Ahmed Nazif Çelebi

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
08.33, 22 Ağustos 2021 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 20337 numaralı sürüm

Ahmed Nazif Çelebi İnebolulu olup Kastomunu’da Nur hizmetlerinin ilk talebelerindendir. Oğlu Salahaddin Çelebi ile beraber iman hizmetlerinde bulunmuştur. Üstad’la beraber 1943 Denizli ve 1948 Afyon hapislerinde bulunur. 1944 yılında Denizli Hapinden sonra bir İstanbul seyahatinde teksir makinesi ile tanışır. Merakla sorar ve bunun yazılanları çoğaltan bir makine olduğunu öğrenince hemen satın alıp İnebolu’ya getirir. Risale-i Nur'un teksir makinesi ile ilk defa neşri İnebolu’da başlamıştır. Üstad baba-oğul bu iki nur talebesi için "Risale-i Nur’un neşrinde iki yüz adam kadar çalıştıklarını görüyoruz" demiştir.[1][2]

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri:

Doğum Yeri ve Tarihi: İnebolu, 1891[1]

Vefat Yeri ve Tarihi: 1964[1]

Kabrinin Yeri: İnebolu Hastane Üstü Mezarlığı[1]

Haritada Yeri: [1]

Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı[değiştir]

1936 yılında Üstadı Kastamonu'da ziyaret ettiğinde Üstaddan aldığı 4. Şua ile Risale-i Nur hizmetine başladı.[2]

Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri[değiştir]

Üstadı ilk defa Meşrutiyetten sonra 1908 yılında bir heyetle İnebolu'ya geldiğinde gördü. 1936 yılında ise ilk ziyaretini Kastamonu'da yaptı ve Üstaddan aldığı 4. Şua ile Risale-i Nur hizmetine başladı.[2]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Bir zaman ihtiyarlık vaktinde, Eskişehir Hapsinden –bir sene cezayı çekip– çıktım. Beni Kastamonu’ya nefyettiler. Polis karakolunda iki üç ay misafir ettiler. Benim gibi sadık dostlarıyla görüşmekten sıkılan bir münzevi ve kıyafetinin tebdiline tahammül etmeyen bir adam, böyle yerlerde ne kadar azap çeker, anlaşılır.

İşte ben bu meyusiyette iken, birden inayet-i İlahiye ihtiyarlığımın imdadına geldi. O karakoldaki komiser, polislerle beraber sadık dost hükmüne geçtiler. Hiçbir vakit şapkayı başıma koymayı ihtar etmedikleri gibi benim hizmetçilerim misillü, istediğim zaman beni şehrin etrafında gezdiriyordular.

Sonra o karakolun karşısında Kastamonu’nun Medrese-i Nuriyesine girdim, Nurların telifine başladım. Feyzi, Emin, Hilmi, Sadık, Nazif, Salahaddin gibi Nur’un kahraman şakirdleri, Nurların neşri, teksiri için o medreseye devam ettiler. Gençlikte eski talebelerimle geçirdiğim kıymettar müzakere-i ilmiyeyi daha parlak bir surette gösterdiler.

(Lem'a'lar, 26. Lem'a, 16. Rica)


Sizi temin ederim ki şimdi ecel gelse ölsem, kemal-i rahat-ı kalple karşılayacağım. Çünkü içinizde kuvvetli, metin, genç çok Saidler bulunduğuna ve bu bîçare, ihtiyar, hasta, zayıf Said’den çok ziyade Risale-i Nur’a sahip ve vâris ve hâmi olacaklarına kanaatim geliyor. Nazif’in pusulasında isimleri yazılan ve tesirli bir surette kuvve-i maneviyeyi takviye eden zatlara çok minnettar ve çok müferrah oldum. Zaten ben onların böyle olacaklarını tahmin ederdim. Cenab-ı Hak onları muvaffak ve başkalara da hüsn-ü misal eylesin, âmin!

(Şualar, 13. Şua)


Risale-i Nur Nedir ve Hakikatler Muvacehesinde Risale-i Nur ve Tercümanı Ne Mahiyettedirler Diye Bir Takriznamedir

Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri; emr-i dinde mübtedi değil, müttebi’dirler. Yani kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (asm) harfiyen ittiba yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtîli ref’ ve iptal ve dine vaki tecavüzleri red ve imha ve evamir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlahiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilan ederler. Ancak tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usûlleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilat ile îfa-i vazife ederler.

...

Envar-ı Muhammediyeyi (asm) ve maarif-i Ahmediyeyi (asm) ve füyuzat-ı şem’-i İlahîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’anî ve hadîsî olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi (asm) ifade eden âyât-ı celilenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle, o zat hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir’at-ı mücellası ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikati ve şem’-i İlahînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.

Üçüncü Medrese-i Yusufiyenin El-Hüccetü’z-Zehra ve Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirdleri namına

Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salahaddin, Zübeyr, Ceylan, Sungur, Tabancalı

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risale-i Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsi namına kabul ettim.

Said Nursî

(Şualar, 15. Şua, Takrizname)


Risale-i Nur’un faal bir şakirdi olan Ahmed Nazif Çelebi’nin bir istihracıdır ve bir fıkrasıdır. Bunu hem Birinci Şuâ’nın Otuz İkinci Âyeti olarak ve hem Yirmi Yedinci Mektup’un fıkralarında kaydetmek münasip görüldü

O kendisi diyor: Gelen âyetleri hâfızdan dinledim. Sure-i Ahzab’dan:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثٖيرًا ۞ وَ سَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَ اَصٖيلًا ۞ هُوَ الَّذٖى يُصَلّٖى عَلَيْكُمْ وَ مَلٰٓئِكَتُهُ لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَ كَانَ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَحٖيمًا ۞ تَحِيَّتُهُمْ يَوْمَ يَلْقَوْنَهُ سَلَامٌ وَ اَعَدَّ لَهُمْ اَجْرًا كَرٖيمًا ۞ يَٓا اَيُّهَا النَّبِىُّ اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَ مُبَشِّرًا وَ نَذٖيرًا ۞ وَ دَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ بِاِذْنِهٖ وَ سِرَاجًا مُنٖيرًا ۞ وَ بَشِّرِ الْمُؤْمِنٖينَ بِاَنَّ لَهُمْ مِنَ اللّٰهِ فَضْلًا كَبٖيرًا

Bu âyetlerde Risale-i Nur’a îma ve remiz ve belki işaret var diye hissettim.

Evet, madem bu âyet gibi vazife-i risalet ve davete bakan âyetler her asra bakıyorlar ve her asırda efradları ve mâsadakları var.

Ve madem bu âyetlerde, Resul-ü Ekrem’e (asm) verilen sıfatlar ve unvanlar her zamanda cereyanı ve her bir asırda hükmetmek haysiyetiyle o unvanların altında mana-yı remziyle Risale-i Nur gibi o vazifeyi yerine getiren eserler ve zatlar bu gibi âyâtın daire-i şümullerine girmeleri, Kur’an’daki i’caz-ı manevîsinin şe’nidir belki muktezasıdır ve lâzımıdır.

Madem Risale-i Nur, bu acib asırda müstesna bir surette bu âyetin işaret ettiği vazifeyi yapıyor ve manasının daire-i külliyesinde bir ferdidir.

Elbette müteaddid emareler ve gizli karineler ile diyebiliriz ki bu âyette dahi Birinci Şuâ’nın sair otuz bir adet âyetleri gibi Risale-i Nur’a mana-yı işariyle bakar. Şöyle ki:

لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ وَ كَانَ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَحٖيمًا cümlesi, mana-yı işarîsiyle diyor: Bin üç yüz yetmişe kadar tecavüz eden en karanlık bir zulüm, en karanlık bir zulmetten sizi ey ehl-i iman ve’l-Kur’an, Kur’an’dan gelen Nurlara ve imanın ışıklarına çıkaran ve isminde Nur ve manasında rahîmiyet bulunan ve ism-i Nur ve ism-i Rahîm’in mazharı olan bir lem’a-i Kur’aniyeye ve bu asrımıza bakıp îma ediyor.

Mana mutabakatından başka bir emare ve karinesi budur ki: اِلَى النُّورِ وَ كَانَ بِالْمُؤْمِنٖينَ رَحٖيمًا fıkrasının (şedde ve tenvin sayılır) makam-ı cifrîsi dokuz yüz kırk yedi (947) edip Risaletü’n-Nur isminin makamı olan dokuz yüz kırk yedi adedine tam tamına tevafuk ediyor.

اِنَّٓا اَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَ مُبَشِّرًا cümlesi (şeddeler sayılmaz ve âhirde tenvin vakıftır, elif sayılır) makam-ı cifrîsi ki bin üç yüz yirmi üç (1323) tarihini gösterir. O tarihte, merkez-i hilafette dehşetli bir inkılabın mebde-i infilaki içinde, yeise düşen ehl-i imana müjde verip İslâmiyet’in hakkaniyetine ve kuvvetine kuvvetli şehadet eden ve veraset-i nübüvvet noktasında davette bulunan hakiki bir şahide işaret eder.

وَ نَذٖيرًا وَ دَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ cümlesi (Hâşiye[1]) (tenvinler vakıf olmadığından sayılırlar) makam-ı cifrîsi, bin iki yüz elli altı (1256) tarihini göstermekle, bu asırda ve bu zamandaki İslâmiyet’in inhisafını bir asır evvel ihzar eden mukaddimatına bakarak وَ دَاعِيًا اِلَى اللّٰهِ kelimesi yüz doksan bir (191) ederek Risale-i Nur’un bir hakiki ismi olan Bedîüzzaman’ın makam-ı cifrîsi bulunan yüz doksan bir (191) adedine tam tamına tevafukla îma eder ki Risale-i Nur dahi o inhisaf içinde bir “dâî-i ilallah”tır.

