Abdülmecid Ünlükul

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
15.47, 24 Kasım 2020 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 14040 numaralı sürüm

Bu sayfa Üstadın kardeşi hakkındadır. Risalede adı geçen Molla Abdülmecid için Abdülmecid Perihanoğlu sayfasına gidin

Abdülmecid Ünlükul ya da Abdülmecid Nursi Bediüzzaman hazretlerinin varisleri arasında ismini saydığı neseben küçük kardeşi ve alim ve fazıl bir nur talebesidir. Küçükken Ağabeyi nezaretinde Arapça dahil 15 sene ders aldı. I. Dünya Savaşına katıldı. Rabia hanımla evlendi. Küçük yaşlarda vefat eden Salahaddin ve Nihad isimli oğulları, genç yaşta vefat eden Fuad isminde bir oğlu, çocuğu olmayan Saadet isimde bir kızı ve Semra, Seyda (d. 1959) ve Serkan isimli evlatları olan Suad (1929 - 1993) isimli bir oğlu oldu. Arapça öğretmenliği yaptı. Bir ara ticaret yaptı. Ürgüp’e müftü olarak tayin edildi. İşaratü’l-İ’caz ile Mesnevi-i Nuriye’yi Arapça’dan Türkçe’ye tercüme etti. 15 yıl Ürgüp’te kaldıktan sonra 1955 yılında Konya’ya gitti. Buraya geldikten sonra Isparta’ya giderek çok uzun zamandan beri ayrı düştüğü Üstad Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret edip, hasret giderdi. Konya’da iken tekrar öğretmenliğe başladı. 27 Mayıs İhtilalinden sonra darbeciler Bediüzzaman'ın naaşını vefatından sonra gömüldüğü Urfa'dan Isparta'ya naklini meşru gösterebilmek için istememesine rağmen kardeşi Abdülmecid'e zorla dilekçe imzalattılar.[1][2]

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri:

Doğum Yeri ve Tarihi: Bitlis, Hizan Kazası, İsparit nahiyesi, Nurs köyü, 1884[1]

Vefat Yeri ve Tarihi: 11 Haziran 1967[1]

Kabrinin Yeri: Konya Üçler Mezarlığı[1]

Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı[değiştir]

Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri[değiştir]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Sâlisen: Bana bir hediye gönderdin. Gayet ehemmiyetli bir kaidemi bozmak istersin. Ben demiyorum ki “Kardeşim ve biraderzadem olan Abdülmecid ve Abdurrahman’dan kabul etmediğim gibi senden de kabul etmem.” Çünkü sen, onlardan daha ileri ve ruhuma daha yakın olduğundan herkesin hediyesi reddedilse seninki bir defaya mahsus olmak üzere reddedilmez. Fakat bu münasebetle o kaidemin sırrını söyleyeceğim.

(Mektubat, 2. Mektup)


Aziz, gayretli, ciddi, hakikatli, hâlis, dirayetli kardeşim!

Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ihtilaf-ı zaman ve mekân sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mani teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri âhirette olsa da beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan bir tek maksat için bir tek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler. Sizi her sabah yanımda tasavvur edip kazancımın bir kısmını, bir sülüsünü (Allah kabul etsin) size veriyorum. Duada, Abdülmecid ve Abdurrahman ile berabersiniz. İnşâallah her vakit hissenizi alırsınız.

(Mektubat, 23. Mektup)


Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: “Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler’in her biri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum.” diye yazıyordu. Ben baktım ki hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.

(Mektubat, 28. Mektup, 3. Mesele, 5. Nokta, 5. Misal)


Öz kardeşim ve en birinci ve yüksek ve fedakâr bir talebem olan Abdülmecid’in Van’da güzel bir evi vardı. İdaresi yerinde hem muallim idi. Hizmet-i Kur’aniyenin daha revaçlı bir yeri olan hududa gitmekliğim için arzumun hilafına olarak teşebbüs edenlere, içtihadınca güya menfaatim için iştirak etmedi, rey vermedi. Güya ben hududa gitseydim hem hizmet-i Kur’aniye siyasetsiz, safi olmayacak hem onu Van’dan çıkaracak idiler diye iştirak etmedi. Maksadının aksiyle şefkatli bir tokat yedi. Hem Van’dan hem o güzel evinden hem memleketinden ayrıldı, Ergani’ye gitmeye mecbur kaldı.

(Lem'alar, 10. Lem'a, 2. Tokat)


Bekir Efendi’dir. Şimdi hazır olmadığı için ben, kardeşim Abdülmecid’e vekalet ettiğim gibi onun itimat ve sadakatine itimadım ve Şamlı Hâfız ve Süleyman Efendi gibi bütün has dostlarımın hükümlerine (bildiklerine) istinaden diyorum ki:

(Lem'alar, 10. Lem'a, 6. Tokat)


Tokat yiyen, kendi imza ve tasdiki tahtında, kabul ederek yazmıştır. Ben beş tokat yedim, yazdım. Nefsim gibi telakki ettiğim Abdülmecid ile Hulusi’ye vekaleten yazdım. Ötekilerin bir kısmı kendileri yazdılar; bir kısmı, hakkında yazılanı gördüler, kabul ettiler. Numune nevinden olarak onlarla iktifa ettik. Yoksa hâdisat çoktur.

(Lem'alar, Fihrist, 10. Lem'a)


Hem meleklere imanın saadet-i dünyeviyeye medar cüz’î bir numunesi şudur ki:

İlmihalden iman dersini alan bir masum çocuğun, yanında ağlayan ve masum bir kardeşinin vefatı için vaveylâ eden diğer bir çocuğa: “Ağlama, şükreyle. Senin kardeşin meleklerle beraber cennete gitti; orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, her yeri seyredebilir.” deyip feryat edenin ağlamasını tebessüme ve sevince çevirmesidir.

Ben de aynen bu ağlayan çocuk gibi bu hazîn kışta ve elîm bir vaziyetimde gayet elîm iki vefat haberini aldım. Biri, hem âlî mekteplerde birinciliği kazanan hem Risale-i Nur’un hakikatlerini neşreden biraderzadem merhum Fuad; ikincisi, hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken tavaf içinde vefat eden âlime Hanım namındaki merhume hemşirem. Bu iki akrabamın ölümleri, İhtiyar Risalesi’nde yazılan merhum Abdurrahman’ın vefatı gibi beni ağlatırken; imanın nuruyla o masum Fuad, o saliha Hanım, insanlar yerinde meleklere, hurilere arkadaş olduklarını ve bu dünyanın tehlike ve günahlarından kurtulduklarını manen, kalben gördüm. O şiddetli hüzün yerinde büyük bir sevinç hissedip hem onları hem Fuad’ın pederi kardeşim Abdülmecid’i hem kendimi tebrik ederek Erhamü’r-Râhimîn’e şükrettim. Bu iki merhumeye rahmet duası niyetiyle buraya yazıldı, kaydedildi.

(Şualar, 11. Şua, 11. Mesele)


Evet, ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum fakat kanaatim var ki İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı, buradan gitmiş. Hem Isparta vilayeti öyle hakiki kardeşleri bana vermiş ki değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said’i onların her birisine maalmemnuniye feda eylerim.

(Şualar, 13. Şua)


Dokuzuncu Nokta

(*[3]) …اَلْحَمْدُ مِنَ اللّٰهِ بِاللّٰهِ عَلَى اللّٰهِ لِلّٰهِ

Said Nursî

(Şualar, 28. Lem'a'dan 2. Bab, 9. Nokta)


Risale-i Nur Külliyatı’ndan

MESNEVÎ-İ NURİYE

Müellifi

Bedîüzzaman Said Nursî

Mütercimi

Abdülmecid Nursî

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

İ’tizar

Risale-i Nur Külliyatı’ndan “El-Mesneviyyü’l-Arabî” ile muanven, büyük Üstadın cihan-baha pek kıymettar şu eserini de Allah’ın avn ü inayetiyle Arabîden Türkçeye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnız aslındaki ulviyet, kuvvet ve cezaleti tercümede muhafaza edemedim. Evet, o cevher-baha hakikatlere zarf olacak ne bir harf ve ne bir lafız bulamadım. Tercüme lisanı da fikrim gibi nâkıs ve kāsır olduğundan o azîm imanî ve cesîm Kur’anî hakikatlere ancak böyle dar ve kısa bir kisveyi tedarik edebildim. Ne hakkın ve ne hakikatin hatırı kalmış. Fabrika-i dimağiyemin bozukluğundan bu kadarı da müellif-i muhterem Bedîüzzaman’ın manevî yardımları ile dokuyabildim.

