Risale:Sözler'in Fihristi (Fihrist Risalesi)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Fihrist Risalesi → Sonraki Risale: Fihriste-i Mektubat

Birinci Söz[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

in çok esrâr-ı mühimmesinden bir sırrını güzel bir temsil ile tefsir eder. Ve "Bismillâh" ne kadar kıymettar bir şeâir-i İslâmiye olduğunu gösterir.

İkinci Söz[değiştir]

وَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ

meâlinde ve iman hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını gayet makul bir temsil ile {(Haşiye-1:[1])} tefsir eder.

Üçüncü Söz[değiştir]

يَآ اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا

âyetinin meâlinde ve iman hakkındaki âyetlerin mühim bir hakikatini mantıkî bir temsil ile {(Haşiye-2:[2])} tefsir ediyor.

Dördüncü Söz[değiştir]

اِنَّ الصَّلَوةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا

âyetinin meâlinde ve namaz hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını, gayet makul ve mantıkî bir temsil ile tefsir ediyor. Zerre miktar insafı bulunanı teslime mecbur ediyor.

Beşinci Söz[değiştir]

اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَوْا وَالَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُوَن

âyetinin meâlinde ve takvâ ve ubûdiyet hakkındaki âyetlerin ve vazife-i ubûdiyet ve takvânın mühim bir sırrını gayet güzel bir temsil ile tefsir ediyor. O tefsir herkesi ikna ediyor.

Altıncı Söz[değiştir]

اِنَّ اللّٰهَ اشْتَرَى مِنَ اْلمُؤْمِنِينَ اَنْفُسَهُمْ وَاَمْوَالَهُمْ بِاَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ

âyetinin meâlinde ve nefis ve malını Cenab-ı Hakka satmak hakkındaki âyetlerin gayet mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, nefis ve malını Cenab-ı Hakka satanların beş derece kâr içinde kâr ve satmayanların beş derece hasâret içinde hasâret kazandıklarını, gayet mukni bir temsil ile tefsir ediyor. Hakikate karşı mühim bir kapı açıyor.

Yedinci Söz[değiştir]

يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَالْيَوْمِ اْلآخِرِ

اِنَّ وَعْدَ اللّٰهِ حَقٌّ فَلاَ تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْياَ وَلاَ يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ

âyetinin meâlinde ve "İman-ı Billâh ve'l-yevmi'l-âhir" ve hayat-ı dünyeviye hakkındaki âyetlerin mühim bir sırrını gayet mâkul bir temsil ile tefsir etmekle beraber, ehl-i gaflet hakkında dünyanın ne kadar dehşetli; ve mevt ve ecel, ne kadar müthiş; ve acz ve fakr, ne kadar elim olduğunu ve ehl-i hidâyet hakkında hayat-ı dünyeviyenin içyüzü, ne kadar güzel ve kabir ve ecel ve acz ve fakr nasıl birer vesile-i saadet bulunduğunu gayet kat'î bir tarz ile ispat eder. Saadet-i dâreyne giden yolu gösterir.

Sekizinci Söz[değiştir]

اللّٰهُ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ اْلحَىُّ الْقَيُّومُ

اِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللّٰهِ اْلاِسْلاَمُ

âyetlerinin meâlinde mahiyet-i dünya ve dünyada mahiyet-i insan ve insanda mahiyet-i din hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını (Suhûf-u İbrahimiyede aslı bulunan) güzel ve parlak bir temsil ile tefsir etmekle beraber, dünyanın mahiyetini ve dünyadaki ruh-u insanî ve insandaki dinin kıymetini göstermekle beraber, dinsiz insan en bedbaht mahlûk olduğunu ispat etmekle şu âlemin tılsımını açan ve ruh-u beşeri zulumattan kurtarmak çarelerini göstermekle beraber, gayet latîf ve güzel bir muvazene ile; fâsık olan bedbaht adamın müthiş vaziyetini, sâlih olan bahtiyar adamın saadetli vaziyetini gösteriyor.