بِاِذْنِهٖ وَ سِرَاجًا مُنٖيرًا (Hâşiye[2]) ve yalnız سِرَاجًا مُنٖيرًا kelimesi ise tam tamına Risale-i Nur’un bir ismi olan “Siracünnur”a lafzen ve manen ve cifren tevafukla bakar. مُنٖيرًا daki “mim” “ye” النُّورِ daki şeddeli “nun”a mukabildir. Evet, İmam-ı Ali (ra) keramet-i gaybiyesinde, Risale-i Nur’a “Siracünnur” namını vermesi, bu âyetin bu fıkrasından mülhemdir denilebilir ve çekinmeyerek deriz.

وَ بَشِّرِ الْمُؤْمِنٖينَ بِاَنَّ لَهُمْ مِنَ اللّٰهِ cümlesi (şedde sayılmak cihetiyle) makam-ı cifrîsiyle bin üç yüz elli dokuz (1359) tarihini göstermekle, bu asrımızın tam bulunduğumuz bu senesine bakarak ehl-i imana bir büyük ihsanı var diye mana-yı remziyle haber veriyor.

Biz bakıyoruz, bu zamanda en büyük ihsan, imanı kurtarmaktır. Ve görüyoruz, imanı hârika bürhanlarla kurtaran –başta– Risale-i Nur’dur. Demek bu zamana nisbeten bir “fazl-ı kebir” de odur.

Bu işareti kuvvetlendiren şudur: فَضْلًا كَبٖيرًا daki فَضْلًا kelimesi, dokuz yüz altmış (960) edip Risaletü’n-Nur’un bu ismi, izafeden tavsif tarzına geçmekle Risaletü’n-Nuriye olup makamı olan dokuz yüz altmış iki (962) adedine manidar iki farkla tevafuku, onun başına remzen ve îmaen parmak basmasıdır.

İlahî yâ Rab! Sen Risale-i Nur’u ve Risale-i Nur Müellifi Üstadımız Said Nursî’yi ve Risale-i Nur talebe ve şakirdlerini ve mensuplarını, mahfaza-i hıfzında ve kale-i İlahiyen içinde muhafaza ve emin eyle, âmin! Ve hizmet-i Kur’an ve imanda sabit ve daim eyle, âmin! Ve bu kudsî hizmetlerinde, muvaffakıyetlerle yardım ve muavenetler ihsan eyle, âmin! Ve Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan-ı Azîmüşşan’ın sırr-ı a’zamına, marifetullah, muhabbetullah ve muhabbet-i Resulullah sırr-ı kudsîsine ve حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ sırr-ı uzmasına ve rızaullah ve rü’yet-i cemalullah lütuf ve ihsanına mazhar eyle, yâ Rabbe’l-âlemîn!..

وَ صَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ اَصْحَابِهٖ وَ اَهْلِ بَيْتِهٖ اَجْمَعٖينَ الطَّيِّبٖينَ الطَّاهِرٖينَ اٰمٖينَ اٰمٖينَ بِحُرْمَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلٖينَ وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمٖينَ

Fakir, âciz, zayıf, günahkâr, talebe ve hizmetkârınız İnebolulu Ahmed Nazif Çelebi

(Barla Lahikası)


Ahmed Nazif Çelebi’nin bir fıkrasıdır. Bayram münasebetiyle kabul edilmeyen bir hediye için yazmıştır

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Çok aziz ve çok kıymetli, müşfik ve fedakâr Üstad-ı A’zam Efendim Hazretleri!

Hazineler dolusu mücevherattan daha fazla, hattâ bu fâni dünya hayatının ziynetleriyle ölçülemeyecek derecede kıymettar mektubunuzu, mübarek ramazan-ı şerifin yirmi üçüncü günü akşamı, iftardan on dakika evvel postadan aldım. Cenab-ı Allah kabul buyursun, iki iftarı bir yaptım. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Evvelce yazdığım uzun satırların malayani ve boşluğundan, fazla meşgul ettiğimden ve gerek bizim ve gerekse mübarek Zekeriya kardeşimizin kıymetsiz, değersiz hediyelerini mezuniyetsiz kabul ederek takdim etmek cesaretinde bulunduğumdan mütevellid, aziz Üstadımın adem-i kabul ve hoşnutsuzluğuyla tekdiratına maruz kalacağımdan korkarak intizarda iken müvezzi iki mektup verdi. İftar vakti dar olduğundan ayakta zarfı açtıktan sonra, kıymet takdir edemediğim çok şirin ve cazip olan hatt-ı fâzılaneniz, sanki “Korkma!” diye hitap ediyormuş gibi tebessüm ederek gözüme ilişince sürurumdan okuyamadım. Hemen haneme koştum, iftar ile beraber okumaya başladım.

Sevgili ve müşfik Üstadım! Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin tebşiratı hatırıma geldi. Zat-ı fâzılanelerindeki gördüğüm şefkat-i pederanenin o büyük zatın haber verdiği şefkat-i pederaneyi haiz bulunduğunuza iman ettim. Kādir-i Mutlak Hazretleri siz Üstadımızdan kat kat razı olsun ve bizleri de hizmetinizde ve hizmet-i Kur’an’da daim ve sabit eylesin ve Üstadımızın kıymetli ve kudsî işaretlerine ve kıymetli dualarına mazhar eylesin, âmin bihürmeti Seyyidi’l-mürselîn.

Şefkatli Üstadım! Hizmet-i Kur’an’da ve Risale-i Nur’un neşriyatındaki zerre-i vâhide kabîlinden olan mesainin nezd-i âlî-i üstadanelerinde hüsn-ü kabule mazhariyeti; zayıf, âciz, fakir hizmetkârınız ve iktidarsız, idraki nâkıs, ihatası dar, şuuru muhtel talebenizi ne derece sevinç ve sürura kalbettiğini tarif edemem.

Böyle manevî ve kudsî takdirata mazhar buyurulan ve bizim gibi günahkârlara, otuz senelik iştiyakla, on senelik münâcat ve niyaz mukabilinde siz Üstadımızı ihsan buyuran ve kullarının isyanlarına bakmayarak her istediklerini bilen, işiten ve beleğan mâ belağ veren ve bütün mükevvenatı yed-i kudretinde tutan ve her şeye sahip ve mâlik ve hâkim bulunan Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine ne suretle hamd ve şükür edeceğimi bilemiyorum.

Kıymetli Üstadım! Siz tavassut buyurunuz, değersiz hizmetimizle, pek az ve kısa olan şu dünya hayatı içinde belki bir katre mesabesindeki hamd ve şükrümüzü “Tekabbelallah” sırrına mazhar buyursun inşâallah.

Mektubat Risalesi’nin İkinci Mektup’unu daima hatırlayarak bu emirlerinize riayet etmeye çalıştığım halde bir mücbir-i gaybî bendenizi tahrik ederek İkinci Mektup’a muhalefete sevk ediyor.

Niyetim hâlis, sadakat ve merbutiyetim ciddi ve çok sağlam. Her türlü riyadan ârî ve hiçbir maddî menfaate matuf ve müstenid olmayan, Allah rızası yolunda, Kur’an namına ve Risaletü’n-Nur’a hizmet gayesine matuf ve bilhassa bizim gibi âciz, âsi ve günahkârların hidayet ve irşad ve îsaline ve ehl-i dalaleti ve ehl-i bid’ayı tarîk-ı hakka davet ve hakaik-i imaniyeye hâdim bir kudsî zat, bizlere ve memleketimize “vediatullah” olarak ihsan buyurulmuş.

Kıymetli misafirimiz nasıl ki biz günahkârların manevî yardımına koşuyor ve gece ve gündüz mağfiret-i İlahiyeye ve irşadımıza çalışıyorsa bizler de bu aziz misafirimizin maddî yardımına seve seve ve iştiyakla ve ancak Allah için koşmak ve çalışmak vazifesiyle mükellef bulunduğumuzu hissediyoruz.

Hem bizlere Kur’an ve Hazret-i Peygamber (asm) emrediyor: تَعَاوَنُوا Gurabaya muavenet…

Af dilerim, kıymetli ve sevgili Üstadım. Bilirim ki hediyeleri kabul etmiyorsun. Fakat zekât ve sadaka gibi muaveneti, arkadaşlarımızın ısrarı üzerine yazmaya mecbur oldum. Hem de maddî ihtiyaçlarınıza, ikametgâh kirası, odun ve kömür gibi mübrem ihtiyaçlar için lâzım olduğunu düşünmüştüm.

Esasen, kaide-i üstadaneleri bozulmamak için arkadaşlarıma daima tavsiye ve telkinatım, hiçbir maddî menfaat düşünülmemesidir. Çünkü din dünyaya âlet olmaz. Ve din, vasıta-i cer ve maddî menfaati kat’iyen kabul edemez. Hattâ Risale-i Nur’un neşriyatında, kimsenin minnetini almamak için kıymetli Üstadımı taklit ederim.

Kıymetli ve müşfik Üstadım! Şu kadar var ki: Hizmetkârınız, üstad namına değil, kıymetli ve garib bir misafirimiz namına ve rızaen lillah maddî yardım etmek istiyoruz. Hem manevî zarar görmemeniz için kuvvet ve kudret ve azamet sahibi Cenab-ı Allah’a niyaz ve tazarru ederek dergâh-ı İlahiyesinde hüsn-ü kabule mazhar eylemesini dua ediyoruz.

