İsra 44

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Ayet: İsra 43İsra Suresiİsra 45: Sonraki Ayet

Meali: 44- Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O'nu tesbih eder. O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.

{Tabiat ilimlerindeki inkişaf, bu âyetin açıklanmasına yardımcı olmuştur. Nitekim, önceleri cansız ve hareketsiz olduğu sanılan varlıklar da dahil olmak üzere, bütün eşya atomlardan meydana gelmiştir. İşte atom çekirdeklerinin etrafındaki elektronlar, sürekli ve muntazam bir şekilde çekirdeğin etrafında dönmektedirler ki, belki de onların bu dönüşleri ve böylece, ilâhî kanuna, en ufak bir sapma göstermeksizin boyun eğmeleri, Kur'an-ı Kerim tarafından Allah'ı tesbih olarak ifade edilmiştir.}

Kur'an'daki Yeri: 15. Cüz, 285. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Evvela: Mektubunuzda, benim her mektubumun başında وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ yazılmasının hikmetini soruyorsunuz. Bunun hikmeti şudur ki:

Kur’an-ı Hakîm’in hazain-i kudsiyesine, bana açılan en birinci kapı o olduğudur. En evvel hakaik-i âliye-i Kur’aniyeden şu âyetin hakikati bana zahir olmuş ve ekser risalelerde, o hakikat sereyan etmiştir.

Hem bir hikmeti şudur ki itimat ettiğim mühim üstadlarımın mektuplarının başlarında istimal etmeleridir.

(Barla Lahikası)


Nasıl ki bir kitap, bâhusus öyle bir kitap ki her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış, her harfi içinde ince kalem ile muntazam bir kaside yazılmış. Kâtipsiz olmak, son derece muhaldir.

Öyle de şu kâinat nakkaşsız olmak, son derece muhal-ender muhaldir. Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki her sahifesi çok kitapları tazammun eder. Hattâ her kelimesi içinde bir kitap vardır. Her bir harfi içinde bir kaside vardır. Yeryüzü bir sahifedir, ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir, ne kadar sahifesi vardır. Bir meyve, bir harf; bir çekirdek, bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var. İşte böyle bir kitap, evsaf-ı celal ve cemale, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zat-ı Zülcelal’in nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. Demek, âlemin şuhuduyla bu iman lâzım gelir. İllâ ki dalaletten sarhoş olmuş ola.

Hem nasıl ki bir hane ustasız olmaz. Bâhusus öyle bir hane ki hârika sanatlarla, acib nakışlarla, garib ziynetlerle tezyin edilmiş. Hattâ her bir taşında, bir saray kadar sanat dercedilmiş. Ustasız olmak, hiçbir akıl kabul edemez, gayet mahir bir sanatkâr ister. Bâhusus o saray içinde sinema perdeleri gibi her saatte hakiki menziller teşkil edilip kemal-i intizamla elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hattâ her bir hakiki perde içinde, müteaddid küçük küçük menziller icad ediliyor.

Öyle de şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir sâni’ ister. Çünkü şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki ay, güneş lambaları; yıldızlar, mumları; zaman, bir ip, bir şerittir ki o Sâni’-i Zülcelal her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor. Kemal-i intizamla ve hikmetle değiştiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ki her bahar mevsiminde, üç yüz bin enva-ı masnuatıyla tezyin ediyor. Hadd ü hesaba gelmez enva-ı ihsanatıyla dolduruyor. Öyle bir tarzda ki nihayet ihtilat içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor. Başka cihetleri buna kıyas et… Nasıl, böyle bir sarayın Sâni’inden gaflet edilebilir?

Hem nasıl ki bulutsuz, gündüz ortasında, güneşin deniz yüzünde bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek, ne derece acib bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü o vakit bir tek güneşi inkâr ve kabul etmemekle; katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince, hakiki ve bi’l-asale güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor.

Her zerrecikte (ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde) koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi, aynen öyle de şu sıravari içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelal’i evsaf-ı kemaliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalalet divaneliğidir, bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira her şeyde, hattâ her bir zerrede bir uluhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır. Çünkü mesela, havanın her bir zerresi; her bir çiçek ile her bir meyveye, her bir yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilatını ve suretlerini ve heyetlerini bilmek lâzımdır, tâ içinde işleyebilsin. Demek, muhit bir ilim ve kudrete mâlik olmalı ki böyle yapsın.

Mesela, toprakta her bir zerresi kabildir ki muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa lâzım geliyor ki otlar ve ağaçlar adedince manevî cihazat ve makineleri tazammun etsin. Veyahut onların bütün tarz-ı teşkilatını bilir, yapar, bütün onlara giydirilen suretleri tanır, dikebilir bir sanat ve kudret vermek lâzım gelir.

Daha sair mevcudatı da kıyas et. Tâ anlayacaksın ki her şeyde aşikâre, vahdaniyetin çok delilleri var. Evet, bir şeyden her şeyi yapmak ve her şeyi bir tek şey yapmak, her şeyin hâlıkına has bir iştir. وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ ferman-ı zîşanına dikkat et.

Demek, Vâhid-i Ehad’i kabul etmemek ile mevcudat adedince ilahları kabul etmek lâzım gelir.

