Fezleke (Ayet): Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
Değişiklik özeti yok
 
(Aynı kullanıcının aradaki diğer 3 değişikliği gösterilmiyor)
11. satır: 11. satır:
* Kur'an hem kainatın hem de kitab-ı mübinin fezlekesidir.
* Kur'an hem kainatın hem de kitab-ı mübinin fezlekesidir.
* Kur'an göz önünde görülen nizam ve mizanın fezlekesidir.
* Kur'an göz önünde görülen nizam ve mizanın fezlekesidir.
* Kur'an âyetlerin sonların çoğunlukla bazı fezlekeleri zikredilir. Bu fezlekeler ya esma-i hüsnayı veya manalarını içerir, ya aklı tefekküre sevk etmek için akla havale eder ya da Kur'an'ın maksatlarından külli bir kaide içererek âyetin manasını teyit edip güçlendirir.
* Kur'an âyetlerinin sonunda çoğunlukla bazı fezlekeler zikredilir. Bu fezlekeler ya esma-i hüsnayı veya manalarını içerir, ya aklı tefekküre sevk etmek için akla havale eder ya da Kur'an'ın maksatlarından külli bir kaide içererek âyetin manasını teyit edip güçlendirir.
* Ayetlerin sonlarındaki fezlekeler yalnız o âyete değil, ilgili kıssanın, belki surenin tamamına, belki de tüm Kur'an'a bakar. Bu yüzden bir ayetteki fezlekedeki hakikatı yalnız bulunduğu o âyetin mealiyle tartılmamalıdır.  
* Ayetlerin sonlarındaki fezlekeler yalnız o âyete değil, ilgili kıssanın, belki surenin tamamına, belki de tüm Kur'an'a bakar. Bu yüzden bir ayetteki fezlekedeki hakikat yalnız bulunduğu o âyetin mealiyle tartılmamalıdır.


==Diğer İsimleri==
==Diğer İsimleri==
38. satır: 38. satır:
Bazen olur ki iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelâm mütefavit olur. Birisinin cehline, sathîliğine; ötekisinin ilmine, maharetine delâlet eder. Şöyle ki:
Bazen olur ki iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelâm mütefavit olur. Birisinin cehline, sathîliğine; ötekisinin ilmine, maharetine delâlet eder. Şöyle ki:


Bir adam düşünmeden gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi o sözün evvel ve âhirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözler ile münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur’an-ı Kerîm’in fenlerden bahsederken aldığı [[Fezleke (Ayet|fezlekeler]], bu kabîl kelâmlardandır.
Bir adam düşünmeden gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi o sözün evvel ve âhirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözler ile münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur’an-ı Kerîm’in fenlerden bahsederken aldığı [[Fezleke (Ayet)|fezlekeler]], bu kabîl kelâmlardandır.


([[Risale:Bakara_Suresi_23-24._âyetler#İkinci_Nükte_4|İşarat-ül İ'caz]])
([[Risale:Bakara_Suresi_23-24._âyetler#İkinci_Nükte_4|İşarat-ül İ'caz]])

15.25, 29 Eylül 2024 itibarı ile sayfanın şu anki hâli

Hülasa, özet anlamındaki kelime için Fezleke sayfasına gidin

Fezleke; özet, hülasa, sonucun kısaca ifade edilmiş hali, icmalidir. Kur'an belâgatların her türünü, kelamların faziletlerinin bütün kısımlarını, ulvi üslupların tüm sınıflarını, güzel ahlakın tüm unsurlarını içerdiği gibi kainattaki ilimlerin ve fenlerin bütün fezlekelerini de içerir. Ayrıca, Kur'an ayetlerindeki manalar özellikle ayet sonlarında bağlanır yani kısa cümlelerle, çoğunlukla da esme-yı hüsna ile hülasa edilir. Kur'an'da 465 ayet Allah'ın isimleriyle biter.[1]

Risale-i Nur'da Bu Konudaki Derslerin Özeti[değiştir]