Evet, bir tavuk kendi uçuşuyla, şahinin veya kartalın uçuşlarını taklit ve tercüme edemez. Bu, hakikaten aslına uygun ve lâyık bir tercüme değildir. (Pek kısa bir meal, bazen de tayyedilmiş, tercüme edememiş.) Çok yerlerde yalnız mealini aldım. Bazı yerlerde de tayyettim. Ancak aslındaki hakaiki, evlad-ı vatana gösteren küçük bir âyinedir.

Risale-i Nur müellifinin neseben küçük kardeşi ve on beş sene ondan ders alan

Abdülmecid Nursî

(Mesnevi-i Nuriye, İ'tizar)


(Mütercimin bir i’tizarı)

Mesnevî-i Nuriye’nin Arabî asıl nüshasında bulunan ve yeri burası olan Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahu ekber’e dair çok kıymetli ve ehemmiyetli bir kısmı, üslubunu ve fesahatini muhafaza edememek ve evrad makamında okunabilen o hakikatleri Türkçeye çevirmekle, kıymet-i asliyesini haleldar etmek endişesiyle tercüme etmedim. Kārilerden özür diler, rahmet ve hayır dualarını beklerim.

Mütercim

Abdülmecid

(Mesnevi-i Nuriye, Katre, Hatime, Haşiye)


Zühre

(On Yedinci Lem’a)

Bu Zühre Risalesi Mesnevî-yi Arabî’nin çok mühim bir risalesidir. Her ne kadar tercüme etmeye çalışmış isem de müellifin vaktiyle Nur şakirdlerinin ricakârane ısrarları üzerine yaptığı tercümeyi aynen dercetmeyi daha münasip gördüm. Risale-i Nur’un On Yedinci Lem’a’sı namını alan bu risale ile Arabî Zühre arasında, bir icmal-tafsil ve takdim-tehir farkı vardır.

Mütercim

ABDÜLMECİD

(Mesnevi-i Nuriye, Zühre, Haşiye)


Risale-i Nur Külliyatı’ndan

İŞARATÜ’L-İ’CAZ

Müellifi

Bedîüzzaman Said Nursî

Mütercimi

Abdülmecid Nursî

(İşarat-ül İ'caz)


Fakat Kur’an-ı Kerîm, irşadını noksan bırakmamıştır. Bu zamanın fencilerini de istifadeden mahrum etmemek üzere, çok karine ve emarelerin vaz’ıyla, hakikatlere işaretler yapmıştır. (Hâşiye[4])

(İşarat-ül İ'caz, Bakara 23-24. Ayetlerin tefsiri, Haşiye)


Diyarbakır’da Van Valisi Cevdet Bey’in evinde 19 Şubat 1330 tarihinde Cuma gecesi bu tefsirin ilk Arabî nüshasını tebyiz ederken şu şekl-i garib, tevafukan vaki olmuştur. Ve o gece vukua gelen Bitlis’in sukutuyla müellif Bedîüzzaman’ın esaretine rast gelir. Sanki şu şekl-i garibin, şu mu’cizeler ve hârikalar bahsinde o gece husule gelmesi, müellifin Ruslara esir düştüğüne ve beraberinde bulunan bazı talebelerinin şehit olarak kanlarının dökülmesine hârika bir işarettir.

Said’in küçük kardeşi, yirmi senelik talebesi Abdülmecid

Ve keza bu nakış, başı kesilmiş bir yılanın kuyruğunu müellif Bedîüzzaman’a sarmış olduğuna ve müellifin yaralı olarak otuz saat ölüme muntazıran su arkının içinde kaldığı yere benziyor ve o vaziyeti andırıyor.

Eski Said’in ehemmiyetli talebesi Hamza

(İşarat-ül İ'caz, Bakara 23-24. Ayetlerin tefsiri, Haşiye)


Acaba o süfeha takımı; Allah’ın iradesi, ilmi, kudreti gibi sair sıfatlarının da küllî, umumî, şâmil, muhit olduklarını bilmezler mi? Ve yine bilmezler mi ki Cenab-ı Hakk’ın azametine mikyas ancak mecmu âsârıdır, yalnız bir eser mikyas olamaz! Ve yine bilmezler mi ki Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mizan olacak, kâffe-i kelimatıdır ki eşcar kalem, denizler mürekkep olsa o kelimatı yazıp bitiremezler. (Hâşiye[5])

(İşarat-ül İ'caz, Bakara 26-27. Ayetlerin tefsiri, Haşiye)


Evet, azamet-i İlahiye esbab-ı zahiriyenin vaz’ını iktiza ettiği gibi vahdet ve izzet-i İlahiye de kudretin bütün eşyaya şümulünü ve kelâmın her şeye ihatasını iktiza ederler. Maahâzâ bir zerre üstünde zerreler ile yazılan bir Kur’an, sahife-i semada yıldızlar ile yazılacak Kur’an’dan hüsün ve güzellikte aşağı değildir. Ve keza (Hâşiye[6]) bir sivrisineğin yaratılışı, sanatça filin hilkatinden dûn değildir.

(İşarat-ül İ'caz, Bakara 26-27. Ayetlerin tefsiri, Haşiye)


Sual: Şu temsillerde görünen hakaret-i zahiriye neye aittir?

Cevap: O gibi haller temsil getirene ait değildir ancak mümessel-i lehe aittir. Yani kime ve ne şeye temsil getirilmişse ona aittir. Zaten kelâmın güzelliği, belâgatı; mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir abâ, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse “Padişah iyi yapmadı.” diye kimse itiraz edemez. Çünkü her şeyi lâyıkına vermiştir. Binaenaleyh mümessel-i leh ne kadar hakir olursa temsili de o kadar hakir olur ve ne kadar büyük olursa temsili de o kadar büyük olur. Evet sanemler pek âdi, hakir olduklarından Cenab-ı Hak, sineği (Hâşiye[7]) onlara musallat kılmıştır; ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki نَسْجُ الْعَنْكَبُوتِ ile yani örümceğin ağıyla tabir edilmiştir.

(İşarat-ül İ'caz, Bakara 26-27. Ayetlerin tefsiri, Haşiye)


Ve keza en basit bir cismin geçirmiş olduğu inkılabat ve tahavvülata dikkatle bakılırsa görülür ki âlem-i zerrattaki zerreler, âlem-i anâsıra intikal edince başka suretlere girerler, âlem-i mevalidde başka suretlere dönerler, nutfede başka vaziyet alırlar, sonra alaka olur, sonra mudga olur, sonra bir insan suretini giyer, ortaya çıkarlar. Bu kadar inkılabat-ı acibe esnasında, zerreler öyle muntazam harekât ve muayyen düsturlar üzerine cereyan ederler ki sanki bir zerre, mesela, âlem-i zerratta iken vazifelendirilmiş ve Abdülmecid’in gözünde yer alıp vazife görmek üzere yola çıkarılmıştır. Bu hali, bu vaziyeti, bu intizamı gören bir zihin, bilâ-tereddüt hükmeder ki o zerreler, bir kasd ile ve bir hikmet altında gönderilir. İşte zerratın hayata mazhariyeti için geçirdiği bu kadar acib ve garib tavırlar, insana ikinci bir hayatın bu hayattan daha kolay ve daha sehil olduğuna da bir kanaat getirir. İşte hayatın mebde ve meâde delil olduğu bu hakikatlerden anlaşıldı.

(İşarat-ül İ'caz, Bakara 8. Ayetin tefsiri, 2. Mesele)


İntihabım olmayarak ihtiyarsız bir tarzda, âdeta umum Sözlerin ve Mektupların âhirlerinde şu âyet سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ bana söylettirilmiş. Şimdi anladım ki tefsirim de şu âyet ile hitam buluyor. Demek inşâallah bütün Sözler, hakiki bir tefsir ve şu âyetin bahrinden birer cetveldir. En-nihayet yine o denize dökülüyorlar. Şu tefsirin hitamında, güya her Söz manen şu âyetten başlıyor. Demek o zamandan beri yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum, bitiremedim ki tefsirin ikinci cildini yazayım.

Said Nursî

Allah’ın avn ü inayetiyle ümidimin, iktidarımın fevkinde şu tercümeyi iyi kötü yaptım; noksanları çoktur, müellifçe ıslahları lâzımdır. Zaten onun himmetiyle bu kadarını ancak yapabildim. Yoksa nazm-ı Kur’an’daki îcazlı olan i’cazı, kısa ve veciz olarak beyan eden bu tefsiri sönük, kör bir fikirle tercüme etmek, Abdülmecid’in işi değildir. Yine onun fart-ı şefkatinden himmeti yetişti, ikmaline muvaffak oldum.