Kıymetli Üstadım! Bayramda ziyaret ve arz-ı tazim makamına kaim olmak üzere, bütün arkadaşlarımızla beraber hem ramazan-ı şerifi hem Leyle-i Kadri hem mübarek İyd-i Said-i Fıtr’ı, Risaletü’n-Nur’un umum talebe ve şakirdleri ve Kur’an’ın kıymetli hizmetçileri makamında ve hükmünde kıymetli Üstadımızı tebrik ederek, Cenab-ı Hak’tan daha çok kardeş ve arkadaşlarımız ile birlikte ve siz Üstadımız başımızda olarak ramazan-ı şerifin emsal-i kesîresiyle müşerref olmaklığımızı niyaz ve tazarru eyleriz ve mübarek iki ellerinizden öperek dua-i hayriyenizi ve kudsî irşadlarınızı istirham eyleriz kıymetli Üstadımız.

Daimî kudsî dualarınıza muhtaç, günahkâr, hizmetkâr ve talebeniz Ahmed Nazif

(Barla Lahikası)


Ahmed Nazif’in bir parça mektubundandır

Maddî ve manevî borcumuz olan hizmetleri îfadan kendimizi çekmek, hissizlik ve bîganelik fıtratımızda ve yaratılışımızda yoktur ki kalalım. Madem Cenab-ı Hâlık-ı Rahîm bizleri insan yaratmıştır. İnsanlığın emrettiği vezaifin binde birini dahi îfa edemediğimiz halde büsbütün nasıl bîgane kalalım.

Bu hususta mazur görmenizle beraber, azimkâr ve cefakâr ve fedakâr ve hadsiz mütehammil, garib ve kudsî ve aziz bir misafirimiz olan çok kıymetli Üstadımızın biz âsi ve günahkârların kalplerini nurlarla doldurduğu halde, mukabil borcumuzu, maneviyata uzanamadığımızdan ancak değersiz ve kıymetsiz olan maddiyatla ödeyebiliriz zannıyla teselli bulmaktayız. Af buyurunuz Üstadım, Dellâl-ı Kur’an’ın nidalarını işiten hangi Müslüman vardır ki kulaklarını tıkasın. Hâşâ sümme hâşâ!

Nurlarınızın şuâı gözlerimizi kamaştırıyor. Kalplerimizi bütün safiyetiyle Allah’a, Kur’an’a ve Resul-i Mücteba’ya (asm) ve o iki cihan serverinin aziz vârislerine bağlıyor ve bağlamıştır. Bu bağ öyle bir bağ ki inayet-i Hak’la hiçbir maddiyyunun ve hiçbir mülhid ve fırak-ı dâllenin değil, dünya kâfirlerinin bütün kuvvetleri bir araya gelse bu kudsî rabıta-i kalbiye bağını koparamaz. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Zat-ı fâzılanelerince lüzum görülüp icab etmeden hiçbir zaman mektup yazmak zahmetlerini ihtiyar etmenize razı olamam. Bu hususta gücenmek şöyle dursun, kıymetli Üstadımın kudsî vazifelerinin îfasına mani teşkil eden işgali, en büyük hata ve hürmetsizlik sayarım.

Ahmed Nazif Çelebi

(Barla Lahikası)


(Ahmed Nazif’in bir fıkrasıdır.)

Kıymetli Üstadım!

Yüksek şahsiyetinizin aczi ve fakrı içinde inayet-i Rabbaniye ve rahmet-i İlahiye ile Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın i’cazlarını güneşin parlak ve keskin şuâları gibi kalplerimize nüfuz ettiren ve hakaik-i diniye ve imaniyenin, dalalete yüz tutan zayıf ve âciz mü’minlerin halâsı ve selâmeti ve hidayete çıkarılmasına hâdim ve kudsî Risale-i Nur’un, elbette bir hâdî ve bu zamanın muhtaç bulunduğu bir sahib-i zuhur namını taşıyacağı şüphesizdir.

Binaenaleyh hem Kur’an’ın tercümanı ve dellâlı ve hem de bu Risale-i Nur’un müellif ve hâdim-i yegânesi bulunmanız hem de âciz ve fakir bir nefer iken, manevî hizmetinizle müşiriyet derece-i âliyesine terfi ve tefeyyüze istihkak kesbetmiş bulunmanızdadır ki Âlim-i Mutlak, Hâkim-i Mutlak, Kādir-i Mutlak olan Zülcelal Hazretleri, bu kudsî vazife-i âliyeyi, kıymetsiz gördüğünüz, çok kıymetli ve faziletli ve feyizli ve âlî derecelerde yüksek bir dellâla tevdi ve nasib ve bilhassa memur etmiştir. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Biz âciz ve âsi ve günahkâr hizmetkârlarınızı dahi lütf u keremiyle irşada ve hidayete siz Üstadımızı rehber ve mürşid ve vasıta buyurmuştur ki ebedî minnet ve şükranlarımızı edadan âciz bulunuyoruz.

İşte Üstadım! Çok kıymetli arkadaşımız ve hizmet-i Kur’aniyede kıymetli refikimiz ve şerikimiz Küçük Hüsrev ve Mehmed Feyzi’nin mektubundan başka yerde ve mahalde mevsimsiz olduğunu idrak ederek, bu hakiki kelimeyi ve mübarek ism-i şerifi Risale-i Nur’a dahi henüz zahiren takmak haddim değildir ve istimalinden hazer ediyorum. Çünkü Üstadımın izin ve müsaadesi olmadıkça bu gibi lakapların kıymeti olamaz. Ancak Risale-i Nur’dan aldığım ilham üzerine, muhitimizde birinciliği ihraz eden bir kardeşimiz olan Feyzi’nin mektubunda bahsedilmesi, sırf hüsn-ü niyet ve fart-ı merbutiyet ve sadakatten ve ihlastan doğmuştur.

Bu izharın hatasından hâdis olan meşguliyetinize sebebiyet verdiğimden çok müteessir oldum. Af buyurunuz. İkaz ve irşad edici nimet ve himmet-i itabınızla af buyurulmasını ve Risale-i Nur’un manevî tokatlarından muhafaza edilmekliğimizi kemal-i hulusla istirham eylerim.

Aziz ve kıymetli Üstadım! Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle ve hadsiz ihsanıyla, intisaben hizmet-i kudsiyesinde bulunduğum Risale-i Nur’un maddî ve manevî pek çok kerametlerini ve bereketlerini aynelyakîn görmüş ve lezzetini tatmış olan bu âciz hizmetkârınızın noksanlarını hüsn-ü niyete ve hulus-u kalbine bağışlamanızı rica ederken, bu mübarek Risale-i Nur’un pek çok kerametlerinden birkaçını arz ediyorum. Şöyle ki:

Risale-i Nur’un tercümanı ve müellif ve sahibi bulunan zat, bin üç yüz yirmi dört (1324) ve yirmi beş (1325) Rumî senelerinde, İstanbul’da iştiharla “Bedîüzzaman” namı ve lakabı altında matbuatın sitayişle neşriyatından mütehassis olarak, o zaman on yedi yaşımda bulunduğum ve çok cahil ve çocukluk devresinde iken bu mübarek isim kalbimde yer tutmuş. Ve bu kalbî muhabbet hürmeti için olacak ki bin üç yüz yirmi altı (1326) senesinde Hazret-i Üstadın “Bedîüzzaman Said-i Kürdî” lakabı altında Karadeniz seyahatinde iki hizmetkârı ile İnebolu’yu ziyaret ederek, o zaman İnebolu’nun meşhur ulemasından Hacı Ziya ve diğer ulema arasında vapura teşyi edildiği sırada tesadüfen çarşıda karşılaştığım ve çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zata selâm durarak mütebessim ve nurani simalarıyla ve keskin nazarlarıyla selâmlarına ve manevî nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan kat’iyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum.

Tahminen ve takriben altı sene evvel bir gazete sütununda, Isparta’da halkın fazla alâka göstermesinden, din ve iman telkin etmesinden ürken ehl-i dünya tarafından tevkif edildiğini teessürle okumuştum. Otuz senelik uzun bir zaman içinde bir defa böyle acı haber aldığım halde, âkıbetinden kat’iyen başka bir malûmat edinememiştim. On seneden beri Cenab-ı Rabbü’l-âlemîn Hazretlerinden niyazımda, daima beş vakit dualarımda “Yâ Rab! Bana bir mürşid-i kâmil ihsan buyur.” niyazında iken bundan üç sene evvel yani hicrî bin üç yüz elli yedi (1357) ve miladî bin dokuz yüz otuz sekiz (1938) senesinde, İnebolu’da bir kahvede, Kastamonulu bir zavallı sarhoşun sitayişle bahsettiği bir zatın Kastamonu’da mevcudiyeti ve menfî olarak bulunduğunu işittim. Dikkat ettim ve tahkik ve ta’mik ettim, anladım ki otuz senedir kalbimde saklı olarak taşıdığım o zamanki Said-i Kürdî olduğunu hayretle öğrendim. Ve kalbimdeki sevgi günler geçtikçe ateşlendiğini hissettiğimden, her tehlikeyi göze alarak ziyaret edip mübarek ellerini öpmek lâzım ve şart olduğunu bildim. Ve ziyaretimde, Eski Said’in ism-i mübarekleri Bedîüzzaman Said Nursî ve Risale-i Nur’un müellifi ve sahibi olarak buldum. Kemal-i aşk ve ihlasla sarıldım. Ve benim yegâne mürşidim ve rehberim ve büyük üstadım o Risale-i Nur’dur dedim. Ve bana bu hadsiz ihsanatı hidayet ve inayet buyuran Cenab-ı Hakk’a, Kur’an-ı Hakîm’in harfleri adedince şükrederek اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى dedim. (Hâşiye[3])

Risale-i Nur’a intisap etmezden evvel, maddî ve dünyevî her işlerimizde ve ticarethanemizin kazançlarında ve şahsî ve hususi işlerimizde, Risale-i Nur’a intisaptan sonraki hârikulâde farkları ve bereketleri görmekle beraber; en büyük bir tüccarın veya mesud bir zenginin müferrah ve serbestliğinden daha fazla ferah ve sürur ve serbest ve yaşayış tarzında sıhhat ve âfiyetle –elhamdülillah– mesudane imrar-ı hayat eylemekte olduğumuzu ve Risale-i Nur’un kudsî lütuf ve kerametlerine medyun bulunduğumuzu itiraf ve tasdik ederiz.

