Mehmed Tevfik Göksu

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
(Tevfik Göksu sayfasından yönlendirildi)

Şamlı Hafız Tevfik ya da Mehmed Tevfik Göksu Bediüzzaman Barla'ya geldiğinde ilk ziyaretine gidenlerden biridir ve ardından onun baş katibi, muhatabı, müsevvidi ve mübeyyizi olmuştur. Barla'da telif edilen çoğu risalenin katibidir. Küçüklüğünde İstanbul'da hafızlık ve medrese eğitimi almış, babasının görevi dolayısıyla 10 yıl Şam'da yaşayıp öğretmenlik yapmıştır. Aslen Barlalıdır. Barla'da Çeşnigir Camiinde imamlık yapıp hafız yetiştirmiştir. Üstad ile beraber Denizli ve Eskişehir hapislerinde bulunmuştur. Risalelerde bahsi geçen nur fabrikasından Mesud Karaca'nın kardeşidir.[1]

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri: Şamlı Hafız, Mehmed Tevfik, Şamlı

Doğum Yeri ve Tarihi: Üsküdar, İstanbul, 1888[1]

Vefat Yeri ve Tarihi: Barla, 1965[1]

Kabrinin Yeri: Barla yukarı mezarlıkta "Sultan Çelebi" mezarının yakını[1]

Harita Konumu: [1]

Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı[değiştir]

Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri[değiştir]

Bediüzzaman Barla'ya geldiğinde ilk ziyaretine gidenlerden biridir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Mesela, Tevfik’in (*[2]) göz bebeğinde yerleşen zerre, gözün âsab-ı muharrike ve hassase ve şerayin ve evride gibi damarlara karşı münasip vaziyet alması ve yüzde ve sonra başta ve gövdede, daha sonra heyet-i mecmua-i insaniyede her birisine karşı birer nisbeti, birer vazifesi, birer faydası kemal-i hikmetle bulunması gösteriyor ki

(Sözler, 30. Söz, 2. Nokta)


Aziz kardeşlerim!

Bana söylemek üzere Şamlı Hâfız’a iki şey demişsiniz:

Birincisi: “Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın Zeyneb’i tezevvücünü; eski zaman münafıkları gibi yeni zamanın ehl-i dalaleti dahi medar-ı tenkit buluyorlar, nefsanî, şehvanî telakki ediyorlar.” diyorsunuz.

Elcevap: ...

(Mektubat, 7. Mektup)


Evet, biz müsveddeyi yazıyorduk, Üstadımız da söylüyordu. Yanında hiç kitap yoktu hiç müracaat da etmiyordu. Birdenbire gayet süratli söylüyordu, biz de yazıyorduk. İki üç saatte, otuz kırk, daha fazla sahife yazıyorduk. Bizim de kanaatimiz geldi ki bu muvaffakıyet, mu’cizat-ı Nebeviyenin bir kerametidir.

Daimî hizmetkârı: Abdullah Çavuş

Hizmetkârı ve müsvedde kâtibi: Süleyman Sami

Müsvedde kâtibi ve âhiret kardeşi: Hâfız Hâlid

Müsvedde ve tebyiz kâtibi: Hâfız Tevfik

(Mektubat, 19. Mektup, İkram-ı İlahi)


Bekir Efendi’dir. Şimdi hazır olmadığı için ben, kardeşim Abdülmecid’e vekalet ettiğim gibi onun itimat ve sadakatine itimadım ve Şamlı Hâfız ve Süleyman Efendi gibi bütün has dostlarımın hükümlerine (bildiklerine) istinaden diyorum ki:

(Lem'alar, 10. Lem'a, 6. Tokat)


Şamlı Hâfız Tevfik’tir. O kendisi diyor: Evet, itiraf ediyorum ki ben bilmeyerek ve yanlış düşünerek, hizmet-i Kur’aniyede fütur verecek harekâtım sebebiyle iki şefkatli tokat yedim. Şüphem kalmadı ki bu tokat o cihetten geldi.

Birincisi: Lillahi’l-hamd, benim hatt-ı Arabiyem Kur’an’a bir derece uygun bir tarzda ihsan edilmişti. Üstadım en evvel üç cüz bana yazdırmakla sair arkadaşlarıma taksim etti. Kur’an yazmak iştiyakı, risalelerin tebyiz ve tesvidindeki hizmetime arzumu kırdı. Hem Arabî hattı bulunmayan sair arkadaşlara tefevvuk edeceğim diye gururkârane bir tavırda bulundum. Hattâ Üstadım yazıya ait bir tedbir bana söylediği vakit “Bu iş bana aittir.” o vakit dedim “Ben bunu biliyorum, ders almaya ihtiyacım yoktur.” gibi mağrurane söyledim. İşte bu hatama göre fevkalâde hiç hatıra gelmeyen bir tokat yedim. En az Arabî hattı olan bir kardeşime (Hüsrev’e) yetişemedim. Bizler bütün hayret ettik. Şimdi anladık ki o bir tokattır.