Dokuzuncu Söz[değiştir]

فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ وَلَهُ اْلحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ

âyetinin meâlinde ve beş vakit namaz hakkındaki âyâtın gayet mühim bir sırrını "Beş Nükte" ile tefsir etmekle beraber, mâlûm olan beş vakit namazın o vakitlere hikmet-i tahsisini o kadar güzel ve şirin bir tarzda beyan ediyor ki, zerre miktar şuuru bulunan bir insan, bu câzibedar hikmet ve parlak hakikate karşı teslime mecbur olur. Ve cesed-i insan; havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi, ruh-u insan da namaza muhtaç bulunduğunu gayet kat'î bir sûrette beyan eder.

Onuncu Söz[değiştir]

فَانْظُرْ اِلَى آثَارِ رَحْمَةِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَآ اِنَّ ذَلِكَ َلمُحْيِى اْلمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ

âyetinin meâlinde ve haşir ve âhiret hakkındaki âyâtın mühim bir hakikatını, on iki mantıkî ve mâkul suret-i temsiliye ile ve oniki hakaik-ı kâtıa-i bâhire ile tefsir etmekle beraber, iman-ı bi'l-âhireti o kadar kuvvetli bir surette ispat eder ki, bütün bütün kalbi ölmemiş ve bütün bütün aklı sönmemiş bir insan o isbata karşı teslim olur, izn-i İlâhi ile imana gelir. İmana gelmezse de inkârdan vazgeçmeye mecbur olur.

On Birinci Söz[değiştir]

وَالشَّمْسِ وَضُحَيهَا

وَالْقَمَرِ اِذَا تَلَيهَا

وَالنَّهَارِ اِذَا جَلَّيهَا

وَالَّيْلِ اِذَا يَغْشَيهَا

وَالسَّمَاۤءِ وَمَا بَنَيهَا

وَالاَرْضِ وَمَا طَحَيهَا

وَنَفْسٍ وَمَا سَوَّيهَا

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَيهَا

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا

وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا

وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلاَّ لِيَعْبُدُونِ

âyetlerinin yüksek ve geniş bir hakikatını Sûre-i Şemsin mu'cizâne işaret ettiğini ve kâinatı muntazam bir saray sûretinde gösterdiğini, ulvi ve vüs'atli bir temsil ile tefsir etmekle beraber, mahiyet-i insaniyedeki vezâif-i ubûdiyet ve cihâzât-ı insaniyeyi ve Rubûbiyyet-i İlâhiyenin envâ-ı tecelliyatına karşı ubûdiyet-i insâniyenin mukabelelerini o kadar güzel bir sûrette ispat ediyor ki: Sûre-i Veş-şems'in mu'cizâne olan işâretini hârika bir sûrette ve en azîm bir dairede âzam bir Rubûbiyeti, ekmel bir ubûdiyetle karşılaştırıyor.

On İkinci Söz[değiştir]

وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُوتِىَ خَيْرًا كَثِيرًا

وَ بِالْحَقِّ اَنْزَلْنَاهُ

وَ بِالْحَقِّ نَزَلَ

âyetlerinin meâlinde ve hikmet-i Kur'âniyenin fazileti hakkında yüzer âyâtın mühim bir hakikatını, hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur'âniyenin muvazenesi sûretinde gayet parlak bir temsil ile tefsir etmekle Kur'ân'ın bir mu'cizesini ve i'câzını ve onun karşısında hikmet-i felsefenin aczini ve sukutunu hârika bir sûrette ispat eder, körlere de gösterir. Bu söz, On Birinci Söz gibi gayet mühimdir. Herkes onlara muhtaçtır.

On Üçüncü Söz[değiştir]

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

âyetiyle

وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ

âyetinin meâlinde ve hikmet-i Kur'âniyenin kudsiyeti ve vüs'ati ve şiirden istiğnası hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını tefsir etmekle beraber, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyân'ın yüksek mu'cizâne hikmetini, felsefenin aşağı ve dar hikmeti ile muvazene ediyor. Hikmet-i Kur'âniyedeki kesret ve vüs'ati ve felsefenin fakr ve iflâsını muhtasar beyân etmekle beraber. Kur'ân'ın şiirden istiğnâsının ve adem-i tenezzülünün sebebi, hakaik-ı Kur'âniyenin yüksekliği ve parlaklığı olduğunu gösterir. Ve mühim bir temsil ile bir nevi i'câz-ı Kur'âniyeyi beyan eder.