Üstad Hazretlerinin mezuniyet-i hususiyesiyle, Risale-i Nur namına neşriyat ve hakaik-i imaniye noktasında, bilhassa ibadet ve namaz hakkında şahsımın cahil ve âciz, nâkıs, iktidarsız vaziyetim ile vaki olan ve olacak bulunan telkinat-ı diniyedeki kuvvetli ikna ve müessir hitabelerin âsâr-ı fiiliyesini aynen müşahede ettiğimi; üstadım Risale-i Nur namına kemal-i fahirle, birçok namazsız Müslümanları –elhamdülillah– namaza ve camilere devama muvaffak bulunmak gibi kudsî hizmetlerin âsâr-ı fiiliyesinden, Risale-i Nur’un büyük hârika kerametinden tulû ettiğini ve etmekte olduğunu tasdik ederiz.

Bu içinde bulunduğumuz Alman ve İngiliz harbinin bidayetinden devamı müddetince, hadsiz zındıka ve münafıkların hiç yoktan sebepsiz olarak, şahsıma bir isnadat olsun için gerek münevver fikirli âlim ve gerekse cahil mülhid hemen hemen birkaç dostlarım müstesna, memleket halkı kudsî hizmetimden küstürmek için şeytan-ı aleyhi mâyestehık bütün memleket halkını iğfal ederek aleyhime tahrik etmiş olacaktır ki “Nazif, muhalif bir siyasetle ittihad-ı İslâm’a taraftar eder, siyaset propagandası yapıyor.” zihniyetini şiddetle aleyhimde, memleket halkına ve erkân-ı hükûmete kadar sirayet ettiriyorlar. Ve bütün şeytanların tecessüsleri tahrik edilmiş. Güya aleyhtarlarım benden bir intikam almak hasebiyle gıyabımda hem müthiş cereyanı şiddetlendirmek için kendilerince menfur telakki ettikleri “Almancı” namıyla hakaretlere maruz bırakmaktan çekinmediler.

Halbuki ben lillahi’l-hamd Risale-i Nur’un irşadıyla, hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi bütün kâinatın fevkinde gördüğümden ve itikad ettiğimden, değil küre-i arzdaki cereyanlara, belki bana verilse de bütün dünya saltanatına da âlet edemem. Ben, yalnız hakikatçi ve imancı ve Kur’ancı, Risale-i Nur’un bir hâdimiyim. Kaç senedir bütün bu hücumlarıyla beraber, iki eser-i inayet var:

Birisi Risale-i Nur’un neşriyatındaki hizmetime zarar verilmediği gibi fevka’l-me’mul muvaffak olduk.

İkincisi: Her ne vakit şiddetli hücum edileceği zaman, Üstadımızdan “Dikkat!” emrini alıyorduk.

Hem de Risale-i Nur’un aşikâr bir kerametindendir ki bin üç yüz elli dokuz (1359) sene-i hicrî ramazan-ı şerifin on veya on ikinci günlerinde –Allah rahmet etsin– vefat eden kardeşlerimizden Hatip Mehmed namındaki zat, Yirmi Altıncı Lem’a olan İhtiyarlar Risalesi’ni yazarken hasta olarak yazmaya kādir olmadığından ‌‌لَا اِلٰهَ اِلَّاهُوَ kelime-i tevhidi yazarak bıraktığı, ziyaretine gelen diğer kardeşimiz ve faal arkadaşımız Feyzi Mehmed Efendi’ye ikmalini rica ederek dünyaya veda ve ebedî hayatına, inşâallah bu kelime-i tayyibe ile hayatının sonunu mühürleyerek imanlı olarak kabre girdiğini izhar ve Risale-i Nur’un talebelerine açık bir müjde ve tebşiratta bulunmuştur.

İşarat-ı Kur’aniyenin yirmi altıncı âyetinin فَفِى الْجَنَّةِ خَالِدٖينَ sırrıyla “Risale-i Nur talebeleri, iman ile kabre gireceklerdir.” tebşiratının sıdkını gösteren bu açık kerametin ve tebşirat-ı azîmenin bütün kardeşlerimize tamim olunmasını, Risale-i Nur’un derece-i ulviyetini ve hâdimlerinin mükâfatlarının ne zaman ve ne suretle verilmekte olduğunu aynelyakîn bilinmek ve görülmek üzere, şu hakikat muvafık ise İşarat-ı Kur’aniye Risalesi’ne tahşiye olunmasını rica ederim, kıymetli Üstadım.

Risale-i Nur şakirdlerinden Ahmed Nazif Çelebi

(Kastamonu Lahikası)


Nur Fabrikasının, Gül Fabrikasının Risale-i Nur’a derece-i hizmetlerini merak edip sormuştum. Ümit ve tahminimin pek fevkinde olarak, Hüsrev’in mektubundan, bin kalemle Risale-i Nur’a hizmet haberini ve bilhassa sizin de yalnız ümmilerden birkaç köyde elli kalemin imdada yetişmesi, bâki bir hazinenin müjdesi kadar bizi memnun etti. Allah sizlerden ebedî razı olsun, âmin! Ve sizi, hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede muvaffak eylesin, âmin! Büyük Hâfız Ali’nin, Nazif’le tevafuku ve tetabuku, yalnız bir iki cihetle değil, çok cihetlerle mabeynlerinde tevafuk var.

(Kastamonu Lahikası)


بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Sevgili ve kıymetli Üstadım, fazilet-meab Efendim Hazretleri!

Ebedî minnettarı ve hâdimi bulunduğum Risale-i Nur’un feyzinden, lâyık olmadığım pek çok eltaf-ı Rabbaniyeye mazhariyetimi, gözlerimden sevinç yaşları akıtarak görmekte ve ne suretle şükranlarımla mukabele edeceğimden âciz bulunmaktayım. Dünün menfur-u umumîsi Nazif, bugünün parlak bir vatan-perveri veya hakikatçisi bulunmaktadır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

Senelerden beri müştakı bulunduğum Nur ve Gül fabrikaları, Mübarekler Heyeti’nin ve o mukaddes fabrikanın makine ve çarklarının nurlu sadâlarını kulaklarımla işitmek ve şu âciz ve kāsır ve cahil vaziyetimle, o yüksek ve Aşere-i Mübeşşere-i Kur’aniye’den olan Ashab-ı Güzin (Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) Efendilerimizin bugün şahsiyet-i maneviyelerini küçük bir mikyasta temsil eden sıddıklar, mücahidler, fedakâr kahramanlar cemaatinin iki mühim uzvu bulunan aziz kardeşlerimizden Mübarek Sabri ve Büyük Hâfız Ali’nin hakkımda gösterdikleri âlîcenabane muhabbet ve merbutiyet-i kalbiye ve hâdiselerin aynen tevafuku, bu yüksek ve muktedir nur deryasının nurlu rüzgârlarından hasıl olan dalgaların hışırtılarından sızan bir keramet-i gaybiye bulunduğundan bizce pek kıymettar olan bu mühim tevafukatın, günahkâr ve bütün geçmiş ömrü isyanla dolu bu âdi şahsımın öyle yüksek ve mukaddes bir heyetin mübarek iki uzvu tarafından hüsn-ü kabul görülerek iltifatlarına mazhar ve kıymetli mesai ve hizmet-i kudsiyelerine tevafukla, pek cüz’î ve değersiz hizmetimize iştirak ederek benimsemek ve kabul etmek yüksekliğinde bulunmaları, Risale-i Nur’un kudsî kerametiyle Cenab-ı Rabb-i İzzet’in nihayetsiz eltaf-ı Sübhaniyesinden büyük bir lütf-u Rabbanî bulunduğunu şükranla arz eder ve bu kıymetli kardeşlerimizin hizmet-i kudsiyelerinin denizden bir katre mesabesindeki ve çok hatalı ve kıymetsiz ve cüz’î olan hizmetimizin âsâr-ı fiiliyesi olarak, bugün bendenizi lâyık bulmadığım halde, âciz ve cahil ve günahkâr şahsiyetim böyle yüksek ve erişilmesi muhal olan Ashab-ı Resulullah (Rıdvanullahi aleyhim ecmaîn) Hazeratının şahsiyet-i maneviyesinin küçük bir cilvesinin gölgesini temsil eden Mübarekler Heyeti’nin iki azasının yüksek iltifatlarına mazhar etmiştir ki bendenizi bu kudsî mazhariyete eriştiren Risale-i Nur delâletiyle Kādir-i Mutlak ve Hâlık-ı Zülcelal’e, Risale-i Nur’un hurufatı ve mevcudatın miktarınca hamd ü sena eder ve bu güzide ve kıymettar Mübarekler Heyeti’nin her bir azalarına ve bütün kardeşlerimize ayrı ayrı ihtiramla minnet ve şükranlarımı arz ederim.

Talebeniz ve hizmetkârınız Ahmed Nazif

(Kastamonu Lahikası)


Kardeşlerimize birer birer selâm ederiz. Hilmi, Feyzi, Nazif, Emin sizlere selâm ve arz-ı hürmet ederler.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Said Nursî

(Kastamonu Lahikası)


Aziz, sıddık, metin, sebatkâr kardeşlerimize!

