, ihya, tanzim, teçhiz fiilleri içinde; aynı vakitte tasvir, terbiye ve tedbir fiilleri nazara çarpıyor. Ve hâkeza… Böyle muhit ve umumî ef’alin birbiri içine tedahülü ve girift olması ve ziyadaki yedi renk gibi imtizaç belki ittihat etmesi haysiyetiyle ve o ef’alin her biri, mahiyetçe bir birlik ve vahdet içinde ekser mevcudata ihatası ve şümulü ve vahdanî birer fiil olduğundan her halde fâilinin bir tek zat olması ve her biri, umum kâinatı istila etmesi ve sair ef’al ile muavenettarane birleşmesi itibarıyla, kâinatı tecezzi kabul etmez bir küll hükmüne getirdiği gibi zîhayat mahlukların her birisi; kâinatın bir çekirdeği, bir fihristesi, bir numunesi hükmünde olduğundan, kâinatı rububiyet noktasında tecezzi ve inkısamı imkân haricinde bir küllî hükmüne getirmiştir.

Demek kâinat öyle bir külldür ki bir cüze Rab olmak, umum o külle Rab olmakla olur. Ve öyle bir küllîdir ki her bir cüz, bir fert hükmüne geçip bir tek ferde rububiyetini dinlettirmek, umum o küllîyi musahhar etmekle olabilir.

(30. Lem'a)


Delil-i inayet ve gayettir ki menafi-i eşyayı ta’dad eden bütün âyât-ı Kur’aniye bu delili nesc ve şu bürhanı tanzim ediyorlar. Bu delilin zübdesi, kâinatın nizam-ı ekmelinde itkan-ı sanat ve riayet-i mesalih ve hikemdir. Bu ise Sâni’in kasd ve hikmetini ispat ve tesadüf vehmini ortadan nefyediyor. Zira itkan ihtiyarsız olmaz. Evet, nizamın şahitleri olan bütün fünun-u ekvan, mevcudatın silsilelerindeki halkalardan asılmış mesalih ve semeratı ve inkılabat-ı ahvalin katmer ve düğümleri içinde saklanmış hikem ve fevaidi göstermekle, Sâni’in kasd ve hikmetine kat’î şehadet ediyorlar.

Ezcümle: Fenn-i hayvanat, fenn-i nebatat, iki yüz bini mütecaviz envaın büyük peder ve âdemleri hükmünde olan mebdelerinin her birinin hudûsuna şehadet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavanin, kör ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise bu kadar hayret-feza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz birer makine-i acibe-i İlahiyenin icad ve inşasına adem-i kabiliyetleri cihetiyle her bir fert her bir nevi müstakillen Sâni’-i Hakîm’in dest-i kudretinden çıktıklarını ilan ve izhar ediyorlar.

Kur’an-ı Kerîm فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرٰى مِنْ فُطُورٍ der. Kur’an’da delil-i inayet, vücuh-u mümkinenin en mükemmel vechi ile bulunuyor. Kur’an, kâinatta tefekküre emir verdiği gibi fevaidi tezkâr ve nimetleri ta’dad eden âyâtın fevasıl ve hâtimelerinde galiben akla havale ve vicdanla müşaverete sevk etmek için

اَوَلَا يَعْلَمُونَ

اَفَلَا يَعْقِلُونَ

اَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ

فَاعْتَبِرُوا

gibi o bürhan-ı inayeti ezhanda tesbit ediyor.

(Nokta, Mesnevi-i Nuriye)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  1. Hattâ o taifelerden bir kısım var ki bir senedeki efradı, zaman-ı Âdem’den kıyamete kadar vücuda gelen bütün insan efradından ziyadedir.