On Dördüncü Söz[değiştir]

Dar akıllara sığışmayan yüksek ve geniş bir kısım hakaik-ı Kur'âniyeyi göze görünen emsâl ve nazîreleriyle fehme takrib ediyor.

Meselâ:

خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ

وَلاَ رَطْبٍ وَلاَ يَابِسٍ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ

اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

وَمَآ اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ

âyetlerinin gayet yüksek ve gayet geniş hakikatlerini temsil ve tanzir ile akla kabul ettirir ve kalbi iknâ eder bir tarzda beyan ediyor.

Âhirinde, nefs-i emmareye müessir bir sille-i ikaz var. Nefse esir olan onu okusa ve kabul etse, esaretten kurtulur.

On Beşinci Söz[değiştir]

وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَآءَ الدُّنْيَا ِبمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ

âyetinin meâlinde ve melâike ile şeytanların mübarezeleri hakkındaki âyâtın, kozmoğrafyacıların dar akıllarına yerleşmeyen mühim bir sırrını, "Yedi Basamak" namıyla yedi muhkem hüccet ve metin bir mukaddeme ile tefsir ediyor. Ve şu âyetin semâsından evhâm-ı şeytâniyeyi recmedip tardeder.

On Altıncı Söz[değiştir]

اِنَّمَآ اَمْرُهُ اِذَآ اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

âyetlerinin meâlindeki çok âyâtın ifade ettiği; "ehadiyet-i zâtiyyesi ile külliyet-i ef'âl; ve vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i Rububiyet ve ferdâniyetiyle şeriksiz şümûl-u tasarrufat; ve mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle herşeye yakın olması; ve bir tek zât-ı ehadî olmakla herşeyi bizzat elinde tutmak" olan hakaik-ı âliye-i Kur'âniyenin Dört Şua namıyla gayet mühim bir sırrını tefsir ediyor. Ve o hakaikı müstakim akıllara ve selim kalblere teslim ettiriyor.

On Yedinci Söz[değiştir]

اِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْاَرْضِ زِينَةً لَهَا ِلنَبْلُوَهُمْ اَيُّهُمْ اَحْسَنُ عَمَلاً

وَاِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلاَّ لَعِبٌ وَلَهْوٌ

âyetlerinin meallerinde: Lezzet-i hayat içinde elem-i mevt ve sürur ve visal içinde elem-i zeval hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını ve ism-i Kahhar'a karşı Rahman isminin cilvesini gayet güzel bir suretle gösterip tefsir ediyor. Ve ehl-i iman için dünyanın mahiyetini, seyyar bir ticaretgâh ve muvakkat bir misafirhane ve birkaç günlük bir teşhirgâh ve kısa bir müddet için işleyecek bir tezgâh ve ahz u i'tâ için yol üstünde kurulmuş bir pazar olduğunu gösterip, dünyadan berzah ve âhiret tarafına insan seyahatını sevdirir, ve dehşetini izale eder. Ve bu sözün âhirinde bazı nüshalarda "Siyah Dutun Meyvesi" namıyla kıymetdar ve cazibedar ve şiir kıyafetinde birkaç hakikat var.

On Sekizinci Söz[değiştir]

Bu söz, "İki Makam"dır

İkinci Makamı: Yazılmamış.

Birinci Makamı: Üç noktadır.

Birincisi:

لاَ تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا اَتَوْا وَيُحِبُّونَ اَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا

âyetinin fahre meftun, şöhrete mübtela, medhe düşkün, hodbin nefs-i emmarenin kafasına sille-i te'dibi vuran bir sırrını,

İkincisi:

اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ

nun, çirkin ve bahsi hilaf-ı edeb görünen şeylerin güzel cihetlerini gösteren bir sırrını,

Üçüncüsü:

اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ

âyetinin risalet-i Ahmediyeye (A.S.M.) dair ince fakat kuvvetli bir delilini gösteren bir sırrını tefsir eder.

On Dokuzuncu Söz[değiştir]

يَسۤ

وَالْقُرْاۤنِ الْحَكِيمِ

اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ

âyetinin mealindeki yüzer âyâtın en mühim hakikatları olan risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) "On Dört Reşha" namıyla ondört kat'î ve parlak ve muhkem bürhanlarla tefsir ve isbat ediyor. Ve en muannid bir hasmı dahi ilzam eder. Güneş gibi risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) izhar ediyor.