Biz bu havalideki Risale-i Nur talebeleri namına sizlere pek çok selâm ile beraber, arz-ı şükran ediyoruz. Ve sizlere ebeden minnettarız ki muktedir ve parlak kalemlerinizle bizleri hem uyandırdınız hem yardım ettiniz. Bu vilayeti, nurani kalemlerinizle inşâallah Isparta’ya benzettireceksiniz. Ve bilhassa çok ehemmiyetli kardeşimiz kahraman Tahirî’nin parlak ve muvaffakıyetli ve tevafuklu kalemi, kerametkârane fütuhat yapıyor. Ve onun iki masumeleri ve masumların ve ümmi ihtiyarların rengârenk, çeşit çeşit meziyetlerini gösteren yazıları, bizleri teshir ediyor, herkesi şevkle okumaya sevk ediyor. Cenab-ı Hak sizlerden ebeden razı olsun ve sizi muvaffak etsin, âmin!

Çok mühim ve mübarek kardeşimiz Hâfız Mustafa’nın bize verdikleri ehemmiyetli hâdise-i taarruziye haberi, bizi hayrete düşürdü. Ve Üstadımızın o zamanda endişelerinin ve heyecanının hikmetini anladık. Bir hiss-i kable’l-vuku ile mütemadiyen bizlere der idi: “Dikkat ediniz! Sebat ediniz! Münafıklar, taarruz planı çeviriyorlar!” diye bizi ihtiyata sevk ediyor hem “Bir halt edemezler!” diyordu.

Evet, Ispartalı kardeşlerimizin bize haber verdikleri gibi bu ehemmiyetli hâdise-i taarruziyeye teşebbüs vukuu zamanında muhaberemiz kesildiği halde, mütemadiyen her vakit Üstadımız, aynı taarruza maruz bulunuyoruz gibi bizi, yani Emin ve Feyzi’yi ikaz ediyor: “Dikkat ediniz, dört cihetle bize taarruz var. Demir gibi sebat ediniz. Bir halt edemezler!” Biz de bakıyorduk ki bizde bir şey yok, hissetmiyorduk.

Hem o gaybî hâdiseyi bertaraf etmek için tam mutabık bir mektup bize yazdırıp size göndermiştik.

Risale-i Nur talebelerinden Nazif, Salahaddin, Tevfik, Hilmi, Emin, Feyzi

(Kastamonu Lahikası)


Oradaki hâdisenin vukuundan bugüne kadar, buradaki muhtelif tabakalardaki talebelerin vaziyetleri, ehemmiyetli bir hâdise yüzünden değişmiş gibi çekinmek ve münafıkların nazarını kendilerine ve bizlere celbetmemek için bir tevakkuf devresi geçti. Ben de hayret ediyordum. Hem Nazif gibi birkaç zatın rüyalarının tabirleri, sizin hâdiseniz olduğunu anladık.

(Kastamonu Lahikası)


Sâbian: Hâfız Ali’nin mektubunda bazılara hitaben yazdığımız bir mektup ile ve hâdise-i hazıra dair hafif geçeceğine ait son mektup, bugünden bir hafta evvel postaya verilmiş. Hâfız Ali, yoldaki o iki mektubu okumuş gibi mektubunu yazması, sadakatinin bir lem’a-i kerameti olduğu gibi; aynı günde –hiç vuku bulmamış– yanıma ehemmiyetli büyük bir memur-u siyasî gelmesini Nazif’in arkadaşlarından Köroğlu Ahmed rüyada aynen görüp o memurdan üç saat evvel rüyayı bize hikâye edip tabir istedi; tabiri, tevilsiz çıktı.

(Kastamonu Lahikası)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Risale-i Nur’un zuhuru hiss-i kable’l-vuku ile küllî bir surette hissedilmesi gibi, Risale-i Nur’un has talebelerinin bir kısmının itirafıyla ve bir kısmının tarz-ı hayatı Risale-i Nur gibi bir hizmete namzetliğini gösterdiği cihetle bu tetimmeyi yazıyorum:

Evet, hiss-i kable’l-vuku herkeste cüz’î küllî vardır, hattâ hayvanatta dahi vardır. Hattâ rüya-yı sadıkanın ehemmiyetli bir kısmı, bu hiss-i kable’l-vukuun nevindendir. Hattâ bazılarda hassasiyet cihetiyle keramet derecesine çıkar. Benim âsabımdaki hassasiyetle yağmurdan yirmi dört saat evvelki rutubet-i havaiye ile yağmurun gelmesini hissetmem, bir cihette hiss-i kable’l-vuku sayılabilir ve bir cihette sayılmaz.

Ben Risale-i Nur’a ehemmiyetli hizmet eden kardeşlerimin tarz-ı hayatlarına dikkat ettim, gördüm ki aynı benim güzeran-ı hayatım gibi Risale-i Nur gibi bir neticeye göre teçhiz edilip sevk edilmiş.

Evet, Hüsrev, Feyzi, Hâfız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları bu hizmet-i nuriyeye göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de çok has kardeşlerimde, hattâ burada aynen tarz-ı hayatım gibi böyle bir nurani meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum. Hissetmeyen kısmı, dikkat etseler hissedecekler. Ben kendim, bütün hayatımın hârika kısmını, evvelce Gavs-ı A’zam’ın bir silsile-i kerameti telakki ediyordum; şimdi Risale-i Nur’un bir silsile-i kerameti olduğu tebeyyün etti.

(Emirdağ Lahikası-1)


Nazif’in o havalideki kardeşlerimizin namına tebriği ve Nazif’in sarsılmaz sadakat ve irtibatı ve kuvvetli ümitleri bize tam bir nefes aldırdı. Onun hususi rakipleri bulunduğu için telaşlı idim.

(Emirdağ Lahikası-1)


Ahmed Nazif’in İnebolu talebeleri namına yazdığı ve Halil İbrahim’in ağlatıcı mersiyesine iştiraklerini gösteren mektubu, benim o havalideki sebatkâr kardeşlerim hakkında endişelerimi izale eyledi. Cenab-ı Hak onlardan razı olsun.

(Emirdağ Lahikası-1)


Nazif kardeşimizin mektubu, ehemmiyetlidir. Hakikaten Amerika’da, siyasete âlet değil; belki dini, din için mutaassıbane iltizam edenler çok vardı. İnşâallah Asâ-yı Musa’yı alan, o dindarlardandır. Keçeli Salahaddin tam bir Abdurrahman’dır, kahramanlıkta babasından geri kalmak istemiyor. Bizi de ara sıra âdetimize muhalif olarak dünyaya baktırıyor. Eğer o Amerikalı ehemmiyetli âlim bütün Risale-i Nur’u istese ve neşrine söz verse sizin meşveretinizle bir mükemmel takım ona vereceğiz.

Nazif’in mektubuyla beraber bir mütekaid efendinin vesveseye dair bir suali var. Eğer o adamın ciddi olarak Nurlara alâkası varsa böyle suallere hiç ihtiyacı olmaz. Hikmetü’l-İstiaze Lem’ası’nı ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün melaike ve ruhanîlerin vücudlarına dair kısmını okusun. Onun manasız ve yüz yerde cevabı bulunan vesvesesi ise zındık maddiyyunların şimdilik dehşetli vaziyetinden fırsat bulup bir aşılamalarıdır ki o adam, ondan müteessir olmuş, o suali sormuş. Ona selâm ederim. Risale-i Nur onun her müşkülünü halledebilir. Hâlisane, teslimkârane ona çalışsın, onu dinlesin.

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Tekrar mübarek ramazanınızı tebrik ederiz. İki kahraman kardeşin ve Mu’cizat-ı Ahmediye’de yedi çocuğun bir cihette bir sekizincisi hükmüne geçen Süleyman Rüşdü’nün mübarek kerîmesinin makine ile Zülfikar-ı Mu’cizat’a çalışmasını ve Hüsrev ve Tahirî’nin şirin ve dikkatli yazılarını teksir etmeye fedakârane deruhte etmelerini bütün ruh u canımızla onları tebrik ederek, şimdiye kadar pek fevkalâde Nurlara ettikleri kıymettar ve meyvedar sâbık hizmetlerine karşı, Risale-i Nur hesabına binler mâşâallah ve bârekellah ve veffekakümullah deriz. (Hâşiye[4])

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim!

İnebolu kahramanlarının tebrik mektuplarında iki tevafuk ve iki kuşun garib ziyaretleri çok manidardır. Evet, benim bir tek mektubumu yazan bir tek adamın hükûmetçe araştırılması ve ehemmiyetle bakılması tazyiki zamanında, şahsımdan binler derece daha ziyade konuşan ve tesirli ders veren Risale-i Nur’un Zülfikar-ı Mu’cizat’ın bin nüshaları ve bin dille ve binler mektubatıyla şimdiye kadar çok rakipleri bulunan ve takip edilen ve mümaşata tenezzül edemeyen Ahmed Nazif’in kalemiyle serbest ve mümanaat görmeden yazılmasına; değil yalnız kuşlar belki melekler ve ruhanîlerden bir kısım, temessül edip bu hârika muvaffakıyeti tebrik etseler yine çok değil.

Biz dahi o küçük Isparta kahramanlarına binler bârekellah ve mâşâallah ve veffekakümullah deriz. Bütün ruh u canımızla onları tebrik ederiz ve bu pek büyük vazifede ihtiyat ve dikkatin lüzumunu ihtar ederiz.

(Emirdağ Lahikası-1)


Hadsiz şükür ve hamd ü sena ediyorum ki sizlerin bu mektuplarınız hem Hüsrev ve arkadaşlarına ve makinelerine hem Nazif ve yardımcılarına ve makinesine ve bu kudsî yeni hizmette devam edebilmelerine ait sıkıcı çok endişelerimi izale ettiler. Binler elhamdülillah.