Müellifin küçük kardeşi ve Nur talebesi

Abdülmecid

(İşarat-ül İ'caz, Bakara 31-33. Ayetlerin tefsiri, Haşiye)


Kardeşimin bir fıkrasıdır

Ellerinizi öper, duanızı isterim. Dünyadan dargın, nefsinde âciz olan Abdülmecid’e güzel bir üstad, ulvi bir mürşid olacak yeni eserleriniz geldi. Lafzî bir üstadı kaybettimse de manevî müteaddid mürşidleri buldum diye kendimi tebşir ettim. Hakikaten irşad edecek nurlu eserlerdir. Allah çok razı olsun.

Abdülmecid

(Barla Lahikası)


Şu fıkra kardeşim Abdülmecid’indir

Bu eserler bütün sınıflara ve cemaatlere daima mazhar-ı takdir oluyor. Kim görse istihsan eder. Tenkide maruz olacak eserler değil. Fakat derecat-ı takdir, derecat-ı fehim gibi mütefavit ve müteaddiddir. Herkes derece-i fehmine göre takdir edebilir.

Abdülmecid

(Barla Lahikası)


Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Yedinci Kısmı’ndan bir suret Abdülmecid Efendi kardeşimize göndermiştim. Cevabında ezcümle diyor ki:

“Seyda’nın bintü’l-fikri o güzel kıza, Hulusi ile Abdülmecid’den maada her kim bakarsa caiz değildir. Mahrem olanlar da bu hususta nâmahremdir. Bu gibi kızların dışarıya çıkmaları, hiçbir menfaati temin etmediğini ve bilakis büyük bir mazarratı intac edeceği ihtimal-i kavîsini Seyda’ya yazsan iyi olur. Eski Said’in hiddeti, yenisinde de vardır. Halbuki Yeni Said, insanoğullarıyla izaa-i vakt etmemeli. Meslek ve meşrebi öyle iktiza ediyor. Her ne ise… Cenab-ı Hak hâfız-ı hakikidir.”

Bendeniz de kısaca şu mealde cevap vermiştim:

Bu mütalaa bizler için doğrudur. Fakat dünyaya arkasını çeviren ve manevî vazife-i memuresini îfa ederken insanlarla –Nurlarla alâkadar olanları vasıtasıyla– meşgul olan Üstad Hazretleri için bu fikri muvafık bulmuyorum. Çünkü o zatı bu emr-i azîmde istihdam eden, elbette muhafaza buyurur. Bana öyle kat’î kanaat gelmiş ki eğer bizler Nurlarla alâkamızı kesersek Üstad Hazretleri bize arkasını çevirir.

Aziz kardeşimizin endişesi, zahire bakılırsa haklı ve çok samimidir. Fakat zaten cemaati çok mahdud olan Nurlarla alâkadar zevatın, bu hakaikten mahrum edilmelerini ve bu kudsî eserin tamamen hapsedilmelerini lâyık görmüyor ve esasa mugayir buluyorum. Nâsırımız, hâmimiz, muînimiz, hâfızımız Allah’tır. Bütün desaisi bertaraf ederek muhterem Üstadın vazife-i kudsiyesine safi niyet, samimi his ve ciddi şevk ile yardım etmekte olan kardeşlerime selâm ve muvaffakıyetlerine dua eder, dualarını rica ederim. Pederim, Fethi Bey, Hoca Abdurrahman Efendi, sâbık Müftü Kemaleddin Efendi, imam Hâfız Ömer Efendi ve diğer Sözler’le alâkadar olanlar selâm ve dua ediyor, hayır duanızı istiyorlar.

(Barla Lahikası)


(Said’in fıkrasıdır.)

(Hulusi gibi mühim bir talebemin bana gönderdiği hediyesinin iadesine dair yazdığım bir mektubu, arkadaşlarımın tensiblerine binaen onların fıkraları içinde dercedildi.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Aziz, sıddık, vefadar âhiret kardeşlerim Hacı Nuh Bey, Molla Hamid!

Sizler benim için çok ehemmiyetlisiniz. “Sıddık-ı vefiy bu zamanda yoktur.” diyenlere karşı sizleri gösteriyorum. Yirmi sene Van’da geçirdiğim hayat-ı ilmiye… benim için Van çok kıymettardır. Lillahi’l-hamd sizler o kıymettarlığı gösterdiniz. Ve Van’a karşı şedit hissiyatıma tam mukabele ediyorsunuz. Size medar-ı ibret bir vakıa söyleyeceğim, şöyle ki:

Geçen sene Barlalı, İstanbul ticaretinde bulunan Bekir Efendi’nin şeriki Mehmed Efendi vasıtasıyla bir mektup aldım. Mektup hârika olarak bana göründü. Çünkü Hulusi Bey “Nuh Bey’le görüştüm.” diye o mektupta bana yazıyor. Aynı mektupta, kardeşim Abdülmecid de Molla Hamid’in selâm ve duasını bana yazıyor. Aynı mektupta Nurşin-i Süflâ’da Molla Abdülmecid’in yazısı ve imzası vardı. Fesübhanallah dedim. En ziyade sevdiğim bu insanların ayrı ayrı memlekette bulunmakla beraber, bir mektupta bunların içtimaları tevafuklu bir levha-i temaşadır.

(Barla Lahikası)


Kardeşim Abdülmecid’in fıkrasıdır. Hulusi Bey’e yazdığı mektuptandır

Ey Elaziz’in azizi, Hazret-i Seyda’nın muhterem tilmizi!

Teşnesi bulunduğum tebşirnamelerinizi memnuniyetle aldım. Var olunuz. Cevapları yazmak icab eder amma ne yazayım. Ruh nâhoş, kalp bîhuş, kafam bomboş. Zira etraf-ı erbaamdan takattur eden vahşetler, kasavetler, yeisler, beisleri tasavvur ettikçe biri cinnete yani cünuna, diğeri cennete yani Şam’a gitmek üzere, akıl ve ruhum seferber vaziyetini alıyorlar. Bunun içindir ki ne Seyda’nın yani Üstadın talebeliğini ve ne de sizin kardeşliğinizi bihakkın îfa edemediğimden ne yazacağımı bilemiyorum.

Hem de sizden gelen mektuplar saf, temiz, nurlu bir fikirden çıktığından, okuyanlara ışık veriyor. Zulmetli fikrimden çıkan arîzalar ise size zulmet vereceği ihtimalinden korkarak tez tez takdime cesaret edemiyorum.

Abdülmecid

(Barla Lahikası)


Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulusi Bey’in vazifesini; biri de evlad-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir deha-i nurani sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakiki bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakki ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahip ol. Hakkı Efendi’ye söyle ki o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.

(Barla Lahikası)


Sonra bu işte öyle bir muvaffakıyet ve teshilat göründü ki şüphe bırakmadı ki burada bir sır var. Nazar-ı dikkati celbetti. Dikkat ettik ki evvelki mektupta size yazdığımız gibi İstanbul’da oturan bir adam, üç defa buraya misafireten gelerek, onun eliyle Nuh Bey’in üç defa mektup telgrafı elime geçiyor. Ve en sevdiğim Hulusi Bey ve Molla Abdülmecid ve Molla Hamid ve Hoca Abdülmecid Efendilerin selâmları ve isimlerini bir mektupta, yine o Mehmed Efendi geçen sene bana o getirdi. Dedim: Bu bir işaret-i inayettir, bu tesadüfî değil.

(Barla Lahikası)


Sâlisen: Şeyh Mustafa’ya selâmımı tebliğ ile beraber de ki: Yazdığın Kader Sözü beni çok memnun etti. Dua ile kardeşlik hakkını eda ettiğin gibi bunun yazmasıyla talebelik hukukunu dahi kaza ettin. Allah senden razı olsun. Yazdığını Abdülmecid’e gönderiyorum. O, yüzlerce adama okutturacak, her birisinden sevap sana gelecek.

Râbian: Kardeşimiz Abdülmecid’e bir mektupla bazı Sözler’i gönderiyorum. Sen gayet emniyetli bir tarzda postaya ver, adres: “Ergani-i Osmaniye’de esnaftan Vanlı Şahabeddin Efendi vasıtasıyla Vanlı Abdülmecid Efendi’ye” Bu adresi yeni hurufatla mektuba ve emanete yazınız.

(Barla Lahikası)


Sâlisen: Mektubunuzdan anladım ki sana gönderilen risaleleri kendin için istinsah ediyorsun, aslını Abdülmecid’e veriyorsun.