(10. Söz, 1. İşaret)


Eğer Kur’an’ın ism-i a’zamdan ve her ismin a’zamlık mertebesinden geldiğini bir parça fehmetmek istersen Âyetü’l-Kürsî ve âyet-i وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ ve âyet-i قُلِ اللّٰهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ ve âyet-i يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثٖيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهٖ ve âyet-i يَٓا اَرْضُ ابْلَعٖى مَٓاءَكِ وَيَا سَمَٓاءُ اَقْلِعٖى ve âyet-i تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ ve âyet-i مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ ve âyet-i اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ ve âyet-i يَوْمَ نَطْوِى السَّمَٓاءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ ve âyet-i وَمَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖ وَالْاَرْضُ جَمٖيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ve âyet-i لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ gibi âyetlerin küllî, umumî, ulvi ifadelerine bak.

(12. Söz)


Kur’an’ın her bir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi i’caz ve hidayet nurunu neşir ile küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahra-yı bedeviyette farz et ki her şey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud u tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’an’ın lisan-ı ulvîsinden

يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزٖيزِ الْحَكٖيمِ

gibi âyetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem يُسَبِّحُ sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlukat تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ sayhasıyla işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma, birer nur-u hakikat-eda ve arz bir kafa, berr ve bahir birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa bu zamandan tâ o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikını göremezsin.

Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u mütearife hükmüne geçen ve sair neyyirat-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’an’ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan elbette her bir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok enva-ı i’cazı içinde bu nev-i i’cazını zevk edemezsin.

(13. Söz)


Mesela, hamele-i arş ve yer ve göklerin melaike-i müekkelleri ve sair bir kısım melekler hakkında Muhbir-i Sadık’ın tasvir ettiği mesela, kırk binler başlı, her bir başta kırk binler lisan ve her lisanda kırk binler tarzda tesbihat ettiklerini ve intizam ve külliyet ve vüs’at-i ubudiyetlerini ifade eden hakikate çıkmak için şuna dikkat et ki Zat-ı Zülcelal

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ

اِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ

اِنَّا عَرَضْنَا الْاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَالْجِبَالِ

gibi âyetlerle tasrih ediyor ki: Mevcudatın en büyüğü ve küllîsi dahi kendi külliyetine göre ve azametine münasip bir tarzda tesbihat ettiğini gösteriyor ve öyle de görünüyor.

Evet, bir bahr-i müsebbih olan şu semavatın kelimat-ı tesbihiyesi; güneşler, aylar, yıldızlar olduğu gibi bir tayr-ı müsebbih ve hâmid olan şu zeminin dahi elfaz-ı tahmidiyesi; hayvanlar, nebatlar ve ağaçlardır. Demek, her bir ağacın her bir yıldızın cüz’î birer tesbihatı olduğu gibi zeminin de ve zeminin her bir kıtasının da ve her bir dağ ve derenin de ve berr ve bahrinin de ve göklerin her bir feleğinin de ve her bir burcunun da birer tesbih-i küllîsi vardır. Şu binler başları olan zeminin her başında yüz binler lisanlar bulunan ve her lisanda yüz bin tarzda tesbihat çiçeklerini, tahmidat meyvelerini, âlem-i misalde tercümanlık edip gösterecek ve âlem-i ervahta temsil edip ilan edecek, ona göre elbette bir melek-i müekkeli vardır.

Evet, müteaddid eşya bir cemaat şekline girse bir şahs-ı manevîsi olacaktır. Eğer o cemiyet, imtizaç edip ittihat şeklini alsa onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır.

İşte bak, misal olarak bu Barla ağzının, şu dağ lisanının bir muazzam kelimesi olan, bu odamızın önündeki çınar ağacına bak, gör: Ağacın şu üç başının her başında kaç yüz dal dilleri var ve her dilde bak, kaç yüz mevzun ve muntazam meyve kelimeleri var ve her meyvede dikkat et, kaç yüz kanatlı mevzun tohumcuk harfleri, “Emr-i kün feyekûn”e mâlik Sâni’-i Zülcelal’ine ne kadar beliğ bir medih ve fasih bir tesbih ettiğini işittiğin, gördüğün gibi ona müekkel melek dahi ona göre âlem-i manada müteaddid diller ile tesbihatını temsil ediyor ve hikmeten öyle olmak gerektir.

(14. Söz)


Manasındaki belâgat-ı hârikadır.

On Üçüncü Söz’de beyan olunan şu misale bak: Mesela

سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

âyetindeki belâgat-ı maneviyeyi zevk etmek istersen kendini nur-u Kur’andan evvel asr-ı cahiliyette, sahra-yı bedeviyette farz et ki her şey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümud-u tabiata sarılmış olduğu bir anda Kur’an’ın lisan-ı semavîsinden سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ veyahut تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ gibi âyetleri işit, bak! Nasıl ki o ölmüş veya yatmış olan mevcudat-ı âlem سَبَّحَ تُسَبِّحُ sadâsıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Ve o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerde perişan mahlukat تُسَبِّحُ sayhasıyla ve nuruyla; işitenin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nüma ve birer nur-u hakikat-eda ve küre-i arz bir baş ve berr ve bahir birer lisan ve bütün hayvanlar ve nebatlar birer kelime-i tesbih-feşan suretinde arz-ı dîdar eder.

(25. Söz)


Kâh oluyor âyet, insanın isyankârane amellerini zikreder, şedit bir tehdit ile zecreder. Sonra şiddet-i tehdit, yeise ve ümitsizliğe atmamak için rahmetine işaret eden bir kısım esma ile hâtime verir, teselli eder.