Hattâ mektuplarınızı aldığımdan bir gün evvel, araba ile gezmeye çıkmıştım. Birden, Kur’an’ın medhine mazhar olan hüdhüd-ü Süleymanî kuşu bir müjde vermek istiyor gibi on beş dakika kadar yolumuzu takiben sağa ve sola ve yola konup uçup yine gelip; hiç bu acib tarzı görmediğimiz surette, kanaatim geldi ki yarın beni mesrur edecek bir haber alacağım. Beni gezdiren Nureddin’e dedim. O da benim gibi o kuşun o garib vaziyetinden hayret ediyordu. Birden, biz onun sırrını ifşa ettiğimizden kayboldu.

İkinci gün hem tesellikâr Nazif’in mektubunu ve makinesinin yeni mahsulünü hem Abdurrahman Salahaddin’in medar-ı merak mektubunu ve bana şapka için Ankara’da sıkıntı veren Vali Nevzad’ın intiharıyla, kendi tokadını ve cezası kendi eliyle verilmesini ve Zülfikar hizmetine hiçbir taarruz olmadığını ve devam ettiğini hem Medresetü’z-Zehranın kahramanları hiç telaş etmeyerek Zülfikar’a devamlarını ve hakikat-i hali beyan etmelerini ve çok alâkadar olduğum Atabey kahramanlarının ve Lütfü vârislerinin ve büyük merhum Hâfız Ali’nin vekil ve vâris ve hizmet-i Nuriyede muktedir arkadaşlarının, Tahirî ve Abdullah Çavuş’un tebrik mektuplarını ve Aliköyü’nün imamı Ali’nin bu yeni taarruzda pek merdane ve Nur şakirdlerine lâyık bir tarzda ve hükûmette suallerine karşı manidar ve hakikatli cevaplarını aldım ve dedim: İşte hüdhüdün müjde sözü doğru çıktı.

(Emirdağ Lahikası-1)


Safranbolu Eflani nahiyesi Mülayim köyünde mütekaid muallim bir kardeşimiz ve Nur’un has şakirdi, Nurların neşri ve tabı için âdeta sermayesinin kısm-ı a’zamını teberru etmek istiyor, kabulünü rica ediyor. Ben bu hâlis ve has kardeşimizin fedakârane ve hâlisane ricasını reddedemiyorum ve dünya malları kaide-i şahsiyeme girmediği ve muavenetleri kendime kabul etmediğim için bu işteki maslahatı da bilemiyorum. İki Isparta’nın kahramanlarına ve Hüsrev ve Tahirî ve arkadaşlarına ve Nazif ve refiklerine bu meseleyi havale ediyorum. Nur’un neşri için böyle çok büyük bir hayır ve sevaba mani olamam. Sizler ya bütün niyet ettiği miktarı veyahut bir kısmını iki hisse ile biri büyük Isparta’nın, biri küçük Isparta’nın makinelerine verilsin. Onun istediği gibi ya teberru veya ileride başka muavenet edenler gibi bir mukabele nevinde, ya Nurlardan veya başka bir istediği ne varsa vermek suretiyle o has kardeşimizi memnun edersiniz.

(Emirdağ Lahikası-1)


Nazif Çelebi’nin İnebolu hâlis kardeşlerimizin namına bayram tebriği ile ve Zülfikar’ın gayet dikkat ve ehemmiyet ve ihtiyatla devam-ı hizmeti ve Mu’cizat-ı Kur’aniye’yi de bitirip zeyllerinden bir kısmını da tamam etmesi ve Abdurrahman Salahaddin’in Amerika misyonerlerine dört beş ay okutturduğu Asâ-yı Musa ve Mu’cizat-ı Ahmediye’yi emin bir vasıta ile bizim namımıza Camiü’l-Ezhere hediye edip göndermesini ve ehemmiyetli bir Nur şakirdi Ahmed Kureyşî’nin onların makinesinin masrafına yüz banknot vermesini beyan eden bir mektubunu aldım.

Bu kahraman Nazif kardeşimize ve gayet ciddi ve sebatkâr ve tam alâkadar İnebolu Nurcularına ve Ahmed Kureyşî ve rüfekalarına hem bayramlarını hem devamlı hizmetlerini hem yüksek sadakatlerini hem Zülfikar’ın tab ve muvaffakıyetini hem Salahaddin’in Camiü’l-Ezherle Medresetü’z-Zehranın münasebetini temine çalışmasını ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin, âmin! Ve hizmetlerini tam makbul eylesin, âmin!

(Emirdağ Lahikası-1)


Bir zaman Barla’da temsil için yazdığım bir risalede: İki adam, İstanbul’a gidecek. Birisinin yüzde doksan dokuz dostu İstanbul’dadır. Onun için oraya iştiyakla gider. Öteki onun aksi, ilh. mealinde bir şey yazılmış. Şimdi aynen bu hastalığımın ihtarıyla, geçmiş zamana geçtim ve o zamanlarda hayatımı geçirdiğim memleketlerde de hayalen gezdim. O şirin hayatımın devirlerinde, her memlekette yüz dostumdan ancak bir ikisini görebildim. Ötekiler, berzah memleketlerinde… Hattâ kendi Nurs köyümde, bir tek amcazadem ve talebem Molla Davud da (rh) eski ahbaplarım, akrabalarım yanına berzaha gittiğini gördüm. Yirmi seneki ayrı ayrı ikinci vatanım sayılan Barla, Kastamonu gibi yerlerde, üç kısım dosttan ancak iki kısmını gördüm; ötekiler de gitmek üzeredirler.

Bu hayalî hakikate binaen, hakikaten Nurların ışığıyla nurani gördüğümüz berzaha gitmek, bana değil ağır gelmek belki bir iştiyak verdi. Benim bedelime hem vazifemi görüp hem sevap kazandıracak yüzer Hüsrevler, Tahirîler, Mustafalar, Nazifler, Osmanlar, Abdurrahmanlar, Aliler, Sabriler, Feyziler, Ahmedler, Mehmedler, Âtıflar, Mustafalar, Sadıklar, Osmanlar ve hâkeza Nurların bahadırları dünyada arkamda kaldıkları, ölümü bana çok hafifleştiriyorlar. Yalnız günah cihetinde ölüyorum, hasenat cihetinde yaşıyorum diye Allah’a hadsiz şükrediyorum.

(Emirdağ Lahikası-1)


Evvelen: Kahraman Nazif’in ve hakikaten Nazif ruhunda ve sadakatinde kendi arkadaşlarının makine ile vesair cihette Nur’a hizmetleri, bu memleketi cidden minnettar edecek bir vaziyettedirler. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin, âmin! Hususan makinelerinin mahsulatı hem ziynetli hem açık hem sıhhatli (Hâşiye[9]) olmasından büyük bir muvaffakıyettir. Cenab-ı Hak Nazif’e çok Salahaddinler, İbrahimler vermiş.

Benim kendi hattımla Zülfikar’ın başında bir parça yazımı istiyor. Gönderdiği yağlı dört sahifeyi, kendi yazımla bu rahatsızlığım zamanımda bizzat yazamadığımdan ben söyleyip benim daimî kâtibim yazsın. Bazı kelimeleri ben yazacağım.

Nazif kardeşimizin hem İstanbul hem İnebolu Nurcularının namına bayram ve yeni sene tebriği hesabına gönderdiği maddî üç nevi teberrükü aldım. Onların umumu namına âdetime muhalif olarak kabul ettim. Allah onlardan razı olsun, âmin! Onların hatırı için kaidemi kırdım. Ve manevî ve firdevsî olan Nur Zülfikar’ı ikinci Salahaddin olan Küçük İbrahim’in namına ve ekseriyet-i mutlaka Sözler’i gayet güzel bir surette yazan ve Nazif sadakatinde ve alâkasında bulunan kardeşimiz Mustafa Osman’ın umum Safranbolu Nurcuları namına gönderilen iki mecmuayı da beraber aldık.

Cenab-ı Hak Zülfikar’ın ve o iki mecmuanın harfleri adedince onların, İbrahim ve Mustafa ve İzzet ve refiklerinin ve yardımcılarının defter-i a’maline hasenatlar yazsın ve her harfine mukabil yüz rahmet eylesin, âmin!

Hakikaten Mustafa Osman, ehemmiyetli ve çok gayretli iki cenah buldu. Nazif’in Salahaddin’i ve İbrahim’i gibi; muallim Ahmed Fuad’ı ve dârülfünundaki Mustafa Oruç’u bulmuş; o iki cenahla, inşâallah Nur hizmetinde çok iş görecek. Hattâ Mustafa Oruç’la muallim Ahmed Fuad gibi zatların bu sırada tesirli bir surette hizmet-i Nuriyeye geçmeleri, Denizli kahramanı Hasan Feyzi’nin vefat acısını bir derece izale ediyorlar.

Küçük İbrahim, Nazif’e ikinci bir Salahaddin hükmüne geçip çoluk çocuğuyla, kardeşiyle ve refikasıyla Nur’a ve makineye pek ciddi çalışması, mektubunda namları bulunan Salih ve Gülcü Hüseyin ve Osman ve Zühdü ve İzzet ve Ömer ve sair oradaki Nurcuların sebatkârane, sarsılmadan Nur hizmetinde terakki etmeleri bizleri çok mesrur ettikleri gibi; bu memleketi de ileride çok minnettar edecekler. Mâşâallah İnebolu, küçük bir Isparta ve tam bir medrese-i Nuriye olduğunu ispat ettiler.