İkincisi: Ben itiraf ediyorum ki hizmet-i Kur’aniyedeki kemal-i ihlas ve sırf livechillah için hizmeti, iki vaziyetim ihlâl ediyordu. Şiddetli bir tokat yedim. Çünkü ben bu memlekette garib hükmündeyim, garibim. Hem şekva olmasın, Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaate riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum. Hodbin, mağrur insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan –Cenab-ı Hak affetsin– mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Kur’an-ı Hakîm’in ruh-u hizmetine zıt olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.

İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli fakat inşâallah şefkatli bir tokat yedim. Şüphemiz kalmadı ki bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın hem muhatabı hem müsevvidi hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar Nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da “Bu neden böyle oluyor?” diye esbab arıyorduk. Şimdi kat’î kanaatimiz geldi ki: O hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu Nurların hakikatlerinin meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabani görünüyor, yabani kalıyordu. Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum ki bundan sonra Cenab-ı Hak, bana o hizmete lâyık ihlas ihsan etsin, ehl-i dünyaya tasannu ve riyadan kurtarsın. Başta Üstadım olarak, kardeşlerimden dua rica ediyorum.

Pür-kusur

Şamlı Hâfız Tevfik

(Lem'alar, 10. Lem'a, 7. Tokat)


Şu fıkra Şamlı Hâfız Tevfik’indir

Altın yaldızla yazılması lâzım gelen eser-i âlînizde, Resul-i Mücteba Aleyhi Ekmelü’t-Tahaya Efendimiz Hazretlerine dil uzatan hain-i bîdin olan mülhid hainlerin kuruyası dillerini, inayet-i İlahî ve ruhaniyet-i Peygamberî ve şeriat kılıncı ile kesmeye muvaffak olduğunuz şu eser-i bergüzidenizi Cenab-ı Hak ind-i İlahîsinde ve nezd-i Peygamberîde kabul eylesin. Şefaat-i Nebeviyeye efendimi ve fakiri de nâil eyleyip sancak-ı Muhammedî (asm) tahtında cümlemizi ihvanlarımızla beraber haşreylesin, âmin!

Tevfik

(Barla Lahikası)


Risale-i Nur’un tesvid ve tebyizinde çok hizmeti sebkat eden Şamlı Hâfız Tevfik’in Risale-i Nur’un hakkaniyetine dair istihracî bir fıkrasıdır

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Malûm olsun ki: “Zübdetü’r-Resail Umdetü’l-Vesail” namında kutbü’l-ârifîn Ziyaeddin Mevlana Şeyh Hâlid kuddise sırruhunun mektubat ve resail-i şerifelerinden muktebes nasayih-i kudsiyenin tercümesine dair bir risaleyi on üç sene mukaddem, Bursa’da Hocam Hasan Efendi’den almıştım. Nasılsa mütalaasına muvaffak olamamıştım. Tâ bugünlerde kitaplarımın arasında bir şey ararken elime geçti. Dedim: “Bu Hazret-i Mevlana Hâlid, Üstadımın hemşehrisidir. Hem İmam-ı Rabbanî’den sonra tarîk-i Nakşî’nin en mühim kahramanıdır. Hem Tarîk-i Hâlidiye-i Nakşiye’nin pîridir.” Risaleyi mütalaa ederken Hazret-i Mevlana’nın tercüme-i halinden şu fıkrayı gördüm:

Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim Müstedrek’inde ve Ebu Davud Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî Şuab-ı İman’da tahric buyurdukları:

اِنَّ اللّٰهَ يَبْعَثُ لِهٰذِهِ الْاُمَّةِ عَلٰى رَاْسِ كُلِّ مِاَةِ سَنَةٍ مَنْ يُجَدِّدُ لَهَا دٖينَهَا

yani “Her yüz senede Cenab-ı Hak bir müceddid-i din gönderiyor.” hadîs-i şeriflerine mazhar ve mâsadak ve muzhir-i tam olan Mevlana eş-şehîr kutbü’l-ârifîn, gavsü’l-vâsılîn, vâris-i Muhammedî, kâmilü’t-tarîkatü’l-aliyye ve’l-müceddidiyye Hâlid-i Zülcenaheyn kuddise sırruhu ilh.

Sonra tarihçe-i hayatında gördüm ki tevellüdü 1193 tarihindedir. Sonra gördüm ki 1224 tarihinde Saltanat-ı Hint’in payitahtı olan Cihanabad’a dâhil olmuş. Abdullah Dehlevî Hazretlerinden aldıkları füyuzat-ı maneviye ile Tarîk-ı Nakşî silsilesine girip müceddidliğe başlamış.

Sonra 1238’de, ehl-i siyasetin nazar-ı dikkatini celbettiğinden, vatanını terk ederek diyar-ı Şam’a hicretle gitmiştir. Hem içinde gördüm ki Hazret-i Mevlana’nın nesli, Hazret-i Osman Bin Affan radıyallahu anha mensuptur.

Sonra gördüm ki tercüme-i halinde istidad-ı fıtrî ve kabiliyet-i hârika ile sinni yirmiye bâliğ olmadan a’lem-i ulema-i asr ve allâme-i vakt olmuş. Süleymaniye kasabasında tedris-i ulûm ile iştigal eylemiştir.

Sonra Üstadımın tarihçe-i hayatını düşündüm. Baktım, dört mühim noktada tevafuk ediyorlar:

Birincisi: Hazret-i Mevlana 1193’te dünyaya gelmiş. Üstadım ise 1293’te tam Mevlana Hâlid’in yüz senesi hitam bulduktan sonra dünyaya gelmiş.

İkincisi: Hazret-i Mevlana’nın tecdid-i din mücahedesine başlangıcı ve mukaddimesi, Hindistan’ın payitahtına 1224’te girmiş. Üstadım ise aynen yüz sene sonra, 1324’te Osmanlı saltanatının payitahtına girmiş, mücahede-i maneviyesine başlamış.

Üçüncüsü: Ehl-i siyaset, Hazret-i Mevlana’nın fevkalâde şöhretinden tevehhüm ederek diyar-ı Şam’a nakl-i mekân ettirilmesi, 1238’de vaki olmuştur. Üstadım ise aynen yüz sene sonra 1338’de Ankara’ya gidip onlarla uyuşamayıp; onları reddederek, küserek tekrar Van’a gidip bir dağda inziva ederken 1338 senesini müteakip, Şeyh Said hâdisesinin vukuu münasebetiyle ehl-i siyasetin vehmine dokunmuş. Üstadımızdan korkarak Burdur ve Isparta vilayetlerinde dokuz sene ikamet ettirilmiş.

Dördüncüsü: Hazret-i Mevlana Hâlid, yaşı yirmiye bâliğ olmadan evvel allâme-i zaman hükmünde, fuhûl-ü ulemanın üstünde görünmüş, ders okutmuş. Üstadım ise tarihçe-i hayatını görenlere ve bilenlere malûmdur ki on dört yaşında icazet alıp a’lem-i ulema-i zamanla muarazaya girişmiş, on dört yaşında iken icazet almaya yakın talebeleri tedris etmiştir.

Hem Hazret-i Mevlana Hâlid neslen Osmanlı olduğu ve sünnet-i seniyeye bütün kuvvetiyle çalıştığı gibi üstadım da Kur’an-ı Hakîm’e hizmet noktasında, meşreben Hazret-i Osman-ı Zinnureyn’in arkasından gidip Hazret-i Mevlana gibi Risale-i Nur eczalarıyla –bütün kuvvetiyle– sünnet-i seniyenin ihyasına çalıştı.

İşte bu dört noktadaki tevafukat, tam yüz sene fâsıla ile Risale-i Nur’un takviye-i din hususundaki tesiratı; Hazret-i Mevlana Hâlid’in tarîk-ı Nakşiye vasıtasıyla hizmeti gibi azîm görünüyor. (Hâşiye[6])

Üstadım kendine ait medh ü senayı kabul etmiyor. Fakat Risale-i Nur Kur’an’a ait olup medh ü sena Kur’an’ın esrarına aittir. Yalnız Üstadımla Hazret-i Mevlana’nın birkaç farkı var:

Birisi: Hazret-i Mevlana, zülcenaheyndir. Yani hem Kādirî hem Nakşî tarîkat sahibi iken Nakşîlik tarîkatı onda daha galiptir. Üstadım bilakis Kādirî meşrebi ve Şazelî mesleği daha ziyade onda hükmediyor.

Ben Üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlana Hindistan’dan tarîk-ı Nakşî’yi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şah-ı Geylanî’nin ba’de’l-memat hayatta olduğu gibi taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın manen tasarrufu –bidayeten– cây-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî’nin ruhaniyetleri Bağdat’a gelip Şah-ı Geylanî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki “Mevlana Hâlid senin evladındır, kabul et!” Şah-ı Geylanî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlana Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlana Hâlid birden parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüya ile görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.

İkinci fark şudur ki: Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci gösteriyor. Hazret-i Mevlana Hâlid’in şahsiyeti, kutbü’l-irşad, merciü’l-has ve’l-âmm olmuştur.

Üçüncü fark: Hazret-i Mevlana Hâlid, zülcenaheyndir. Fakat zamanın muktezasıyla ilm-i tarîkatı ve sünnet-i seniyeyi esas tutmak cihetiyle tarîkatı daha ziyade tutmuşlar. O noktada sarf-ı himmet etmiş. Üstadım ise şu dehşetli zamanın muktezasıyla ilm-i hakikati ve hakaik-i imaniye cihetini iltizam ederek, tarîkata üçüncü derecede bakmışlar.

Elhasıl: Baştaki hadîs-i şerifin “Her yüz sene başında dini tecdid edecek bir müceddidi gönderiyor.” vaad-i İlahîsine binaen Hazret-i Mevlana Hâlid –ekser ehl-i hakikatin tasdikiyle– 1200 senesinin yani on ikinci asrın müceddididir. Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş. Kanaat verir ki –nass-ı hadîs ile– Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.

Benim üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyor.”

Üstadımı kızdırmamak için şahsını sena etmiyorum.

Şamlı Hâfız Tevfik

(Barla Lahikası)


Cümlesine ale’l-husus isimleri zikrolunan Galib, Hüsrev, Hâfız Ali, Süleyman Efendilere ve Nurların başkâtibi Şamlı Hâfız Tevfik, hasta olduğundan müteessir olduğum ve inşâallah iade-i âfiyet etmiş olan Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye ve sair mukarreblere selâm ve dualar ederim.

Hulusi

(Barla Lahikası)


O sırrı size açmak münasip görüldü. Şöyle ki: Şimdi bu mektubu yazan kâtip ile kardeşi Mesud beraber bir gün, üç aydan beri bahsi geçmediği Ahmed Ağa’nın bahsi geçti. Beraberimde kâtip Tevfik ile Mesud’a dedim: Bütün kitapları Diyarbekir’deki Ahmed Ağa’ya göndereceğiz. Tâ ya Şam-ı Şerif tarafına ya Van’daki sıddıklara ulaştırsın. Bu sözümüz ve meşveretten dört saat sonra, aynen o Ahmed Ağa habersiz çıktı geldi.

(Barla Lahikası)


Mahallenizin imamı Hâfız Ömer Efendi’ye selâm et ve de ki ben onu kabul ettim. Talebelik şartlarını da ona söyle. Pederiniz ve Fethi Bey ve Hoca Abdurrahman, Sözler’i ciddi dinlemeleri beni çok mesrur ediyor. Ben onlara dua ediyorum. Onlar da bana dua etsinler. Seyda namındaki zat, pederinizin intisap ettiği zat değil, ondan evvel gelmiş, iştihar etmiş mühim bir zattır. Başta Sabri, Süleyman, Tevfik, bütün ihvanlar size selâm ediyorlar.

Kardeşiniz Said Nursî

(Barla Lahikası)


Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Dördüncü Kısmı hem uzundur hem bir tek nüshadır. Bu defa gönderemedim. O kısım doğrudan doğruya i’caz-ı Kur’an’ın bir âyinesidir ve çok da mühimdir. Otuz sekiz sahifedir. Başta Sabri, Süleyman, Hüsrev, Bekir, Tevfik, Galib sizlere selâm ederler.

(Barla Lahikası)


(Hâşiye: Bu hesap Şamlı Hâfız, Kuleönü’nden Mustafa ve arkadaşı Hâfız Mustafa’nın şehadetiyle bir dakika zarfında ezber yapılmıştır. (Sene 360 gün hesabına göredir, kusur varsa bakılmamak gerektir.))

(Barla Lahikası)


Aziz, sıddık, müdakkik, müştak kardeşim Re’fet Bey!

Sen benimle ne kadar konuşmayı arzu ediyorsan belki ondan ziyade ben arzu ediyorum. Fakat maatteessüf müteaddid esbab tahtında sıkıntılı bir vaziyetteyim. Hattâ bir iki saatte bulduğum bir fırsat, yedi sekiz mektubu yazmaya çalışıyorum. Ara sıra benim yanıma gelen Galib dahi men’edildi. Yalnız bîçare Şamlı kaldı, o da her vakit gelemiyor.

(Barla Lahikası)


Hem bir sene evvel bir seyre giderken arkamdan bir kız çocuğuyla bir kadın geliyorlardı. Ben yoldan çıktım, yolu onlara bıraktım. Baktım beni geçmiyorlar, sıkıldım. Acele geçtim, bir bahçeye girdim, baktım onlar da bahçeye girdiler. Hem hiddet hem hayret ettim. Mu’cizat-ı Ahmediye elimde idi. Tefe’ül gibi açtım. En evvel gözüme ilişen ve yalnız risalede bir tek defa zikredilen bir isim ki aynı o kadının ismini o sahife içinde gördüm. Baktım, o kadını tanıdım. Fesübhanallah dedim. Bunlar kim olduklarını anlamak için daha evvel o kitaba baksa idim, bu hayretten kurtulacaktım. Bu hâdiseye hem ben hem hazır olan Şamlı Hâfız ve hâdiseyi anlayan o kadın ve başkaları hayret ettik.

Said Nursî

(Barla Lahikası)


Kalben rahatsızlığım dolayısıyla, Kurban Bayramına kadar Süleyman Efendi, Şamlı Hâfız Tevfik, Abdullah Çavuş ve Mustafa Çavuş’tan başka kimseyi kabul etmiyorum. Affedersiniz, gücenmeyiniz.

Said Nursî

(Barla Lahikası)


Şamlı Tevfik’in ihtiyatını takdir etmekle beraber, eski kıymettar hizmetlerinin onun defter-i a’maline daimî bir surette yazı yazmaları için o dahi daimî çalışması gerekti. Şükür, yine elmas kalemiyle vazifesine başlaması, ruhumu ümitler ve iştiyaklarla neşelendirdi; Barla hayatını hasretle hatırlattı.

(Kastamonu Lahikası)


Hem benim hakkımda bin derece haddimden ziyade hüsn-ü zan ile kıymet ve makam vermek, yalnız Risale-i Nur namına ve onun hizmeti ve Kur’an elmaslarının dellâllığı hesabına kabul olabilir. Yoksa hiç-ender hiç olan şahsım itibarıyla kabule hakkım yok. Parlak ve çalışkan kalemiyle hem Risaletü’n-Nur’un hem bizim hatıralarımızda çok ehemmiyetli mevki tutan ve yerleşen Hâfız Tevfik’in yazdığı Âyetü’l-Kübra Risalesi’ni münasip gördüğünüz zamanda gönderirsiniz. Dokuz sene yazılarıyla mesrurane ünsiyet eden gözlerim, hasretle o yazıları görmek istiyor.

(Kastamonu Lahikası)


Bir zaman Barla’da, bağlardaki köşkte, Şamlı, Mesud ve Süleyman’ın müşahedesiyle aynı hâdiseyi başka şekilde gördük. Şöyle ki:

Ben, sevmediğim için siyah bir mürekkebi kısmen döktüm; birden mütebâkisi çok beğendiğim güzel bir kırmızıya tahavvül etti. Risaletü’n-Nur’un kâtiplerini şevklendirdi. Gözümüze silsile-i kerametin bir ucunu ve bir tereşşuhunu gösterdi.

(Kastamonu Lahikası)


İkincisi: Şamlı Tevfik Kardeş! Senin mektubun beni derinden derine hem müteessir hem müferrah eyledi. Sende bir hayırlı tahavvülat bulunduğunu ihsas etti.

Merhum Hâfız Ahmed’in akrabasına benim tarafımdan taziye ile beraber de ki: Bir iki ay evvel –birdenbire– dua ederken en has akraba ve en hâlis talebelerin dairesine Hâfız Ahmed girdi: “Benim de bu dairede hakkım var.” dedi gibi hissettim. Onu o has daire içinde, her vakit manevî kazançlarıma hissedar olmak için bıraktım ve öyle de kalacak inşâallah. Ve anladım ki ikiniz bidayeten, beraber Risale-i Nur’a hizmetiniz içindir.

Barla’da bütün dostlara selâm…

(Kastamonu Lahikası)


Size اَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا âyetine ait ve birden hatıra gelen ve Sabri’nin iki mektubunun –daha gelmeden– manevî tesiriyle yazılan bir tetimmeyi gönderdim. Bir derece mahremdir, has ve eminlere mahsustur. Şamlı Tevfik, Âyetü’l-Kübra Şuâ’ını, Hâfız Ali’nin otuz üç ‌لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ ile tevafuklu tarzda bana yazsa iyi olur.

(Kastamonu Lahikası)


Üçüncü Nokta: Bu risaleyi mütalaa eden zatlar, inceden inceye, hususan cifrî hesabatına meşgul olmaya lüzum yok. Hem bir kısmı anlaşılmasa da zararı yok. Hem umumunu okumak da lâzım değil. Hem Keramet-i Gavsiye’nin âhirinde, iki yüz yirmi dördüncü sahifede, Şamlı Hâfız Tevfik’in fıkrasından başlayıp âhire kadar mütalaadan sonra ve baştaki mukaddimeyi de okuduktan sonra istediği parçayı okusun.

(Kastamonu Lahikası)


Risale-i Nur’un telifi başında, başkâtip Şamlı Hâfız Tevfik’in haremi merhume Zehra, ben Barla’da iken Şamlı Hâfız, Risale-i Nur’u yazmasına çalışmak için o merhume, Hâfız’ın bedeline belinde odun taşımakla odun getiriyordu ve Hâfız’ın işlerini görüyordu tâ nurları yazsın. Biz de o merhumeyi o iyiliğine mukabil, Risale-i Nur’un vefat etmiş has talebeleri içinde o vakitten beri duamızda şerik ediyoruz hem dua edeceğiz.

(Kastamonu Lahikası)


Evvela: Bedre’deki yüz senelik vazifeyi on sene zarfında gören Sabri kardeşimizin samimi dostları olan Hakkı, Hulusi, پ Mehmed ve Barla’da Şamlı, Süleyman, Bahri gibi kıymettar kardeşlerimize benim tarafımdan çok selâm ediyorum.

(Emirdağ Lahikası-1)


Hüsrev’in himmetiyle daireye giren ve Nur’un yeni şakirdlerinden bana mektup yazan Hatice ve Râbia, haslar içinde kabul edildiler. Ve çok alâkadar olduğum Barla’da hararetle Bahri ve evladı ve Eyyüb ve Ali ve Mehmed ve Süleymanların gayretleriyle Nurlar dersine çalışmaları, beni sevinçle ağlattırdı. Ben bütün Barla halkına, hususan Süleymanlar ve Bahri ve Mehmedler ve Mustafalar, eski zamanda Nurlara kıymettar hizmet eden Şamlı Hâfız Tevfik ve mübarek Hâfız Hâlid ve imam Hakkı Efendi ve Muhacir Hâfız Ahmed ve evladı ve ahfadı ve Şem’î ve bana çok hizmet eden Abdullah Çavuş ve oradaki komşularıma ricalen ve nisaen binler selâm ve dua ederim ve mübarek aylarda dualarını isterim.

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Sekiz sene çoluk ve çocuğuyla sadakatle bana hizmet eden ve evlat ve ahfad ve refika ve damatlarıyla Nurlara ciddi çalışan ve ders ve vaazlarını bütün Nurlardan veren ve vefatından on dakika evvel dünyaca en ehemmiyetli vasiyeti, kendinin Nur Risalelerini tekmil için Şamlı Hâfız’a rica eden, vefatından iki gün evvel bana mektup yazıp benim aynı vakitte Sava’yı Barla’ya tercih ederek Sava mezaristanında defnimi arzu ettiğimi sizlere yazdığımı sadakatin kerametiyle hissedip bana mukabele ve itiraz tarzında o mektubunda der: “Sen Barla’yı ikinci vatanımdır, dediğin halde neden ona gelmiyorsun, başka yerleri tercih edersin? İptida-i medrese-i Nuriye Barla’dır, senin mezarın orada olmalı.” diye bana ihtar etti.

İki gün sonra –size yazdığım daha size yetişmeden– onun mektubunu hem Şamlı Hâfız ikinci sahifesinde yazdığı vefat haberini aldığım merhum Muhacir Hâfız Ahmed’in (rh) dünyadan göçmesi, aynen Abdurrahman gibi beni çok sarstı, ağlattırdı اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ dedirtti. Binler rahmet onun ruhuna insin, âmin! Kabri de hanesi gibi Kur’an ve Nur’un bir menzili olsun, âmin!

(Emirdağ Lahikası-1)


Ve onun mektubunda, Barla medrese-i Nuriyenin başkâtibi Şamlı Hâfız Tevfik’in halka-i tedrisinde Sıddık Süleyman’ın mahdumu Yusuf ve merhum Mustafa Çavuş’un ve Ahmed’in oğulları gibi Kur’an dersiyle Kur’an yazısını ve Nurları öğrenmesi ve Hulusi ve Hâfız Hakkı’nın Nurları şevk ile yazmaları, Barla’ya karşı benim ümidimi kuvvetlendirdiler ve derince bir ferah ve sürur verdiler. Cenab-ı Hak muvaffak eylesin, âmin! Ve Tevfik’e tevfik refik eylesin, âmin!

(Emirdağ Lahikası-1)


Üçüncü Nokta: Bu risaleyi mütalaa eden zatlar, inceden inceye, hususan cifrî hesabatına meşgul olmaya lüzum yok; bir kısmı anlaşılmasa da zararı yok. Hem umumunu okumak da lâzım değil. Hem Keramet-i Gavsiye’nin âhirinde, Şamlı Hâfız Tevfik’in fıkrasından başlayıp âhire kadar mütalaadan sonra ve baştaki mukaddimeyi okuduktan sonra (Hâşiye[2]) istediği parçayı okusun.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi)


Bir zaman Barla’da, bağlardaki köşkte, Şamlı Hâfız ve Mesud ve Süleyman’ın müşahedesiyle aynı hâdiseyi başka şekilde gördük. Şöyle ki:

Ben, sevmediğim için siyah bir mürekkebi kısmen döktüm; birden mütebâkisi çok beğendiğim güzel bir kırmızıya tahavvül etti. Risale-i Nur kâtiplerini şevklendirdi. Gözümüze silsile-i kerametin bir ucunu ve tereşşuhunu gösterdi.

Said Nursî

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi)


İşte hocamızın bu macera-yı hayatiyesi gösteriyor ki Hazret-i Şeyh’in müteveccih olduğu ve ehemmiyetle bahsettiği ve istikbalde gelecek müridi bu olmak için kuvvetli bir ihtimaldir. Hazret-i Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velayetçe kabul edilen üç evliya-yı azîmenin en a’zamı, o Hazret-i Gavs-ı Geylanî’dir. Ve demiş:

اَفَلَتْ شُمُوسُ الْاَوَّلٖينَ وَ شَمْسُنَا اَبَدًا عَلٰى فَلَكِ الْعُلٰى لَا تَغْرُبُ

fıkrasıyla ba’de’l-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymettar bir hizmet-i Kur’aniye bir müridinin vasıtasıyla olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir. Hazret-i Şeyh’in bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himaye-gerdesi olan şahıs; binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir îmadır.

Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re’fet, Ali, Ahmed Hüsrev, Mustafa Efendi, Rüşdü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühdü, Bekir Bey, Lütfü, Mustafa, Mustafa, Mesud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza (r. aleyhim)

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a)


Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, Galib, Süleyman niyet edip açtık. Tefe’ül bu çıktı:

نِگَرْ تَا گُلِسْتَان مَعْنَا شُگُفْت § بَرُو هٖيچْ بُلْبُلْ چُنٖينْ خُوشْ نَگُفْت

عَجَبْ گَرْ بِمٖيرَدْ چُنٖينْ بُلْبُلٖى § كِه اَزْ اُسْتُخٰوانَشْ نَرُويَدْ گُلٖى

Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”

Bu meal, maksadımıza o kadar yakındır ki tabire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız; ebedî Kur’an cennetindendir, ondan gelmiştir.

Mehmed Tevfik, Galib, Süleyman, Hâfız Hâlid, Said (ra)


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Gavs, meşhur kasidesinde –sarahat derecesinde– bizlerden yani hizbü’l-Kur’an’dan haber verdiği gibi daha birkaç yerde yine işarî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle, o kasidenin arkasında “Mecmuatü’l-Ahzab”ın 563’üncü sahifesinde, yine o malûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:

فَمُرٖيدٖى اِذَا دَعَانٖى بِشَرْقٍ اَوْ بِغَرْبٍ اَوْ غَارٍ فٖى بَحْرِ طَامٖى اَغِثْهُ

“Garpta beni çağırdığı vakit, onun imdadına yetişeceğim.” Evet doğrudur. Arabî tarih ile bin üç yüz otuz dokuzda (1339) müthiş bir buhran-ı ruhî ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs’tan istimdad eyledim. Bir iki yerde bahsettiğim gibi Fütuhu’l-Gayb kitabı ile ve dua ve himmetiyle imdadıma yetişti ve o buhranı geçirdim.

İşte o müridi ise bîçare Saidü’l-Kürdî olduğunu meşhur kasidesinde kat’î gösterdiği gibi bu kasidede de فَمُرٖيدٖى den murad odur. Çünkü دَعَانٖى بِغَرْبٍ ebced hesabıyla bin üç yüz otuz dokuz (1339) eder. O zaman memleketime nisbeten garp sayılan İstanbul’da idim. دَعَانٖى بِغَرْبٍ makam-ı ebcedîsi zaman-ı istimdadıma tevafuk ediyor. Hesapta اِذَا lafzı dâhil olmaz. Çünkü اِذَا zamanı gösteriyor دَعَانٖى بِغَرْبٍ cümlesi o mübhem zamanı tayin ediyor.

Hem ezcümle “Mecmuatü’l-Ahzab”ın ikinci cildinin 379’uncu sahifesinde Hazret-i Gavs’ın “Virdü’l-İşâ” namındaki münâcatında şu fıkra var:

فَالْوَاصِلُ ([[3]]*) اِلٰى سَاحِلِ السَّلَامَةِ هُوَ السَّعٖيدُ الْمُقَرَّبُ ([[4]]**) وَذُو الْهَلَاكِ هُوَ الشَّقِىُّ الْمُبَعَّدُ وَ الْمُعَذَّبُ

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a)


Aziz kardeşlerim!

Ben, bu sabah tesbihatta Hâfız Tevfik’e acıdım. Bu iki defadır zahmet çekiyor, tahattur ettim. Birden hatıra geldi: Onu tebrik et! O, kendini faydasız bir ihtiyat ile Risale-i Nur’daki çok ehemmiyetli makamından ve büyük hissesinden bir derece çekmek isterdi. Fakat hizmetinin kudsiyeti ve azameti, onu yine o büyük hisseye ve pek büyük sevaba muvaffak eyledi. Az bir sıkıntı ve geçici bir küçük zahmet ile böyle bir şeref-i manevîden geri kalmamak gerektir.

(Şualar, 13. Şua)


Madem cüz’î bir yabanilikten düşmanlarımız istifadeye çalıştıklarını biliyorsunuz, çabuk barışınız. Manasız, çok zararlı nazlanmaktan vazgeçiniz. Yoksa bir kısmımız Şemsi, Şefik, Tevfik gibi; muarızlara sureten iltihak edip hizmet-i imaniyemize büyük bir zarar ve noksaniyet olacak. Madem inayet-i İlahiye şimdiye kadar bir zayiata bedel çokları o sistemde vermiş. İnşâallah yine imdadımıza yetişir.

Said Nursî

(Şualar, 14. Şua)


Hem ezcümle; Barlalı Hâfız Tevfik ben Barla'da iken bu şahıs garipliğime ve kimsesizliğime şefkaten arasıra yanıma uğrardı. Ben de eskiden yazdığım bir kaç tane imanî risalelerimi ücrete mukabil kendime mahsus yazdırdım. Bu zat hem fakîr-ul hâl, hem muhacir, hem ihtiyar a'ma bir validesiyle hem ihtiyar bir kayınvalidesi hem hastalıklı bir hareminin idaresine bakmaya mecbur ve kendisi de vehham derecesinde ihtiyatlı, zerre miktar dünya siyasetine ilişecek bir kelime bulunsa titrer. "Aman bu kelime olmaz" derdi. Bazı sırf selamdan ibaret olan birkaç mektubumu da yazmış. Ben bu zat kadar ihtiyatçı ve dünya siyasetinden kaçar ve korkar bir adama rast gelmemişim.

Acaba böyle bir biçare adamı benim mevhum küçük cürmümden hakiki büyük bir cürüm ona tefrik etmek nazar-ı adalet nasıl müsaade eder. Hatta hiç gizlenmeye lüzumu olmayan sırf imanî bazı risalelerimi onun hâtırı için gizli tutuyordum. Yoksa içimizde gizlenecek hiçbir şeyimiz yoktur. Yalnız sabıkan bahsi geçen üç-dört risale var ki -onun yazısıyla olmakla beraber- hususi esrar-ı kalbiye ve hususi şekvâma ve iki büyük zatın kerametlerine aittir.

(Lem'alar, 27. Lem'a)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 1,2 1,3 Isparta kahramanları, Himmet Koçoğlu
  2. Nur’un birinci kâtibidir.
  3. فَالْوَاصِلُ kelimesi müteaddî olmak cihetiyle, Sözleriyle selâmete îsal edici demektir.
  4. اَلْمُقَرَّبُ müşedded “ra” bir sayılsa Üstadımızın lakabı olan النّورسى kelimesinin aynıdır. Yalnız atıf için “vav” var. Tam tevafukla, mukarrebden murad, Nurslu olduğunu gösteriyor. اَلْمُقَرَّبُ de şeddeli “ra” iki sayılsa “Bedîüzzaman Nursî” yâ-i muhaffefle aynıdır. Yalnız iki fark var. İki hemze-i vasl sayılsa tam tamına tevafukla اَلْمُقَرَّبُ doğrudan doğruya ona işaret ediyor.
    Şamlı Tevfik, Süleyman, Ali