Aziz kardeşim, çendan Abdülmecid benim nesebî kardeşim ve yirmi sene talebemdir. Fakat ne o ve ne hiçbirisi benim Hulusi’me yetişmiyor. O mektuplar –ekseriyet-i mutlaka– senin namınla yazılmış ve sana gönderiliyor. Abdülmecid ikinci derecede, kendine istinsah etmek veya mütalaa etmek için onu da teşrik et diye bir mektupta demiştim. Fakat eğer sen, o kardeşini kendi nefsine tercih edersen ve ona zahmet vermemek için zahmet çeksen ona karışmam. Senin peder ve validene ve Fethi gibi arkadaşlarına ve senin eski hocalarına selâm ve dua ederim, dualarını isterim.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

21 ramazan-ı şerif

(Abdülmecid’e yazılan mektubu, senin mektubunun içine koydum, ona gönderiniz.)

(Barla Lahikası)


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ ۞ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ عَلٰى وَالِدَيْكُمْ وَ عَلٰى اِخْوَانِكُمْ وَ عَلٰى رُفَقَائِكُمْ فٖى دَرْسِ الْقُرْاٰنِ

Aziz Kardeşim!

Evvela: Kardeşimiz Abdülmecid’in, Yirmi Altıncı Mektup’un Üçüncü Mebhas’ını, lüzumsuz bir ihtiyata binaen ziyade görmesini, sen de onun ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade sevindirdi.

وَ كَيْفَ اَخَافُ مَٓا اَشْرَكْتُمْ وَلَا تَخَافُونَ اَنَّكُمْ اَشْرَكْتُمْ بِاللّٰهِ diyen ve Kur’an’ın takdirine mazhar olan Hazret-i İbrahim aleyhisselâmın ittibaına mükellef olduğumuza işaret eden فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ اِبْرٰهٖيمَ حَنٖيفًا مُسْلِمًا sırrına mazhar olduğumuzu bilmeliyiz.

Sâniyen: Bana karşı umumen dost bir şehir ahalisinden bir müftü, sathî bir nazarla, vâhî bazı tenkidatı, Onuncu Söz’ün teferruat kısmına etmiş diye Abdülmecid yazıyor. Abdülmecid’in ona verdiği cevaplar, iki yer müstesna, mütebâkisi kâfidir. Fakat iki yerde, o da o zatın sathî sualine, sathî olarak cevap vermiş:

Birincisi: O zat demiş ki: “Onuncu Söz’ün hakikatleri münkirlere karşı değil. Çünkü sıfât ve esma-i İlahiyeye bina edilmiş.”

Abdülmecid cevabında diyor ki: “Münkirleri hakikatlerden evvelki dört işaretle imana getirmiş, ikrar ettirmiş. Sonra hakikatleri dinlettiriyor.” mealinde cevap vermiş.

Hakiki cevabı şudur ki: Her bir “Hakikat” üç şeyi birden ispat ediyor hem Vâcibü’l-vücud’un vücudunu hem esma ve sıfâtını, sonra haşri onlara bina edip ispat ediyor. En muannid münkirden tâ en hâlis bir mü’mine kadar herkes her “Hakikat”ten hissesini alabilir. Çünkü “Hakikat”lerde mevcudata, âsâra nazarı çeviriyor.

Der ki: Bunlarda muntazam ef’al var, muntazam fiil ise fâilsiz olmaz. Öyle ise bir fâili var. İntizam ve mizan ile o fâil iş gördüğü için hakîm ve âdil olmak lâzım gelir. Madem hakîmdir, abes işleri yapmaz. Madem adaletle iş görüyor, hukukları zayi etmez. Öyle ise bir mecma-ı ekber, bir mahkeme-i kübra olacak.

İşte “Hakikat”ler bu tarzda işe girişmişler. Mücmel olduğu için üç davayı birden ispat ediyorlar. Sathî nazar fark edemiyor. Zaten o mücmel “Hakikat”lerin her birisi, başka risaleler ve Sözler’de kemal-i izahla tafsil edilmiş.

Abdülmecid’in ikinci nâkıs cevabı şudur ki:

O zatın yanlış sualine mümaşat edip yanlışını kabul ettiği için yanlış etmiş. Çünkü Onuncu Söz’ün “Hâşiye”sinde, ism-i a’zam, yalnız her ismin a’zamî mertebesinden ibaret olduğu zikredilmemiş. Belki çok yerlerde demişiz: “İsm-i a’zamdan ve her ismin a’zamî mertebesinden tezahür eder.” İsm-i a’zamı ispat etmekle beraber, her ismin bir mertebe-i a’zamı var ki Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm bunlara mazhar olduğu gibi haşr-i a’zam da onlara bakıyor. Mesela ism-i Hâlık meratibi, benim Hâlık’ımdan tut tâ Hâlık-ı külli şey’e kadar olan mertebe-i a’zama kadar meratibi var.

O şüpheli zatın, her ismin bir mertebe-i a’zamı olduğunu tezyif etmek niyetiyle mutasavvıfe-i mütefelsife fikridir demiş. Halbuki başta İmam-ı A’zam, İmam-ı Gazalî, Celaleddin-i Süyûtî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Geylanî gibi sıddıkîn-i muhakkikîn, ism-i a’zamı ayrı ayrı görmüşler. İmam-ı A’zam demiş: “El-Adl, El-Hakem ism-i a’zamdır.” ve hâkeza. Her ne ise… Bu mesele bu kadar yeter.

O zatın sathî ilişmesinden üç cihetle memnun oldum:

Birincisi: Tenkit etmek istediği halde, edemediği için gösteriyor ki Onuncu Söz’ün hakaiki, kabil-i tenkit değildir. Olsa olsa teferruat kabîlinden bazı ibarelerine ilişebilir.

İkincisi: İnşâallah âlî bir zekâ ve gayreti bulunan Abdülmecid’i gayrete getirdi. Hulusi’ye yakışacak çalışkan, müteyakkız bir arkadaş oldu.

Üçüncüsü: O zat müşteridir ki ilişmiş, müşteri olmayan lâkayt kalır. İnşâallah ileride tam istifade edecek.

Bu nüktenin bir güzel mealini ya sen ya Abdülmecid kaleme alıp benim selâmımla, memnuniyetimle beraber, o zata gönderebilirsiniz.

Mahallenizin imamı Hâfız Ömer Efendi’ye selâm et ve de ki ben onu kabul ettim. Talebelik şartlarını da ona söyle. Pederiniz ve Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, Sözler’i ciddi dinlemeleri beni çok mesrur ediyor. Ben onlara dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler. Seyda namındaki zat, pederinizin intisap ettiği zat değil, ondan evvel gelmiş, iştihar etmiş mühim bir zattır. Başta Sabri, Süleyman, Tevfik, bütün ihvanlar size selâm ediyorlar.

Kardeşiniz Said Nursî

(Barla Lahikası)


Sonra ondan daha acemi bir müstensihe dedim: “Resul-i Ekrem (asm) kelimesiyle, Kur’an kelimesini kırmızı yaz, aynen o nüshayı istinsah et.” Halbuki ikinci müstensih çok acemi idi. Evvelki müstensihin nüshasındaki tevafuku kısmen bozmuş, şuuru taalluk ettiği için letafetini ihlâl etmiş. Fakat yine tevafukata bir hüccet olur. Siz de güzelce kendinize tebyiz ediniz. O müsvedde-i ûlânın bir sureti ya sende veya Abdülmecid’de mahfuz kalsın.

(Barla Lahikası)


Yirmi Yedinci Mektup’un fıkraları içine dercetmek üzere kardeşim Abdülmecid’in Hulusi Bey’e yazdığı mektubun işaret olunan baş tarafı ile arkasındaki Re’fet Bey’in mektubundan alınan fıkraları Hüsrev yazsın sonra Hâfız Ali’ye göndersin.

(Barla Lahikası)


Şüphemiz kalmadı ki i’caz-ı Kur’an’ın yüz cüzünden bir cüzü, şu tefsirine in’ikas etmiş. Yalnız şu fark var ki i’caz kasdîdir, kasden de kimse muaraza edemez. Şu kitabın tevafuku ise fıtrî, ihtiyarsız olmak cihetiyle hârika olur. Keramet sayılır. Kasdî ve sun’î bir surette muaraza edilmez. Her ne ise… Şu nüshayı kardeşiniz Abdülmecid bir defa görsün, inşâallah ona da bir vakit bir tane yazılacak. Şayet orada birisi aynen istinsah etmek niyet etse çok dikkat etmek gerektir. Çünkü bu risalenin hurufatı da sırlı, kendine güvenmeyen yazmasın.

Sâlisen: Kardeşimiz Fethi Bey ne haldedir, neden az görüşüyorsunuz? Ben ona çok dua ettim ve ediyorum. Sen bir muzır memurun yüzünden, onunla az görüşmen beni müteessir etti. Allah kabul etsin, ben de ona çok defa dua ettim. İnşâallah tam bir arkadaş, bir muhatabın olan Hâfız Ömer, Risale-i Nur’un intişarına mühim bir vasıta olacak ki her mektubunda onu ciddi alâkadar görüyorum.