  • Kur'an'ın tüm maziyi özetlemesinden tüm maziyi gördüğü anlaşılır.
  • Kur'an çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri içerdiğinden bazı makamlarda (Özellikle Medenî surelerde) âdi bir hâdiseden bahsederken fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan eder.
  • Gerek Kur’an, gerek tefsiri olan hadîslerdeki her ilme dair fezlekeler şahısların yapamayacağı şekilde, en uygun yerde ve işitilmemiş çok işaretleri içeren fezlekelerdir.
  • Kur'an hem kainatın hem de kitab-ı mübinin fezlekesidir.
  • Kur'an göz önünde görülen nizam ve mizanın fezlekesidir.
  • Kur'an âyetlerinin sonunda çoğunlukla bazı fezlekeler zikredilir. Bu fezlekeler ya esma-i hüsnayı veya manalarını içerir, ya aklı tefekküre sevk etmek için akla havale eder ya da Kur'an'ın maksatlarından külli bir kaide içererek âyetin manasını teyit edip güçlendirir.
  • Ayetlerin sonlarındaki fezlekeler yalnız o âyete değil, ilgili kıssanın, belki surenin tamamına, belki de tüm Kur'an'a bakar. Bu yüzden bir ayetteki fezlekedeki hakikat yalnız bulunduğu o âyetin mealiyle tartılmamalıdır.

Diğer İsimleri[değiştir]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Kur'an'daki Fezlekeler[değiştir]

Kur’an’ın makasıd ve mesail, maânî ve esalib ve letaif ve mehasin cihetiyle câmiiyet-i hârikasıdır. Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın surelerine ve âyetlerine ve hususan surelerin fatihalarına, âyetlerin mebde ve makta’larına dikkat edilse görünüyor ki:

Belâgatların bütün envaını, fezail-i kelâmiyenin bütün aksamını, ulvi üslupların bütün esnafını, mehasin-i ahlâkıyenin bütün efradını, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlahiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimaiye-i beşeriyenin bütün nâfi’ düsturlarını ve hikmet-i âliye-i kâinatın bütün nurani kanunlarını cem’etmekle beraber hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnas-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münakaşa, bir karışık çıkmamak, kahhar bir nizam-ı i’cazînin işi olabilir.

(25. Söz)


Hem o ahval-i maziyeyi öyle bir surette ihbar eder ki bütün o ahvali görür gibi bahseder. Çünkü uzun bir hâdisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alır, maksadına mukaddime yapar. Demek Kur’an’daki fezlekeler, hülâsalar gösteriyor ki bu hülâsa ve fezlekeyi gösteren, bütün maziyi bütün ahvali ile görüyor. Zira bir zatın bir fende veya bir sanatta mütehassıs olduğu; hülâsalı bir sözle, fezlekeli bir sanatçıkla, o şahısların maharet ve melekelerini gösterdiği gibi Kur’an’da zikrolunan vukuatın hülâsaları ve ruhları gösteriyor ki onları söyleyen, bütün vukuatı ihata etmiş, görüyor, tabir caiz ise, bir maharet-i fevkalâde ile ihbar ediyor.

(25. Söz)


Bazen bir hakikat, sathî nazarlara görünmediğinden ve bazı makamlarda cüz’î ve âdi bir hâdiseden yüksek bir fezleke-i tevhidi veya küllî bir düsturu beyan etmekte münasebet bilinmediğinden bir kusur tevehhüm edilir. Mesela “Hazret-i Yusuf aleyhisselâm, kardeşini bir hile ile alması” içinde وَفَوْقَ كُلِّ ذٖى عِلْمٍ عَلٖيمٌ diye gayet yüksek bir düsturun zikri, belâgatça münasebeti görünmüyor. Bunun sırrı ve hikmeti nedir?

Elcevap: Her biri birer küçük Kur’an olan ekser uzun sure ve mutavassıtlarda ve çok sahife ve makamlarda yalnız iki üç maksat değil belki Kur’an mahiyeti hem bir kitab-ı zikir ve iman ve fikir hem bir kitab-ı şeriat ve hikmet ve irşad gibi çok kitapları ve ayrı ayrı dersleri tazammun ederek rububiyet-i İlahiyenin her şeye ihatasını ve haşmetli tecelliyatını ifade etmek cihetiyle, kâinat kitab-ı kebirinin bir nevi kıraatı olan Kur’an, elbette her makamda, hattâ bazen bir sahifede çok maksatları takiben marifetullahtan ve tevhidin mertebelerinden ve iman hakikatlerinden ders verdiği haysiyetiyle, öbür makamda mesela, zahirce zayıf bir münasebetle başka bir ders açar ve o zayıf münasebete çok kuvvetli münasebetler iltihak ederler. O makama gayet mutabık olur, mertebe-i belâgatı yükseklenir.

(Emirdağ Çiçeği)


Bazen olur ki iki adamın söyledikleri bir söz, bir kelâm mütefavit olur. Birisinin cehline, sathîliğine; ötekisinin ilmine, maharetine delâlet eder. Şöyle ki:

Bir adam düşünmeden gayr-ı muntazam bir surette söyler; ötekisi o sözün evvel ve âhirine bakar, siyak ve sibakını düşünür ve o sözün başka sözler ile münasebetlerini tasavvur eder ve münasip bir mevkide, münbit bir yerde zer’ eder. İşte bu adamın şu tarz-ı hareketinden, derece-i ilim ve marifeti anlaşılır. Kur’an-ı Kerîm’in fenlerden bahsederken aldığı fezlekeler, bu kabîl kelâmlardandır.

(İşarat-ül İ'caz)


Sual: Gerek Kur’an-ı Kerîm olsun, gerek tefsiri olan hadîs-i şerif olsun; her fenden her ilimden birer fezleke almışlardır. Bir kitap veya bir şahsın yalnız fezlekeleri ihata etmekle hârika olması lâzım gelmez. Bir şahıs, pek çok fezlekeleri ihata edebilir?

Cevap: Bahsettiğimiz fezleke, sellemehüsselâm fezlekeler değildir. Ancak hüsn-ü isabetle münasip bir mevkide ve münbit bir yerde, işitilmemiş çok işaretleri tazammun etmekle istimal ve zer’ edilen fezlekelerdir. Kur’an veya hadîsin aldıkları fezlekeler, bu kabîl fezlekelerdir. Bu kabîl fezlekeler, tam bir meleke ve ıttıladan sonra hasıl olabilir ki her bir fezleke, me’hazi olan fen veya ilmin hükmünde olur. Bu ise bir şahısta olamaz.

(İşarat-ül İ'caz)


Evet kâinatta şu göz önündeki nizam ve mizan ise, hem kitab-ı mübin ve hem de kitab-ı kâinattan, Cenab-ı Rahman'ın derlediği iki kabzaya iki ünvandırlar. Amma Kur'an, o her iki kitabın ve bu her iki kabzanın tercümanı ve fezlekesidir.

(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş kat'iyyen bil ki! Kudret kitabı olan kâinat, ilim kitabı olan[2] Kitab-ı Mübin'in mistarı üzerine yazılmıştır. Bunun delili ise, şu göz önündeki her şeyi ihata etmiş olan nizam ve mizandır ki, her iki kitabdan; yani, kudret ve ilim kitablarından aynısıyla alınmış iki bab ve o her iki kitabın rabıta-i ittisali.. ve aralarında iki berzah.. ve Cenab-ı Rahman'ın iki kabzasına iki ünvan olmalarıdır. Şu halde yaş-kuru ne varsa mutlaka o Kitab-ı Mübin'in içindeki şu iki babdan bir bab olarak dâhildirler. Madem ki bilmüşahede kevn ve vücuddan hiçbir şey, şu iki babdan hariç değil, öyle ise her şey o kitabın dâhilinde ve içindedir.

Amma sıfat-ı Kelâm'ın kitabı olan Kur'an-ı Mübin ise, gaybî ve şuhudî, yani kudret ve ilim kitablarının bir tercümanıdır ve nizam ve mizan bablarının bir fihristesi ve o her iki kabzanın bir fezlekesidir.

(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'anın ulviyyet ve yüceliğinin meziyetlerindendir ki; kesretin mebhasları ardından hemen vahdetin tezkirlerini dercetmesi; ve tafsilden hemen sonra, icmal eylemesi; ve cüz'iyatın müteradif bahislerini rububiyet-i mutlakanın desatiriyle birleştirmesini; ve her şeye âmm ve şamil olan sıfat-ı kemaliyenin nevamisini, âyetlerin sonlarında neticeler ve illetler gibi olan fezlekelerin zikri ile zabtetmesini irad etmesidir. Bu ise, tâ ki, sami'in zihni, o mezkûr kevnî olan cüz'-ü cüz'î içinde tegalgul edip, uluhiyet-i mutlakanın azamet-i mertebesini unutarak; azamet, heybet ve kibriya maliki olan Ma'bud-u Mutlak'a karşı ubudiyet-i fikriye âdâbının levazımını ihlal etmesin. Hem tâ, onunla senin zihnin o cüz'-ü cüz'îden nazarını çekip, emsal ve benzerlerine gitmek üzere inbisat peyda etsin. Hem tâ ki Kur'an, bu tarz-ı üslûbuyla umum cüz'î olan şeylerde bile, -velev hakir ve zail olsun- Sultan-ı Ezel ve Ebed'in marifetine, hem Zat-ı Ehad ve Samed'in cilve-i esmasının şuhuduna açık bir yol, müstakim bir cadde, parlak bir delil bulunduğunu sana gösterip tefhim ettirsin.

Evet, Kur'anın bu tarz-ı üslûbu cihetindeki meseli şöyledir ki: Bir adam, içinde güneşin bir timsalciği bulunan bir katreyi veyahut şemsin ziyasının renkleri içinde bulunan bir çiçeği sana gösterdikten sonra, hemen bilâ-mühlet gündüz ortasındaki güneşi sana irae etmek üzere başını kaldırtıp ona diktirir. Tâ ki, o cüz'î katre ve çiçekteki güneşçiğin timsaline nazarın saplanıp da, sana hal kesb-i müşevveşiyet etmesiyle, güneş senin zihninde küçülüp te, sen onun levazım-ı azametinin inkârına gitmeyesin.

Meselâ, Sure-i Yusuf'ta bir emr-i cüz'înin bahsi arkasında

وَ فَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ

der.

Hem Sure-i Hacc'da

مَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهِ الٓخ

ve Sure-i Nur'da

وَ اِذَا بَلَغَ الْاَطْفَالُ

dan tâ

وَاللّٰهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ

e kadar.. hem Sure-i Ankebut'ta

وَاِنَّ اَوْهَنَ الْبُيُوتِ

den tâ

لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

e kadar.. ve emsali âyetler mezkûr davamızı te'kid etmektedirler.

(Şule, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Ayet Sonlarındaki Fezlekeler[değiştir]

Ayetlerin sonlarındaki fezlekelerdeki i'caza dair 25. Söz'de kapsamlı bir izah vardır

Kur’an-ı Hakîm’in âyetlerinin hâtimelerinde gösterdiği fezlekeler ve esma-i hüsna cihetindeki üslub-u bedîîsinde olan meziyet-i i’caziyeye dairdir.

İhtar: Şu İkinci Nur’da çok âyetler gelecektir. O âyetler, yalnız İkinci Nur’un misalleri değil belki geçmiş mesail ve şuâların misalleri dahi olurlar. Bunları hakkıyla izah etmek çok uzun gelir. Şimdilik ihtisar ve icmale mecburum. Onun için gayet muhtasar bir tarzda şu sırr-ı azîm-i i’cazın misallerinden olan âyetlere birer işaret edip tafsilatını başka vakte ta’lik ettik.

İşte Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, âyetlerin hâtimelerinde galiben bazı fezlekeleri zikreder ki o fezlekeler, ya esma-i hüsnayı veya manalarını tazammun ediyor veyahut aklı tefekküre sevk etmek için akla havale eder veyahut makasıd-ı Kur’aniyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun eder ki âyetin tekid ve teyidi için fezlekeler yapar.

İşte o fezlekelerde Kur’an’ın hikmet-i ulviyesinden bazı işarat ve hidayet-i İlahiyenin âb-ı hayatından bazı reşaşat, i’caz-ı Kur’an’ın berklerinden bazı şerarat vardır.

(25. Söz)


Amma Medine sure ve âyetlerinin birinci safta muhatap ve muarızları ise Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasâra gibi ehl-i kitap olduğundan mukteza-yı belâgat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan, sade ve vâzıh ve tafsilli bir üslupla ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usûlünü ve imanın rükünlerini değil belki medar-ı ihtilaf olan şeriatın ve ahkâmın ve teferruatın ve küllî kanunların menşeleri ve sebepleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım geldiğinden, o Medine sure ve âyetlerde ekseriyetçe tafsil ve izah ve sade üslupla beyanat içinde Kur’an’a mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla, birden o cüz’î teferruat hâdisesi içinde yüksek, kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisalini iman-ı billah ile temin eden bir cümle-i tevhidiye ve esmaiye ve uhreviyeyi zikreder. O makamı nurlandırır, ulvileştirir, küllîleştirir.

Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen

اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ

وَهُوَ الْعَزٖيزُ الرَّحٖيمُ

وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

gibi tevhidi veya âhireti ifade eden fezlekeler ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâgat ve meziyetler ve cezaletler ve nükteler bulunduğunu Yirmi Beşinci Söz’ün İkinci Şule’sinin İkinci Nur’unda o fezleke ve hâtimelerin pek çok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek o hülâsalarda bir mu’cize-i kübra bulunduğunu muannidlere de ispat etmiş.

(Emirdağ Çiçeği)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Esma-i hüsnayı tazammun eden bazı fezlekeler ile âyetlere hâtime verilmekte ne gibi bir sır vardır?

Evet Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, bazen âyât-ı kudreti âyetlerde bast eder. Sonra içerisinden esmayı çıkarır. Bazen mensucat toplar gibi açar, dağıtır. Sonra toplar, esmada tayyeder. Bazen de ef’alini tafsil ettikten sonra isimler ile icmal eder. Bazen de halkın a’malini tehdidane söyler. Sonra rahmete işaret eden isimler ile teselli eder. Bazen de bazı makasıd-ı cüz’iyeyi zikrettikten sonra o makasıdı takrir ve ispat için bürhan olarak kavaid-i külliye hükmünde olan isimleri zikrediyor. Bazen de maddî cüz’iyatı zikreder. Sonra esma-i külliye ile icmal eder ve hâkeza…

(Onuncu Risale, Mesnevi-i N.)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’an’ın yüksek meziyetlerinden biri de şudur ki: Kesrete ait bahislerden sonra vahdet tezkirelerini yazıyor. Tafsilden sonra icmal yapıyor. Cüz’iyatın bahislerinden sonra rububiyet-i mutlakanın düsturlarını, sıfât-ı kemaliyenin namuslarını fezlekeler ile zikrediyor. Bu gibi fezlekelerin, âyetlerin sonundaki faydaları, âyetlerin ortalarında zikredilen mukaddimelere neticeler hükmündedirler. Veya illet olurlar tâ ki sâmi’in zihni, âyetlerde zikredilen cüz’iyat ile meşgul olup uluhiyet-i mutlaka mertebesinin azametini unutmasın ki ubudiyet-i fikriyesine halel gelmesin.

(Şule, Mesnevi-i N.)


Sual: اُعِدَّتْ لِلْكَافِرٖينَ Cümlede makamın iktizası hilafına لَكُمْ yerine لِلْكَافِرٖينَ denilmesi neye binaendir?

Cevap: Evet, Kur’an-ı Kerîm’in takip ettiği usûl, ale’l-ekser âyetlerin sonunda küllî kaideleri, fezlekeleri söylediğine göre Kur’an-ı Kerîm, onların cehennemlik olduklarını ispat eden delilin ikinci mukaddimesine işaret etmek üzere, ism-i zahiri zamir yerine, yani لِلْكَافِرٖينَ cümlesini لَكُمْ yerine ikame ile tamim yapmıştır. Takdir-i kelâm: اُعِدَّتْ لَكُمْ لِاَنَّكُمْ مِنَ الْكَافِرٖينَ وَالنَّارُ اُعِدَّتْ لِلْكَافِرٖينَ Yani “Siz cehennemliksiniz zira kâfirlerdensiniz. Cehennem de kâfirler içindir.”

(İşarat-ül İ'caz)


İkincisi: Bilmiş ol ki; لَايَعْلَموُنَ ve emsali olan ayetlerin fasılalarında (duraklarında) Kur'an-ı Hakîm لاٰ يَعْقِلوُنَ ve لاٰ يَتَفَكَّرُونَ ve لاٰ يَتَذَكَّرُونَ ve saireleri çokça zikretmiştir. Bu ise, işaret etmektedir ki: İslâmiyet, akıl ve hikmet ve ilim üzerine müessestir. Taklid ve taassub üstüne kurulu olan sair dinler gibi değildir. O halde, her akl-ı selim sahibinin İslâmiyeti kabul etmesi gerektir ve öylesi selim bir aklın şanı ve kârı da budur.. Ve bu işarette başka bir yerde zikrettiğim - mühim bir müjde ve büyük bir beşaret[3] bulunmaktadır.

(İşaratül İ'caz (Badıllı))


Amma

وَ اَنْتُمْ تَعْلَمُونَ

cümlesi ise, Kur'an'ın durak fasılalarında vakıf yapılan benzeri ayetlerle birlikte işaret ediyorlar ki: İslâmiyetin menşei ilim, esası da akıl olduğundan; onun şen'i elbette hakikatı kabul ve evhamın safsatasını reddetmektir.

(İşaratül İ'caz (Badıllı))


Hem Lafzullah her sahifede ekseriyetle ya beş, ya altı, ya yedi, ya dokuz, ya on bir adette gayet manidar olarak tekerrür ediyor. Hususan Medine'de nâzil olan surelerde daha kesretle ve manidar bir tarzda nazar-ı dikkati kendine celbeder. Çok şuâ-ı i'cazı taşıyan âyetin fezlekelerinde ve hâtimelerinde parlıyorlar. Yirmi Beşinci Söz'ün Üçüncü Şule'sinde o fezlekelerin on adet lemaat-ı i'caziyesine işaret edilmişler.

(Rumuzat-ı Semaniye)


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; âyât-ı Kur'aniye'nin âhirlerinde bulunan fezlekeler, yalnız bulunduğu o âyete bakmıyor. Belki bütün âyetlerin birbirine tesanüdü ve birbirini mülahaza ettirmeleri ve birbirine bakmaları sebebiyle; o kıssanın mecmuuna, belki surenin tamamına, belki mecmu-u Kur'an'a nazar etmektedir.

Öyle ise, o fezlekedeki hakikatı yalnız bulunduğu o âyetin mealinin mizanıyla tartma. Hem onun azametini yalnız o fezlekenin zikrine mehd-i mahal olmuş olan bir hükm-ü cüz'î üzerine yükleme. Yoksa hakkını bahsedip noksanlaştırırsın.

Meselâ ferman etmiş:

وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هٰذَا الْقُرْآنِ

وَكَذٰلِكَ نُفَصِّلُ الْاٰيَاةِ

وَلَقَدْ ضَرَبْنَا فِي هٰذَا الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ

وَاِنَّ اللّٰهَ عَلِيمٌ قَدِيرٌ

وَاِنَّ اللّٰهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ

ve hem لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ ve لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ ve daha bunlara benzer âyetlerin ekser âyât-ı Tenziliye ile beraber ekser âyât-ı tekviniyeye de, hem de ekser ahval-i beşeriyeye bakar gözleri vardır.

Demek, âyâtın sonları onlarla mühürlenen hem o âyetler, onlarla te'yid edilen Kur'anın şu gibi hâtimeleri ise, muhatabın başını dağınık olan cüz'-ü müşettetten kaldırıp, küll-ü basite ve cüz'-ü mufassaldan, küll-ü mücmele baktırıyor. Hem onun nazarını maksad-ı a'lâ olan hâtimedeki fezleke-i esmaya tevcih ettiriyor.. ve daha bunlar gibi esrar-ı belâgatın yüksek düsturlarına nazarı çeviriyorlar.

(Zehre, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,

وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.

Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.

Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.

Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.

Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder.

Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.

Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.

Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

Fenn-i tehzib-i ruh ve riyazat-ül kalb ve terbiyet-ül vicdan ve tedbir-ül cesed ve tedvir-ül menzil ve siyaset-ül medine ve nizamat-ül âlem ve fenn-ül hukuk vesaire.. Lüzûm görülen yerlerde tafsil... Ve lüzûm olmayan veya ezhânın veya zamanın müstaid veya müsaid olmadığı yerlerde birer fezleke ile kavaid-i esasiyeyi va'z ederek, tenmiye ve tefriini ukûlun meşveret ve istinbatatına havale etmiştir ki, bu fünûnun mecmuuna değil, belki ekalline onüç asr-ı terakkiden sonra en medenî yerlerde, en hârika zekâ ile mevsuf olanlar, tâkat-ı beşerin haricinde -bahusus o zamanda- olduğunu tasdikten vicdan-ı münsifane seni men' edemiyor. Gothe ve Karlayl gibi!..

Eğer desen: Herbir fende yalnız bir fezlekeyi bilmek bir adam için mümkündür?

Elcevap: Neam, (Lâ!). Zîrâ öyle bir fezleke ki; hüsn ü isabet ve mevki-i münasibde ve münbit bir zeminde istimal gibi, sabıkan mezkûr sair noktalar ile cam gibi maverasından ıttıla-ı tam ve melekeyi gösteren fezlekeler mümkin değildir.

Evet, kelâm-ı vâhid iki mütekellimden çıkar ise; birinin cehline ve ötekinin ilmine bazı umur-u mermuze-i gayr-ı mesmu'a ile delalet eder.

Ey benim ile[*[4]] hayalen seyr ü sefer eden birader-i vicdan! Geniş bir nazar ve müvazene ile, kendi hayalinde muhakeme etmek için sevabik-i levahikden bir meclis-i âliyeyi teşkil ve gelecek onüç kaideler ile müşavere et!..

İşte bir şahıs, çok fünûnda mütehassıs ve meleke sahibi olmaz.. Hem de bir kelam iki mütekellimden mütefâvittir, başkalaşır; ve hem de fünûn, mürûr-u zaman ile telahuk-u efkârın neticesidir. Hem de müstakbeldeki bedihî bir şey, mâzîde nazarî olabilir. Hem de mâzîyi müstakbele kıyas etmek bir kıyas-ı hâdı'-i müsebbittir. Hem de ehl-i veber ve bâdiyetin besatatı ise, ehl-i meder ve medeniyetin hile ve desaisine mütehammil değildir. (Evet hile, medeniyetin perdesi altında tesettür edebilir). Hem de pek çok ulûm, âdât ve ahval ve vukuâtın telkinatıyla teşekkül edebilir. Hem de beşerin nur-u nazarı müstakbele nüfuz edemez, müstakbele mahsus olan şeyleri görmez. Hem de beşerin kanunu için bir ömr-ü tabiî vardır. Nefs-i beşer gibi o da inkıta' eder. Hem de muhit-i zaman ve mekanın nüfusun ahvalinde büyük bir tesiri vardır. Hem de eskide harikulâde olan şeyler, şimdilik âdî sırasına geçebilir, mebadî tekemmül etmişler. Hem de zekâ eğer çendan harika olsa, bir fennin tekmiline kâfi değildir. Nasıl çok fenlerde kifayet edecektir.

(Şuaat-ü Marifet-ün Nebiyy)

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Fasıla Harfleri: Kur'an âyetlerinin son harfi
  • Kafiye: Özellikle manzum yazılarda mısrâ/cümle sonlarındaki ses benzerliği

Kaynakça[değiştir]

  1. https://islamansiklopedisi.org.tr/fasila
  2. Arabî asılda, "Kitab-ı Mübin" diye yazılıdır. Fakat "İmam-ı Mübin" olması ihtimali vardır. (Mütercim)
  3. Herhalde bu müjde "İşarat-ül İ'cazdan evvel te'lif edilmiş olan "Muhakemat" ve "Hutbe-i Şamiye"deki beşaretlerdir. Mütercim
  4. Şimdikinden az günahkâr, ziyade safvetkâr Eski Said'in şu makamlardaki ibaratını tağyir etmek istemedim. (Müellif)