(Emirdağ Lahikası-1)


Kahraman Nazif’in ve Yakub Cemal’in, şimal-i garbîde üç devletin Kur’an’ı kabul etmesi Zülfikar’ın intişarına tevafuku ve geçen sene, Zülfikar çıkarsa dâhilen ve haricen büyük fütuhata vesile olacak hükmünü tasdik etmesi büyük bir fâl-i hayırdır diye biz de o iki kardeşimizin kanaatine iştirak ediyoruz. Bu fırtınalı ve ilhadlı asırda, biri gizli Alman, üçü aşikâr devletlerin, beşerin bu asırda Kur’an’a şiddet-i ihtiyacını hissetmesi ve bilfiil kabul etmesi büyük bir hâdise-i Kur’aniyedir. Değil üç devlet belki yalnız on meşhur adam, on feylesof dahi –birden– uzak memleketlerde Kur’an’ı tasdik etmesi, bizlere ve âlem-i İslâm’a büyük bir müjde ve avam-ı ehl-i imana büyük bir kuvve-i maneviye temin eder.

(Emirdağ Lahikası-1)


Râbian: Hem tebriklerini hem şiddetli alâkalarını gösteren Ahmed Nazif ve Ahmed Feyzi ve Halil İbrahim ve Hasan Âtıf ve Bucak’ta ve Eflani ve İstanbul’daki Nurcuların mektuplarına benim bedelime sizler cevap verirsiniz, sizleri tevkil ediyorum.

(Emirdağ Lahikası-2)


Sâniyen: Nazif’e bin bârekellah, bin mâşâallah. İkinci bir Hüsrev, İnebolu ikinci bir Isparta olduğunu ispat ediyor. Tarihçe-i Hayat’ın en mühim meselesi Medresetü’z-Zehra olması cihetiyle Nazif’in bu neşriyatı, Reisicumhurun Medresetü’z-Zehra manasında ve Doğu Üniversitesi namında Şark Camiü’l-Ezherine ciddi çalışmasına bir vesile olduğunu zannediyoruz.

(Emirdağ Lahikası-2)


Hem bu defa Hüsrev’in mektubunda Zübeyr’in Nazif’e göndereceği pusulayı oraya sehven gönderdiğini anladım. Hüsrev’in de küçük bir sehvi var. Çünkü Yirmi Dördüncü Mektup değil, Yirmi Dördüncü Söz’ün Onuncu Asıl’ına dair Nazif’e bir kısacık mektubum vardı. Sureti burada kalmamıştı. Onuncu Asıl’ın suretini Nazif’e gönderip o pusulanın suretini bize göndermesi için demiştim. Halbuki Onuncu Asıl’ı sehven size göndermiş. Fakat gayet parlak, uzun istidası; bu küçücük sehvini hiçe indirdi, affettirdi. Bu meselenin sırrı budur:

Nazif büyük bir hayır yapmak için Nurcuların ehemmiyetli bir virdi olan Cevşenü’l-Kebir’i makine ile teksir etmiş. Bunun sevabına dair, hâşiyesindeki pek hârika ve müteşabih hadîslerden faziletine dair olan parçayı beraber teksir etmek için bana yazmıştı. Ben de dedim: Otuz beş seneden beri her gün Cevşen’i okuduğum halde o hâşiyeyi üç dört defadan ziyade okumadım. Onun için onun aynı münasip olmaz. Tâ muarız ve zındıklar itiraz parmaklarını uzatmasınlar.

(Emirdağ Lahikası-2)


Evvela: Kardeşimiz İnebolu Hüsrev’i Nazif Çelebi bana yazıyor ki: “Hizb-i Nuriye ve Salavatın neşrini bitirdikten sonra ne münasip ise neşredeceğim.” diye soruyor. Bence sizin tensibinizle Hastalar ve İhtiyarlar Lem’aları ve On Yedinci Mektup olan çocukların kısacık taziyenamesi ve Yirmi Birinci Mektup –ihtiyarlara hizmet hakkındaki kısa mektubun– neşri münasiptir. Fakat Medresetü’z-Zehranın erkânı hangi cümle ve hangi fıkra münasip görürlerse kaldırabilirler ve ıslah edebilirler. Ve daha kısa başka münasip risaleler varsa ilâve edebilirler.

Bu mealde kahraman Nazif’e çabuk cevap gönderiniz. Hakikaten, o kardeşimizin Cevşenü’l-Kebir’i ve Hizb-i Nuriye’yi Salavat ile beraber neşri, Nurculara ve ehl-i imana büyük bir hizmettir. Cenab-ı Hak her bir harfine mukabil ona ve yardımcılarına bin sevap ihsan etsin, âmin!

(Emirdağ Lahikası-2)


Ve Ahmed Feyzi onunla bir miktar zeytin ve zeytinyağı göndermiş. Ben Abdülmecid kardeşimin hediyesini kabul etmediğim halde Ahmed Feyzi kardeşimi daha ziyade kendime yakın gördüğümden hediyesini kabule mecbur oldum. Fakat kaidem bozulmamak için o hediyeye mukabil benim hesabıma bir Sözler mecmuası, beş tane Cevşenü’l-Kebir, üç tane Nazif’in mektubunda yazdığı bana ait nüshalardan ve İstanbul’dan size gelecek Hizb-i Nuriye’yi ona gönderiniz.

(Emirdağ Lahikası-2)


Vasiyetnamenin Bir Zeyli

Eşref Edib’in neşrettiği Tarihçe-i Hayat’ın otuzuncu sahifesindeki Said’in hususiyetlerinden altı numunesinden yedinci numunesi ki mukabelesiz hediyeyi ömründe kabul etmemek, kanaat ve iktisada istinaden, şiddet-i fakrıyla beraber altmış yetmiş sene evvelki kendi talebelerinin tayinatını da kendisi verdiği acib vaziyetin şimdiki bir misali ve bir sırrı kaç senedir anlaşıldı diye vasiyetnamenin âhirinde bunu yazmanın zamanı geldi.

Evet, şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki yasak olmayan daktilo makinesi ile intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile şimdi manevî Medresetü’z-Zehranın dört beş vilayetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiyatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki altmış yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşâallah Risale-i Nur’un tab serbestiyeti olsa o düstur daha fazla inkişaf eder.

Medar-ı hayrettir ki o eski zamanda Evkaf’tan beş talebenin tayinatını Van’da Eski Said kabul etmiş. O az para ile bazen talebesi yirmiye, otuza, altmışa kadar çıktığı halde kendi talebelerinin tayinatını kendisi veriyordu. O kanaat ve iktisadın bereketiyle ve kendi beş altı mavzer tüfeğini satmakla istiğna kaidesini bozmadı. O zaman meşhur Tahir Paşa gibi çok yardımcılar varken kaidesini bozmadı. O altmış yetmiş senelik düstur-u hayatının bir işaret-i gaybiye ile altmış yetmiş sene sonra o kanaat ve istiğnanın bir meyvesi inayet-i İlahiye ile ihsan edildi ki o kadar mahkemeler ve yasaklar ve müsadereler ve eski harfle izin vermemekle beraber, kaç senedir dört beş vilayet vüs’atindeki manevî Medresetü’z-Zehranın fedakâr talebelerinin tayinatını Risale-i Nur kendisi hediye etti.

Halbuki o nüshaların bir kısm-ı mühimmini hediye olarak mukabelesiz etrafa ve âlem-i İslâm ve Avrupa’ya gönderdiği ve elindeki nafakasını Nur’un teksirine sarf ettiği halde, yine Nur’un nüshaları acib bir tarzda hem kendine hem o hâlis fedakârlarına kâfi gelmesi, eski zamandaki işaret-i gaybiyesinin bir güzel meyvesi ve bir hikmeti olduğuna kat’iyen kanaatim geldiğinden vasiyetnamemin âhirinde beyan ediyorum.

Bu vasiyetname benden sonra bâki kalan tayinat içinde de konulsun tâ ki bazı insafsız insanlar “Bu Said günde beş on kuruşla yaşadığı ve kimseden para almadığı halde şimdiki mirası yüzer lira görünüyor, nerede buldu?” dememek için bu hakikati izhar etmek münasip olur.

Şimdi manevî evlatlarım, fedakâr hizmetkârlarım olan Zübeyr, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah, Mustafa gibi ve has ve hâlis Nur’un kahramanları olan Hüsrev ve Nazif, Tahirî, Mustafa Gül gibi zatların nezaretinde o düsturumun muhafaza edilmesini vasiyet ediyorum.

Said Nursî

(Emirdağ Lahikası-2, Vasiyetnamenin Bir Zeyli)


Şu mütevali vekayi-i müsbete biz âciz hizmetçilere vazife-i aslîmizde ayrıca nazar-ı dikkati celbettiğine muttali olduktan sonra, bin hamd ü sena ile huzur-u Üstada birer birer vücud-u manevîmizle arz-ı endam eder ve mübarek ellerini öperiz. Aynı gayeye yardıma koşan ve aynı destgâhın alâkadarları olan Küçük Hüsrev Feyzi, Nazif, Emin, Tahsin, Tevfik, Hilmi gibi kardeşlerimize arz ederiz.

Risale-i Nur Şakirdlerinden

Hasan, Osman, Tahirî, Abdullah, Hulusi-i Sânî Sabri

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-1)


Otuz altı yapraktan ibaret ve İmam-ı Ali’nin fevkalâde takdirine mazhar olan Otuz İkinci Söz’ün kendi kendine gelen beş bin yedi yüz on beş (5715) tevafuku, Risaletü’n-Nur’un bu havalideki gayet mühim bir talebesi olan Ahmed Nazif’in nüshasında çıkmıştır. Demek o risalenin hatt-ı hakikisine rast gelmiş ki bu hârika kerameti göstermişler.