On Altıncı Lem’a namındaki üç mühim meseleden ibaret bir risaleyi, sizin için yazdırıyorum. Yetişirse onu da gönderiyorum. Lillahi’l-hamd burada gittikçe Risale-i Nur’un şakirdleri ve yazıcıları çoğalıyor. Ne vakit az fütur başlasa bir teşvik kamçısı hükmünde bir şey zuhur ediyor. Ezcümle sofi-meşrep ve yazıda muvakkaten tembellik eden bir kısım kardeşlerimize yazılan bir mektubun nüshasını, melfufen gönderiyorum. Belki tembel olmayan fakat tembelleşen Abdülmecid de görür.

(Barla Lahikası)


Benim tarafımdan Risale-i Nur’la alâkadar veya bizimle dost olanlara selâm ve dua ile Davud ve Nihad, iki Muhammed ve Abdülmecid ile beraber, bütün manevî kazançlarıma her gün hissedardırlar.

(Barla Lahikası)


Ben o hâdiseden size endişe edip dağdan dönerken Abdülmecid, Sabri, Hüsrev, Hâfız Ali ile beraber konuşmak, acaba size de bir taarruz var mı diye sormak istedim. Ve lisanla bağırdım, geldim. Birden Emin kapıyı açtı, dördünüzün mübarek mektuplarınızı verdi. Her ikimiz bu ikram ve taharrideki keramet-i hıfzıyeyi ve Hüsrev’in hilaf-ı me’mul öyle bir istida, öyle bir netice vermesindeki inayet-i Rabbaniyeye aynı zamanda muvafık gördük ve Risaletü’n-Nur her vakit inayete mazhardır diye şükrettik.

(Kastamonu Lahikası)


Abdülmecid’e, Beşinci Şuâ’yı haber vermiştim, cevap gelmedi. Belki ihtiyaten sükût ettiler, göndermedim. Siz, evvelce muhabere ediniz sonra gönderebilirsiniz. Eğer Hastalar Risalesi’ni bana gönderirseniz, İhtiyarlar Risalesi de beraber olsa daha iyi olur. Mektubunuzda selâm gönderen vefadar kardeşlerime binler selâm.

(Kastamonu Lahikası)


Bu defa Hulusi’den uzun bir mektup, Abdülmecid vasıtasıyla aldım. Elhak o kardeşimiz sebat ve metanet ve ihlasta birinciliği muhafaza ediyor. Ben de Abdülmecid vasıtasıyla ona yazdım ki: Isparta’daki kardeşlerimize yazdığım mektuplarda sen dahi bir muhatabımsın, seninle muhabere kesilmemiş diye yazdım.

(Kastamonu Lahikası)


Ey Sabri kardeş! Başın sağ olsun. Cenab-ı Hak o validemizi mağfiret eylesin, âmin! Benim, karabet-i nesebiyeyi ihsas eden parmaklarındaki nişan ve bu yedi sekiz sene Abdülmecid’den daha hararetli fa’alane kardeşlik vazifesini yaptığınızdan, elbette senin merhume validen benim de validemdir. Onu da validem yanına manevî kazançlarıma ve dualarıma hissedar ediyorum. Cenab-ı Hak, sana sabr-ı cemil ihsan ve o merhumeyi de garîk-ı rahmet eylesin, âmin!

(Kastamonu Lahikası)


Ve kalemlerini bizim hesabımıza çalıştırmaya karar veren altı müttehid kahraman, bir ruh altı ceset ve altı Yeni Said yerinde ve yirmi bir kardeşimi yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecid yerinde kabul ediyorum.

(Kastamonu Lahikası)


O, mübarek kalemini bize vermişti; ben de onu hem Abdurrahman hem Abdülmecid yerinde kabul etmiştim.

(Kastamonu Lahikası)


Elmas kalemlerini bize yardım için yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecidlerin bu kadar çabuk nüshaları yetiştirmeleri ve kabri pür-nur olan Mehmed Zühdü’nün, berzahta dahi kalemini bizim hesabımıza istimal etmesi hükmünde, onun metrûkâtından nüshaları gönderilmesi; bizi derinden derine sürurla şükre sevk etti.

(Kastamonu Lahikası)


Burada, Abdülmecid kardeşim hükmünde ve hanedanı da benim hanedanım olması cihetiyle en çalışkan ve fedakâr Mustafa Acet hem küçücük bir Hüsrev hem küçücük bir Abdurrahman hükmünde Ceylan namında çok çalışkan bir çocuk, Risale-i Nur’a tam hizmet ediyor.

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz kardeşlerim!

Risale-i Nur’un zuhurundan kırk sene evvel, geniş bir hiss-i kable’l-vuku, acib bir tarzda hem bende hem bizim köyde hem nahiyemizde tezahür ettiğini şimdi bir ihtar-ı manevî ile kat’î kanaatim gelmiş. Şefik ve kardeşim Abdülmecid gibi eski talebelerime bu sırrı fâş etmek isterdim. Şimdi Cenab-ı Hak sizlerde çok Abdülmecidleri ve çok Abdurrahmanları verdiği için size beyan ediyorum:

Ben on yaşında iken büyük bir iftihar, hattâ bazen temeddüh suretinde bir haletim vardı; istemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime der idim: “Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârane hususan cesarette çok fazla gösterişin ne içindir?” Bilmiyordum, hayret içinde idim.

Bir iki aydır o hayrete cevap verildi ki Risale-i Nur, kable’l-vuku kendini ihsas ediyordu. Sen âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kable’l-vuku ile hissedip hodfüruşluk ederdin.

Bizim Nurs köyümüz ise hem eski talebelerim hem hemşehrilerim biliyorlar ki bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler, güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben hem kendime hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakiki bir ihtar ile bildim ki o masum Nurslu insanlar, Nurs karyesi Risale-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs köyünü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kable’l-vuku ile o nimet-i İlahiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler.

Hem o nahiyemiz olan Hizan kazasına tabi İsparta’da, birdenbire meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahman-ı Tağî himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar ki bütün Kürdistan onlar ile iftihar eder bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmiye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarîkat içinde öyle bir vaziyet hissediyordum ki güya rûy-i zemini fethedecek bu hocalardır. Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler ve kutublar, onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz on yaşında iken dinliyordum. Kalbime geliyordu ki bu talebeler, âlimler; ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti olsa idi büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe çalsa büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı. Hattâ tarîkat şeyhleri ve dairelerinde medar-ı hayret bir müsabaka hem nahiye hem kaza hem vilayetimizde vardı. O haletleri başka memleketlerde o derece göremedim.

Şimdi bir ihtar ile kat’î kanaatim geldi: O talebe arkadaşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim; bir hiss-i kable’l-vuku ile ruh hissedip akıl bilmeyerek –ki en lüzumlu bir zamanda– o talebeler içinde ve o hocaların şakirdleri içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i imanın imdadına gelecek diye o istikbaldeki nimet-i İlahiyeye gayet ağır ve acib şerait içinde ve hadsiz muarızların karşısında ve bin seneden beri kuvvet bulan dalaletin mukabilinde ve gayet vehham ve garazkâr düşmanlarımızın desiselerinin ihatasında ve iki dehşetli mahkemenin uzun tetkikatında Risale-i Nur’un bu fevkalâde galebesi ve hârikulâde perde altında tenviratı ve düşmanlarını mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki o mevkiine lâyıktır ki kable’l-vuku İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve Gavs-ı A’zam (kuddise sırruhu) ondan haber verdikleri gibi bunlar, köy ve nahiye ve vilayetim, benimle beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur olmuşlar. (Hâşiye[8])

Sizi eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve kardeşim ve biraderzadem Abdülmecid ve Abdurrahmanlar bildiğimden bu mahrem sırrı size açtım.

(Emirdağ Lahikası-1)


Fakat öz kardeşim Abdülmecid, beni çok merak ediyor; görüşemediğim buranın müftüsünden halimi anlamaya çalışıyor. Bundan sonra Feyzi ve Emin’in üçüncüsü Abdülmecid olsun. Safranbolu kahramanlarından aldıkları lüzumlu mektupları ona da göndersinler.

(Emirdağ Lahikası-1)


Hem mesela لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ beyanında “Bu hitap zahiren Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâma müteveccih ise de zımnen hayata ve zevi’l-hayata râcidir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünkü küllî hakikat-i Muhammediye (asm) hem hayatın hayatı hem kâinatın hayatı hem ism-i a’zamın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından o hitap, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.