Mesela

قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُٓ اٰلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ اِذًا لَابْتَغَوْا اِلٰى ذِى الْعَرْشِ سَبٖيلًا

سُبْحَانَهُ وَتَعَالٰى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبٖيرًا

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَ لٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا

İşte şu âyet der ki: De: Eğer dediğiniz gibi mülkünde şeriki olsaydı elbette arş-ı rububiyetine el uzatıp müdahale eseri görünecek bir derecede bir intizamsızlık olacaktı. Halbuki yedi tabaka semavattan tut tâ hurdebînî zîhayatlara kadar, her bir mahluk küllî olsun cüz’î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o esma-i hüsnanın Müsemma-i Zülcelal’ini tesbih edip şerik ve nazirden tenzih ediyorlar.

Evet, nasıl ki sema güneşler, yıldızlar denilen nur-efşan kelimatıyla, hikmet ve intizamıyla, onu takdis ediyor, vahdetine şehadet ediyor ve cevv-i hava dahi bulutların sesiyle, berk ve ra’d ve katrelerin kelimatıyla onu tesbih ve takdis ve vahdaniyetine şehadet eder. Öyle de zemin, hayvanat ve nebatat ve mevcudat denilen hayattar kelimatıyla Hâlık-ı Zülcelal’ini tesbih ve tevhid etmekle beraber, her bir ağacı, yaprak ve çiçek ve meyvelerin kelimatıyla yine tesbih edip birliğine şehadet eder. Öyle de en küçük mahluk, en cüz’î bir masnû, küçüklüğü ve cüz’iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esma-i külliyeyi göstermek ile Müsemma-yı Zülcelal’i tesbih edip vahdaniyetine şehadet eder.

İşte bütün kâinat birden, bir lisan ile müttefikan Hâlık-ı Zülcelal’ini tesbih edip vahdaniyetine şehadet ederek kendilerine göre muvazzaf oldukları vazife-i ubudiyeti, kemal-i itaatle yerine getirdikleri halde, şu kâinatın hülâsası ve neticesi ve nazdar bir halifesi ve nâzenin bir meyvesi olan insan, bütün bunların aksine, zıddına olarak, ettikleri küfür ve şirkin ne kadar çirkin düşüp ne derece cezaya şayeste olduğunu ifade edip bütün bütün yeise düşürmemek için hem şunun gibi nihayetsiz bir cinayete, hadsiz çirkin bir isyana Kahhar-ı Zülcelal nasıl meydan verip kâinatı başlarına harap etmediğinin hikmetini göstermek için اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا der. O hâtime ile hikmet-i imhali gösterip bir rica kapısı açık bırakır.

İşte şu on işarat-ı i’caziyeden anla ki âyetlerin hâtimelerindeki fezlekelerde, çok reşehat-ı hidayetiyle beraber çok lemaat-ı i’caziye vardır ki bülegaların en büyük dâhîleri, şu bedî’ üsluplara karşı kemal-i hayret ve istihsanlarından parmağını ısırmış, dudağını dişlemiş, مَا هٰذَا كَلَامُ بَشَرٍ demiş. اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْىٌ يُوحٰى ya hakkalyakîn olarak iman etmişler. Demek bazı âyette, bütün mezkûr işaratla beraber bahsimize girmeyen çok mezaya-yı âheri de tazammun eder ki o mezayanın icmaında öyle bir nakş-ı i’caz görünür ki kör dahi görebilir.

(25. Söz)


Dördüncü Misal: Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ sırrıyla “Her şeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise Sâni’ine ait neticeleri, Fâtır’ına bakan hikmetleri binlerdir. Her bir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Her bir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafiine aittir.” diye koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i muzahrefe düsturları nerede? Şu hakikat, Onuncu Söz’ün Onuncu Hakikati’nde bir derece gösterildiğinden kısa kestik.

(30. Söz)


Zerratın harekâtındaki vazifelere, hikmetlere küçük bir işarettir.

Evet, akılları gözlerine sukut etmiş maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülat-ı zerratı, bütün düsturlarına üssü’l-esas tutup masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.

Şimdi, Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülat-ı zerratın pek çok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır. وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ gibi çok âyetlerle hikmetlerine ve vazifelerine işaret eder. Numune olarak birkaçına işaret ediyoruz.

(30. Söz)


وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ sırrınca her şeyden Cenab-ı Hakk’a karşı pencereler hükmünde çok vecihler var. Bütün mevcudatın hakaiki, bütün kâinatın hakikati; esma-i İlahiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikati, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, sanatlar dahi her biri birer isme dayanıyor.

Hattâ hakiki fenn-i hikmet, “Hakîm” ismine ve hakikatli fenn-i tıp “Şâfî” ismine ve fenn-i hendese “Mukaddir” ismine ve hâkeza her bir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi bütün fünun ve kemalât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatleri, esma-i İlahiyeye istinad eder.

Hattâ muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakiki hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise o hakaikin gölgeleridir.”

Hattâ bir tek zîhayat şeyde, yalnız zahir olarak yirmi kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir.

....

İşte hakaik-i eşyanın esma-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakiki hakaik, o esmanın cilveleri olduğunu ve her şeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâni’ini zikir ve tesbih ettiğini anla. وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ nin bir manasını bil ve سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ de.

(32. Söz)


وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

sırrınca her şey, lisan-ı mahsusuyla Hâlık’ını yâd eder, takdis eder. Evet, bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kāl ile ettiği tesbihat, bir tek Zat-ı Mukaddes’in vücudunu gösteriyor. Evet, fıtratın şehadeti reddedilmez. Delâlet-i hal ise hususan çok cihetlerle gelse şüphe getirmez.