Yirminci Söz[değiştir]

"İki Makam"dır

Birinci Makamı: Sure-i Bakara'nın başında: Hazret-i Âdem'e meleklerin secdesi ve bir bakaranın zebhi ve taşlardan su çıkması hakkındaki üç mühim âyete karşı şeytanın gayet müdhiş üç şübhesini öyle bir tarzda reddedip mahveder ki: Şeytanı ve şeytan gibi insanları öyle desiselerden perişan edip vazgeçiriyor. Çünki onlar, tenkid ve itirazlarıyla lemaat-ı i'caziyenin kapısını açtırttılar. O üç âyetten üç lem'a-i i'caziye göründü.

İkinci Makamı: Mu'cizat-ı Enbiya (Aleyhimüsselâm) yüzünde parlayan bir mu'cize-i Kur'aniyeyi göstermekle beraber, mu'cizat-ı Enbiyaya dair âyât-ı Kur'aniyenin ne kadar manidar ve hikmet medar olduklarını gösterir. Ve Kur'anda kapalı kalmış çok defineler bulunduğunu ihtar eder.

Yirmi Birinci Söz[değiştir]

İki Makamdır

Birinci Makamı: Namazın o kadar güzel bir tarzda kıymetini ve faidesini gösterir ki, en tenbel ve en fâsık adama dahi namaza karşı bir iştiyak verir ve gayrete getirir.

İkinci Makamı: Şeytanın çok istimal ettiği mühim desiselerini ibtal ediyor. Ve vesvesesi ile mü'minlerin kalbinde açtığı yaraların beşine, güzel merhemler tarif ediyor.

Yirmi İkinci Söz[değiştir]

فَاعْلَمْ اَنَّهُ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللّٰهُ

اللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ

mealinde ve tevhid-i hakikî hakkındaki yüzer âyâtın mühim bir hakikatını "İki Makam" ile tefsir eder.

Birinci Makam: Gayet güzel ve parlak ve muhkem bir hikâye-i temsiliye ile oniki basamak hükmünde "On iki Bürhan" ile vahdaniyet-i İlahiyeyi, o kadar kat'î bir surette isbat eder ki: En mütemerrid müşrikleri de tevhide mecbur ediyor. Ve kolay fakat kuvvetli ve basit fakat parlak bir surette Vâcib-ül Vücud'un vücudunu ve vahdetini ve ehadiyetini bütün sıfât ve esmasıyla isbat eder.

İkinci Makamı ise: Hakikat-ı tevhidi ve tevhid-i hakikîyi, "On iki Lem'a" namıyla hikâye-i temsiliyenin perdesi altında on iki bürhan-ı bahire ile vahdaniyet-i İlahiyeyi isbat etmekle beraber, evsaf-ı celaliye ve cemaliye ve kemaliyesini vahdaniyet içinde isbat ediyor. O Lem'alardaki deliller {(Haşiye):[3]} o kadar kat'îdir ki, hiçbir şübhe yeri kalmıyor. Ve o kadar küllîdirler ki, mevcudat adedince, belki zerrat sayısınca marifetullaha pencereler açıyor. Ve onun ile Vâcib-ül Vücud'un vücudunu, umum sıfât ve esmasıyla en muannidlere karşı isbat ediyor.

Yirmi Üçüncü Söz[değiştir]

لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِى اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ

اِلاَّ الَّذِينَ اۤمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ

âyetlerinin mealindeki çok âyâtın imana dair ve terakkiyat ve tedenniyat-ı insaniyeye medar hakikatlerini "Beş Nokta" ile ve "Beş Nükte" içinde herkese taalluk eden ve herkes ona muhtaç olan on mebhas ile o sırr-ı azîmi tefsir eder. İstidadat-ı insaniye ile vezaif-i insaniyeyi, gayet makul ve makbul bir surette beyan eder.

Bu söz, şimdiye kadar binler adamı hâb-ı gafletten kurtardığı gibi, çoklarını da imana getirmiş. Gayet kıymettar ve yüksek olmakla beraber, temsiller ile fehmi kolaylaşmış, herkes onun dilini anlıyor.