Hem mesela, felsefeye temas eden bazı cümleler “Mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprağa inkılab etmiş, sonra nebatat husule gelmiş, sonra hayvanat vücuda gelmiş.” gibi tabirler, icad ve hilkat-i İlahî noktasında felsefîdir ki Risale-i Nur’un sanat ve icad-ı İlahî cihetindeki beyanatına münasip düşmüyor.

Kardeşim Abdülmecid!

Her ne ise bu küçücük kusurla beraber sen, haşir hakkında, Nur’un emsalsiz hüccetlerinden tam ve mükemmel bir ders alıp Eski Said’in mümtaz bir şakirdi olduğun gibi inşâallah Risale-i Nur’un dahi mükemmel bir şakirdi ve dikkatli bir muallimi olacağına kuvvetli bir hüccettir. Ben müsait bir vakitte bazı kelimeleri ya ıslah veya ta’dil ederek “Haşir Meselesine Bir İzahlı Hâşiye” namında Lâhika’ya dercetmek için senin gibi Nur’dan tam ders alanlara göndereceğim.

Sen evlatlarınla beraber başta Fuad, her gün dualarımda ve manevî yanımda bulunuyorsunuz. Ve senin şimdi vazife-i resmiye cihetiyle çocuklara Kur’an-ı Azîmüşşan’ı okutmanı bütün ruh u canımla tebrik ediyorum. Bin bârekellah derim.

Hem civarınızda hem memlekette bütün dost ve akrabalara selâmımı tebliğ ediniz. Şimdi Zülfikar-ı Mu’cizat ve Asâ-yı Musa mecmuaları teksir makinesiyle iki merkezde tabedilmesinden, sen bütün kuvvetinle ve tashih cihetinde güzel kalemin ile ve dikkatli ilmin ile tam alâkadar ol.

Kardeşiniz Said Nursî

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bu şiddetli maddî ve manevî kışın, sıkıntılı maddî ve manevî hastalığı vaktinde dünyadan müfarakat ve pek çok alâkadar olduğum Nurcu kardeşlerimden iftirak ihtimalinden gelen elemler beni sıkarken, birden Sıddık Süleyman, Nur santralı Sabri, umum o havalideki kardeşlerim namına ve nesebî akrabalarımın da hesabına, Abdülmecid ve Abdurrahman manasında buraya geldiler. Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum; onların gelmesi, bir panzehir hükmünde bana ilaç oldu.

(Emirdağ Lahikası-1)


Vasiyetnamemdir

Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim!

Ecel gizli olmasından vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risale-i Nur’dan olan benim hususi kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur Fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki (*[9]) kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zayıf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû-i kasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

(Emirdağ Lahikası-1, Haşiye)


Üçüncü hâdise: O mübarek hediyeler odama geldiği zamandan on dakika evvel, serçe kuşuna benzer bir kuş yatağımın ayağı altında gördüm. Halbuki pencereler ve kapı kapalı, hiçbir delik yok ki o kuş girebilsin. Baktım benden kaçmıyor. Bir parça ekmek verdim, yemedi. Kalben dedim: “Üç dört sene evvel aynı burada kuşların müjde vermesi gibi bu da müjde veriyor.” Hakikaten aynı zamanda o mübarek nurlu hediye geldiği gibi üç senedir haber almadığım müftü kardeşim Abdülmecid’den güzel bir mektup aldım. Bana hizmet eden Halil geldi. “Bu kuşa bak, bu da eski kuşlar gibi bir müjdecidir.” dedim. Sonra pencereyi açtık, gitsin; gitmiyordu. Yukarıda beş altı defa uçtu, gitmedi. Sonra Sungur da geldi: “İşte sen de gör.” dedik, o da gördü. Yarım saat sonra, nasıl görülmesi hârika oldu, bulunmaması da hârika oldu. Pencereden çıkmadan Halil ile aradık, bulamadık; kayboldu.

(Emirdağ Lahikası-2)


بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ اَبَدًا دَائِمًا

Aziz, sıddık, fedakâr kardeşimiz Hacı Ali!

Gönderdiğiniz kıymettar ve bilhassa Hazret-i Üstadı pek çok sevindiren mektubunuzu aldık. Üstadımız diyor ki:

“Risale-i Nur, bu zamanda kâfidir. On sene medresede okuyanlar, Risale-i Nur’la bir senede aynı istifadeyi ettiklerine şahit, binler ehl-i ilim var. Madem Hacı Kılınç Ali bir buçuk sene bütün Risale-i Nur eczalarına sahip çıkmış, kısmen okumuş; nazarımızda yirmi senelik bir Nur talebesidir. Ben her sabah haslar içinde onun ismiyle bütün manevî kazançlarıma, defter-i a’maline geçmek için hissedar ediyorum. Öyle ise o da bütün hayatını Risale-i Nur’a vermeye mükelleftir. Demek, şimdiye kadar Camiü’l-Ezhere gitmeye muvaffak olmaması ehemmiyetli bir hikmet içindir ki Nurlar ona kâfi imiş. Şimdi Şam’a, Halep’e yakın olan Urfa’da bir medrese-i Nuriye ileride teşekkül etmesini kuvvetli ümit ediyoruz. Kılınç Ali ile beraber Eski Said’in gayet kıymettar bir talebesi olan Şam’daki Molla Abdülmecid, Urfa’daki Nur’un talebelerinden Seyyid Salih ve onun yanına giden Nur’un fedakâr bir talebesiyle muhabere etsinler. Ben hem Molla Abdülmecid’e hem Hacı Ali’ye hem Şam’daki Risale-i Nur’la alâkadar olanlara pek çok selâm ediyorum. Ve dualarını ve o mevki-i mübarekede bana dua etmelerini rica ediyorum.” dedi.

Evet, kahraman kardeşimiz Hacı Ali; Hazret-i Üstad daima sizin fedakârlığınızı izhar buyuruyorlar. Biz de sizi tahsinlerle tebrik ediyoruz.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Üstadın hizmetinde bulunan kusurlu Sungur, Zübeyr, Ziya

(Emirdağ Lahikası-2)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Medresetü’z-Zehra erkânlarına ehemmiyetli bir meseleyi havale ediyorum.

Seyyid Salih “Arabistan’da Asâ-yı Musa’nın çok lüzumu ve çok faydası olduğunu, oralarda seyahatimde anladım. Herhalde Arapçaya tercümesi lâzım geliyor.” dedi. Benim halim ve hastalığım müsaade etmediği için benim bedelime Medresetü’z-Zehra erkânı, dört yere, güzelce Arapçaya tercümesi için muhabere etsinler.

Bir mektubu Camiü’l-Ezhere, Emirdağlı Kılınç Ali vasıtasıyla orada birkaç edib zatlar tercüme etsinler.

Bir mektup da Ankara Diyanet Dairesinde Risale-i Nur’u ciddi takdir eden ve alâkadar olan bir iki âlim Arapçaya tercüme etsinler.

Biri de Kayseri kazalarından Ürgüp Müftüsü kardeşim Abdülmecid’e yazsınlar ki yirmi sene bütün kuvvetiyle Nur’a hizmet etmek ona lâzım iken etmediği için onun bedeline bütün kuvvetiyle Arapçaya tercüme etsin.

Biri de Isparta havalisinde Nur dairesindeki âlimler dahi Asâ-yı Musa’yı taksim suretinde her biri bir kısmını tercüme etsinler.

(Emirdağ Lahikası-2)


Ve Ahmed Feyzi onunla bir miktar zeytin ve zeytinyağı göndermiş. Ben Abdülmecid kardeşimin hediyesini kabul etmediğim halde Ahmed Feyzi kardeşimi daha ziyade kendime yakın gördüğümden hediyesini kabule mecbur oldum. Fakat kaidem bozulmamak için o hediyeye mukabil benim hesabıma bir Sözler mecmuası, beş tane Cevşenü’l-Kebir, üç tane Nazif’in mektubunda yazdığı bana ait nüshalardan ve İstanbul’dan size gelecek Hizb-i Nuriye’yi ona gönderiniz.