Bak hadsiz fıtrî şehadeti tazammun eden ve nihayetsiz tarzlarda lisan-ı hal ile delâlet eden ve mütedâhil daireler gibi bir tek merkeze bakan şu mevcudatın muntazam suretleri, her biri birer dildir. Ve mevzun heyetleri, her biri birer lisan-ı şehadettir. Ve mükemmel hayatları, her biri birer lisan-ı tesbihtir ki Yirmi Dördüncü Söz’de kat’î ispat edildiği gibi o bütün diller ile pek zahir bir surette tesbihatları ve tahiyyatları ve bir tek mukaddes zata şehadetleri, ziya güneşi gösterdiği gibi bir Zat-ı Vâcibü’l-vücud’u gösterir ve kemal-i uluhiyetine delâlet eder.

(33. Söz)


تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

sırrınca Sâni’-i Zülcelal, semavatın ecramına o kadar hikmetler, manalar takmış ki güya celal ve cemalini ifade etmek için semavatı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle söylettirdiği gibi; cevv-i semada dahi olan mevcudata öyle hikmetler ve manalar ve maksatlar takmış ki güya o cevv-i semayı berkler, şimşekler, ra’dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor. Ve kemal-i hikmet ve cemal-i rahmetini ders veriyor.

Ve nasıl zemin kafasını, hayvanat ve nebatat denilen manidar kelimeleriyle söyleştirip kemalât-ı sanatını kâinata gösteriyor. Öyle de o kafanın birer kelimesi olan nebatları ve ağaçları dahi yapraklar, çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak edip yine kemal-i sanatını ve cemal-i rahmetini ilan ediyor. Ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup dekaik-ı sanatını ve kemal-i rububiyetini ehl-i şuura talim ediyor.

İşte bu hadsiz kelimat-ı tesbihiye içinde yalnız tek bir sümbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı ifadesine kulak verip dinleyeceğiz. Nasıl şehadet eder, bileceğiz.

Evet her bir nebat, her bir ağaç, pek çok lisan ile Sâni’lerini öyle gösteriyorlar ki ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara “Sübhanallah! Ne kadar güzel şehadet ediyor!” dedirtirler.

Evet, her bir nebatın çiçek açması zamanında ve sümbül vermesi anında, tebessümkârane manevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zahirdir. Çünkü her bir çiçeğin güzel ağzı ile ve muntazam sümbülün lisanıyla ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimatıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşahede ilmi gösteren bir mizan içindedir. Ve o mizan ise maharet-i sanatı gösteren bir nakş-ı sanat içindedir. Ve o nakş-ı sanat, lütuf ve keremi gösteren bir ziynet içindedir. Ve o ziynet dahi rahmet ve ihsanı gösteren latîf kokular içindedir. Ve birbiri içinde bulunan şu manidar keyfiyetler, öyle bir lisan-ı şehadettir ki hem Sâni’-i Zülcemal’ini esmasıyla tarif eder hem evsafıyla tavsif eder hem cilve-i esmasını tefsir eder hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.

İşte bir tek çiçekten böyle bir şehadet işitsen, acaba zemin yüzündeki Rabbanî bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sâni’-i Zülcelal’in vücub-u vücudunu ve vahdetini ilan ettiklerini işitsen, hiç şüphen ve vesvesen ve gafletin kalabilir mi? Eğer kalsa sana insan ve zîşuur denilebilir mi?

Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak! İşte bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar gibi nesîmin esmesiyle oynaması içindeki latîf ağzını gör. Nasıl bir dest-i kerem ile yeşillenen yaprakların dili ile ve bir neşe-i lütuf ile tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmet ile gülen meyvelerin kelimatı ile ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mizan ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli sanatlar, nakışlar ve maharetli nakışlar ve ziynetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatlı tatmaklar ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu’cize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zahir bir surette bir Sâni’-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsin, Mün’im, Mücemmil, Mufaddıl’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini ve cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

İşte eğer bütün rûy-i zemindeki ağaçların lisan-ı hallerini birden dinleyebilsen

يُسَبِّحُ لِلّٰهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى الْاَرْضِ

hazinesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın.

İşte ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil! Bu derece hadsiz lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerîm-i Zülcemal, tanımak istenilmezse bu lisanları susturmalı. Mademki susturulmaz, dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan kurtulamazsın. Çünkü sen kulağını kapamakla kâinat sükût etmez, mevcudat susmaz, vahdaniyet şahitleri seslerini kesmezler. Elbette seni mahkûm ederler.

(33. Söz)


وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

Bir bahar mevsiminde, garibane, mütefekkirane seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarıçiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sair memleketlerde gördüğüm o cins sarıçiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mana kalbe geldi ki: Bu çiçek kimin turrası ise kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir.

Şu mühür tahayyülünden sonra şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektup; o mühür, o mektubun sahibini gösterir. Öyle de şu çiçek, bir mühr-ü Rahmanîdir. Şu enva-ı nakışlarla ve manidar nebatat satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi bu çiçek Sâni’inin mektubudur. Hem şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahra ve ova bir mektub-u Rahmanî hey’atını aldı.

İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Her bir şey, bir mühr-ü Rabbanî hükmünde bütün eşyayı kendi Hâlık’ına isnad eder. Kendi kâtibinin mektubu olduğunu ispat eder. İşte her bir şey, öyle bir pencere-i tevhiddir ki bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehad’e mal eder.

Demek her bir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu’cizekâr bir sanat var ki onu öyle yapan ve öyle manidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün eşyayı yapan, elbette o olacaktır. Demek bütün eşyayı yapamayan, bir tek şeyi icad edemez.

İşte ey gafil! Şu kâinatın yüzüne bak ki birbiri içinde hadsiz mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan sahaif-i mevcudat ve her bir mektup üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle temhir edilmiş. Bütün bu mühürlerin şehadetlerini kim tekzip edebilir? Hangi kuvvet onları susturabilir? Kalp kulağı ile hangisini dinlesen اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ dediğini işitirsin.

(33. Söz)


تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ … اِلٰى اٰخِرِ

ثُمَّ اسْتَوٰٓى اِلَى السَّمَٓاءِ فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ

Şu âyet-i kerîme gibi müteaddid âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşaratü’l-İ’caz tefsirinde Eski Harb-i Umumî’nin birinci senesinde cephe-i harpte ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o meselenin yalnız bir hülâsasını yazmak münasiptir. Şöyle ki:

Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip lisan-ı şer’îde, arş ve Kürsî yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhî hükemasının şaşaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hattâ çok ehl-i tefsir, âyâtın zahirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’an-ı Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti.

Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise eski felsefenin mürur ve ubûra ve hark ve iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikati tamamıyla gösterememişler.

Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise o ifrat ve tefriti bırakıp hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halk etmiştir. Hareket eden yıldızlar ise balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadîste اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ denilmiş. Yani “Sema, emvacı karar-dâde olmuş bir denizdir.”

İşte bu hakikat-i Kur’aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette ispat edeceğiz.

Birinci Kaide

Fennen ve hikmeten sabittir ki bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil belki “esîr” dedikleri madde ile doludur.

İkincisi

Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki ecram-ı ulviyenin cazibe ve dâfia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin nâşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur.

Üçüncüsü

Madde-i esîriye, esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülata ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasıl ki buhar, su, buz gibi havaî, mayi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden oluyor. Öyle de madde-i esîriyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi hiçbir itiraza medar olmaz.

Dördüncüsü

Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki o ulvi âlemlerin tabakatında muhalefet var. Mesela, Nehrü’s-Sema ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe “Samanyolu” tabir olunan bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevabit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevabit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşan’daki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevabit dahi sadık bir hads ile manzume-i şemsiyenin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi manzumat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, his ve hads ile derk olunur.

Beşincisi

Hadsen ve hissen ve istikraen ve tecrübeten sabit olmuştur ki bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur.

Mesela, elmas madeninde teşkilat başladığı vakit, o maddeden hem ramad yani hem kül hem kömür hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem mesela ateş, teşekküle başladığı vakit hem alev hem duman hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem mesela müvellidü’l-mâ, müvellidü’l-humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su hem buz hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor.

Demek anlaşılıyor ki bir madde-i vâhidde teşkilat düşse tabakata ayrılıyor. Öyle ise madde-i esîriyede kudret-i Fâtıra teşkilata başladığı için elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ sırrıyla yedi nevi semavatı ondan halk etmiştir.

Altıncısı

Şu mezkûr emareler, bizzarure semavatın hem vücuduna hem taaddüdüne delâlet ederler. Madem kat’iyen semavat müteaddiddir ve Muhbir-i Sadık, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın lisanıyla yedidir der; elbette yedidir.

Yedincisi

Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslub-u Arabîde kesreti ifade ettiği için o küllî yedi tabaka çok kesretli tabakaları hâvi olabilir.

Elhasıl: Kadîr-i Zülcelal, esîr maddesinden yedi kat semavatı halk edip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer’edip ekmiştir. Madem Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, umum ins ve cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev-i beşerin her bir tabakası, her bir âyât-ı Kur’aniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur’aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddid manaları zımnen ve işareten bulunacaktır. Evet, hitabat-ı Kur’aniyenin vüs’ati ve maânî ve işaratındaki genişliği ve en âmî bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini müraat ve mümaşat etmesi gösterir ki her bir âyetin her bir tabakaya bir vechi var, bakıyor.

İşte bu sırra binaen “yedi semavat” mana-yı küllîsinde yedi tabaka-i beşeriye, muhtelif yedi kat manayı fehmetmişler. Şöyle ki: فَسَوّٰيهُنَّ سَبْعَ سَمٰوَاتٍ âyetinde, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesîmînin tabakatını fehmeder.

Ve kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi elsine-i enamda seb’a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder.

Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevi’l-hayatın makarrı olmuş semavî yedi küre-i âheri fehmeder.

Diğer bir taife-i beşeriye, manzume-i şemsiyenin yedi tabakaya ayrılmasını hem manzume-i şemsiyemizle beraber yedi manzumat-ı şümusiyeyi fehmeder.

Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esîriyenin teşekkülatı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder.

Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder.

Ve nev-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise semavat-ı seb’ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avâlim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder.

Ve hâkeza bu âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat manaları gibi daha çok cüz’î manaları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o maide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.

Madem o âyetin böyle pek çok sadık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünkü âyetin mana-yı küllîsinden bir tek mâsadak sadıksa, o küllî mana sadık ve hak olur. Hattâ vakide bulunmayan fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını müraat için o küllîde dâhil olabilir. Halbuki, hak ve hakiki çok efradını gördük.

Ve şimdi bu insafsız ve haksız coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş kozmoğrafyaya bak! Nasıl bu iki fen hata ederek, hak ve hakikat ve sadık olan küllî manadan gözlerini yumup ve çok sadık olan mâsadakları görmeyerek; hayalî bir acib ferdi, mana-yı âyet tevehhüm ederek âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!

Elhasıl: Kıraât-ı seb’a, vücuh-u seb’a ve mu’cizat-ı seb’a ve hakaik-i seb’a ve erkân-ı seb’a üzerine nâzil olan Kur’an semasının o yedişer tabakalarına, cin ve şeyatîn hükmündeki itikadsız maddî fikirler çıkamadıklarından âyâtın nücumunda ne var ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o âyâtın nücumundan mezkûr tahkikat gibi şahaplar inerler ve onları yakarlar.

Evet, cin fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur’aniyeye çıkılmaz. Belki âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi’racıyla ve iman ve İslâmiyet’in kanatlarıyla çıkılabilir.

اَللّٰهُمَّ صَلِّ عَلٰى شَمْسِ سَمَاءِ الرِّسَالَةِ وَ قَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَ عَلٰى اٰلِهٖ وَ صَحْبِهٖ نُجُومِ الْهُدٰى لِمَنِ اهْتَدٰى

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلٖيمُ الْحَكٖيمُ

اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هٰذِهِ الرِّسَالَةِ وَ رُفَقَائِهٖ بِنُجُومِ حَقَائِقِ الْقُرْاٰنِ وَ الْاٖيمَانِ اٰمٖينَ

(12. Lem'a)


Ey sa’y ve ameldeki lezzet ve saadeti bilmeyen tembel insan! Bil ki Cenab-ı Hak, kemal-i kereminden hizmetin mükâfatını, hizmet içinde dercetmiştir. Amelin ücretini, nefs-i amel içine koymuştur. İşte bu sır içindir ki mevcudat hattâ bir nokta-i nazarda camidat dahi evamir-i tekviniye tabir edilen hususi vazifelerinde, kemal-i şevk ile ve bir çeşit lezzet ile evamir-i Rabbaniyeyi imtisal ederler. Arıdan, sinekten, tavuktan tut tâ şems ve kamere kadar her şey kemal-i lezzetle vazifesine çalışıyorlar. Demek, hizmetlerinde bir lezzet var ki akılları olmadığından âkıbeti ve neticeleri düşünmeden mükemmel vazifelerini îfa ediyorlar.

Eğer desen: Zîhayatta lezzet kabildir, cemadatta nasıl şevk ve lezzet olabilir?

Elcevap: Cemadat kendi hesaplarına değil, onlarda tecelli eden esma-i İlahiye hesabına bir şeref, bir makam, bir kemal, bir güzellik, bir intizam isterler, arıyorlar. O vazife-i fıtriyelerinin imtisalinde, Nuru’l-Envar’ın isimlerine birer ma’kes, birer âyine hükmüne geçtiğinden tenevvür eder, terakki eder. Mesela, nasıl ki bir katre su, bir zerrecik cam parçası zatında ziyasız, ehemmiyetsiz iken, safi kalbiyle güneşe yüzünü çevirse o vakit o ehemmiyetsiz, ziyasız katre ve cam parçası, güneşin bir nevi arşı olup senin yüzüne de tebessüm eder.

İşte bu misal gibi zerrat ve mevcudat, cemal-i mutlak ve kemal-i mutlak sahibi olan Zat-ı Zülcelal’in isimlerine vazife-perverlik cihetinde âyine olmalarıyla, o katre ve zerrecik şişe gibi gayet aşağı bir dereceden gayet yüksek bir derece-i zuhura ve tenevvüre çıkıyorlar. Madem vazife cihetinde gayet nurani ve yüksek bir makam alıyorlar; lezzet mümkün ve kabil ise yani hayat-ı âmmeden hissedar iseler gayet lezzet ile o vazifeleri görüyorlar, denilebilir.

Vazifede lezzet bulunduğuna en zahir bir delil, sen kendi aza ve duygularının hizmetlerine bak. Her biri beka-i şahsî ve beka-i nev’î için ettikleri hizmetlerinde ayrı ayrı lezzetleri var. Nefs-i hizmet, onlara bir telezzüz hükmüne geçiyor. Hattâ hizmeti terk etmek, o uzvun bir nevi azabıdır.

Hem en zahir bir delil dahi horoz veya yavrulu tavuk gibi hayvanatın vazifelerinde gösterdikleri fedakârane ve merdane vaziyetleridir ki horoz, aç olduğu halde tavukları nefsine tercih edip bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihar ve telezzüz ile o vazifeyi gördüğü, görünür. Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır.

Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi yavrularının hatırı için ruhunu feda eder, ite atılır. Kendini aç bırakıp onları doyurur. Demek o hizmette, öyle bir lezzet alır ki açlık acısına ve ölmek elemine tereccuh eder, ziyade gelir. Hayvanî valideler yavrularını, küçük iken vazifeleri bulunduğundan lezzetle himayeye çalışır. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden taneyi alır. Yalnız, insan nevindeki validelerin vazifeleri bir derece devam eder. Çünkü insanlarda zaaf ve acz itibarıyla daima bir nevi çocukluk var, her vakit de şefkate muhtaçtır.

İşte umum hayvanatın horoz gibi çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki bunlar kendi hesabına ve kendileri namına, kendi kemalleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünkü hayatını, vazifede lâzım gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onları o vazife ile tavzif eden ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet derceden Mün’im-i Kerîm’in hesabına ve Fâtır-ı Zülcelal’in namına görüyorlar.

Hem nefs-i hizmette ücret bulunduğuna bir delil de şudur ki nebatat ve eşcar, bir şevk ve lezzeti ihsas eden bir tavır ile Fâtır-ı Zülcelal’in emirlerini imtisal ediyorlar. Çünkü dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celbedecek ziynetlerle süslenmeleri ve sümbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleri, ehl-i dikkate gösterir ki onların, emr-i İlahînin imtisalinden öyle bir lezzetleri var ki nefsini mahvedip çürütüyor.

Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan Hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir; kendi bir çamur yer. Nar ağacı safi bir şarabı, hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir; kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder.

Hattâ hububatta dahi sümbüllenmek vazifesinde zahir bir iştiyak görünür. Nasıl ki dar bir yerde hapsedilen bir zat, bir bostana, geniş bir yere çıkmayı müştakane ister. Öyle de hububatta, sümbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iştiyak görünüyor.

İşte “sünnetullah” tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki işsiz, tembel, istirahatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle sa’y eden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünkü daima işsizler ömründen şikayet eder, eğlence ile çabuk geçmesini ister. Sa’y eden ve çalışan ise şâkirdir, hamdeder, ömrün geçmesini istemez. اَلْمُسْتَرٖيحُ الْعَاطِلُ شَاكٍ مِنْ عُمْرِهٖ وَ السَّاعِىُ الْعَامِلُ شَاكِرٌ küllî düsturdur. Hem o sır iledir ki “Rahat, zahmette; zahmet, rahattadır.” cümlesi darb-ı mesel olmuştur.

Evet, cemadata dikkatle nazar edilse: Bi’l-kuvve yalnız istidat ve kabiliyet cihetinde nâkıs kalıp inkişaf etmeyenlerin, gayet bir içtihad ve sa’y ile inbisat edip bi’l-kuvveden bilfiil suretine geçmesinde, mezkûr sünnet-i İlahiye düsturuyla bir tavır görünüyor. Ve o tavır işaret eder ki o vazife-i fıtriyede bir şevk ve o meselede bir lezzet vardır. Eğer o camidin umumî hayattan hissesi varsa şevk kendisinin olur, yoksa o camidi temsil eden, nezaret eden şeye aittir.

Hattâ bu sırra binaen denilebilir: Latîf, nazik su incimad emrini aldığı vakit, öyle şiddetli bir şevk ile o emre imtisal eder ki demiri şakkeder, parçalar. Demek bürudet ve tahte’s-sıfır soğuğun lisanıyla ağzı kapalı demir kaptaki suya “Genişlen!” emr-i Rabbanîsini tebliğinde, şiddet-i şevk ile kabını parçalar, demiri bozar, kendisi buz olur. Ve hâkeza…

Her şeyi buna kıyas et ki güneşlerin deveranından ve seyr ü seyahatlerinden tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa’y ü hareket, kanun-u kader-i İlahî üzerine cereyan ediyor. Ve dest-i kudret-i İlahîden sudûr eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvinî ile zuhur eder.

Hattâ her bir zerre her bir mevcud her bir zîhayat, bir nefer askere benzer ki orduda muhtelif dairelerde, o neferin ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi her bir zerre her bir zîhayatın dahi öyledir. Mesela, senin gözünde bir zerre, gözün hüceyresinde ve gözde ve âsab-ı vechiyede ve bedenin şerayin tabir edilen damarlarında, birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faydası vardır. Ve hâkeza her şeyi ona kıyas et.

Buna binaen her bir şey, bir Kadîr-i Ezelî’nin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder:

Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîr’in vücuduna şehadet eder.

İkincisi: Her bir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîr’e şehadet eder.

Çünkü zerre gibi bir camid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübin’in mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez. Camid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semavat tabakalarını bir defter sahifesi gibi açıp, kapayıp toplayan Zat-ı Zülcelal’in elindeki Kitab-ı Mübin’in mühim ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip zerrede, o kitabın ince hurufatını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen o vakit, o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin.

Evet Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübin’in düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçta icmal edip derceder. Her şey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaç ile amel etse, o Kitab-ı Mübin’in düsturlarını bilmeyerek imtisal eder.

Mesela hortumlu sivrisinek, dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp gibi maharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu sanatı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak sanatını kim öğretmiş ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım bu sanatı, bu kerr u ferr harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.

İşte ilhama mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvanatı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebatatı da aynen hayvanata kıyas edebilirsin.

Evet, Cevvad-ı Mutlak (Celle Celaluhu) her ferd-i zîhayatın eline lezzet midadıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş. Onunla evamir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelal’e; nasıl Kitab-ı Mübin’in düsturlarından arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da vazife-perver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder. وَ اَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ âyetinin sırrını izhar eder.

İşte eğer bu Sekizinci Nota’yı tamam işittin ve tam anladınsa bir hads-i imanî ile وَسِعَتْ كُلَّ شَىْءٍ رَحْمَةً in bir sırrını وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ nin bir hakikatini اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ nun bir düsturunu فَسُبْحَانَ الَّذٖى بِيَدِهٖ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ un bir nüktesini anlarsın.

(17. Lem'a)


Kâinattan hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبٖيحَهُمْ اِنَّهُ كَانَ حَلٖيمًا غَفُورًا

İkinci Makam, Birinci Bab

Birinci Basamak

Bu âyet-i muazzama gibi pek çok âyât-ı Kur’aniye, bu kâinat Hâlık’ını bildirmek cihetinde, her vakit ve herkesin en çok hayretle bakıp zevk ile mütalaa ettiği en parlak bir sahife-i tevhid olan semavatı en başta zikretmelerinden, en başta ona başlamak muvafıktır.

(7. Şua)


Kur’an’ın El-Âyetü’l-Kübra’sı olan تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَ مَنْ فٖيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ nin hakikat-i kübrasını ve tefsir-i ekberini gösteren ve ramazan-ı şerifin ilhamî bir hediyesi bulunan Yedinci Şuâ Risalesi’ne Hazret-i İmam-ı Ali (ra) Mektubat’a işaretten sonra Lem’alar’a işaret içinde Şuâlar’a bakarak وَ بِالْاٰيَةِ الْكُبْرٰى اَمِنّٖى مِنَ الْفَجَتْ deyip ilm-i belâgatça “müstetbeatü’t-terakib” ve “maârîzu’l-kelâm” denilen mana-yı zahirînin tebaiyetiyle ve perdesinin arkasıyla müteaddid karinelerin kuvvetine göre işaret eder. Ve o acib ve yüksek ve tevhidin hüccetü’l-kübrası ve El-Âyetü’l-Kübra’nın bir alâmet-i kübrası ve bir tefsir-i a’zamı olan risaleye “Âyetü’l-Kübra” namını veriyor. Ve o namla hem menbaı olan Âyetü’l-Kübra’nın azametini hem bu Yedinci Şuâ olan vahdaniyetin ve tevhidin bürhan-ı a’zamının fevkalâde kuvvetini ilan eder, haber verir.

(8. Şua)


İ’lem eyyühe’l-aziz! وَ اللّٰهُ مِنْ وَرَٓائِهِمْ مُحٖيطٌ Evet Allah; ilmi, iradesi, kudreti ve sair sıfatıyla muhittir. Daire-i ihatasından hariç bir şey yoktur. Fakat insan cüz’î ve kısa zihniyle Allah’ın azametine ve şemsin etrafında seyyaratı tedvir ettiğine bakarken mesela, arı gibi küçük hayvanlar ile iştigal etmesini uzak görüyor. Çünkü Vâcibü’l-vücud’u, mümkine kıyas ediyor. Halbuki bu kıyasa göre küçük hayvanlara büyük bir zulüm olur. Çünkü onlar da وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ kaziyesince Hâlıklarını tesbih etmekle, Allah’tan maada kimseyi Rab tanımıyorlar. Binaenaleyh büyüğün küçüğe tekebbür etmeye hakkı yoktur.

(Lem'alar, Mesnevi-i Nuriye)


وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ

İ’lem eyyühe’l-aziz! Tesbihat, ibadat, gayr-ı mahdud envalarıyla her şeyde vardır. Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetini bütün vecihlerini daima bilip şuur edinmesi lâzım değildir. Çünkü husul, huzuru istilzam etmez. Tesbih ve ibadet edenler, yalnız yaptıkları amelin mahsus bir tesbih veya sıfatı malûm bir ibadet olduğunu bilirlerse kâfidir. Zaten Mabud-u Mutlak’ın ilmi kâfidir. İnsandan maada mahlukatta teklif olmadığından onlara niyet lâzım değildir. Ve keza amellerinin sıfatını bilmek de lâzım değildir.

(Onuncu Risale, Mesnevi-i Nuriye)


Kâinat kitabıdır. Evet, şu kitabın bütün hurufu ve bütün noktaları, efraden ve terekküben Zat-ı Zülcelal’in vücud ve vahdetini, elsine-i mahsusaları kıraat ile وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ yi tilavet ediyorlar.

Cemi’ zerrat-ı kâinat ve mürekkebatı birer birer zat ve sıfât vesaire vücuh ile hadsiz imkânat mabeyninde mütereddid iken birdenbire bir ciheti takip, muayyen bir sıfatla ittisaf, mahsus bir keyfiyetle tekeyyüf ederek hayret-bahşa hikemi intac ettiğinden, Sâni’in vücub-u vücuduna şehadetle avâlim-i gaybiyenin enmuzeci olan latîfe-i Rabbaniye içinde ilan-ı Sâni’ eden misbah-ı imanı ışıklandırıyorlar.

Evet bir nefer, nefsinde ve takımında ve bölükte, taburda ve orduda gibi her bir zerre de kendi başıyla zat, sıfât, keyfiyetindeki imkânat cihetiyle Sâni’i ilan ettiği gibi tesavir-i mütedâhileye benzeyen mürekkebat-ı müteşâbike-i mütesaide-i kâinatın her bir makamında ve her bir nisbetinde ve her bir dairesinde, her bir zerre, muvazene-i cereyan-ı umumîyi muhafaza ve her nisbetinde ve her takımında ayrı ayrı vazifeyi îfa ve hikmeti intac ettiklerinden Sâni’in kasd ve hikmetini izhar ve vücud ve vahdetinin âyâtını kıraat ettikleri için Sâni’-i Zülcelal’in berahini, zerrattan kat kat ziyade olur.

Demek اَلطُّرُقُ اِلَى اللّٰهِ بِعَدَدِ اَنْفَاسِ الْخَلَائِقِ hakikattir, mübalağa değil belki nâkıstır.

(Nokta, Mesnevi-i Nuriye)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]