Yirmi Dördüncü Söz[değiştir]

اَللّٰهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَآءُ الْحُسْنَى

âyetinin mealinde ve esma-i hüsnanın cilveleri hakkındaki çok âyâtın muazzam bir hakikatını beş dal namıyla mebahis-i azîme ile tefsir ediyor.

Birinci ve İkinci Dalları, mühim esrarın muhtasar bir hazinesidir.

Üçüncü Dal, hadîslere gelen evhamı oniki kaide ile reddeder. Evhamın esaslarını keser.

Dördüncü Dal, kâinat sarayında istihdam olunan nebatat ve hayvanat ve insan ve melaike taifelerinin sırr-ı istihdamlarını ve güzel vazife-i ubudiyet ve tesbihlerini ve haşmet-i rububiyet-i İlahiyeyi cazibedar bir tarzda beyan eder.

Beşinci Dal,

اَللّٰهُ لآ اِلَهَ اِلاَّ هُوَ لَهُ اْلاَسْمَآءُ الْحُسْنَى

âyetinin şecere-i nuraniyesinin hadsiz meyvelerinden beş meyvesini gayet parlak ve güzel bir surette gösteriyor. Bu beş meyve ve Otuz Birinci Söz'ün âhirindeki beş meyve, çok şirindirler. Tatlı ilim isteyenler onları alsın okusun.

Yirmi Beşinci Söz[değiştir]

قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْاِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اَنْ يَاْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْاۤنِ لاَ يَاْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا

âyetinin hakikatını teyid eden yüzer âyâtın en mühim bir hakikatı olan i'caz-ı Kur'anîyi tefsir eder. Üç Şua içinde kırk vücuh-u i'caziyeyi beyan ve tefsir ediyor ki; Kur'an, kelâmullah olduğunu; gündüzdeki ziya, güneşin vücudunu gösterdiği gibi, öylece gösterir ve isbat eder. Nısf-ı evvel çendan sür'atli te'lif edilmiş, fakat istirahat-ı kalb ile yazıldığı için izahlıdır. Nısf-ı âhir bazı esbab-ı mühimmeye binaen muhtasar ve mücmel kalmıştır. Fakat bununla beraber her taifeye göre (ve ne fikirde bulunursa bulunsun) bu mübarek Söz, i'caz-ı Kur'anı ona gösterir ve isbat eder. Bu söz şimdiye kadar i'caz-ı Kur'ana karşı çok muannidleri serfüru ettirerek secdeye getirmiş...

Yirmi Altıncı Söz[değiştir]

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ

وَ كُلَّ شَيْءٍ اَحْصَيْنَاهُ فِى اِمَامٍ مُبِينٍ

mealindeki âyâtın sırr-ı kadere ait ve "İman-ı bilkader" "Hayrihî ve şerrihî minallahi teâlâ"nın isbatına medar mühim bir hakikatını dört mebhas ile öyle bir surette tefsir eder ki: Havassın fikirleri yetişmediği esrar-ı kaderiyeyi, basit avamların zihinlerine takrib edip anlattırıyor.

Hâtimesinde: En kısa ve en selim ve en müstakim bir tarîkın esasını "Dört Hatve" namıyla tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medarı olan dört mühim dersi veriyor.

Ve hâtimenin hâtimesinde mesail-i müteferrikadan altı mes'ele var ki, birisi Sure-i Feth'in âhirindeki âyetin bir sırr-ı i'caziyesini açıyor.

Yirmi Yedinci Söz[değiştir]

وَلَوْ رَدُّوهُ اِلَى الرَّسُولِ وَ اِلَى اُولِى الْاَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَ لَوْلاَ فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَتُهُ لاَتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ اِلاَّ قَلِيلاً

âyetinin mealindeki âyâtın içtihada dair mühim bir hakikatını tefsir eder. Ve bu zamanda haddinden tecavüz edip içtihaddan dem vuranların haddini bildirip, ihtilaf-ı mezahibin sırrını güzel beyan eder." Bu zamanda eski zaman gibi içtihad edebiliriz" diyenlerin ne kadar yanlış hata ettiklerini isbat eder. Bu sözün zeylinde Sahabe-i Güzin'in evliyadan yüksek olan mertebelerini gayet parlak bir surette ve kat'î bir tarzda isbat etmekle beraber, Sahabelerin nev'-i beşer içinde Enbiyadan sonra en mümtaz şahsiyetler olduklarını ve onlara yetişilmediğini kat'î bir surette isbat eder.