(Emirdağ Lahikası-2)


(Küçük biraderim Abdülmecid'in takrizidir)

ﺍٔﺣﻤﺪﻩ ﺗﻌﺎﻟﻰ ﺣﻤﺪًﺍ ﺑﻠﺎ ﺣﺪّ، ﻭﺍٔﺻﻠﻲ ﻋﻠﻰ ﺭﺳﻮﻟﻪ ﺳﻴﺪﻧﺎ ﻣﺤﻤﺪ ﻭﻋﻠﻰ ﺍٓﻟﻪ ﻭﺻﺤﺒﻪ ﺳﺎﻟﻜﻲ ﺍﻟﻄﺮﻳﻖ ﺍﻟﺎٔﺳﺪّ

ﻭﺑﻌﺪ: ﻓﺎﻋﻠﻢ ﺍٔﻧﻪ ﻣﻦ ﻳَﺮُﻡْ ﺍٔﻥ ﻳﻌﺮﺝ ﺍﻟﻰ ﺳﻤﺎﺀ ﺍﻟﺤﻘﺎﺋﻖ، ﻭﻳﺴﻢ ﺍٔﻥ ﻳﺴﺮﺡ ﻓﻜﺮﻩ ﻓﻰ ﺭﻳﺎﺽ ﺍﻟﺪﻗﺎﺋﻖ، ﻭﻳﻄﻠﺐ ﻣﻴﺰﺍﻧًﺎ ﻟﺘﻤﻴﻴﺰ ﺍﻟﻜﺎﺫﺏ ﻋﻦ ﺍﻟﺼﺎﺩﻕ، ﻭﻣﻜﻨﺴﺔ ﻟﺘﻜﻨﻴﺲ ﻏﺒﺎﺭ ﺍﻟﺎٔﻭﻫﺎﻡ ﻋﻦ ﻭﺟﻮﻩ ﺍﻟﺸﻘﺎﺋﻖ، ﻭﺟﻨﺔ ﻳﺮﻭﺽ ﻓﻴﻬﺎ ﺟﻴﺎﺩ ﺍﻟﺎٔﻓﻜﺎﺭ، ﻭﺟُﻨﺔ ﻳﺪﺍﻓﻊ ﺑﻬﺎ ﻧﻀﺎﻝ ﺍﻟﺴﻘﻴﻤﺔ ﻣﻦ ﺍﻟﺎٔﺧﻴﺎﺭ، ﻭﻣﻀﻤﺎﺭًﺍ ﻳﺒﺎﺭﺯ ﻓﻴﻪ ﺍﻟﺎٔﺑﻄﺎﻝ ﻣﻦ ﺍﻟﺎٔﺟﺒﺎﺭ: ﻓﻌﻠﻴﻪ ﻳﺘﺪﺭﺱ ﻭﺗﺪﺭﻳﺲ ﻫﺬﺍ ﺍﻟﻜﺘﺎﺏ.. ﻟﺎٔﻧﻪ ﻗﺪ ﺑﻨﻲ ﻋﻠﻰ ﺍٔﺳﺎﺳﻲ ﺗﻬﺪﻳﻢ ﺍﻟﺨﻄﺎٔ ﻭﺗﻌﻤﻴﺮ ﺍﻟﺼﻮﺍﺏ، ﻭﺍٔﺻﻠﻰ ﺗﺼﻘﻴﻞ ﺍﻟﺎﺳﻠﺎﻣﻴﺔ ﻋﻦ ﺍﻟﻮﻫﻤﻴﺎﺕ ﺍﻟﺘﻰ ﺑﻬﺎ ﺗﻌﺎﺏ، ﻭﺗﺼﻔﻴﺔ ﺍﻟﻌﻘﺎﺋﺪ ﻋﻦ ﺍﻟﺨﺮﺍﻓﺎﺕ ﺍﻟﺘﻰ ﺑﻬﺎ ﺗﺸﺎﺏ.. ﻛﻴﻒ ﻟﺎ، ﻭﻗﺪ ﺍٔﺧﺮﺝ ﺗﻠﻚ ﺍﻟﺤﻘﺎﺋﻖ ﺍﻟﻤﻮﻭٔﺩﺓ ﻓﻲ ﺍٔﺧﺎﺩﻳﺪ ﺍﻟﺨﺒﺎﻟﺎﺕ، ﻭﻓﺾ ﺍٔﻓﻮﺍﻩ ﺍﻟﺎٔﻭﻫﺎﻡ ﻋﻦ ﻣﻜﻨﻮﻧﺎﺕ ﻫﺎﺗﻴﻚ ﺍﻟﻨﻜﺎﺕ. ﻓﺤﻞ ﺍﻟﺎٔﺫﻫﺎﻥ، ﻭﺍٔﺫﻫﻦ ﺍﻟﻔﺤﻮﻝ، ﻭﺳﻤﺢ ﺑﻪ ﺛﺎﻗﺐ ﺍﻟﺎٔﻓﻜﺎﺭ، ﻭﺍٔﻓﻜﺮ ﺍﻟﻌﻘﻮﻝ ﻭﺧﺎﻃﺮ ﻛﻞ ﻣﺎ ﻳﻮﺻﻒ ﺑﻪ ﻓﻬﻮ ﻓﻮﻗﻪ ﻭﻟﻮ ﺑﺬﻝ ﺍﻟﻮﺍﺻﻒ ﻓﻲ ﺍٔﻃﺮﺍﺋﻪ ﻃﻮﻗﻪ

ﻭ ﺍﻥ ﺷﻜﻜﺖ ﻓﻴﻤﺎ ﺍٔﻗﻮﻝ ﻓﻴﻪ، ﺍﻧﻈﺮ ﺍﻟﻰ ﺍﻟﻔﺮﺍﺋﺪ ﺍﻟﺴﺎﻗﻄﺔ ﻣﻦ ﻓﻴﻪ

ﻭﻳﺤﻖ ﺍٔﻥ ﻳﻘﺎﻝ ﻓﻲ ﺗﺎٔﻟﻴﻔﻪ

ﺑﺪﻳﻊ ﺍﻟﻨﺴﺞ ﻭﺍﻟﺎﺳﺪﺍﺀ ﺍﻧﺸﺎ ٭ ﻣﻦ ﺍﻟﺘﻌﻴﻴﺐ ﻭﺍﻟﺘّﻐْﻴﻴﺮ ﺣﺎﺷﺎ

ﻛﺘﺎﺑًﺎ ﺑﺎﻟﻠﺎٓﻟﻲ ﻗﺪ ﺗﻮﺷﺎ ٭ ﺍٔﻧﺎﺳﻲ ﺍﻟﻨﺼﻮﺹ ﻗﺪ ﺗﺤﺸّﺎ

ﻣﺮﻯٔ ﺍﻟﺼﺪﻕ ﻭﺍﻟﺤﻖ ﺍﻟﻤﺒﻴﻦ ٭ ﻭﻳﻮﻣﻲ ﻟﻠﻜﻨﻮﺯ ﺗﺤﺖ ﻏﻴﻦ

ﻭﻟﺬﻱ ﺍﻟﺪﻳﻦ ﻭﺍﻟﺎٔﺣﺒﺎﺏ ﺯﻳﻦ ٭ ﻛﻤﺎ ﻟﻠﻘﺎﻟﻲ ﻭﺍﻟﺤﺴﺎﺩ ﺷﻴﻦ

ﻳﻤﺰﻕ ﻋﻦ ﻭﺟﻮﻩ ﺍﻟﺤﻖ ﻣﻴﻨﺎ ٭ ﻳﻌﻤّﻰ ﻟﺬﻭﻱ ﺍﻟﺎﻟﺤﺎﺩ ﻋﻴﻨًﺎ

ﻣﺤﻚ ﻟﻠﻨﺤﻮﻝ ﻣﻦ ﻧﻘﻮﻝ ٭ ﻭﻗﻴﺪ ﻟﻠﻌﻘﻮﻝ ﻣﻦ ﻓﺤﻮﻝ

ﺟﺪﻳﺮ ﺑﺎﻟﺘﻘﻠّﺪ ﻓﻲ ﻧﺤﻮﺭ ٭ ﻣﺤﺎﻓﻈﺔ ﺍﻟﺤﺪﻭﺩ ﻭﺍﻟﺜﻐﻮﺭ

ﺧﻠﻴﻖ ﺑﺎﻟﺘﻘﻠﺪ ﻓﻲ ﺍﻟﻌﻨﺎﻕ ٭ ﻟﻀﺮﺏ ﺍﻟﻔﺮﻕ ﻓﻲ ﺭﺍٔﺱ ﺍﻟﻨﻔﺎﻕ

ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻄﺮﻑ ﻣﺘﻰ ﻳُﺴﻄﺮ ﺳُﻄُﺮ ٭ ﻩ ﻟﺎ ﻳﻌﺸﺎﻩ ﻃﻮﻝ ﺍﻟﺪﻫﺮ ﻋﻮﺭ