Hem iki Hüsrev’i Risale-i Nur dairesine ve Bekir Sıdkı’ya kerametini gösterip imana getiren ve tılsım-ı kâinatın üçte birisini halleden, on beş yapraktan ibaret olan Otuzuncu Söz, yine kahraman Nazif’in nüshasında tekellüfsüz üç bin sekiz yüz otuz beş (3835) tevafuku; biz gözümüzle bu keramet-i tevafukiye-i Nuriyeyi gördük. (Hâşiye[2])

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-2)


Risale-i Nur’un kasabalara, cemaatlere berekete medar olması ve ona zarar verenlere tokat gelmesi gibi; şahıslara da pek zahir bir surette hem bereket ve hüsn-ü maişet –ona çalışanlara– ve gaybî tokatlar –onun aleyhinde çalışanlara– gelmesi, bu havalide pek çok hâdiseleri var. Biz kendi nefsimizde; çalıştığımız zaman pek zahirî bir surette bir hüsn-ü maişet, bir inayet gördüğümüz gibi; Risale-i Nur’un erkânından Nazif, kat’î bir surette haber veriyor ki:

Üç dört adam, dünya servetinin hatırı için Risalei’n-Nur aleyhinde toplanıp münafıkane bir tedbir kurdukları hengâmda; üç gün sonra o üç adamın haneleri ve dükkânları yanıp binler lira zayiatla tokat yediler.

Hem bir dessas ve casus adam, Risaletü’n-Nur şakirdleri aleyhinde çalışıyordu ki onları hapse attırsın. Bir gün –serbest olarak– “Ben bir ipucu bulamadım ki bunları hapse sokayım. Eğer bir ipucu bulsam onları hapse sokacağım.” diye ilan ettiği vakitten iki gün sonra bir iş yapıp Risale-i Nur şakirdleri yerinde o, iki sene hapse girdi.

Hem bedbaht, muannid bir adam, şiddetli Risale-i Nur aleyhinde hem şakirdlerinin bir rüknü aleyhinde bulunduğu hengâmda, bir iki gün sonra meyhaneye gidip içe içe çatlamış, orada ölmüş.

Bu nevide çok hâdiseler var. Demek, Risale-i Nur dostlara tiryak olduğu gibi düşmanlara da sâıka oluyor.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-2)


İşte bu sıralarda Denizli zindanının bu dehşetli ızdıraplarını geçirmekte idik. Allah’tan başka hiçbir istinadgâhları bulunmayan bu bîçarelerin bir kısmı Kastamonu’dan, diğer bir kısmı İnebolu’dan, diğer bir kısmı da İstanbul’dan henüz gelmemişlerdi. Şu vatanın her köşesinde hak ve hakikat için çırpınan ve saf kalpleriyle necatları için Rabb-i Rahîm’lerine iltica eden pek çok masumların semavatı delip geçen ve arşü’r-Rahman’a dayanan âhları boşa gitmedi. Allahu Zülcelal Hazretleri, o mübarek Üstadımızın Isparta’da söylediği gibi masumları cennete götüren, zalimleri cehenneme yuvarlayan dehşetli bir diğer zelzeleyi gönderdi. Karşısında Risalei’n-Nur müdafaa vaziyetinde bulunmamasından çok haneler harap oldu, çok insanlar enkaz altında ezildi, çokları sokak ortalarında kaldı. Henüz memleketlerinin hapishanelerinde bulunan kardeşlerimizden Kastamonu’dan Mehmed Feyzi ve Sadık ve Emin ve Hilmi ve İnebolu’dan Ahmed Nazif, Denizli Hapishanesine sevk edildiklerinde şu malûmatı verdiler:

“Zelzele tam gece saat sekizde başladı. Bütün arkadaşlar, ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ zikrine devam ediyorduk. Zelzele bütün şiddetiyle devam etmekte idi. O sırada hatırımıza geldi: Risalei’n-Nur’u aşkla ve bir sâik ile üç beş defa şefaatçi ederek Cenab-ı Hak’tan halâs istedik. Elhamdülillah, derhal sakin oldu.

Kastamonu’da ise o gece kaleden kopan çok büyük bir taş, aşağıya yuvarlanarak bir haneyi ezmiş, birçok hanelerde yarıklar, çıkıklıklar olmuş, birkaç ev çökmüş, hükûmet binası yarılmış, daha bunun gibi hasarat ve zayiat olmuş. Fakat zelzele her gün olmak suretiyle bir müddet devam etmiş. Tosya’da bin beş yüz ev harap olmuş, ölü ve yaralı miktarı çok fazla imiş. Kargı ve Osmancık tamamen, Lâdik ve sair mahallerde zayiat fazla miktarda imiş. İnebolu’da bir minarenin alemi eğrilmiş, ufak tefek çatlaklıklar olmuş, hasarat ve zayiat olmamış.”

Ahmed Nazif, Emin, Sadık, Mehmed Feyzi

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar-2)


Sizin işkenceli hapishanenin hali; zaman müthiş, mekân muvahhiş, mahpusîn mütevahhiş, gazeteler mürcif, efkâr müşevveş, kalpler hazîn, vicdanlar müteessir ve meyus, bidayet-i halde memurlar şematetli, nöbetçiler müz’iç olmakla beraber vicdanım beni tazip etmediği için o hal bana eğlence gibi idi. Musibetlerin tenevvüü, musikînin nağmelerinin tenevvüü gibi bana geliyordu.

Hem de geçen sene tımarhanede tahsil ettiğim dersi, şimdi bu mektepte itmam ettim. (Hâşiye[5])

(Divan-ı Harb-i Örfî, Haşiye)


Aziz, sıddık kardeşlerimiz!

Üstadımız, umum Nur talebeleri kardeşlerimizin ve âhiret hemşirelerimizin mübarek Kurban Bayramlarını tebrik eder ve emsal-i kesîresine saadetler içinde nâiliyetlerinize dua eder ve dualarınızı bekler, bu vesile ile biz de selâm ve tebriklerimizi arz ederiz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşleriniz

Nazif, Tahirî, Sungur, Ceylan, Ziya, Bayram, Zübeyr

Camiü’l-Ezhere Yazılan Bir Mektup

...

Medresetü’z-Zehra Şakirdlerinden

Nazif, Tahirî, Ceylan, Sungur, Ziya, Bayram, Zübeyr

(Konferans (Küçük Kitap), Camiü’l-Ezhere Yazılan Bir Mektup)


Bir zaman Küçük Isparta namını alan ve her yerden ziyade, geçen meselemizde hapis musibetini çeken İnebolu ve civarı kardeşlerimin gayet güzel ve samimane mektupları, beni çok mesrur eyledi. Yalnız, Risale-i Nur’un kahramanlarından baba oğulun meşrepleri ayrı ayrı olduğundan birbiriyle tam imtizaç edemediklerinden endişe ediyorum.

Baba ne kadar haksız da olsa oğul onun rızasını tahsil etmeye mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa baba şefkat-i fıtriyesini ona karşı esirgemez ve esirgememeli.

Değil böyle baba ve evlat ve mümtaz seciyeli ve Risale-i Nur’un baş şakirdleri, belki birbirinden çok uzak ve düşman da olsalar Risale-i Nur’un hatırı için Risale-i Nur şakirdlerinin mabeynindeki tefani, birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturu ile bu iki kardeşim, dünyevî ve cüz’î ve hissî şeyleri medar-ı münakaşa etmesinler. Pederlik ve veledliğin iktiza ettiği hürmet ve şefkatle beraber, Nur’un şakirdliği iktiza ettiği kusura bakmamak ve affetmek ve benim çok sevdiğim iki kardeşim benim hatırım için birbirini tenkit etmemek lâzım geliyor.

Umum kardeşlerime birer birer selâm ve dua ediyoruz.

(Emirdağ Lahikası-1)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

Ahmed Nazif Çelebi'nin içinde teksir makinesiyle risalelerin çoğaltıldığı ve şu an restore edilip müze haline getirilmiş evi

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 1,2 1,3 http://www.nurkoy.org/inebolu-nun-sembolu-ahmed-nazif-celebi/
  2. 2,0 2,1 2,2 Kastamonu Fedakârları, Yazar: Ahmed ÖZER
  3. Evet, bazı ehl-i velayetin ileride talebesi olacak zatlar, daha dünyaya gelmeden, hiss-i kable’l-vukuun inkişafıyla kerametkârane keşfettikleri gibi Risale-i Nur’un talebelerinin mühimlerinden birkaç zat dahi çok zaman evvel, bir hiss-i kable’l-vuku ile ileride Said ile alâkadar bir surette bir Nur’a hizmet edeceğini hissetmişler. İşte onların birisi de Nazif’tir.
  4. Latîf bir tevafuktur ki bir aydan beri burada hiç yağmur gelmiyordu ve kalbimiz dahi malûm taarruzdan Nurculara gelen füturdan ağlıyordu. Birden Hüsrev’in iki gün evvel makine müjdesi ve Nazif’in bugün tafsilli mektubu ve makinenin yazısının numunesi elime verildiği aynı zamanda –ve bana hizmet edenler– Eskişehir ezan-ı Muhammedîyi okumaya başlaması ve malûm çavuşa bana ihanet için emr-i cebrî veren adam tokat yediğini dedikleri aynı vakitte rahmet yağmuruyla çoktan ağlayan mahzun kalplerimizin büyük ferahlarına ve sevinç ve inşirahlarına tam tamına tevafuku ve tetabuku, inşâallah bir fâl-i hayırdır.
  5. Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri kırk beş sene evvel tımarhane hükmündeki mahkeme-i zalimanede aldıkları dersi, şimdi bu gaddarane hazır mektepte imtihan vermişler ve böylece iki şehadetname almışlardır.
    Nazif, Hüsrev