Yirmi Sekizinci Söz[değiştir]

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ اَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِى مِنْ تَحْتِهَا اْلاَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِى رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَاُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا اَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ

âyetinin Cennet'e ve saadet-i ebediyeye dair hakikatını te'yid eden yüzer âyâtın mühim bir hakikatını iki makamla tefsir eder.

Birinci Makam: "Beş Sual ve Cevab" namıyla Cennet'in lezaiz-i cismaniyesine ve huriler hakkında medar-ı tenkid olmuş mes'eleleri öyle güzel bir surette beyan eder ki, herkesi ikna eder.

İkinci Makam: Arabiyy-ül ibare olarak oniki lâsiyyemâ kelimesiyle başlar ve gayet kuvvetli ve kat'î ve hiç bir cihette sarsılmaz, haşre dair, Cennet ve Cehennem'in hakkaniyetine medar binler bürhanı tazammun eden bir bürhan-ı bahirdir ki; o bürhan, Onuncu Söz'ün menşe'i ve esası ve hülâsasıdır.

Yirmi Dokuzuncu Söz[değiştir]

قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى

وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِاللّٰهِ وَ مَلَئِكَتِهِ

وَ مَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ

مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ اِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ

âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın haşir ve beka-i ruha ve melaikeye dair üç mühim hakikatını tefsir eder. Beka-i ruh'u o kadar güzel isbat eder ki: Cesedin vücudu gibi, ruhun bekasını gösterir. Ve melaikenin vücudlarını, Amerika insanlarının vücudları gibi isbat eder. Ve Haşir ve Kıyametin vücud ve tahakkuklarını o kadar mantıkî ve aklî bir surette isbat eder ki: Hiçbir feylesof, hiçbir münkir itiraza mecal bulamaz. Teslim olmazsa da mülzem olur.

Hususan âhirindeki "Remizli Nüktenin Sırrı" namıyla haşr-i ekberin esbab-ı mûcibesini ve hikmetlerini öyle bir tarzda beyan eder ki; tılsım-ı kâinatın üç muammasından bir muammasını gayet parlak bir surette halleder. {(Haşiye):[4]}

Otuzuncu Söz[değiştir]

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا وَ قَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا

ayetiyle

عَالِمِ الْغَيْبِ لاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى الْاَرْضِ وَلآ اَصْغَرُ مِنْ ذَلِكَ وَلآ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ

âyetlerinin enaniyet-i insaniye ve tahavvülât-ı zerrat hakkındaki hakikata dair gelen âyâtın iki mühim sırrını iki maksad ile beyan eder. Birinci Maksad, enaniyet-i insaniyenin muamma-yı acibesini hallederek silsile-i diyanet ile silsile-i felsefenin menşe'lerini gayet parlak bir tarzda gösterir.

İkinci Maksad, tahavvülât-ı zerratın tılsımını keşfediyor. Zerratın harekâtını, o derece hikmetli ve muntazam gösteriyor ki: O umum zerreler, Sultan-ı Ezelî'nin muhteşem ve muazzam bir ordusu ve muti' ve müsahhar memurları olduğunu kat'î delillerle isbat eder. Yirmi Dokuzuncu Söz nasılki tılsım-ı kâinatın üç muammasından birisini keşfetmiş. Bu Otuzuncu Söz dahi akılları hayrette bırakan ve feylesofları sersemleştiren o tılsımın üç muammasından ikinci muammasını halletmiştir.

Hususan hâtimesinde: Yedi hikmet ve yedi kanun-u azîm ile bir ism-i a'zamın tecellisini göstermekle; tahavvülât-ı zerratın hikmetini gayet kat'î ve parlak bir surette gösterdiği gibi, zîhayat cisimlerini, o zerratın seyr ü seferine bir misafirhane ve bir kışla ve bir mekteb hükmünde gösterir, {(Haşiye):[5]} isbat eder.

Otuz Birinci Söz[değiştir]

سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلاً مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ اِلَى الْمَسْجِدِ الْاَقْصَى الَّذِى ... إلخر...

وَ النَّجْمِ اِذَا هَوَى

âyetlerinin hakikatını teyid eden âyâtın en mühim bir hakikatı olan Mi'rac-ı Ahmediye'yi (A.S.M.) ve o mi'rac içinde kemalât-ı Muhammediyeyi (A.S.M.) ve o kemalât içinde Risalet-i Ahmediye'yi (A.S.M.) ve o risalet içinde çok esrar-ı rububiyeti tefsir eder. Ve kat'î delillerle isbat eder bir risaledir. Muhtelif tabakattan olan insanlardan bu risaleyi kim görmüşse, karşısında hayran olup, akıldan uzak mes'ele-i mi'racı en zahir ve vâcib ve lâzım bir tarzda gösterdiğini kabul ediyorlar. Hususan o şecere-i nuraniye-i mi'racın âhirlerinde beş yüz meyveden "Beş Meyve"sini o kadar güzel tasvir eder ki; zerre mikdar zevki, şuuru bulunan onlara meftun olur.

Otuz İkinci Söz[değiştir]

Üç Mevkıftır

Birinci Mevkıf

لَوْ كَانَ فِيهِمَا اۤلِهَةٌ اِلاَّ اللّٰهُ لَفَسَدَتَا

âyetinin mealindeki yüzer âyâtın vahdaniyete dair en mühim hakikatını öyle bir surette isbat eder ki; şirk ve küfür yolunu muhal ve mümteni' gösterir. Kâinatın etrafından küfür ve şirki tardeder. Zerrat adedince vahdaniyetin delilleri bulunduğunu beyan eder. Gayet latif ve yüksek ve mantıkî bir muhavere-i temsiliye suretinde, hadsiz geniş mesaili o temsil içinde dercedip gösterir. Ve zeylinde gayet latif birkaç mes'ele var ki; hakikat oldukları halde şiirin en parlak ve geniş hayalinden daha parlak, daha geniştir.

İkinci Mevkıf

اَللّٰهُ الصَّمَدُ

قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌ

in hakikatına dair sırr-ı ehadiyete ve vahdete gelen teşkikat ve evhamı izale eder. Ehl-i dalaletin ehl-i tevhide karşı ettikleri itirazatı kat'î bir surette reddediyor. Birinci Mevkıf'tan daha kuvvetli, âyât-ı Kur'aniyenin vahdaniyete dair mu'cizane isbatlarını gösterir. Ehadiyet-i Zâtiye ile bütün eşyayı birden bir anda tedbir ve terbiye etmek olan hakikat-ı muazzama-i Kur'aniyeyi gayet güzel ve vâzıh bir temsil ile isbat eder. Aklı ikna ve kalbi teslime mecbur eder.

Ve bilhassa bu İkinci Mevkıf'ın hâtimesinden evvel ikinci temsilin neticesinde Zât-ı Akdes-i İlahiye'den hiçbir şey saklanmadığını ve hiçbir şey ondan gizlenemediğini, hiçbir ferd ondan uzak kalmadığını hiçbir şahıs külliyet-i kudsiye kesbetmeden ona yanaşamadığını ve rububiyetinde ve tasarrufunda bir iş, bir işe mani olmadığını ve hiçbir yer onun huzurundan hâlî kalmadığını, her şeyde bakar ve işitir sem' ve basarının cilvesi bulunduğunu, silsile-i eşya emirlerinin sür'at-i cereyanlarına birer tel, birer damar hükmüne geçtiğini, esbab ve vesait sırf zahirî bir perde olduğunu, hiçbir yerde bulunmadığı halde her yerde ilim ve kudretiyle bulunduğunu, hiçbir tahayyüz ve temekküne muhtaç olmadığını ve uzaklık ve güçlük ve tabakat-ı vücudun perdeleri onun kurbiyetine ve tasarrufuna ve şuhuduna mani olmadığını ve maddîlerin, mümkinlerin, kesiflerin, kesîrlerin, mahdudların hassaları onun dâmen-i izzetine yanaşamadığını ve tegayyür ve tebeddül ve tahayyüz ve tecezzi gibi emirlerden mücerred, münezzeh, müberra ve mukaddes olduğunu gayet güzel bir surette isbat eder.

Bu İkinci Mevkıf'ın hâtimesinde sırr-ı ehadiyete dair arabiyy-ül ibare gayet mühim bir parça tercümesiyle beraber gayet parlak bir surette çok mesail-i mühimmeyi ifade eder. Hususan insanın muhasebe-i a'mali için haşir ve neşri yapmak, koca kâinatı tağyir ve tebdil ve tahrib ve tamir etmek sırrını beyan eder.

Üçüncü Mevkıf

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ

و َاِنَّ الدَّارَ الْاۤخِرَةَ لَهِىَ الْحَيَوَانُ

âyetlerin mealindeki yüzer âyâtın mühim bir hakikatını gayet mühim bir müvazene ile beyan eder. Ehl-i dalalet hakkında hayat-ı dünyeviye ne kadar müdhiş neticeler getirdiğini ve ehl-i hidayet hakkında ne kadar güzel neticeler ve gayeler verdiğini gösterir.

Hususan, muhabbet hakkındaki semerat-ı dünyeviye ve uhreviye; ehl-i dalalet için ne kadar elîm, ehl-i hidayet için ne kadar hoş olduğunu gösterir.

Bu Üçüncü Mevkıf hakkında bazı müdakkik kardeşlerimiz demişler ki: "Sair risaleler yıldızlar olsa, bu güneştir." Diğer biri ona mukabil demiş: "Herbir risale, kendi âleminde ve kendine mahsus sema-i hakikatta birer güneştir. Uzak olanlara yıldız, yakın olanlara şemstirler." {Haşiye):[6]}

Otuz Üçüncü Söz[değiştir]

Otuz üç mektubtur On beşi Küçük Sözler gibi küçüktürler. Mütebâkîsi büyüktürler.

Küçüklerden iki sâhifeli bulunduğu gibi, büyüklerden de dört yüz sahife kadar olanı vardır. Hatta Otuz Birinci Mektub'un yarısı on beş Risale olmuştur.

Fihrist Risalesi → Sonraki Risale: Fihriste-i Mektubat

  1. Bu temsilin meâliyle mühim bir mecliste, Ankara’da, otuz sene evvel Ziya Gökalp gibi müthiş bir mülhid şakk-ı şefe etmeyecek derecede ilzâm oldu.
  2. Bu temsilin mealiyle yirmi beş meb'us ve içinde mühim kumandanlar bulunduğu halde teslime mecbur oldular.
  3. Başta parlaklığını göstermiyor, beş’den sonra parlıyor.
  4. Yirmi Dokuzuncu Söz'ün göz ile görünen bir kerameti var. O kerameti gösterir nüshalar yazılmıştır. O kerameti göstermeyen nüshalar hatt-ı hakikisine rast gelmemiş. Ezcümle, on altı sahifesinde ihtiyarsız, tasannu'suz her sahifenin satırlarının başlarında [on altı elif] gelmesidir.
  5. Bu Otuzuncu Söz çıktığı zaman, kalbini kaybetmiş bir adam okuyup ehemmiyet vermeyerek, yatarken yastığının altına koymuş, yatmış. Rüyasında üç defa birbiri üstüne o adamı boğmak için boğazını sıkmışlar. O adam uyanıp tekrar yatar, yine aynı hâl... Rüyâsında ona denilmiş: "Niçin başının altına bunu bırakıyorsun, hürmetsizlik ettin!" O adam da, temerrüdü terk edip, kemâl-i hürmetle o risaleyi alıp rafa bırakır. Sonra yatar. Sabahleyin rast geldiklerine hikâye eder. Hem Hizmet-i Kur'âniyede mühim bir rükün olan Hüsrev, o risalenin kendisine tesliminden mukaddem, Peygamber Aleyhissalatü Vesselâmla münasebattar bir rüya görmüş. Bu Söz, gördüğü rüyanın hakikatlerini tabir ettiğini, bu Sözün o gün eline geçmesiyle görmüş. Ve bu rüya onun için bir keramet-i kat'iye hükmüne geçmekle, tamamiyle hizmete teslim olmuş ve Nurun kahramanı olmuştur.
  6. Bu mevkıfın; birinci müstensih, -tevafuktan hiç haberimiz yokken- acele ve bazan gece vaktinde yazdığı bir nüshasında hârika bir tevafuku gördük. Bazen bir sayfada otuz tevafukat bulunuyor. O ihtiyarsız olan tevafukatı, o mevkıfın bir sırr-ı kerâmeti telâkki ettik.