ﻋﻠﻰ ﺍﻟﻘﻠﺐ ﺑﺎﻥ ﺗﻜﺘﺐ ﺍٔﺣﺮﻯ ٭ ﻭﺍٔﻥ ﺗﺠﻌﻞ ﻣﻜﺎﻥ ﺍﻟﺤﺒﺮ ﺗﺒﺮًﺍ

ﺻﻐﻴﺮ ﺍﻟﺠﺮﻡ ﺗﺒﺮﻯ ﺍﻟﻤﺜﺎﻝ ٭ ﻛﻤﺮﻗﺎﺓٍ ﺍﻟﻰ ﺍٔﻭﺝ ﺍﻟﻜﻤﺎﻝ

ﻛﺜﻴﺮ ﺍﻟﺮﻣﻮﺯ ﻭﺍﻟﻤﻌﻨﻰ ﺩﻗﻴﻖ ٭ ﻭﻋﻦ ﺩﺭﻛﻪ ﺫﻭ ﺍﻟﻄﻌﻦ ﺳﺤﻴﻖ

ﻫﻠﺎﻝ ﺍﻟﺸﻚّ ﻣﻌﻨﺎﻩ ﻓﺤﺪﺩ ٭ ﺑﻜﺤﻞ ﺿﺪّﻩ ﺍﻟﻌﻴﻦ ﻓﺮﺍﻭﺩ

ﻭ ﺍﻧﻲ ﻟﺎ ﻳﻜﻮﻥ ﺫﺍ ﻛﺬﺍ ﻛﺎ ٭ ﻭﻳﺨﺘﺼﻢ ﺑﻜﺘﻔﻴﻪ ﺍﻟﺴﻤﺎﻛﺎ

ﻭﻗﺪ ﺍٔﻧﺸﺎﻩ ﺭﺍﺯﻱّ ﺍﻟﺎٔﻭﺍﻥ ٭ ﻣﺠﻴﺪ ﻟﻠﺒﺪﻳﻊ ﻓﻲ ﺍﻟﺰﻣﺎﻥ

ﻭﺫﺍ ﺍﻟﻌﺼﺮ ﺑﻪ ﻳﻌﻠﻮ ﻭﺳﺎﻡ ٭ ﻟﺬﺍ ﺍﻟﺘﺎٔﻟﻴﻒ ﺗﺎﺭﻳﺦ ﺗﻤﺎﻡ

Yakînin kâşifi olmakla, miftah-ı belâgattır

Hakikat olduğu şey'e, menar-ı ihtida odur

Hakk'ın keşşâfı olmakla, belâgatça misalsizdir

Belâgatta olan, esrara bir misbah-ı vehhacdır

Mesailden ne şey müşkil olursa onda zahirdir

Bütün esdaf-ı elfazda esrar-ı belâgattır

Hakk'ın cevher-i âlisiyle elmas-ı hakikattan

Şükûke karşı yapılmış olan bir seyf-i katı'dır

Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemâlâta

Urûc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.

Abdülmecid

(Asar-ı Bediiyye, Muhakemat,3. Makale, 3. Maksad, 2. Maksad)


İşte o kıyaslar; maneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak. Hem de bazı fünûnda meşhur olanların, başkasında da sözünü hüccet tutmak. Hem de fünûn-u cedideyi bilmeyen ülemanın sözünü, ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek. Hem de fünûn-u cedidede mehareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek. Hem de selefi halefe, mazîyi hale kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasid kıyaslardır.

(Birader-i Ebu Lâşey) Abdülmecid

(Asar-ı Bediiyye, Münazarat, Haşiye)


Âsarı Hakkında Takrizen Küçük Amcam Böyle Söylemişti

Hakkın cevher-i âlisiyle elmas-ı hakikatten, şükuka karşı yapılmış olan bir seyf-i katı'dır.

Müzehheb basamaklı şu semavat-ı kemâlata, uruc etmek için hakkıyla bir nuranî mirkattır.

Küçük Biraderi Abdülmecid

(Asar-ı Bediiyye, Tarihçe-i Hayatın Zeyli)


Aziz, sıddık, muhlis, hâlis kardeşim!

Kardeşimiz Abdülmecid'e ayrı mektub yazmadığımın sebebi, size yazdığım mektubları kâfi gördüğümdendir ki; Abdülmecid, Hulusi'den sonra kıymetdar bir kardeşim, bir talebemdir. Her sabah, akşam Hulusi ile beraber, bazan daha evvel duamda ismiyle hazır oluyor. Size yazdığım mektublardan, evvel Sabri, sonra Hakkı Efendi istifade ediyorlar. Onlara da ayrı mektub yazmıyorum. Cenab-ı Hak seni onlara mübarek, büyük bir kardeş yapmış. Sen benim yerime Abdülmecid ile muhabere et, merak etmesin, Hulusi'den sonra onu düşünüyorum. Fakat talebeliğini hakkıyla îfa etmiyor. Onun için bizzât onunla muhabere etmiyorum.

(Latif Nükteler, 9. Lem'a)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 1,2 1,3 http://www.nurkoy.org/alim-bir-kardes-abdulmecid-unlukul/
  2. http://www.risaleinurenstitusu.org/bediuzzaman-urfada-bitmeyen-yolculuk-23-mart-1960//
  3. Bu gibi şifrelerin anahtarı bende yoktur ki açayım. Maahâzâ oruçlu bir kafa, ne o şifreleri açabilir ve ne o darbları yapabilir. Kusura bakmayınız. Bu kadarı da ancak yine müellifinin manevî yardımıyla ve Leyle-i Kadrin bereketiyle ve Mevlana’nın komşuluğundan istifade ile yapabildim.
    Mütercim
    Abdülmecid Nursî
  4. Mu’cizat-ı Kur’aniye risale-i nuriyesi tamamıyla bu hakikati ispat etmiş. Mütercim
  5. Bu mealdeki âyette bir mübalağa, bir müzayede görünür. Fakat hakikate, vakıa bakılırsa ziyadelik yoktur. Çünkü “kelime” bir manayı ifade eden şeye denir. Amma nahvîlerin lafız ile takyid ve tahsis ettikleri, onlara mahsus bir ıstılahtır. Evet biri kāl, diğeri hal olmak üzere iki lisan vardır. Lisan-ı kālin kelimatı elfaz ise lisan-ı halin kelimatı da ahvaldir. Binaenaleyh kudsî şairin وَفٖى كُلِّ شَىْءٍ لَهُ اٰيَةٌ تَدُلُّ عَلٰى اَنَّهُ وَاحِدٌ dediği gibi; kitab-ı kebir-i kâinatta yaratılan herhangi bir şey, Hâlık’ın azametine delâlet eden bir kelime-i haliyedir.
    Eşcar ile denizler, kâinat kitabında mevcud kelimat-ı haliyelerin yazılmasına kâfi geldiği takdirde, o denizlerin katreleri, o ağaçların zerreleri birer halî kelime olduğundan, onların da yazılması için mürekkep, kalem lâzımdır. Öyle ise onlar için de onlar kadar başka eşcar ve denizler lâzımdır. Ve hâkeza her bir birincinin katreleri ve kelimatı yazıldıktan sonra, ona da onun kadar ikinci bir takım eşcar ve denizler lâzımdır. Hal böylece ilâ gayrı’n-nihaye teselsül eder gider. Cenab-ı Hakk’ın kelimatı, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine delâlet eden kelimat-ı haliyesi bitmez. Demek hakikatte اَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبّٖى وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهٖ مَدَدًا âyetinin ifade ettiği manada hiçbir cihetle mübalağa, müzayede yoktur belki tenakus vardır.
    Mütercim Abdülmecid
  6. Sivrisineğin başında mızrak gibi bir hortum vardır. Filin başına konar, hortumunu filin hortumuna batırır, fil kaçmaya başlar, hiçbir suretle elinden kurtulamaz. Demek Cenab-ı Hak, sivrisineği file galip ve hâkim kılmıştır. Binaenaleyh hilkatçe dûn ise de cesaret hususunda faiktir.
    Mütercim Abdülmecid
  7. Bir a’rabînin taptığı bir sanemi varmış. Bir gün ibadete gitmiş. Bakmış ki bir tilki sanemin başına bevletmiş. Bu hali görünce اَرَبٌّ يَبُولُ الثَّعْلَبَانُ بِرَاْسِهٖ demekle sanemi kırmış atmış. Demek sanemlerin hakaretinden yalnız sinekler değil, tilkiler de başlarına çıkar, telvis eder.
    Mütercim Abdülmecid
  8. Evet Risale-i Nur’un tercümanı hem fakir hem âdi iken şansız ve âmî bir haneden olduğu halde, tarihçe-i hayatında yazıldığı gibi; fevkalâde istiğna ve hediye ve sadakaları kabul etmemek ve emsalsiz bir izzet-i ilmiye namıyla kimseye baş eğmemek ve tenezzül etmemek ve haddinden bin derece ziyade işlere girişmek gibi haller, bu mezkûr sırdan ileri gelmiştir.
  9. Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih.