Risale:Diğer Talebe Müdafaaları (Müdafaalar)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Müdafaa: Emirdağ Hayatı (Isparta Mahkemesinden Sonra)Tüm Müdafaalar

(Bazı Nur talebelerinin 1950’den sonra yapmış olduğu müdafaalardır.)

Urfa Asliye Ceza Mahkemesine [Araçlı Abdullah][değiştir]

Asliye Ceza Mahkemesi Yüksek Makamı'na

Urfa

Muhterem hâkimler,

Müsaadenizle bir-iki maruzatımı mecburen söyleyeceğim:

Şimdi bu vatanın her tarafında ve âlem-i İslâmın hattâ diğer ecnebî memleketlerinin mühim merkezlerinde Kur’an namına intişar etmiş ve milyonlarla kimselerin imanlarını taklitten tahkike çevirmiş ve bu millete büyük ve hayırlı tesirlerini, feyizli dersleriyle isbat etmiş Kur’an’ın nuru Risale-i Nur’un neşretmemesi ve bizim gibi hayatı tehlikede, imansızlık ve dalâlet vadilerinde koşan biçarelerin okumaması için dinimizin gizli düşmanları olan komünist veya tabiiyyun olan farmasonlar, türlü desiselerle adliyeleri ve hükûmetleri şaşırtmak için çalıştılar. Kaç defa Nurları okuyan mübarek talebeleri ve başta dahi bir mütefekkir ve kahraman-ı İslâm olan Bediüzzaman Said Nursî’yi mahkemelere verdiler.

Eskişehir, Isparta, Denizli, Afyon, İstanbul Ağır Ceza Mahkemeleri, neticede; "Gizli ders, tarikatçılık, cemiyet kurma" gibi ithamların tamamen hilâf-ı hakikat olduğu isbat edilerek beraetler verildi. Mahkemelerce tebeyyün etti ki:

Risale-i Nur; serâpa İslâmiyet, Kur’an ve iman hakikatlerinden ibarettir. Ve Nur talebeleri, Kur’an’a kopmaz rabıtalarla bağlanmışlardır. Dini; hiçbir şahsî, dünyevî, süflî menfaatlere âlet etmedikleri ve sadece rıza-yı ilâhi için çalıştıkları güneş gibi tezahür etti. Çünkü, Risala-i Nur bin seneden beri İslâmiyet aleyhine ve insaniyet zararına tahribatçı küllî cereyanlara karşı sarsılmaz hüccetlerle tam mukabele edip, din düşmanlarının temellerini dağıtıyor.

İşte biz de, bizim ebedî hayatımızı ve ebedî saadetimizin anahtarı imanımızı, bu dalâlet asrında bize kazandıran Risale-i Nur’u okurken ve yazdıklarımızı tashih ederken, sanki "dinsiz komünistlerin saçma ve düzmece ve zehir saçan evraklarını okuyormuşuz" gibi, yakalanıp mahkemeye veriliyoruz.

Masum dindarların aleyhinde olan dinsiz komünistler, her tarafa evham vererek bizim gibi gurbette yalnız dersleriyle alâkadar, siyasetten hattâ dünyadan habersiz iki-üç talebenin, birkaç kişi yanına gelip gitmesiyle ve onların kendi derslerini bir-iki kişinin dinlemesiyle hem bizi, hem adliyeyi, hem zabıtayı manasız meşgalelerle uğraştırıyorlar. Her asırda en az üç yüz elli milyon mensubu bulunan ve şimdi dünyanın yarısından fazlasını istilâ etmiş olan ve milyonlarla hâfızların lisanında tekrarlanan Kur’an’ımızın emsalsiz bir tefsiri Risale-i Nur’un talebeleri olan bizleri hayatımızdan daha çok sevdiğimiz imanî derslerimizden mahrum etmek istiyorlar. Habbeyi kubbe yaparak, formalitelere uydurarak, bir isim takarak, lastikli bir kanun maddesine rast getirip, bizi kanunen mesul göstermek istiyorlar. Fakat âdil, vicdanlı hâkimler neticede hakikati meydana çıkarıyorlar.

Ezcümle: Bu son defa Afyon Mahkemesi dört sene devam ettiği halde sonunda zaten serbest olan Risale-i Nur yine serbest bırakıldı. Bütün yüksek makamlara Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî’nin şekvasından bir küçük parçası şudur ki:

"Haşirdeki mahkeme-i kübraya bir arzuhaldir ve dergâh-ı ilâhiye bir şekvadır. Ve bu zamanda mahkeme-i temyiz ve istikbaldeki nesl-i âti ve dârülfünunların münevver muallim ve talebeleri dahi dinlesinler:

Ben de otuz- kırk sene hayatımı bilenleri ve Nur’un binler has şakirdlerini işhad ederek derim: İstanbul’u işgal eden İngiliz’in başkumandanı İslâm içinde ihtilâf atıp hattâ şeyhülislâmı ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevk ederek, İtilafçı-İttihatçı fırkaları birbirine uğraştırmasıyla Yunan’ın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhine Hutuvat-ı Sitte eserini Eşref Edib'in gayretiyle tab’ ve neşretmekle o kumandanın dehşetli planını kıran ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmeyen ve Ankara reisleri o hizmeti için çağırdıkları halde Ankara’ya kaçmayan ve esarette Rus’un başkumandanının idam kararına ehemmiyet vermeyen ve Otuz Bir Mart Hadisesi*nde isyan etmiş sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve Divan-ı Harb-i Örfî’de mahkemede paşaların ‘Sen mürtecisin, şeriat istemişsin!’ diye suallerine karşı idama beş para ehemmiyet vermeyip, ‘Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise bütün ins ve cin şahid olsun ki, ben mürteciyim ve şeriatın bir tek meselesine ruhumu feda etmeye hazırım!’ diyen ve o büyük zabitleri hayretle takdire sevk edip idamını beklerken beraatine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken onlara teşekkür etmeyerek, ‘Zalimler için yaşasın cehennem!’ diye yolda bağıran ve Ankara’da divan-ı riyasette, M. Kemal ona hiddetle dedi: ‘Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirleri beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyleri yazdın, içimize ihtilâf verdin.’ Ona karşı dedi: ‘İmandan sonra en yüksek namazdır. Namaz kılmayan hâindir. Hâinin hükmü merduttur.’ diye kırk-elli mebusun huzurunda söyleyen ve o dehşetli kumandan ona bir nev’i tarziye verip hiddetini geri alan ve altı vilâyetin zabıtası ve hükûmeti asayişin ihlâline dair bir tek madde kaydetmeyen ve yüzbinler Nur şakirdlerinin hiçbir vukuatı görülmeyen, hiçbir şakirdinde cinayet işitilmeyen ve hangi hapse girmiş ise mahpusları ıslâh eden ve yüzbinler nüsha Risale-i Nur’dan intişar etmekle beraber menfaatten başka hiçbir zararı olmadıklarını yirmi üç sene hayatının, üç hükûmet ve mahkemelerin beraatler vermelerinin ve Nur’un kıymetini bilen yüz bin şakirdlerinin kavlen ve fiilen tasdiklerinin şehadetiyle isbat eden ve münzevî, mücerred, garip, ihtiyar, fakir, kendini kabir kapısında gören ve bütün kuvvet ve kanaatiyle fâni şeyleri bırakıp, eski kusuratına bir keffaret ve hayat-ı bâkiyesine bir medar arayan ve dünyanın rütbelerine hiç ehemmiyet vermeyen ve şiddet-i şefkatinden masumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için kendine zulüm ve tazib edenlere beddua etmeyen bir adam hakkında, ‘Bu ihtiyar münzevî, asayişi bozar, emniyeti ihlâl eder ve maksadı dünya entrikalarıdır, öyle ise suçludur.’ diyenler ve onu pek ağır şerait altında mahkûm edenler yerden göğe kadar suçludurlar. Mahkeme-i kübra-i haşirde hesabını verecekler."

Muhterem hâkimler!

Böyle bir İslâm kahramanı ve bu asrın ve istikbalimizin hidayet serdarı ve eşine rastlanmayan İslâmiyet fedaisi Bediüzzaman’ın eserlerini okumak dinsizlerin, komünistlerin, imandan bîhaberlerin elbette işine gelmez.

Üstadımız Bediüzzaman’ın beyanı ki: "Risale-i Nur, koca bir cennetin fiyatı olacak bir servet ve hayat-ı ebediyeyi kazandıracak bir âb-ı hayat ve hakikate muarız bütün feylesofları ilzam edip hayrette bırakacak bir keşfiyattır."

"Risale-i Nur, sahabe-i kiramın âli seciyelerini ve Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nuranî meşrebini beyan eden bir nur ve feyiz hazinesidir. Risale-i Nur bu asırda Kur’an-ı Hakîmin bir mucize-i maneviyesi, hakiki yüksek ve parlak bir tefsiridir. Risale-i Nur şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne maruz heyet-i İslâmiyeye en nafi bir nur ve dalâlet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğunu yüzbinlerle kimseler tarafından idrak ve tasdik edilen bir eser külliyatıdır.

Risale-i Nur, veraset-i nübüvvet yoluyla doğrudan doğruya hakikatü’l-hakaike yol açmış cadde-i kübra-i Kur’aniyedir. Bunun içindir ki; Avrupa’nın felsefî dalâletlerine galebe ediyor. Ve cerh edilmez aklî, mantıkî, ilmî hüccetlerle dünyayı saran komünizmi ve masonluğu kökünden yıkıyor. Risale-i Nur, avamdan en âlim ve en münevvere kadar her sınıfın kendi istidadı nisbetinde istifade edebileceği bir eser külliyatıdır."

İşte bu hakikatler içindir ki, Nurları okuyan, yazan ve daima Nurlara çalışan Nurcular, dünyanın her tarafında gittikçe çoğalmaktadır.

Muhterem hâkimler,

Tashihat yaparken odamızdan müsadere edilen Denizli’de beraat eden ve temyizin de tasdik ettiği büyük mütefekkir Bediüzzaman Said Nursî’nin Ayetü’l-Kübra eserinin bir yerinde, kâinat Hâlikını ve sahibini arayan dünya seyyahı şöyle söylüyor:

"Bu dünyada hayatın gayesi ve hayatın hayatı iman olduğunu bilen bu yorulmaz ve tok olmaz yolcu, kendi kalbine dedi ki:

Aradığımız zatın sözü ve kelâmı denilen, bu dünyada en meşhur ve en parlak ve en hâkim ve ona teslim olmayan herkese, her asırda meydan okuyan Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan namındaki kitaba müracaat edip, o ne diyor bilelim. Fakat, en evvel, bu kitap bizim Hâlikımızın kitabı olduğunu isbat etmek lâzımdır, diye taharriye başladı.

Bu seyyah, bu zamanda bulunduğu münasebetiyle, en evvel manevi i’caz-ı Kur’aniyenin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüz otuz risaleleri, âyat-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-ı Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki; onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’an; elbette semavîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ, Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerinden bir tek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmi Beşinci Söz ile On Dokuzuncu Mektubun ahiri, Kur’an’ın, kırk vecihle mucize olduğunu öyle isbat etmiş ki, kim görmüş ise, değil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok senâ etmiş."

İşte muhterem heyet-i hâkime,

Madem kabir kapısı kapanmıyor, madem gözünü kapayan yalnız kendine gündüzü gece yapar ve madem cennet ucuz değil, cehenem dahi lüzumsuz değildir.

Biz talebeler Risale-i Nur’un hakikat güneşine gözümüzü kapayamıyoruz. Hakikat-ı Kur’aniye güneşi ise üflemekle sönmez. Nurlananlar, nur yolundan hiçbir beşeri kuvvetle dönmez. Gizli düşmanlarımız zabıtayı ve hükûmeti, adliyeyi iğfal etmeye çalışanlar dünyamızı başımıza ateş yapsalar, Nurları okuyacağız ve yazacağız, inşaallah. Adalet namına hareket edenleri, o muannidler aldatamayacaklardır. Diğer mahkemelerde, hak namına adalet için çalışanların, Kur’an’ın lemeatı ve tereşşuhatı olan, beşeri gaflet sersemliğinden ikaz eden Risale-i Nur’u serbest bırakmaları gösteriyor ki:

Zikrettiğim gibi, Kur’an dellâlı olan Risale-i Nur’a herkesin çok büyük ihtiyacı vardır. Ve Risale-i Nur şahsî, süflî, dünyevî menfaatlere âlet olamıyor. Bizim gibi masum dindarlara musallat olanlar imanî derslerden ayırmayı tevehhüm edenler, lâiklik prensiplerini dinsizliğe ve komünizme âlet etmek isteyenlerdir. Dâhi, büyük mütefekkir Bediüzzaman Said Nursî’nin beyanı vechile:

"Ekser enbiyanın şarkta ve Asya’da zuhurları ve ağleb-i hükemanın garbta ve Avrupa’da gelmeleri kader-i ezelînin bir işaretidir ki; Asya’da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binaen, Asya’da hüküm süren dindar olmasa da din lehine çalışanlara ilişmemeli ve teşvik etmelidir.

Kur’an-ı Hakîm, bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. El’iyazü billâh Kur’an, küre-i arz başından çıksa, arz divane olacak; akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpmak, bir kıyamet kopmasına sebep olmak, akıldan uzak değildir. Evet, Kur’an ferşi arşla ve arşı ferşle bağlamış bir zincir, bir hablullahdır. cazibe-i umumiyeden ziyade zemini muhafaza ediyor."

İşte bu Kur’an-ı Azimüşşanın hakiki ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu asırda, bu vatanda, bu millete yirmi seneden beri (şimdi yirmi sekiz) tesirini göstermiş büyük bir nimet-i ilâhiye ve sönmez bir mucize-i Kur’aniyedir. Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ürkütüp ondan vazgeçirmek değil, himaye etmek ve okunmasını teşvik etmek gerektir.

İşte bütün bu cerh edilmez hakikatlerden sonra yine, evet Risale-i Nur’la meşguliyete dünyada hiçbir âdil mahkeme suç diyemez. Fakat size bir ad takıp, bir bahane ile işkence yapmak istiyorlar denirse, ben de derim:

1 اِنَّا ِللهِ وَ اِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُون

2 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

17.2.1953

Yusufpaşa Mahallesi

Kadıoğlu Camii mevkiinde mukim

Araçlı Abdullah

1.) Allah bize kâfidir. Ve, O ne güzel vekildir. (Âl-i İmran Suresi: 173)

2.) Biz Allah'a ait (kullar)ız ve yine Ona döneceğiz. (BakaraSuresi: 156)

Urfa Asliye Ceza Mahkemesine [Hüsnü Bayram][değiştir]

1 بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

Asliye Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına

Urfa

Muhterem heyet-i hâkime,

Bizlere yapılan "gizli mekteb" zan ve ittihamı bütün bütün hakikat hilâfınadır. Çünkü, bulunduğumuz cami önünde çeşmeler vardır. Buraya ve camiye günde iki yüz kişinin gelmesi, böyle bir yerin gizli olmayacağı çocukların dahi bileceği bir hakikattir. Hem bizim şehrin en işlek bir yerinde kalmamız gösteriyor ki, gizlilikle ve gizli şeylerle alâkamız yoktur.

"Mekteb açmışsınız" sözü de büsbütün yanlış bir şayiadır. Bunu işitenler gülüyorlar. Biz, Kur’an’ın gayet parlak ve yüksek bir tefsiri Risale-i Nur’a çalışan talebeleriz. Evet asla inkâr etmeyiz. Biz okurken gelip dinleyenler oluyor. Bu bir mekteb midir? Şahidlerin görüşleri doğrudur; fakat kelimeleri yanlıştır, hakikat hilâfınadır. Biz o gün arkadaşımla, elimizle yazdığımız iki adet Ayetü’l-Kübra risalesini tashih etmek için beraber okuyor ve o iki arkadaş da dinliyordu. Bu vaziyette sanki komünistlerin ve dinsizlerin eserlerini okuyormuşuz gibi hem adliyeyi, hem zabıtayı, hem mahkemeyi bizimle meşgul ederek bir bahane ile mahkemelere sevkettiriyorlar. Hem muhterem hâkimlerin bildikleri gibi Urfa’nın ekseri evlerinde dinî bir kitabı biri okuyup diğerleri dikkatle dinliyorlar. Hem bir yerde yasak olmayan bir eseri okuyup, başkalarının dinlemesiyle bir mekteb mi açılmış olur. Sadece okumak ve dinlemekten ibarettir.

Bu vaziyette anlaşılıyor ki: Biz yalnız, bu asırda Kur’an’ın yüksek ve parlak ve kâinatta en yüksek olan iman hakikatlerini beyan eden Risale-i Nur’u okuyoruz. İmanî ve İslâmî kitapları okuyup dinlemeye, bir tedrisat süsü vermek, kuvvetli bir icbarla üzerimize "mekteb açmışsınız" etiketini yapıştırmaya gayret etmek olduğunu; bizim masum, dindar, iman ve ahiretle meşgul olan gençler olduğumuzu herkesin bildiği gibi, elbette siz de takdir edersiniz.

Hem büyük dâhi mütefekkir Üstadımız Bediüzzaman, otuz seneden beri siyaseti terk etmiş

2 اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ

demiş ve talebelerine de, "Biz iman cereyanındayız. Gayemiz rıza-yı ilâhîdir. Siyasî cereyanlara girmeyiniz" diye ders verdiğinden hiçbir siyasî ve dünyevî şeylerle alâkamız yoktur. Hem altı vilâyetin zabıtası, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî hakkında, "Bediüzzaman ve Risale-i Nur talebeleri imanla kafalara bir yasakçı bırakıp, emniyet ve asayişi muhafaza ediyorlar." diye rapor vermişler.

Muhterem hâkimler,

Bizim bütün okuyup yazdığımız ve daima meşgul olacağımız Risale-i Nur, bütün mahkemelerde beraet etmiş ve sırf İslâmiyet ve iman ve Kur’an hakikatlerinden ibaret olduğu güneş gibi tezahür ederek, kaziye-i muhkeme haline gelmiştir. Son Afyon Mahkemesi de bütün kitap, risale ve mektupları iade etmeye ittifaken karar vermişlerdir.

Risale-i Nur, yüz otuz parça harikulâde risalelerden müteşekkil bir şaheser külliyatı ve yirminci asrın fünun-u müsbetesiyle, ulûm-u imaniye ve hakaik-i Kur’aniyeyi mezc ve telif etmek gibi, bu asra kadar hiçbir eserde görülmediği ehl-i ilim ve hakikatçe, feylesof ve profesörlerce musaddak olan emsalsiz bir hususiyete malik eserlerinin neşriyatı Anadolu, Arabistan, Mısır, Pakistan, Avrupa ve Amerika’ya kadar inkişaf etmiştir. Ve müellifi, büyük İslâm dâhisi Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur hakkında şöyle diyor:

"Risale-i Nur, manevî hakikatleri ve iman ilmini, Avrupa’nın fen ilimleriyle mezc ederek gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen ve mantıken isbat eder. Risale-i Nur, hâl ve istikbalin ilmî, imanî, aklî ve fikrî ihtiyaçlarına cevap verir bir kuvvet ve mahiyet ve hususiyettedir. Risale-i Nur’da başka eserlerden nakil yoktur. Kur’an’ın mucize-i maneviyesidir. Risale-i Nur, yüz manevî keşfiyatı hâvi bir tılsım, kâinatın muammasını keşf ve hâl eden bir keşşaftır. Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve bu millet için değil, âlem-i İslâm ve beşeriyet için yazılmıştır. Risale-i Nur, şu zamanın yaralarına münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümüne maruz heyet-i İslâmiyeye en nafi bir nur ve dalâlet vadilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğunu, yüzbinlerle kimseler tarafından idrak ve tasdik edilen bir eser külliyatıdır.

Muhterem heyet-i hâkime,

Risale-i Nur’un beyanı vechile:

"Madem bin seneden beri iman ve Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup, ehl-i imana hücum ediyor. Bir saadet-i ebediyenin, bir hayat-ı bakiyenin ve bir cennet-i daimenin anahtarı, medar-ı esası olan imanı sarsmak istiyorlar. Elbette her şeyden evvel imanımızı taklitten tahkike çevirip kuvvetlendirmeliyiz. Hem bir fakir insana, değil fani ve muvakkat bir tarlayı, bir haneyi, belki koca bir kâinatı, dünya kadar bir mülk-ü bakiye kazandıran ve bir fâni adama, bâki bir hayatın levazımatını bulduran ve ecelin darağacını bekleyen bir biçareyi, idam-ı ebediden kurtaran ve saadet-i sermediyenin hazinesini açan en kıymettar bir sermaye-i insaniye, imandır."

Bu mübarek vatan ve kahraman milleti dinsizlikten kurtaran ve komünistliği kökünden kesen bu eserlere, gizli din düşmanları doğrudan doğruya değil, belki birtakım bahanelerle taarruz ediyorlar. Bu taktikle bu vatan ve millete tesirli ve tahkiki iman ve İslâmiyet hakikatlerini yerleştiren Risale-i Nur’u ve talebelerini ve büyük dâhi müellifi Bediüzzaman’a da cemiyetçilik itham ve yaygarasıyla, maske altında adliyeyi ve hükûmeti evhama düşürüp, aleyhe geçirmeye çalışıyorlar. O komünist ve zındıklar iyi bilsinler ve titresinler ki, Üstadımız Bediüzzaman’ın dediği gibi:

"Risale-i Nur benim malım değil, Kur’an’ın malıdır. Kur’an’ın feyzinden gelmiştir. Hiçbir kuvvet onu Anadolu’nun sinesinden söküp atamayacaktır. Risale-i Nur, Kur’an’a bağlıdır. Kur’an ise arş-ı âzamla bağlanmıştır. Kimin haddi var ki, onu oradan söküp atsın. Risale-i Nur’la mübareze edilmez, o mağlup olmaz. Yirmi senedir en muannid feylesofları da susturuyor (şimdi yirmi sekiz sene oldu), iman hakikatlerini güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir. Risale-i Nur, söndürülmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Onun talebeleri başkalarına benzemezler. Risale-i Nur’u mağlub edebilmek için, kâinatı elinde tutan bir kuvvet lâzımdır. Çünkü, Risale-i Nur dünyevî işlere, şahsî ve süflî menfaatlere âlet olamaz. Güneş gibi hakikat-i imaniye ve Kur’aniye, yerdeki muvakkat ışıkların cazibesine tabi ve âlet olmadığı gibi, o hakikati tanıyan, Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına belki kâinata da âlet edemez. Evet, Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı imanî olan hakikatleriyle gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları imana getiren kuvvetli bürhanlarla Kur’an’a hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz ve bilfiil öyleyiz."

Muhterem heyet-i hâkime,

Bin seneden beri Kur’an’ın bayraktarı ve âlem-i İslâmın kahraman bir mücahidi olan ve Kur’an’ı cihat-ı sittesinde ilân eden necib ve mübarek kahraman ecdadımızın evlâtlarını nur-u imandan ayırmak ve İslâmiyet defterine geçen mefahir-i âliyesine zıt olarak, maddî ve manevî helâketlere maruz bırakmak olan dehşetli suikasdlara ve o kahraman ecdadın torunları olan bugünkü gençliği ve gelecek nesilleri, o şeref-i âliden mahrum etmek olan dehşetli dinsizlik telkinlerine karşı Kur’an-ı Kerim’in on dördüncü asr-ı Muhammedî’deki (a.s.m.) aziz evlâdı ve bu asrın bir hidayet medarı ve o müdhiş zamanın, müdhiş zulümatına karşı Nur-u Kur’an’la mukabele eden büyük fedakârı ve Risale-i Nur’un yüz binler müshalarını, milyonlar talebelerin kalemleriyle her tarafta neşredip, dinsizliğe ve küfr-ü mutlaka ve komünizme karşı bir sedd-i Kur’anî tesis eden muhteşem kahramanı Bediüzzaman Said Nursî ve "Yüz bin başlar feda oldukları bu hakikate başımız dahi feda olsun." diyerek nur-u İslâmı söndürmek ve nur-u imanı yok etmek için yapılan dehşetli zındıka hücumlarına karşı mukabele eden; istibdatlara, icbarlara karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza ve şeref-i imanı âleme ilân eden; Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’dan kalb-i münevverlerine gelen ve iman hakikatlerini güneş gibi parlak delil ve hüccetlerle isbat eden ve Risale-i Nur’la dinsizlik, dalâlet ejderhalarına meydan okuyan ve dalkavukluk yapmayan ve mahkemelerde, "Başımdaki saçlarım adedince başlarım olsa, her gün biri kesilse, zındıkaya teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem. Ve hakikat-ı Kur’an’a feda olan bu başı, o zalimlere eğmem." diyen ve ehl-i dalâlete meydan okuyan ve hizmet-i imaniye yolunda hem dünyevî, hem lüzumsuz olsa uhrevî hayatlarını da feda eden ve mahkemelerde dava ettiği gibi, "Bir tek hakikat-i imaniyeyi, dünya saltanatıyla değiştirmeyen" kahraman-ı İslâm olan Üstadımız Bediüzzaman ve Risale-i Nur’dan bizi uzaklaştıracak hiçbir beşerî kuvvet yoktur.Hem Risale-i Nur iki hayatımızın halâskârı ve sermaye-i ömrümüz ve gaye-i hayatımızdır. Komünistler ve dinsizler kağıt ve mürekkebi kaldırsalar, eğer mümkün olsa derimizi kağıt ve kanımızı mürekkeb yapıp yine Risale-i Nur’u yazacağız.

Müdrik heyet-i hâkime bilirler ki:

Halife-i rû-yi zemin Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz hilâfeti zamanında âdi bir Hristiyan ile mahkemede birlikte muhakeme olundular. Halbuki o Hristiyan, İslâm hükûmetinin mukaddes rejimlerine, dinlerine, kanunlarına muhalif iken, mahkemede onun hâli nazara alınmaması açıkça gösterir ki; adalet, hiçbir cereyana kapılmaz. Hiçbir tarafgirlik güdemez.

İşte bunun içindir ki, mahkemede; kahraman-ı İslâm olan Bediüzzaman Said Nursî’nin beyanı vechile: "Ehl-i imandan bütün gelenler maziye gidenlere mağfiret dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen, Denizli Mahkemesinde demiştim: Mahkeme-i kübra-i haşirde milyarlar ehl-i imandan davacılar tarafından, Kur’an hakikatlerine hizmet eden Nur talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki: Serbestiyet kanunlarıyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cemiyetlerine müsamahakârane bakıp ilişmediğiniz halde, vatan ve milleti anarşilikten, dinsizlikten ve ahlâksızlıktan ve vatandaşları ölümün idam-ı ebedîsinden kurtarmaya çalışan Risale-i Nur talebelerini hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz, diye sizlerden sorulsa, ne cevap vereceksiniz, biz de sizlerden soruyoruz? diye o zaman onlara demiştim. O zaman, o insaflı ve adaletli zatlar bizi beraat ettirdiler."

Muhterem hâkimler,

Bu âli hakikatlere rağmen bize derlerse ki: "Sizi mahkemeye sevk ettirmek ve biçilmiş bir kaftan giydirmek istiyorlar." Bu takdirde de şu ayet-i kerimenin kal’a-i kudsiyesine iltica ediyorum:

3 حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ

4 نِعْمَ الْمَوْلَى وَ نِعْمَ النَّصِيرُ

17.2.1953

Urfa, Yusufpaşa Mahallesi

Kadıoğlu Camii mevkiinde mukim

Hüsnü Bayram

1.) Her türlü noksan sıfatlardan beri olan Allah'ın adıyla.

2.) Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım.

3.) O ne güzel sahib ve ne güzel yardımcıdır. (Enfal Suresi: 40)

4.) Allah bize yeter. O ne güzel vekildir. (Âl-i İmran Suresi: 173)

Urfa kahramancıklarının Başvekil'e çektikleri telgraf[değiştir]

(Urfa kahramancıkları gayr-ı kanunî uğradıkları haksızlığa, işkence ve zulme karşı Başvekil’e çektikleri bir telgraftır.)

Sayın Adnan Menderes

Başvekil

Dünyada emsali görülmemiş ve şiddetli bir tazyike maruz kaldık. Kanunî hiçbir suçumuz, hattâ hiçbir kabahatımız olmadığı halde ve talebe halimizle sırf keyfî ve cebrî bir emirle ve 25 mahkemede Risale-i Nur’un ve talebelerinin asayişe ve emniyet-i umumiyeye hiçbir zararı olmadığı hakkında karar verildiği halde, Urfa’dan çıkarılmamız Emniyet Müdürü tarafından büyük tehdid ve hakaretlerle emrediliyor. Bütün dindar Urfalıların kalbini sızlatacak, vatan ve millete ve parti hesabına büyük zararlara sebeb olacak olan bu kanunsuz keyfî emrin acele önüne geçilmesi zarurî olduğunu saygılarımızla arzederiz.

Urfa Nur Talebelerinden

Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram

Urfa kahramancıklarının Dâhiliye Vekili'ne yazdıkları istidaları[değiştir]

Urfa kahramancıklarının Dâhiliye Vekili’ne yazdıkları istidaları

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ

Dâhiliye Vekaleti Yüksek Makamına

Ankara

Hiçbir suçumuz olmadığı halde bize tazyikat yapıldığından hakikat-ı hali mecburen arzediyoruz:

Kendi kendimizle, derslerimizle meşgul iken bütün kitablarımız alınarak mahkemeye sevkedildik. Aleyhimizdeki din düşmanlarının propagandası tesiriyle masum halimizle hapse dahi atıldık. Beş mahkeme cem’iyetçilikten beraet vermiş olduğu halde cem’iyetle ittiham edilerek sevkedildiğimiz Isparta Müddeiumumîliği evrakımızı tedkik edip, “Bunların cem’iyetle alâkası yoktur” diyerek dosyamızı küll halinde geri iade etti ve Urfa Adliyesi de bizi tahliye etti.

Bu asırda Kur’an-ı Kerim’in bir mu’cize-i maneviyesi bulunan ve Avrupa’nın fen ilimleriyle iman ve Kur’an hakikatlarını mezcederek hârika bir şekilde kâinatın en büyük kitabını tefsir ve iman hakikatlarını izah eden ve bütün beşeriyetin saadetini temine çalışan ve hayatımızdan çok ziyade sevdiğimiz risalelerimizi almak ve mahkememiz de neticeleninceye kadar ruhumuza çok yakın vatanımızın mübarek bir beldesi olan Urfa’ya geldik. Kanunî ve gayr-ı kanunî hiçbir suçumuz olmadığı halde akl u hayale gelmeyen ve ömrümüzde görmediğimiz ve tamamen kanun hilafına olarak Urfa’yı terketmemiz emredilip cebrî ve keyfî emirlerle tazyikat yapılıyor. Meselâ tehdid ve hakaretlerle karşılaşıyoruz. Müddeiumumîden izinsiz odamız taharri edilerek bir caniye yapılan muamele ile karakola zorla götürülüp tokat vuruluyor. Ve hattâ şahsımıza aid yazılarımız ve kalemlerimiz dahi alınıyor. Hiçbir suçumuz olmadığı için mahkemeye de verilemiyoruz. Bundan müteessir olan Urfa halkı sanki iktidardan nefret ediyorlar. Zâten daha evvel hapse atılmamız tamamen suçsuz olduğumuz için, birçok Demokratlar iktidardan soğudular. Ve diyorlar ki: Biz din için Demokrat olduk. Siz de din talebesisiniz. Sizden ne arıyorlar? deyip nefret ediyorlar. Bizim hiç haberimiz olmadığı halde, yapılan zulüm ve işkenceden haberdar olan bir kısım ileri gelen partililer valinin burada olmadığı bir zamanda Emniyet Müdürlüğü’ne çıkıp bütün Urfalılar namına diyorlar ki: “Bu talebelerden ne arıyorsunuz? Bunların kimseye zararı yok. Kendi dersleri ile meşguldürler.” Cevaben deniyor ki: “Yukarıdan emir alıyoruz. Nurcuların her vilayette kuvvetli şubeleri var. Bunlar belki darbe-i hükûmet yapmak için ki; asılsız bir vehme binaen, hiçbir sebeb yokken bunlarla Ankara’da bir kısım resmî adamlar uğraşıyor.” denilmiş. Risalelerimizin hepsine ve en gizli halimize kadar vâkıf olan Urfa Adliyesinin bizi serbest bıraktığı halde, hattâ bütün diğer yerlerdeki müteaddid ehl-i vukuf ve muhakemelerin kararları neticesinde Nur Risaleleri ve Nur talebelerinin bu vatan ve millete çok büyük faidesi bulunduğu tebeyyün ettiği halde, bizim hususî derslerimize dahi çalışmağa fırsat vermemek için gayret göstermek hangi kanun ve vicdan iledir? Dünyada hangi kanun müsaade eder?

Sayın Vekil! Dünyada kim vardır ki, ebediyeti arzu etmesin? Ve ebedî saadeti için çalışmasın? Hayvanın dahi aklı bulunsa idi, saadetini isteyip bu geçici, fâni, muvakkat misafirhane-i dünyayı ebedî saadeti yolunda feda edecek. Biz de sadece bu hakikatları, cerhedilmez delil ve hüccetlerle gösterip, isbat edip, ister istemez insanların akıllarını, kalblerini ve nefislerini kendine müsahhar eden ve ebedî saadetimizin anahtarı olan imanımızı kazandıran Risale-i Nur’un talebeleriyiz. Risale-i Nur ise, Üstadımızın beyanıyla ki: Risale-i Nur Kur’ana bağlıdır. Kur’anın feyzinden gelmiştir. Kur’an ise Arş-ı A’zam’la bağlanmıştır. Kimin haddi var ki, onu oradan söküp atsın. Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarıyla gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’ana hizmet etmektir. Risale-i Nur’la mübareze edilmez. O mağlub olmaz. Yirmi senedir de (şimdi 28 sene) en muannid feylesofları susturuyor, iman hakikatlarını güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir.

Üstadımız Bediüzzaman Said-ün Nursî’nin bir mahkeme müdafaasında beyan ettiği hakikatları bizim bu halimizle çok alâkalı olduğundan arzediyoruz:

Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz senedir bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle, bir masuma zarar gelmemek için bana zulmeden canilere değil ilişmek, beddua ile de mukabele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men’ ediyor. Çünki o zalim gaddarın ya peder ve vâlidesi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî zarar gelmemek için o dört-beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helâl ediyorum. İşte bu sırr-ı şefkat içindir ki, idare ve asayişe kat’iyyen ilişmediğim gibi, bütün arkadaşlarıma o derece tavsiye etmişim ki; altı vilayetin insaflı zabıtalarının bir kısmı itiraf etmişler ve demişler: Bu Nur şakirdleri, manevî bir zabıtadır. İdare ve asayişi muhafaza ediyorlar, dedikleri ve bu hakikata binler şahid ve yirmi sene hayatıyla tasdik ve yüzbinler şakirdlerinden zabıtaca hiçbir vukuat kaydetmemeleri ile teyid ettikleri halde o bîçare adamın ihtilalci ve insafsız bir komiteci gibi menzilini basmak ve insafsız adamlar ona ihanet etmek ve menzilinde bir şey bulmamakla beraber yüz cinayeti bulunan bir adam gibi, hattâ gayet kıymetdar ve antika ve mu’cizeli Kur’anını ve başındaki levhalarını evrak-ı muzırra gibi toplatmak acaba hangi kanun müsaade eder?

Yine Üstadımızın mahkeme müdafaasından:

Ben de buradaki mahkemeye değil, o insafsızlara derim: Ben sizin bana vereceğiniz en ağır cezanıza da beş para vermem ve hiç ehemmiyeti yok. Çünki ben kabir kapısında, 83 yaşındayım. Böyle mazlum ve masum bir-iki sene hayatı, şehadet mertebesiyle değiştirmek benim için büyük saadettir. Risale-i Nur’un binler hüccetleriyle kat’î imanım var ki, ölüm bizim için bir terhis tezkeresidir. Eğer zahiri i’dam da olsa, bizim için bir saat zahmet, ebedî bir saadetin ve rahmetin anahtarı olur. Fakat siz ey gizli düşmanlar ve zındıka hesabına adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle sebebsiz meşgul eden insafsızlar! Kat’î biliniz ve titreyiniz ki, siz i’dam-ı ebedî ile mahkûm oluyorsunuz. İntikamımı sizden pek çok muzaaf bir surette alınıyor görüyoruz. Hattâ size acıyoruz. Evet bu şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm hakikatının elbette hayattan ziyade bir istediği var. Ve onun i’damından kurtulmak çaresi, insanların her mes’elesinin fevkinde en büyük ve en ehemmiyetli ve en lüzumlu bir ihtiyac-ı zarurîsi ve kat’îsidir. Acaba bu çareyi kendine bulan Risale-i Nur şakirdlerinin ve o çareyi binler hüccetleriyle bulduran Risale-i Nur’u âdi bahanelerle ittiham edenler ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem oluyor, divaneler de anlar. Bu insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmayan siyasî cem’iyet vehmini veren üç maddedir:

Birincisi: Eskiden beri benim talebelerim benim ile kardeş gibi şiddetli alâkadar olmaları, bir cem’iyet vehmini vermiş.

İkincisi: Risale-i Nur’un bazı şakirdleri her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen cemaat-ı İslâmiye heyetleri gibi hareket etmelerinden bir cem’iyet zannedilmiş. Halbuki o mahdud üç-dört şakirdin niyetleri cem’iyet mem’iyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesanüddür.

Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalalet ve dünyaperestlikte bildiklerinden ve hükûmetin bazı kanunlarını kendilerine müsaid bulduklarından fikren diyorlar ki: Herhalde Said ve arkadaşları bizlere, hükûmetin bizim medeniyetçe nâmeşru’ hevesatımıza müsaid kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise muhalif bir cem’iyet-i siyasîdirler. Ben de derim: Hey bedbahtlar! Eğer dünya ebedî olsa idi ve insan içinde daimî kalsa idi ve insanî vazifeler yalnız siyaset bulunsa idi, belki bu iftiranızda bir mana bulunabilirdi. Hem eğer ben siyasetle işe girse idim, yüzer risalelerde on cümle değil, belki bin cümleyi siyasetvari mübarezekârane bulacaktınız. Hem farz-ı muhal olarak eğer biz dahi sizin gibi bütün kuvvetimizle dünya maksadlarına ve keyiflerine ve siyasetlerine çalışıyoruz. Âhiretten haberimiz yok. Hile perdesi altında dünya garazları peşinde koşuyoruz, diye ki şeytan da bunu inandırmağa çalışamıyor ve kimseye kabul ettiremez. Haydi böyle de olsa, madem otuz senede hiçbir vukuatımız gösterilmiyor. Hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. Her hükûmette muhalifler bulunuyor. Elbette adliye kanunu ile bizleri mes’ul edemezsiniz. Son sözüm:

حَسْبِىَ‮ ‬اللّهُ‮ ‬لاَ‮ ‬اِلهَ‮ ‬اِلاَّ‮ ‬هُوَ‮ ‬عَلَيْهِ‮ ‬تَوَكّلْتُ‮ ‬وَهُوَ‮ ‬رَبُّ‮ ‬الْعَرْشِ‮ ‬الْعَظِيم

Sayın Vekil! Samimiyetle arzediyoruz ki: Burada bize yapılan bütün tazyikler, siyaseti dinsizliğe âlet yapmaktan ve iktidar partisini dine düşman göstermek için çalışan muhalif resmî garazkâr particilerdir. Yoksa bizim ne siyasetle ve ne de hiçbir parti ile alâkamız yoktur. Yalnız tek alâkamız olan, ebedî saadetimizi temin edecek olan iman, Kur’an hakikatlarını kat’î delil ve hüccetlerle isbat eden Risale-i Nur iledir. Bu yolda başımıza ne gelse; Allah’a tevekkül edip, yolunda fedai olduğumuzu arzederiz. Son sözümüz: Hasbünallahü ve ni’mel vekil’dir.

Urfa’da Halil-ür Rahman mevkiinde

Nur Talebelerinden

Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayram

Samsun Hapsinde Mustafa Sungur Hakkında İddianame[değiştir]

(Samsun hapsinde mevkuf Nur’un bir kahramanı Mustafa Sungur’un oranın müddeiumumîsini mahkûm eden ayn-ı hakikat müdafaanamesidir.)

Esas: 953

İddia: 53/9239

İddianame

İlk soruşturmaya mevkufludur.

Dinî hissiyata âlet ederek bir şahsın nüfuzunu artırmak maksadıyla lehinde basın yoluyla propaganda yapmaktan sanık ve Sulh Ceza Hâkimliğinin gıyabî tevkif kararı üzerine Ankara’da tevkif altına alınan, aslen Safranbolu’nun Eflani bucağından olup, Ankara Hacıbayram Caddesi Etizafer Sokak 17 numarada mukim, Mehmed oğlu 1929 doğumlu Mustafa Sungur, Büyük Cihad Gazetesi mes’ul müdürü Bafra’nın Engiz Köyü’nden Hasan oğlu 1328 doğumlu Hüseyin Yücel haklarında düzenlenen hazırlık ve ilk soruşturma evrakı tedkik olundukta; Samsun’da münteşir Büyük Cihad Gazetesi’nin,

(1) 2 Ocak 1953 gün 94 sayılı nüshasında, Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri imzasıyla neşredilen, “Âlem-i İslâmın halaskârı, ehl-i imanın sertacı, Risale-i Nur’un aziz tercümanı, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri” başlıklı yazıda Said Nursî tarafından Risale-i Nur namı altında yayınlanan bilumum yazı, risale ve mektubların Afyon Mahkemesi’nce serbestîsine ve suç mevzuu teşkil etmediğinden iadelerine karar verildiği bildirilerek, Said Nursî’nin âlem-i İslâmın halaskârı olduğu, Kur’an güneşinin sönmeyen nurları ve ebedî lem’aları olan Nur şuaları ile cehl ü dalalet karanlıklarını izale ederek milyonlar kalbleri o nurla nurlandırıp ehl-i imanı kendisine minnetdar kıldığını, bu asrın bir hidayet serdarı olduğu, Kur’an-ı Kerim’in ondördüncü asr-ı Muhammedî’deki (A.S.M.) aziz dellâlı ve bu müdhiş zamanın müdhiş zulümatına karşı mukabele eden büyük fedakârı ve dinsizliğe karşı bir sedd-i Kur’anî tesis eden muhteşem kahramanı bulunduğu bildirilerek şahsî nüfuzunun temin ve tesis maksadıyla dinî hissiyat ileri sürülerek lehinde propaganda yapıldığı…

(2) Aynı gazetenin 9 Ocak 953 gün ve 95 sayılı nüshasında, “İttihamlara karşı Bediüzzaman’ın Cevabları” başlığı altında imzasız olarak yayınlanan yazıda; gizli cem’iyet kurmaktan sanık olarak Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevkedilen, 5677 sayılı Af Kanunu’nun 1. Maddesi mûcibince hakkındaki amme davasının ortadan kaldırılmasına karar verilen Said Nursî’nin bu suçu münasebetiyle yetkili mercie verdiği bir dilekçeden iktibasen dört mahkemeden beraet kararı alan bu adama mürteci’ diyenlerin mürted oldukları, pek çok fedakâr kardeşleri bulunduğu, a’zamî istibdadlar ve ihanetler, tahkirlere karşı masumlara zarar gelmemek için sükûtu ihtiyar ettiği, yüz derece yalanlarla bu şahsı mürteci’ diye vasıflandırmanın dinsizliğin en acib derecesi olacağı belirtilerek kendi ifadesiyle kendisini güya savunması yapılmak suretiyle keza dinî hissiyat âlet edilerek şahsî nüfuz temin ve tesis maksadıyla lehinde keza propaganda yapıldığı…

(3) Aynı gazetenin 23 Ocak 953 gün ve 97 sayılı nüshasında Mustafa Sungur imzasıyla yayınlanan “Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına” başlıklı yazıda, 20/6/952 tarih ve 67 sayılı Büyük Cihad Gazetesi’nde “En Büyük İsbat” başlığı altında neşredilen bir makaleden dolayı dava açılan ve yargılanması 29/1/953 tarihine bırakılan Bediüzzaman Said’in mahkemesini kolaylaştıracak bir ihbar ve maruzatım var kisvesi altında yine bu şahsın (yirmi senedir a’zamî istibdadlar ve tahkirlere hedef olmuş, hakikat-ı Kur’aniyenin bir kahramanı ve İslâmın bir fedaisi, nur-u İslâmı söndürmek ve nur-u imanı yok etmek için yapılan dehşetli zındıka hücumlarına karşı mukabele edicisi, kalb-i nuranîsine gelen iman hakikatlarını güneş gibi parlak delil ve hüccetlerle isbat eden Risale-i Nur ile dinsizlik ve dalalet ordularına meydan okuyan bir İslâm kahramanı, din aşkının İlahî meş’alesini yakan, müslümanlığın en karanlık bir gününde âfâk-ı İslâmda bir güneş kadar ihtişamla parlayıp ışıklarında gafletle kendilerinden geçenlere yol gösteren ve bu suretle bu milleti ve bu gençliği ve nesl-i âtîyi bu kudsî hizmetiyle minnetdar eyleyen… fedakârı gibi) gösterilmek suretiyle dinî hissiyat âlet edilerek nüfuzunun temin ve tesisi maksadıyla yine bu şahıs lehinde propaganda yapıldığı…

(4) Yine aynı gazetenin 12 Şubat 953 tarih ve 100 sayılı nüshasında, İstanbul Üniversitesi’ndeki Nur Talebeleri imzası altında yayınlanan “Nur’un Beraet Kararını Tebrik” başlıklı yazısında Nurcuların Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde rü’yet edilmekte olan davada beraet ettikleri bildirilerek bu teşekkülün başında bulunan Said Nursî’nin اَلْعُلَمَاءُ‮ ‬وَرَثَةُ‮ ‬اْلاَنْبِيَاءِ hadîsinin sırrıyla bir vâris-ül enbiya olarak vasıflandırıldığı, asrımızın ihtiyaçlarına uygun bir şekilde Kur’andan ders veren, onun tefsirini yapan, insaniyete hizmet eden en mühim şahsiyeti olarak gösterildiği ve yine aynı hissiyat âlet edilerek şahsî nüfuzunun temin ve tesisi maksadıyla yine bu şahıs lehinde propaganda yapıldığı ve telkinatta bulunduğu…

(5) Büyük Cihad Gazetesi idarehanesinde yapılan aramada elde edilen ve neşredilmek maksadıyla sanık Mustafa Sungur tarafından gönderildiği anlaşılan yirmi kadar mektub ve yazıda yine Said Nursî’nin bir büyük evliya, Kur’anın ve nurunun yeryüzündeki bir mümessil-i maneviyesi ve büyük bir İlahî mürşid ve irşada ve Nurculuğu herkese yapmağa vazifeli bir kimse olarak gösterilmek suretiyle keza dinî hissiyata âlet edilerek propaganda yapıldığı… Yukarıda tarih ve numaraları gösterilen gazetelerde yazılardan, Büyük Cihad idarehanesinde yapılan aramada elde edilen yirmi kadar mektub ve yazı örneğinden bu yazıların sanıklardan Mustafa Sungur tarafından tertiblendiği ve neşir maksadıyla Büyük Cihad Gazetesi’ne gönderildiği, bir kısmının neşredildiği ve diğerlerinin de neşir için münasib zamanının beklendiği, sanık Mustafa Sungur’un ve Hüseyin Yücel’in ifadelerinden, 3 Mart 953 tarihli ehl-i vukuf raporundan anlaşılmaktadır.

Dini ve dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozabilecek hareketlere milleti teşvik etmekten ve Nurcular adı altında gizli bir cem’iyet kurmaktan Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde aleyhine kamu davası açılan ve suçu ahîren yürürlüğe giren 5677 sayılı Af Kanunu’nun 1. maddesi şümulüne girmesi sebebiyle bu husustaki davanın ortadan kaldırılmasına karar verilen, irticaî karakter arzeden yazılarla memleket çapında huzursuzluk yaratan, kendisini bir vâris-ül enbiya, en büyük evliya ve hattâ daha ileri giderek zamanın büyük bir hidayet edicisi olarak göstermeğe kalkışan Said Nursî’nin memleket çapında nüfuz ve iktidarını artırmak maksadıyla, dinî hissiyat âlet edilerek sanık Mustafa Sungur tarafından tertib edilen işbu propaganda mahiyetini arzeden bu yazılarda bu sebeblerle Türk Ceza Kanunu’nun 163/4’üncü madde cürüm unsurları bulunmakla beraber, Basın Kanunu’nun 16. maddesi mûcibince basın yoluyla işlenmiş suçlarda gazete mes’ul müdürü de aynı derecede sorumlu bulunduğundan, bu sebeble Hüseyin Yücel hakkında son soruşturmanın açılması îcab etmektedir.

Yukarıda izah edildiği üzere propaganda suçları gazetenin müteaddid nüshalarında ve muhtelif yazılarla işlenmiş ise de gerek görülen maksad ve gerekse bir yazı aynı zamanda diğerini mana ve maksad bakımından itmam ve ikmal edildiğinden bu sebeble bir suç mahiyetinde telakki edilmesi ve yalnız 80. madde mûcibince sanıkların cezalarına zamm yapılması lâzım gelmektedir. Gösterilen bu mûcib sebeblerle, sanıklardan Mustafa Sungur’un eylemine uyan Türk Ceza Kanunu’nun 163/4, 5. maddelerle aynı kanunun 80’inci ve Hüseyin Yücel’in eylemine uyan Basın Kanunu’nun 16. maddesi delaletiyle Türk Ceza Kanunu’nun 163/4, 5. maddeleriyle 80. madde mûcibince duruşmaları Samsun Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılmak üzere haklarında son soruşturmanın açılmasına, suçlarının mahiyetleri itibariyle duruşmayı mevkufen sevklerine karar verilmesini isterim.

2/4/953

Samsun C. Müddeiumumîsi

Razı Okyay

Mustafa Sungur'un iddianameye karşı cevabı[değiştir]

Mustafa Sungur’un iddianameye karşı cevabı

Samsun Ağır Ceza Reisliğine

İddia makamı son savunmasında ileri sürdüğü iddialarını aleyhimize ikame edebilmek için evvelen kendi arzu ve isteğine göre, delilsiz ve hem garaza müstenid indî ittihamlarla Bediüzzaman’ın güya karakterini ve zihniyetini anlatmak istedi. Bu şahsın uzun senelerden beri irticaî hâdiselere ismi karışan bir kimse olduğunu; Eskişehir, Denizli ve Afyon Mahkemelerine bu irticaî hareketleri dolayısıyla verildiğini ve kendisine mahsus kehanetlerle Kur’anın tefsircisi olduğunu ilân ettiğini ve yazılarıyla bir takım şahısları kendisine bend ettiğini, fikirleri bulandırdığını, halkı hükûmet aleyhine teşvik ettiğini, dosya meyanında mevcud yazılardan da anlaşılacağı vecihle kendini yalnız memleket çapında değil, bütün dünya üzerinde (ilim ve imanı cihetinde) bir liderliği olarak ilân eden bir kimse olduğunu ileri sürerek ve işte bu şahsın fikirlerini yaymak için benim Ankara ve İstanbul Üniversitesi Nur Talebeleri imzaları altında Büyük Cihad Gazetesi’ne iddianamesinde işaret ettiği yazıları gönderdiğimi, bu imzalarla güya üniversitede Nur talebeleri olduğu zehabını uyandırmak için bu imzaları uydurduğumu ve böylece dinî hissiyat âlet edilerek bir şahsın nüfuzunu artırmak maksadıyla basın yoluyla propaganda yaptığım iddia edilerek cezalandırılmam istenmektedir.

Sayın hâkimler! Büyük Cihad Gazetesi’nde intişar eden bu yazılarda hilaf-ı hakikat ve hilaf-ı kanun bir vaziyet görmediğim için ve bu yazılardaki kanaatlar Risale-i Nur ve Bediüzzaman hakkında takdir ve hürmeti ifade eden tabirler ve tavsifler hakikatta bir din âlimine eserleriyle bu millet ve memlekette pek çok insanlarla dinî ve imanî derslerle hizmet etmiş, imansızlık ve ahlâksızlık cereyanlarına karşı nur-u Kur’anın sarsılmaz hakikatlarına dayanarak müdafaa ve dinî hizmette bulunmuş ve eserleri uzun senelerden beri devam eden tedkikler neticesinde mahkeme kararları ve ehl-i vukuf raporlarıyla takdir edilmiş, beraet verilmiş ve Temyiz’in tasdikinden geçmiş ve bununla beraber bilmüşahede sabit olan bu eserler gün geçtikçe elden ele dolaşarak ve her tarafta serbest yayılmakla okuyanların din ve imanına faidesi dokunduğu tebeyyün etmesiyle ve müteaddid mahkemelerin ve emniyet dairelerinin tasdik ve kanaat-ı kat’iyyeleri ki; bu eserleri okuyanlar aldıkları dinî ve imanî dersleri daima asayişin lehinde hareket edip bu 25 senelik zamanda ve pek çok hâdisatta bir Nur talebesinin dahi asayişi ihlâl edici bir hareketi bulunmaması ve bütün mahkemelerin bulamaması ile bu eserler aynı zamanda asayişin lehinde vatan ve milletin saadeti uğrunda en kuvvetli ders verici, ihtar edici bir manevî kuvvet olduğu bilmüşahede, bittahkik sabit olan muhterem bir din âlimine karşı bu hizmetleri dolayısıyla bu yazılar bir tebrik ve takdir mahiyetinde olduğundan binaen aleyh bunları tertib etmekte kat’iyyen bir suç görmediğimden bunları eğer ben tertib etsem evet iftiharla ben gönderdim derdim. Fakat savcının üniversitede Nurları okuyanlar ve Said’i sevenler olduğu zehabını uyandırmak için bunları uydurmuştur demesine karşı: “Hayır! Bu yazıları yazanlar ve Büyük Cihad’a gönderenler onlardır.” diye tekrar ve bütün kuvvetimle ve kat’î kanaatımla mahkeme-i âlînize müdafaa ediyor ve savcının iddialarını reddediyorum. Risale-i Nur’la ehl-i imanın imanına hizmet etmeyi bir şeref kabul eden ve iddianameye itirazının sonunda, “Ben, Üstadım Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’la bu vatan ve millete ve âlem-i İslâma yaptığı çok büyük, çok kıymetdar, çok menfaatli hizmet-i imaniye ve Kur’aniyesine liyakatımın fevkinde bir mahz-ı inayet ve lütuf olarak iştirak etmekten, o kudsî iman hizmetinin âciz bir hizmetkârı bulunmaktan dolayı iftihar ediyorum. Ve beni bu hizmette istihdam eden ve muvaffak eyleyen Cenab-ı Hakk’a şükür ediyorum.” diyen, Afyon Mahkemesi’nde savcının ittihamlarına karşı, “Madem iman hakikatı şu âlemde ezelden ebede doğru seyran eden mevcudat ve mahlukat içinde en büyük hakikattır. Âlemin ve şu insan dünyasının hilkatinin hikmeti ise yine bu imandır. Ve madem iman, dâr-ı bekaya gidebilmek ve o iman anahtarı ile bir hayat-ı bâkideki saadet-i ebediyeyi kazanabilmek insan için en büyük, en ehemmiyetli, en muazzam mes’elesidir. Ve madem bu iman hakikatını bu 25 senede (şimdi otuz sene oldu) yüzbinler adamlara Risale-i Nur ders veriyor. Elbette Risale-i Nur’un bu tahkikî imanı neşretmesinden tezahür eden bu âlî, küllî hizmet dolayısıyla bir eseri sena etmek ve isteyenlere vermekten dolayı iftihar ediyorum. Ve bunu büyük bir şeref ve her türlü taltif ve rütbelerin fevkinde bir bahtiyarlık telakki ediyorum.” diye Afyon Savcısının ittihamlarına cevab veren ve onun tevehhüm ettiği her türlü zandan uzak, yalnız imanlarımızdan gelen bir takdirle mukabelede bulunuyoruz diye arzeden ve bu üç sene içerisinde mahkememizin ve evraklarımızın Temyiz’te tasdiki sıralarında ve bu münasebetle Ankara’da bulunduğumuz zaman bazı müfteri ve yaygaracı gazete neşriyatının hakikatsız yazıları üzerine ifademize müracaat eden Ankara Savcılığına ve Emniyetine verdiğim ifadelerde aynı surette Nur Risaleleriyle bu millette küçük bir dairede de olsa hizmet etmekle iftihar ettiğini söyleyen ve daima da iftiharla Allah’a şükreden bu bîçare için bunları tertib edip etmemekte bir inkâr ve kaçınmak yoluna gitmeyi kendim için bir âr telakki ederim. Bu itibarla mahkeme-i âlînize tekrar arzediyorum ki; bu yazıları yazan ve Büyük Cihad’a gönderenler, üniversitedeki genç talebelerdir.

Ankara Emniyet Dairesi ve C. Savcılığının Nurları iadeleri ve beraet etmiş bir eserin okunması ve intişarı bir suç olmaz demesi üzerine binler mekteblilere ve memurlara bu Nurları verdiklerini tahmin ettiğim gençlerdir. Bugün Risale-i Nur’u herkesten ziyade alkışlayan, onu tam tedkik ve taharri ile bağrına basan ve bu eserleri bu asırdaki içtimaî ve ahlâkî yaralara bir merhem olarak tavsif ve kabul eden de işte bu üniversitede okuyan talebeler ve mekteblilerdir. Bu yazılar, onların Nur Risalelerini tedkikten sonra vardıkları ilmî ve fikrî kanaatlarıdır. Bu hususta fazla izaha lüzum kalmadığından, şimdi makam-ı iddianın kendi keyfine göre Bediüzzaman aleyhinde güya onun zihniyet ve karakterini tarif ettiği indî isnadlarına cevab veriyorum:

Sayın Savcı evvelâ uzun mukaddeme ile Bediüzzaman’ı çürütmek istiyor. Tâ ki bizim Risale-i Nur’a ve müellifine dair tebrik ifade eden yazı, mahkemeye gönderdiğim istidamdaki ifadeler ve yazıları suç unsuru olarak iddia edebilsin. Bu durum karşısında bu asılsız isnadları esasıyla çürütebilmek için, biz de hakkımız olarak Risale-i Nur’la alâkamızı ve Bediüzzaman’a ne cihette baktığımızı, Risale-i Nur, Bediüzzaman mahiyetleri ne olduğunu arzetmek mecburiyetindeyiz. Buna dair daha esaslı izah, yazılı olarak arzettiğim müdafaamda vardır. İddia makamı Bediüzzaman’ın Eskişehir, Denizli ve Afyon Mahkemelerine irticaî hareketleri dolayısıyla verildiğini söylerken, mahkemenin verdiği beraet kararını ve Mahkeme-i Temyiz’in daima lehinde karar verdiğini hiç zikretmiyor. Âdeta kaçınıyor. Ve Risale-i Nur hakkında takdirkâr raporlar veren ehl-i vukuf raporlarını nazar-ı itibare almıyor. Evet bir insan hakkında gayr-ı sahih veya doğru çok ağır ittihamlar yapılabilir. Îcabında o ittiham ve isnadlarla mahkemeye verilebilir. Hususan din ve milliyet aleyhinde gizli ve aşikâr çok cereyanların hücumu ve bu cereyanları idare ve sevkedenlerin bazı mühim ve salahiyetli mevkilere kadar çıkıp, o mevki ve salahiyetlerini kendi menfî gayelerine âlet etmeğe çalıştıkları bir zamanda onların bu tahribkâr tecavüz ve mel’un gayelerini vatan, millet ve İslâmiyet aleyhindeki gayretlerini keskin zekâ ve ferasetiyle görüp, o cereyanlara karşı Kur’ana dayanarak onun hazine-i maneviyesinden elmas kılınçlar hükmünde delil ve hüccete istinad eden iman ve Kur’an hakikatlarıyla mukabele eden, onların çürük ve esassız meslek ve ideolojilerini Kur’anın sağlam ve esaslı düstur ve hikmetlerini beyan ve isbatla dağıtan bir din âlimine, bir eser külliyatına karşı da elbette âdi bahanelerle, tevehhümlerle hücum edilecek. Onun hakkında da elbette ağır isnadlar yapanlar bulunabilir ve bulunacaktı. Fakat kanun adamı için, kanun ve delile istinad etmesi îcab eden bir müddeiumumî için kesin bir karar ifade etmeyen sözler, yalan ve iftiralar, bir hakikat olarak kabul edilmez. Ve hele bir heyet-i hâkimeye karşı hiçbir zaman iddia edilmez. Görmüyorlar mı ki, daha dün Moskof emperyalizmin, faşizmin ve bir ecnebî teşkilatının kolları ve elemanları olarak aleyhlerinde iftira kampanyasına girişilen Milliyetçiler Derneği, bu kadar ağır ittihamlara rağmen mahkemeden beraet kazanmıştır. Bu suretle bu iftira kampanyasını harekete getiren ve zaman zaman irtica’, şu veya bu teraneler ile memlekette bir fırtına koparmak isteyen, bu suretle kendi menfî ve gizli gayelerini tahakkuk ettirmek isteyenlerin maksad ve gayeleri bütün millet müvacehesinde aşikâr ve zahir olmuştur. Bu durum karşısında beraet kazanan bu milliyetçi gençlere şimdi aynı ağır isnad ve iftiraları fırlatmak mümkün olabilir mi? İnsafa ve hakikata lâyık mıdır? Şayet edilse, bu ittihamlar, o gayr-ı vicdanî hareket eden ve menfî gizli maksadları millet müvacehesinde sabit olan o müfterîlerin gaye ve maksadlarına yardım etmek hükmüne geçmez mi?

Aynen öyle de: Risale-i Nur ve müellifi hakkında çok ağır ittihamlar ve yaygaralara rağmen bütün o ittihamları esasıyla ortadan kaldıran Denizli Ağır Ceza Mahkemesi beraetine ve Mahkeme-i Temyiz tasdikine rağmen ve ehl-i vukuf raporlarında: “Bu risalelerin her biri Kur’anın bir veya müteaddid âyetlerini tefsir eden, imanın inkişafına, ahlâkın tekâmülüne vesile olan ve gençlere, ihtiyarlara, hastalara faideli mevzuları havi eserlerdir.” diye profesörler heyetinin kararına rağmen bu savcı nasıl oluyor da bunları nazara almadan konuşuyor ve hikmetle savuruyor. Bilsin veya bilmesin, Risale-i Nur’la mübareze eden, kökü ecnebide vatan, millet, İslâmiyet aleyhindeki cereyan ve komiteler hesabına geçen bu ittihamları tekrar ediyor. Halbuki müddeînin aynı bu mesnedsiz hilaf-ı hakikat ittiham ve iftiralarını dört-beş ay evvel gazete sütununda bağıran, “Gelin, beraber Said Nursî aleyhine neşriyat yapalım” diye gazeteleri kendi iftirasını teşvike davet eden, aynı zamanda Nurlara beraet kararı verdiği için Mahkeme-i Temyiz’i tenkid eden ve şimdi bu hilaf-ı hakikat neşriyat ve iftiraları dolayısıyla aleyhine dava açılan bir gazete, bu müddeînin aynı ittihamlarını yapıyordu. Afv buyurunuz, bu müddeî, aleyhine dava açılan o yaygaracı müfterîlerin burada, bu yüksek makamda mümessili midirler?

Sayın hâkimler! Mes’ele cidden elîm ve feci’dir. Ben bir Türk vatandaşı olarak bu vatanın bir evlâdı, bu milletin bir ferdi olarak ve nihayet bir müslüman olarak, savcının o baştan sonuna kadar hakikatsız isnadlarını reddediyorum. Artık bu kadar mesnedsiz ve ağır ittihamları, bir savcı nasıl yapabiliyor? Vazifesinin ve mevkiinin ona tahmil eylediği nezaketi ve ciddiyeti bu derece ihlâl edebiliyor? Hayret ediyorum. Aleyhine iftiralara girişilen zât, bütün bu isnad ve iftiralardan müberra, imanın ilminin kendisine tevlid ettiği vazifeler îcabı rıza-i İlahî denilen en büyük, en kudsî bir maksadı gaye edinerek, bu milletin evlâdlarının imanına hizmetler için koskoca bir ömür ve hayatını sarfetmiş, bu yolda ve bu hizmetinde her türlü sıkıntılara tahammül göstermiş, hizmetinden aslâ vazgeçmemiş. Değil şahsî menfaat temini, belki şahsî bütün his ve heves ve zevklerini bu hizmeti yolunda feda etmiş, ihtiyarlığına ve bîkesliğine bakmayarak insanları gayya-yı cehl ve girdbad-ı inkârdan kurtarmağa hissî ve İlahî bir cehd ile çalışmış masum bir din âlimidir.

Madem Bediüzzaman savcının iddianamesinde sıraladığı gibi halkı hükûmet aleyhine teşvik eden yazılarıyla bütün memleket çapında huzursuzluk getiren bir kimse idi de aynen bu isnadlarla mahkemeye verildi idi. Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nde ne için beraet etti? Bütün yazıları ve eserleri iade edildi ve Mahkeme-i Temyiz bu beraeti tasdik etti. Ve ehl-i vukuf bu eserler hakkında “Kur’an âyetlerinin izah ve isbatından ibaret, millete imanî ve ahlâkî faideler temini niyetiyle yazılmış eserlerdir” diye tâ o zamanlar ne için böyle rapor verdi? Ve Risale-i Nur serbest bırakıldı. İşte savcı bunlara göz kapamak suretiyle, daha doğrusu inkâr etmekle bu hilaf-ı hakikat ittihamlarını yapmış ve heyet-i hâkimeyi de aldatmak yolunu ihtiyar etmiştir.

Belki savcı bu mesnedsiz ittihamlarını nutk ederken iddianamesinde işaret ettiği gibi, eski iktidar zamanında neşri men’ edilen Hücumat-ı Sitte, Tesettür ve Beşinci Şua gibi beş-on sahifeden ibaret küçük risaleleri kasdettiğini ileri sürecek. Evvelâ: Hakikaten savcının tabiri gibi bu risaledeki beş-on kelime ve cümleler suçtur diye kabul edilse dahi, fakat Risale-i Nur’un diğer 130 risaleleri, bunlardaki 5-10 kelime yüzünden mahkûm ve mes’ul edilebilir mi? Tevhidin isbatına ve akaid-i imaniyeye dair, risalet-i Muhammediyenin hüccet ve isbatına, haşir ve kıyamet, beka-i ruh ve vücud-u melaikeye dair gayet mukni’ dersleri havi 130 risalesi, bu risalelerdeki suç tevehhüm olunan kelime ve cümleler yüzünden çürütülebilir mi? Şayet çürütülmek istense, o zaman diğer ülemanın imanın esasına ve İslâmın hakaikına dair hüccet ve delilleri havi mukni’ dersler veren risalelerini, belki Kur’anı çürütmek, onlara hücum etmek manası hükmüne geçmez mi? Gelsin, iddianamesinde “huzursuzluk yaratan yazılar” diye tavsif ettiği umum Risale-i Nur hakkındaki ittiham ve isnadlarının nereye gittiğini ve hakikatta nereye hücum ettiğini görsün, ibret ve dehşet alsın.

Evet sayın hâkimler! Bu mezkûr üç risaledeki beş-on kelime bahane edilip, bu bahane arkasında Risale-i Nur’un tevhide, imanın rükünlerine dair ve esasat-ı imaniyeye aid güneş gibi parlak delil ve hüccetler gösteren bu asrın tarz-ı telakkisine uygun ma’kulatla hakikat-ı İslâmiyeyi ders veren, bu suretle menfî ideolojilere, imansızlık ve ahlâksızlık telkin eden gizli veya aşikâr cereyanlara karşı bu hüccet ve delil kılınçları ile mukabele eden diğer yüzer risalelerine hücum edilmiş, neşrine mani’ olunmak istenmiştir. Tâ ki İslâmî hakikatler yayılmasın, dinsizlik bu memleketten koğulmasın. Tekrar İslâmiyet bir güneş gibi parlak delillerle efkârı ve kulûbü istilâ etmesin.

İşte hâkimler! Bütün hakikat ve mes’ele bundan ibarettir. Bilinsin veya bilinmesin, Risale-i Nur aleyhindeki en küçük bir hareket, Risale-i Nur’la mübareze eden vatan, millet ve İslâmiyet aleyhinde kökü ecnebideki bu dinsizlik neşredenler hesabına geçecek ve bu memleketin aleyhindeki sû’-i kasd plânlarına bir yardım olacaktır. Bu manayı biraz daha açıklayacak ve Risale-i Nur’la mübareze eden veya Risale-i Nur’un kimler aleyhinde bulunduğunu daha vâzıh ortaya dökecek şu maruzatımı da dinlemenizi rica ederim:

Bediüzzaman’ın vaktiyle yazdığı mektubatında bir yerinde şu fıkrayı gördüm: Bundan kırk sene evvel, kökü ecnebide bir zındıka komitesinin gizli toplantısında birisi demiş ki: Ben Bediüzzaman’ın bir eserini okudum. Onun eseri bu memlekette kaldıkça biz mesleğimizi yani dinsizliği bu millete kabul ettiremeyiz. Ne yapıp yapmalı, bu eseri imha etmeli ve bu adamı ortadan kaldırmalı. Bediüzzaman diyor: İşte kırk seneden beri benimle uğraşan, bu gizli komitedir. Haberimiz olmayan ve bizde bulunmayan şeyleri bahane edip adliye vasıtasıyla Risale-i Nur’un imhasına çalışıyorlar. Fakat buna da muvaffak olamıyorlar. Tedkikler ve taharrilerde isnad ve tevehhüm olunan o bahaneler bulunmuyor ve Risale-i Nur beraetle iade ediliyor.

Muhterem heyet! Son senelerde birer birer meydana çıkarılan, senelerce bu memleketin idare mekanizmalarında çalışmış olan bu gizli komitelerin ne ve kimler olduğunu elbette idrak buyurdunuz. Ve bunların nasıl ve hangi maskeler altında faaliyette bulunduğunu, gaye ve maksadlarının da ne derece müdhiş olduğu, şimdiki iktidarın bunlara karşı ezan ve dinî derslere izin vermesi ve o gizli düşmanlara karşı zecrî tedbirler almasıyla malûmunuzdur. İşte Bediüzzaman senelerce evvel, 1933 Eskişehir Mahkemelerinde, 1943 Denizli Mahkemesinde heyet-i hâkimeye ifadelerinde ve müdafaalarında bu gizli zındıka komitesinden bahsediyor. Bunların azîm tehlikesinden, müdhiş faaliyetlerinden bahsediyor. Biz Risale-i Nur’la bu gizli komitelerin ve müfsid cereyanların bu millet ve memleket aleyhindeki tahribatlarına ve sû’-i kasd plânlarına mukabele ediyoruz. Onların azîm tehlikesine ve manevî müfsid hücumlarına karşı, biz de manevî ve Kur’anın hakikatlarına dayanarak hakikat kılınçlarıyla bir sed teşkil ediyoruz. Bu müfsid cereyanların dinsizlik ve imansızlık neşreden bu tahribkâr tecavüzlerin tehlikesinden kendimizi ve ehl-i imanı hakikatlarla kurtarmağa çalışıyoruz.

Diyor: Başımdaki saçların adedince başlarım bulunsa, her gün biri kesilse; Kur’anın hakikatlarına feda olan bu başı zındıkaya ve küfr-ü mutlaka eğmem. Bu hizmet-i imaniye ve Kur’aniyeden vazgeçmem ve geçemem diyor. Buna mümasil pek çok yazılarında da bu küfr-ü mutlaktan bahsediyor. Şimdi bu eski müdafaalardan çıkardığım ve Bediüzzaman’ın bu hizmetini takdir eden yazılarımı bu vatan evlâdlarına bu mezkûr dinsizlik hücumunun tehlikesinden kurtarmak için imanî ve İslâmî dersler neşrederek ve mukabilinde hiçbir menfaat taleb etmeyerek yaptığı fî sebilillah hizmet dolayısıyla yazdığım “Hakikat-ı Kur’aniyenin bir fedakârı ve İslâmın bir kahramanı” tabirlerimi bir suç unsuru addeden savcı, bugün benim cezalandırılmamı istemektedir. İşte Bediüzzaman’ın senelerce evvel tehlikesini haber verdiği gizli cereyanlar 1944’ten sonra bazı hâdisatın zuhuruyla meydana çıkmış, vatan ve millet aleyhindeki müdhiş tahribat ve sû’-i kasdlara zahîr olmuş ve bilhassa Demokrat iktidar zamanında bu gizli komitenin yani komünizmin çeşit çeşit neşriyatlarla, yollarla bu vatan evlâdına, bu milletin tarihine, dinine ve an’anat-ı milliyesi hükmüne geçen İslâmî şeairlere nasıl hücum ettikleri ve bilhassa İslâmiyet aleyhinde eserler ve yazılar neşrederek çalıştıkları tamamen aşikâr olmuştur. Maarif Vekaleti’nce vazifelerine son verilmiş birçok kimseler ve intişarı yasak edilen pek çok kitablar bu cümledendir.

Evet muhterem heyet! Bu zamanda yahut bu zamana kadar İslâmiyet ve Kur’an aleyhindeki en büyük hücum ve taarruz; zihinleri idlâl etmek suretiyle imansızlık telkin etmek, Allah’a ve maneviyata inanmamak cihetinde olmuştur. Şimdi bunun karşısında tevhidin ve esasat-ı imaniyenin isbatı, hüccet ve delillerle izahı ve bu asrın telakkisine uygun iknaı lâzımdır ki; bu hücumu def’ etsin, âkılları ve feylesofları dahi imana mecbur etsin. Kılınçla, kuvvetle değil; hakikatla, kat’î bürhanlarla, isbatla icbar etsin. İşte hakikatın şe’ni budur. İslâmın şe’ni, imanın iktizası budur. Kur’anın şerefi bunu emreder.

لاَ‮ ‬اِكْرَاهَ‮ ‬فِى‮ ‬الدِّينِ Dinde ikrah yoktur. Hakikatın tecellisi de budur. Bediüzzaman diyor: Eğer biz müslümanlar hakikat-ı İslâmiyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek ve bu esasat-ı İslâmiyeyi isbat eden hüccet ve deliller gösterilse, neşredilse; sair dinlerin tâbi’leri elbette fevc fevc İslâmiyete dehalet edecekler. Belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri müslüman olacaktır.

Biz Risale-i Nur’u mütalaamız neticesinde akıl ve kalbimizin bizzât müşahedesiyle ve bizimle beraber bu eserleri gören ve okuyanların tasdiki, bilhassa ehl-i ilmin bu mevzuya dair söz ve kanaat sahibi müdakkik allamelerin beyanlarıyla ve şimdiye kadar okuduğu kitablarla tatmin olmayıp, Nurları gördükten sonra bittecrübe tasdik eden ve bu eser bu zamanda Kur’anın hikemiyatını, hakikatlarını tam izah ediyor, ders veriyor diyen ehl-i fen ve mekteblilerin hayret ve iştiyakla tebriklerine ve işte gözlerimiz önünde mütalaa buyurduğunuz üniversiteli gençlerin bu ilmî ve fikrî kanaatlarına ve bu uzun zamanlarda bu vatanın her tarafında yüzbinler insanlara tahkikî imanı neşretmesiyle biz bu mezkûr hakikatlar dolayısıyla Risale-i Nur’un böyle mükemmel bir eser olduğunu kanaat getiriyoruz. Türk dilinde, hem Türk ilinde çıkan bu eserin bu memleketten başka insanlık âleminde de İslâmî hakikatları neşredecek, aranacak olduğunu bu mezkûr hakikatla ve resmen serbest bırakılmasına binaen kat’î hükmediyor, beraet kararlarına binaen de bunu izhar ediyoruz.

İşte aziz hâkimler! Bu samimi ve imandan coşan maruzatımdan elbette anlıyorsunuz ki; âlem-i İslâmın bir halaskârı, bu asrın bir hidayet serdarı gibi tabirler; Kur’anın hakikatlarını, imanın esaslarını aklen bu asrın telakkisine uygun hüccet ve delillerle isbat ve izah etmesi cihetiyle söylendiği bedihîdir. Hem bu manada pek çok takdir ve tavsif ifade eden yazılar Afyon ve Denizli Mahkemelerince iade edilen mektubatta vardır. O mahkeme iade etmiş, Denizli Mahkemesi iade etmiş ve Temyiz de o beraeti tasdik etmiş olan bir eser külliyatını aynı manada takdir ve tavsiflerde ve Bediüzzaman’ı bu eserin müellifi olmak dolayısıyla Kur’anın hazinesinden bu asrın ihtiyacına göre ilmî ve imanî dersler vermesinden dolayı bu cihetlerde tebriklerde bir suç, başka bir mana aramak hangi kanun ve mantıkla olabilir? Amma müddeiumumî diyecek: Kur’anın hazinesi ne demek ve bu hazineden Bediüzzaman’ın elmas gibi hakikatlar alması ne demek? Bu nasıl olur? diyebilir. Esasen dinine ve imanına karışamadığımız fakat din hakikatlarına karşı lâkayd ve dine dair kendi kendine hükümler verdiğini iddianamesinde yazıp birbirine karıştırdığı maneviyata karşı hücum ifade eden kelimelerinden anladığımız ve bazan ürperdiğimiz bu müddeî kat’î bilsin ki, 1300 sene zarfında meydana gelen milyonlarca kütüb-ü İslâmiye işte bu hazine-i İlahiyenin yâdigârıdır. Onüç asırdan beri her asırda 350 milyon insanlara hakikat yolunda rehberlik etmiş, akıl ve kalblere hidayet ışıkları serpmiş, onlara ebedî saadet ve selâmet kapılarını açmış. Bu âlemin ve bu kâinatın ne olduğunu, bu mahlukat ve mevcudatın nereden nereye gittiğine dair muammaları halleden ve insan ve âlemin hilkatinin hikmetlerini beyan eden en büyük rehber üstad ise, işte bu hazine-i maneviye olan Kur’andır. Mesnevî, Fütuh-ul Gayb ve emsali âsâr hep bu hazine-i maneviyenin eseridir. O güneşin lem’aları, o denizin katreleridir. İşte Risale-i Nur’un da bu şems-i Kur’anın bir tereşşuhatı ve lem’ası olması o kadar muhal bir mes’ele midir ki, müddeî imkân görmüyor ve itiraz ediyor? İtiraz edebilir, fakat bizim şu veya bu esere kıymet vermemize karışamazlar. Evet biz Risale-i Nur’u seviyoruz. Onu hakikî ve riyasız bir din kitabı ve Kur’an tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri, vicdanî bir takdir mes’elesidir. Buna kimse müdahale edemez. Bediüzzaman’ı Risale-i Nur müellifi olmak hasebiyle zamanımızın en yüksek din âlimi biliyoruz. Din hakikatları aslâ dalkavukluk yapmadan ifade ve beyan eden bir hakikat adamı biliyoruz. Mücahid adını vermekliğimiz ise, memleket ve milletimizi tehdid eden imansızlık ve ahlâksızlık cereyanlarına karşı Kur’anın sarsılmaz hakikatlarına dayanarak giriştiği müdafaa ve hizmet-i diniyesinden dolayıdır. Hürriyet-i diniye ve vicdaniyenin hükümran olduğu bir memlekette vicdanî kanaatlarından mes’ul olamayız. Bundan dolayı da kimseye hesab vermeğe mecbur değiliz.

Muhterem heyet-i hâkime! Buraya kadar arzettiğim maruzatımda ve savcının zan veya tahmin ettiği ittihamlardan tamamen uzak, bizim Risale-i Nur’a, müellifi Bediüzzaman’a nasıl ve ne vecihle baktığımıza dair olan bu samimi ifadelerimizden ve bizzât suç unsuru gösterilen yazı ve tebriklerden de açıkça anlamış oluyorsunuz ki, bu ancak bir rabıta-i imaniye ve uhuvvet-i diniyedir. Eserleriyle bize imanî ders veren, İslâm dininin yegâne hak ve hakikî kurtuluş yolu olduğuna akıl ve kalbimizi ikna’ edip bu imanla ebedî bir hayat ve ebedî bir saadet müjdesini gösterip, bizim nihayetsiz mes’ud ve bahtiyar olmamıza vesile olan bir din âlimine karşı bu ancak bir teşekkür ve minnet ifadesidir. Bir eser müellifine karşı, o eserden istifadesine binaen haklı olarak talebesinin gönderdiği bir tek mektubudur. Amma bu asrın hidayet serdarı, hakikat-ı Kur’anın kahramanı ve fedakârı, âlem-i İslâmın halaskârı gibi tabir ve cümleler ise; mezkûr maruzatımda arzettiğim, bu memleket ve millet ve İslâmiyet aleyhindeki kökü ecnebîde ve yüzyıllarca nur-u İslâmı söndürmek için çalışan, müfsid komite ve cereyanların manevî istilâ ve tahribatına karşı Kur’anın hazine-i hakaikından elmas kılınçlar hükmünde delil ve hüccete istinad eden iman ve Kur’an hakikatlarıyla mukabele etmesi ve şimdiki iktidarın ve hükûmet erkânının ve bütün ilim adamlarının kanaat ve fikirleriyle sabit olup söyledikleri ve gazetelerde neşrolunan: “Kabul etmek lâzımdır ki, bizde lâiklik çeyrek asırdır din düşmanlığı, dine hücum suretinde anlaşılıp tatbik edilmiştir.” diye beyanatlar iktizasınca hakikaten eski iktidarın din üzerinde ihmalkâr ve gevşek davranmasıyla büyük bir boşluk yetişen gençliğin manevî kalkınmasında bulunduğu bedihî olmasıyla, işte bu ihmalkâr devirlerde bu Nur Risaleleriyle bu memleketin bir kısım ahalisi içerisinde dinî dersler neşretmesinden ve iman-ı tahkikî ile mücehhez kılmasından ve şimdi eserleriyle hem bu memlekette, hem âlem-i İslâmda mezkûr cereyanlara ilim ve manevî mukabele etmesi dolayısıyla ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat, samimi bir görüş ve müslümanlığın hayrına ma’tuf bir ifadeden ibarettir.

Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatı ve bütün fikir ve kanaatları meydandadır. Bütün esrarı, mektubları ve eserleri beş-altı mahkemenin eline geçmiş, tedkik neticesinde bütün kitabları ve mektubları iade edilmiş. Din hakikatlarıyla insanlara manevî hizmet etmekten ve imanın takviyesine çalışmaktan başka gayesi olmadığı tahakkuk etmiş. Ve zâten şu son otuz senelik hayatında daima inzivada ve yazdığı eserleri tashih ve tertib etmekten ve yanına bazan gelen dost ve kardeş mü’minlere bu risaleleriyle onların dinî istifadelerine çalışmaktan başka bir meşgalesi olmadığı bilmüşahede sabit olmuş. O zâtın şu fikri ki: Bu zamanda İslâmî hakaikın parlaması ferdler ve cem’iyetler içinde İslâmî şeairin yükselmesi ancak hakikatın beyanı ve isbatıyla, akıl ve kalblerin bu hakikata iknaıyla mümkün olabileceğini bütün yazdığı eserlerinde ileri sürmüş. Dinin şerefi, Kur’anın hakikatı bunu emreder demiş. Vaktiyle buna dair sorulan bir suale: “Bu zamanda medenîlere galebe çalmak ikna’ iledir, isbat iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir.” cevabını yazmış. Ve “Bu asırda hakikat-ı İslâmiyenin bütün dünya âfâkında parlaması kılınçla, kuvvetle olmayacaktır. Belki zihinleri ikna’ ile, delil ve hüccetin hiçbir mani’ tanımayan keskin kılınçlarıyla mümkün olacaktır.” “Bu zaman efkâr ve kulûbu istilâ eden birçok cereyanlar karşısında i’caz-ı Kur’anın beyanıyla, yani Kur’anın bir mu’cizesi olan, beşeri âciz bırakan vechesinin hakikatın izharı tezahürüyle olacaktır.” manasını ders vermiş, göstermiş olan bir din âlimine karşı ona Risale-i Nur’un müellifi hasebiyle bu manada söylenen halaskâr, fedakâr gibi tabirlerden başka bir mana aramak, vehimden başka bir şey değildir.

Muhterem heyet-i hâkime! Doksanına doğru yol alan ve artık hayatının son senelerini yaşayan bir din âliminden, onun bütün hayatında çekindiği ve şu son otuz senelik zamanda tamamen içtinab ettiği, âdeta şeytandan kaçar gibi kaçtığını söylediği siyaset canibinden bir hizmet beklemek veya tahmin etmek insafsızlıktan, evhamdan, daha doğrusu garazdan başka bir şey değildir.

Muhterem heyet! Kur’an-ı Kerim’in hazine-i hakikatından çıkan, onun âyet ve hakikatlarının ma’kulatla bu asrın efkârına ders veren bir eser müellifi, eseri bu dünyada kaldıkça, insanların istifadelerine vesile oldukça manen hayatta değil midir? Muallimlik ve üstadlık vazifesinde berdevam değil midir? İşte benim yüksek makamınıza istida olarak Ankara’dan gönderdiğim dilekçemde ve Bediüzzaman’ın eski eser ve mektubatından çıkarıp Büyük Cihad’a gönderdiğim bu yazılarım, cümle ve tabirlerim bu mezkûr arzettiğim mananın ifadesidir. Resmen beraet ve iade kararı verilmiş bir eserin ilmî, fikrî, okuyanların istifadelerine vesile olmasından dolayıdır. Şübhesiz üniversitedeki gençlerin yazıları da aynen bu mananın ifadesidir, tahmin ederim. İşte savcının iddianamesinde bir şahsın nüfuzunu artırmak maksadıyla propaganda manasını verip suç unsuru addettiği yazıları mana ve mahiyeti budur. Eğer bu yazılar, bu kanaatlar farz-ı muhal bir suç unsuru addedilirse, buna mümasil pek çok eserlerin müelliflerine karşı, onları takdir ve tebrik mahiyetinde yazılan yazıların dahi bir suç unsuru olarak kabul edilmesi îcab eder. Heyhat! İmansızlık ve ahlâksızlık telkin eden, vatan ve milletin saadeti aleyhinde pek çok neşriyat, kitab ve mecmualar ve bunların muharrir ve müelliflerine aid hiç de onlara lâyık olmadığı halde takdir ve senalar lâiklik düsturu ile, hürriyet-i fikir ve vicdan prensipleriyle bir suç, bir kabahat sayılmıyor da, fakat bir din âlimine karşı, kanun önünde müteaddid beraet kararı almış, ilm ü irfan dersi veren, dinî, imanî dersler telkin eden ve bilmüşahede sabit olan bir Kur’an tefsir ve müellifine karşı (haklı olarak) takdir ve tebrikleri, bu faideli hizmetinde hürmet ve teşekkürler, bir suç unsuru iddia edilip mahkûmiyetimiz isteniyor. O neşriyat, propaganda kabul edilmiyor fakat bu imandan tevellüd eden yazılar, bir propaganda, aklımıza ve hayalimize gelmeyen surette bir propaganda telakki olunuyor ve savcı öyle iddia ediyor. Hem de altı ay evvel gazetelerde koparılan yaygaralar ve o zamanlar esen bir siyasî hava iktizasınca kanun, hak ve adalet ayaklar altına alınmak suretiyle, hiçbir şeye âlet olunmayan ve hiçbir tarafgirlik içine girmeyen ve şu kâinat nizamının bir zenbereği mahiyetinde bulunan hakikî adaletin hakikat-ı kudsiyesi bu ahval ve şerait içinde ne derece yerinde ve mümkün olup olmadığını heyet-i hâkimenin vicdanlarına havale ediyorum.

Muhterem hâkimler! Müddeiumumînin hâdiseyi ne derece kendi keyfine göre değiştirmek ve ayarlamak istediğine ve iddialarında şiddetli bir garaz ve şahsî husumetin hüküm sürdüğüne delil olacak iki büyük yanlışını ve hatasını arzediyorum. Tâ kat’î kanaatınız gelsin ki; bu savcı garaz bulutlarıyla muhat olmuş, insaf ve iz’anı ayaklar altına alınmış bir durumla iddialarını yapıyor.

Birinci hatası: Said Nursî müdafaatındaki “Biz dost-düşman ayırdetmeyerek onun imanına hizmetle mükellefiz.” cümlesinde mükellefiyet tabirini bir mücadeleci zihniyetini ifade etmesi bakımından o zâtın zihniyet ve karakterini gösteren bir delil olarak ileri sürüyor. Savcı eğer din âlimlerine Kur’anın emrettiği emirleri ve buna dair âyetleri düşünse idi, bunu söyleyemezdi. Halbuki bu cümle ve mükellefiyet tabiri, çok yüksek ve hâlis bir niyetin ifadesidir. Ve bizzât bu cümle, sahibinin asılsız bütün isnad ve ittihamlarına en kat’î bir cevab teşkil ediyor. Ve Bediüzzaman’ın her türlü şahsî ve dünyevî hislerden, menfaat kaygusundan uzak bulunduğunu bütün mana ve varlığıyla Allah’a müteveccih bir mes’ud halde olduğunu gösteriyor. Bu iman hizmetini Risale-i Nur’la insanların imanına hizmeti hiçbir şeye âlet etmediğini, şahsî hiçbir kâr ve maksadlara tâbi’ kalmadığını ifade ediyor. Ne olursa olsun biz yalnız imana hizmetle mükellefiz. Dost, düşman, muhalif ve muvafık kim olursa olsun imanına hizmet edeceğiz. Gaye ve maksadımız ve yegâne meşgale ve vazifemiz imana hizmettir. O imanla o kardeşimizin, o vatandaşımızın ebedî saadet ve hayatı kazanmasına hizmet etmek, ölümün i’dam-ı ebedîsinden ve kabrin daimî zulümatından kendimizi ve onu kurtarmağa bu iman hizmetiyle vesile olmaktır. İşte savcının şahsî nüfuz temini iddiasını çürütecek hakikatlı bir müdafaamız binler cevabımızdan kendisinin bize göstermeğe vesile olduğu masumiyetimize delil cevabımızı arzederiz.

İşte aziz hâkimler! Biz Bediüzzaman’ı bunun için tebrik ediyoruz. İman hizmetini hiçbir şeye âlet etmediği için, rıza-i İlahîden başka hiçbir gaye ve maksad gütmediği için ve bunu bizzât hayatıyla, ahval ve yazılarıyla isbat ettiği için takdir ediyoruz. Bu iman hizmetinin mukabilinde ne dünyevî, ne şahsî hiçbir menfaat taleb etmediği; değil bir menfaat taleb etmek, belki manevî bir makam ve uhrevî derecelerden dahi istiğna etmek gibi bir âlî ahlâkı gösterdiği için onun hâlis bir din muallimi olarak görüyoruz ve kabul ediyoruz. Ve bilhassa talebelerinin ve eserlerinden istifade edenlerin medh ü senalarından hakikaten kaçınmak istemesi ve çok defa o tavsifleri reddetmesi, onun hâlis bir din adamı ve iman muallimi olduğunun en kat’î hüccetidir.

Amma savcı iddianamesinde yazdığı gibi Sikke-i Gaybiye mecmuasındaki Kur’andan, İmam-ı Ali (Radıyallahü Anh) ve Gavs-ı A’zam Abdülkadir-i Geylanî (Kaddesallahü Sırrahu) Hazretlerinin kasidelerinden istihraçlarla Risale-i Nur’u medh ü sena ediliyor. Risale-i Nur o istihraçlarla bu asırda bir hidayet güneşi olduğu belirtiliyor. Kur’anın nurunu her tarafta neşredecek ve bütün beşer âleminde İslâmî hakaikın neşrine bu Nurlar vesile olacak diye yazılan yazılar, o manevî zâtların bu sözlerini, istihraçlarını beyan etmek, kendisini yalnız memleket çapında değil, bütün dünya üzerinde de bir din liderliği gibi göstermek manasına gelmez mi? diyen savcı sorabilir ve zâten iddianamesinde söylüyor. Buna cevab vermeden evvel, mükellefiyet kelimesinin ne olduğunu arzedelim.

Nasılki müddeiumumî bağlı oldukları adalet cihazının kendisine arzettiği vazifelerle mükelleftir. Kendisini kanunun bahşettiği salahiyet ve nüfuzla asayişin muhafazasına, asayişi ihlâl edenlerin cezalandırılmasını istemeğe ve mahkemeye vermeye mükelleftir. Bazan o salahiyet ve nüfuzu yanlış kullanmak suretiyle, bizim gibi din hakikatlarıyla asayişe hizmet eden, fî sebilillah mahrumiyetten ve sıkıntılar içerisinde ve hiçbir kâr gözetmeyerek bu vatana, bu millet evlâdlarına hizmet eden, dine ve Kur’ana âcizane hizmet niyetiyle sa’y ü gayret eden masumların da yanlış mana vermek ve hilaf-ı hakikat ittihamlarla bu yüksek mahkemenin huzuruna getirmeğe ve aylarca hapishane köşelerinde bekletmeğe ve eziyet vermeğe, bütün dinî kitab ve mecmualardan mahrum etmeğe mükelleftir. Mükellef değil iken mükelleftir. Hem her memur bağlı olduğu kanunların kendisine verdiği vazifeyi îfa ile mükelleftir. Ve her insan, bağlı olduğu devletin kanunlarına itaatla mükelleftir. Aynen öyle de: Bir müslüman, iman ettiği Allahına, kulak verdiği peygamberine karşı da bir takım vazifelerle mükelleftir. Yapıp yapmamak o ayrı mes’ele. Ve hele bir din âlimi, Kur’anın mana ve hakikatına vâkıf bir din büyüğü ise Kur’anın kendisine tahmil ettiği, emr ü ferman ettiği hitablar gereğince onun manalarını beyan ve ifade etmekle, bilmeyenlere bildirmekle mükellef ve muvazzaftır. Bu onun hem akide, hem vazifesidir.

Şimdi bir din âlimi bu vazifesi gereğince Kur’anın derslerini, imanın esaslarını bildiren bir eser yazsa ve hakikaten o eser halk kitlelerinde çok rağbet ve takdire mazhar olsa, biz onların menfaatlerine vesile olsak; sonra hükûmet bu rağbet ve tezahürün mahiyetini tedkik etmek istese, fakat o zaman da bir kısım din düşmanları perde altında çalışarak bu imanî faaliyete mani’ olmak maksadıyla bir takım desiseler, yalanlar ve iftiralarla aleyhinde çalışıp adliyeyi tahrik etseler; bu din âlimi ve eseri ve eserini okuyanlar ve neşredenler mahkemeye verilse, neticede tedkik ve tahkikat sonunda yapılan isnad ve iftiraların asılsız olduğu tebeyyün edip mahkeme beraet ile neticelense ve memleketin en yüksek adalet cihazı olan Temyiz Mahkemesi o beraeti tasdik etse, eserler iade edilse; sonra bu eserler pek çok yayılsa, pek çok insanların istifadelerine vesile olsa, hem o eserlerden hem o eseri okuyanların halinden ve ıslah-ı hal olmalarından hepsinin vatana, millete nâfi’ hale geldiği görülse ve çok uzun senelerde ve yüzer hâdisatta ve bütün tedkik ve taharrilerde o eseri okuyanlardan da tek bir kişinin dahi asayişi ihlâl edecek bir hareketi görülmemesi resmen sabit olmasıyla kat’î anlaşılsa, bu eser ve bu eserin müellifi her tarafta intişar eden bu risaleler asayişin teminine hizmet ediyor. Vatan ve milletin saadeti aleyhindeki menfî cereyanların tahribat ve manevî tehlikesinden vatan ve milleti kurtarmağa vesile olduğu tam tezahür ve tebeyyün etse, buna da hiç şekk ve şübhe kalmasa, fakat aradan uzun seneler geçtikten ve bu hakikat sabit olduktan sonra bir müddeî çıksa, Samsun savcısı gibi bütün bunlara göz kapayarak ve bu mahkemelerin beraet kararlarını nazara almayarak büyük bir mahkeme huzurunda “Bu yazılar halkı hükûmet aleyhine teşvik ediyor. Bunun müellifi bu yazılarla halkı hükûmet aleyhine teşvik eden ve asayişi ihlâl eden bir adamdır.” dese; mezkûr hakikatlar ve inkâr edilemiyen müşahede ve tahkikatlar gereğince bu müddeîye nasıl cevab vermek lâzımdır? Yüksek heyetin takdirine havale ediyorum. Müddeîye satırlarla, sahifelerle ve lisanlarla değil; mücessem nümuneler, müteaddid tahkikler ve kararlarla, bilmüşahede sabit olmuş hakikatlarla cevab veriyoruz. Risale-i Nur dünyada kaldıkça, okunup yazıldıkça, her tarafta rağbet ve tezahüre mazhar oldukça ve resmen intişarını gördükçe ve inşâallah yakında bütün hükûmet dairelerinde resmen yayıldıkça, bu iftirasının cevabını alsın.

Savcının Sikke-i Gaybiye mecmuasında dercedilen, eskideki nuranî zâtların Risale-i Nur hakkında söyledikleri medihlerinden Bediüzzaman’ın kendisini yegâne Kur’an tefsircisi olarak ilân etmesi ve yalnız bu memleket değil, bütün dünya üzerinde bir din liderliği olarak iddia etmesi manasını çıkarmasına karşı yine müdafaattaki Bediüzzaman’ın buna dair beyanları en kat’î cevabdır. O zâtların takdirlerini şahsına değil, hizmet-i imaniyeye ve Risale-i Nur’la en ehemmiyetli bir zamandaki iman ve Kur’an hizmetine atfediyor. “800 ve 1300 senelik azîm bir mesafeden görünen, o nuranî zâtların nazarlarına ilişen, hizmet-i imaniyenin şâhikasıdır. Yoksa Said gibi karıncalar değil.” diyor.

Muhterem hâkimler! Henüz Risale-i Nur’un te’lifi zamanlarında ve Nurların Isparta ve civarında intişarı ânında ve Bediüzzaman’la 120 talebesi çok ağır ittihamlarla Eskişehir hapsine getirildiği zamanda hapiste yazdığı ve kardeşlerine teselli mektubu olarak gönderdiği fıkralarından ibaret olan bu yazılar ve senalar hakkında Bediüzzaman diyor ki: “O zaman dinsizlerin müdhiş desiseleriyle aleyhimizde bir imha plânı hazırlandığı zamanda, kardeşlerinin kuvve-i maneviyelerini muhafaza ve onları meyusiyetten kurtarmak için ve hizmet-i imaniyenin hakkaniyetine dair Hazret-i İmam-ı Ali (Radıyallahü Anh) ve Gavs-ı A’zam’ın (K.S.) kasidelerinden kanaat-ı kat’iyyemle ümid ettiğim tebşirat ve tebrikleri ve o sıkıntılı yerde kardeşlerime bir teselli mektubu olarak gönderdim. Hem ben, hem onlar o tebşirat-ı maneviyeden büyük bir teselli bulduk. Fakat bunları neşretmedik. Saklıyorduk. Sonra Denizli hâdisesinde bunları da sakladığımız yerden bulup aldılar. Fakat mahkeme Risale-i Nur eczalarıyla beraber bunları da iade etti. Ve biz iade edilen bu risaleleri bir tahdis-i nimet olarak ve bu işaretler bizim şahsımıza değil belki Kur’an hesabına onun bir tefsiri ve hakikatlarının bir tercümanı olan Risale-i Nur’a aid olduğundan neşrinde mahzur görmedik.” diyor.

Sayın savcı fehm ve iz’an buyursalar ki; o yazılar tâ 1930 senelerinde Risale-i Nur’un ilk intişarı zamanında yazılmış, bir derece istikbale aid ve tam tezahür etmemiş o zamanların mahsulü idi. O gün belki savcı onları bir hayal ve vehim addedebilirdi. Fakat şimdi o risalelerin işaretleri tahakkuk etmiş, o gaybî ihbarat tam tecelli etmiş. Risale-i Nur Kur’anın hakikatlı bir tefsiri olduğu herkesçe tasdik edilmiş ve bu Nurlar her tarafta intişar edip pek çok insanlara ilm ü irfan sahasında en hakikatlı bir muallim olduğu bilmüşahede sabit olduktan sonra şimdi makam-ı iddianın eski zamana aid teselli mektublarındaki işaret-i gaybiyeleri Bediüzzaman için dünya üzerinde din liderliği iddia ediyor demesi, yanlış anlamanın ve yanlış mana vermenin mahsulüdür. Sonra din liderliği ne demek? Bu dinin tek bir lideri vardır. O da Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm’dır. Her asırdaki müceddid ise, o Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın getirdiği Kur’an hakikatlarını, din esaslarını bulundukları asrın efkârına o asrın ilmî ve edebî seviyesine göre ders verir, izah ve isbat ederler. Vazifeleri o 1300 yıl evvel tulû’ eden Kur’an güneşinin etrafında insanları saadet ve selâmete teşvikten ibarettir. Onun dinine hizmetten ibarettir. İşte Risale-i Nur bu asırda Kur’an hakikatlarını en güzel ders verip izah eden, akıl ve kalbleri ikna’ eden, bilmüşahede mahiyetiyle o şems-i Kur’anın bir lem’ası, onun bir mu’cizesi olduğunu gösteriyor.

Şimdi Pakistan’dan bir âlim gelse, bütün Risale-i Nur’dan bir takım Pakistan’a götürse veya Almanya’da İslâmiyet’i tedkik eden bir talebe Nurlardan bir nüsha istese, takdir ve tebrik etse ve yine bir meraklı İngilizce’ye tercümeye başlasa ve hakeza buna mümasil garb âleminde ve İslâm dünyasında Risale-i Nur intişara başlasa, bir takım müştakları bu eserin sair memleketlerde de neşrine çalışsalar, bundan Bediüzzaman’ın ne kabahatı var? Zâten o artık ben vazifemi yaptım diyor.

İşte muhterem heyet! Savcının i’zam ile şöyle böyle gösterdiği vaziyet, Risale-i Nur’un intişarıdır. Bediüzzaman’ın kendisini hizmetkâr olarak gösteren, gösterişten, şöhret ve hodfüruşluktan kaçan bir kimsedir. Ve en ehemmiyetli dersi de ihlastır. Muvaffakiyetin esası ve hizmetin makbuliyeti de ancak bu ihlasla mümkün olabilir demekte ve bunu Yirmi ve Yirmibirinci Lem’alarda ders vermektedir. Hattâ benim Mustafa Bağışlıyacı’ya gönderdiğim ve burada okunurken sizlerin dikkatinizi çeken bu yazılarda benim imzamı neşretmeyin, ismimin çıkmasına lüzum yok, muvaffakiyetin sırrı budur gibi cümleler dahi arzettiğim gibi o ders-i ihlasa âcizane bir zerrecik iktida etmek niyetinin mahsulüdür. Fakat garib bir tecelli ki, değil imzamız, ismimiz, bizzât şahsımızla, vücudumuzla Samsun’a isbat-ı vücud eyledik. Ve bu Samsun şehrini en evvel üç buçuk aylık hapishane şerbeti ve konservesi ile tanıdık. Hem öyle bir şerbet ki, esas gıda-yı manevîmiz olan bütün dinî kitab ve Hizb-ül Kur’andan dahi savcının marifetiyle mahrum edilmek şartıyla…

Sonra savcının ikinci büyük yanlışı ki: Masum bir din âlimi hakkında Peygamberin sünnetine tam ittibaını, onun mukallidliği yaptığı isnadıdır. Savcı bu derece müdhiş, çok ağır bir ittihamı yapmakla güya Bediüzzaman’ın ne kadar feci’ ve mütezad bir yolda gittiğini ve bu zâtı üstad edenlerin de ne derece cahil, kendini bilmez sapıklar olduğunu bu müdhiş iftirasıyla mahkeme-i âlînize îma etmek istemiştir. Bir hukuk adamı için daima elinde kanun terazisi ile hayat-ı içtimaiyede müvazene ve intizamı muhafazaya memur bir müddeiumumî için bu derece bir müvazenesizlik göstermek, kendisi için olduğu gibi mensub oldukları hukuk mesleği hesabına da çok acıdır. İfrat ve tefrit sahasında çok yaman bir ihtisasa mâlik olduklarını gösteriyorlar ve uydurmalarla bir insan hakkında delilsiz ittihamlar yapabilmenin şaheser nümunesini izhar ediyorlar. A’lâ-yı illiyyîn tabir edilen makamat-ı âliyeye, rıza-i İlahî canibine doğru tayeran eden, uçan bir masum hakkında onun birden esfel-i safilîne sukut ettirecek en korkunç bir vasıfla tavsif etmenin zulümatı içinde bulunuyorlar. Delilsiz ve mesnedsiz ittihamlar yapan savcı delil getirsin. Yoksa hak hukuk müvacehesinde mes’uldür. Peygamber’e tam mütabaata, onun mukallidliği namını vermek ne demektir? İşte o zât bütün 130 parça eseriyle Peygamber’in (A.S.M.) getirdiği din-i İslâmın bir hizmetkârı olduğunu gösteriyor. Risalet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın isbatına ve vukuuna dair pek çok risaleleriyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şu kâinat hâlıkının en sevgili abdi, resulü olduğunu, onun nev’-i beşere gönderilmiş en büyük üstad, en doğru rehber, en sadık muallim, en hakikî irşad edici, ders verici bir vazifede bulunduğunu ve o zâtın getirdiği İslâmiyet hakikatıyla şu âlemdeki maksadlar, mahlukat ve mevcudatın yaratılışındaki gaye ve neticeler tezahür edip anlaşıldığını, insaniyetin hakikî mana ve mahiyetinin ne olduğunu, yani insan bu dâr-ı fâni ve insanın emel ve arzularına kâfi gelmeyen bu muvakkat âlem için yaratılmadığını, belki kuvveler, maddî manevî cihazları başka âleme müteveccih ve ebediyeti istediğini, insan câmi’ mahiyeti ile küllî istidadıyla, emel ve arzularıyla ebediyeti isteyen, ebede namzed, ebedî ve bâki bir Zât-ı Akdes’in âyinesi, dost ve sevgilisi olduğunu ders verip gösterdiğini, böylece Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bu İslâmiyet hakikatıyla insaniyete ebedî bir hayat ve saadet müjdesini getirmekle beşeri ebediyen kendisine minnetdar eden bu mana ve mahiyetiyle yani risalet-i Muhammediyedeki (A.S.M.) hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın âlemin sebeb-i hilkati ve neticesi ve en güzel meyvesi olduğunu ve beşerin iki cihanda saadetini netice verdiğini gösteriyor. İşte Bediüzzaman Risale-i Nur’la Peygamberin (Aleyhissalâtü Vesselâm) nübüvvetini, onun getirdiği İslâmiyet dininin hak ve yegâne kurtuluş yolu olduğunu ders verip isbat ve izah ediyor.

Buna dair hadsiz delillerden bir delil-i mücessem olarak huzurunuza bir suçlu olarak sevkedilen, yıllarca körpe dimağına dinsizlik neşriyatı telkin edilmiş ve onun tesiriyle uçuruma yuvarlanan, sonra Risale-i Nur’la hakka yönelen, karşınızdaki bu maznun-u masumdur. Evet ben imanı, imanın esaslarını Risale-i Nur’dan ders aldım. Allah’a imanı, Peygamber’in (A.S.M.) nübüvvetine, sıdkına imanı ve o Peygamber’in (A.S.M.) getirdiği İslâmiyet hakikatlarının hak ve doğru olduğunu, beşerin iki cihanda saadetini tazammun ettiği, netice verdiğini ve insan iman etmekle ve güzel ameller işlemekle ebedî bir hayata, ebedî bir saadete nail ve namzed olduğunu bu Nurlardan ders aldım. Taklidî değil, tahkikî olarak akıl, fikrim ve kalbimle tasdik ettim. İman ve idrak ettim. Hadsiz inşirah ve saadeti kalbimde buldum. Ve Allah’ın bu ihsanına karşı âcizane bir teşekkür ve mukabele niyetiyle rıza-i İlahî ve rü’yet-i cemalullah denilen tasavvur ve hayalin kuvvetinde bir kudsî gayeyi ideal edindik. Risale-i Nur’la Üstadımın arkasında ve kardeşlerim arasında vatan ve millete, İslâmiyet ve insaniyete hizmet etmeğe azmettiğimi yazılarım ifade ve harekâtım da bu niyetin neticesi ve ifadesi olduğunu, dini ve dinî hissiyatı şahsî nüfuz teminine âlet etmek gibi dinen de mezmum ve memnu’, süflî hallerden bütün kuvvetimle kaçtığımı; dini değil âlet etmek, bilakis her şeyini, maddî manevî bütün varlığını dine âlet ve hizmetkâr kılan Üstadım Bediüzzaman ve talebeleri gibi, küçük istidadım nisbetinde ben de her şeyimi dine hizmetkâr ve tâbi’ kılmağa çalıştığımı, böylece mahkeme-i âlînize arzederim.

Türk Ceza Kanunu’na göre bir suçun teşekkül edebilmesi için suç unsurlarının bulunması lâzımdır. Ceza doktrinine ve Ceza Kanunu’na göre iki türlü unsurun bulunması lâzımdır:

1- Manevî unsur ki, geniş manasıyla kasdı içine alır.

2- Maddî unsur ki, vakıalardır. Yazdıklarımızda ve yazılarda asayişe ve adalete aykırı olarak hareket etmek ne kasd olarak, ne de maddî vakıa olarak bulunmaz.

Hülâsa: Yukarıdan aşağı zikretmiş olduğum müdafaatımın tamamen hakikatlara uygun bulunduğunu teemmül buyurulsa, ortada memleket, millet ve devlet aleyhine işlenmiş hiçbir suç olmadığı gibi, Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri bizler memleketin her köşesinde din, iman, ahlâk ve fazilet fikirlerinin intişarı suretiyle hem insanlığa hizmet, hem de asayiş ve emniyetin muhafazasına hâdim bulunduğumuz ve başka gaye gütmediğimiz, ortada mevcud hâdisattan anlaşılacağı gibi, çok zabıtaların kanaatlarıyla da müsbettir. Şu halde Ceza Kanunu’nun 163’üncü maddesini alâkalı bulunduracak hiçbir suç yoktur. Sırf Anayasa Kanunu’nun 70’inci, 85’inci maddelerinin bahşetmiş olduğu tabiî hakkımız bulunan şahsî masuniyet-i vicdan, tefekkür, neşir ve mensub olduğumuz din ve mezheb ve telakki-i içtihadın serbestîsinden ibarettir. Bu sebeble beraetimize karar buyurulmak suretiyle izhar-ı adaletinizi saygılarımızla dileriz.

2/6/953

Samsun Cezaevi’nde mevkuf

Mustafa Sungur

Mustafa Sungur için mahkemenin Kararnamesi[değiştir]

بِاسْمِهِ‮ ‬سُبْحَانَهُ

İki defa neşredilen tarihçe-i hayatta iki mektub, hem bir mektubda Ankara Emniyet Umum Müdürü’nün eline verilen ve biri de Başvekil’e irticaa dair bir mektub; onların o uzun kararnamelerine manevî tam bir cevabdır. Çünki o kararnamenin bütün esası ve hülâsası: “Said’in nüfuzunu artırmak, kendine makam vermek, bir nevi siyaset peşinde gitmek, hem irticaa çalışmak ve asayişi bozmak imkânı cihetiyle kardeşimiz Mustafa Sungur’u mahkûm ve Üstadımız ve Risale-i Nur’u tenkid etmişler. Güya suç bulmuşlar. Onun için o mevhum suçlarını bu dört mektub esasıyla keser. Ve bu kararnameyi neşretmemizin sebebi: Üstadımız diyor: “28 sene 25 mahkeme ve adliye ve zabıta, mahiyetimi, hilelerimi ve suçlarımı ve sırrımı bilmek istemeğe çalışıyorlar ve bulamıyorlar. Ve hiçbir şeyimiz gizli kalmamış. Ve aynen bu kararname gibi, Afyon’un aleyhimizdeki topladığı çok suçları ihtiva eden ve Mahkeme-i Temyiz bozduğu halde yine o kararnameyi teksir edip neşrettik. Tâ herkes görsün ve bilsin, hiçbir sırrımız gizli kalmasın.” dediği gibi bu kararnameyi de Üstadımızın aynı fikrine binaen neşrediyoruz. Çünki içinde medar-ı ittiham dört esas var: Biri şahsî nüfuzu artırmak, biri asayişe zarar vermek imkânı, biri irtica’ manasını taşımak, biri de benlik ve hodfüruşluk manasını talebelerin ona karşı hüsn-ü zanlarından çıkarmışlar. Bu dört ittihama karşı, bu kararnamenin arkasında Üstadımızın daha evvel yazmış olduğu dört mektubu, onların ittihamlarının ne kadar adaletten, haktan, insaftan uzak olduğunu göstermek münasebetiyle bu kararnamenin âhirine ilhak edildi.

Kararname

Esas No: 1953/230

Karar No: 1953/130

Müddeiumumî No: 1953/369

Hâkimler:

Reis: Hakkı Çağırankaya (4862)

A’za: Sabahat Kurtuluş (6950)

S.A’za: Nuri Mutlucan (11357)

C.M.Umumî: Hadi Onbay (6281)

Zabıt kâtibi: Dilber Ataç

Lâikliğe aykırı olarak dinî hissiyatı âlet ederek Said Nursî nam-ı diğer Bediüzzaman adındaki şahsın nüfuzunu artırmak maksad ve gayesiyle propaganda yapmaktan maznun ve mevkuf, Safranbolu kazasının Eflani nahiyesi halkından olup Ankara’da Hacıbayram Caddesi Etizafer Sokak No: 17 evde oturan Mehmed oğlu 1929 Cemile’den doğmuş Mustafa Sungur ve Samsun’da münteşir Büyük Cihad Gazetesi mes’ul müdürü Bafra’nın Engiz Köyü’nden Hasan oğlu 1326’da Hatice’den doğmuş Hüseyin Yücel haklarında açılan amme davası üzerine yapılan ilk tahkikat sonunda, maznunlardan Mustafa Sungur’un hakkında T.C.K.nun 163/4.5. ve 80’inci ve diğer masnun Hüseyin Yücel hakkında Basın Kanunu’nun 36’ncı maddesi delaleti ile mezkûr 80 ve 163/4.5’inci maddeler mûcibince duruşmaları Samsun Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılmak üzere haklarında son tahkikatın açılmasına dair Samsun Sorgu Hâkimliği’nce verilen 6/4/953 tarihli ve 56/78 sayılı kararname ve evrak-ı müteferrikasının tevdi’ olunduğu Samsun Ağır Ceza Mahkemesi’nde duruşmaya mahsus salonda C.M.Umumî Razı Okbay huzuruyla maznunların yüzlerine karşı yapılan açık duruşma sonunda:

İddia-1: Samsun’da münteşir Büyük Cihad Gazetesi’nin 2 Ocak 953 günlü ve 94 sayılı nüshasında, Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri imzasıyla neşredilen ve “Âlem-i İslâmın halaskârı, ehl-i iman sertacı, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri” başlıklı yazıda Said Nursî tarafından Risale-i Nur namı altında neşredilen bilumum yazı, risale, mektubların Afyon Mahkemesince serbestiyetine ve suç mevzuu teşkil etmediğinden iadelerine karar verildiği bildirilerek Said Nursî’nin âlem-i İslâm’ın halaskârı olduğu, Kur’an güneşinin sönmeyen nurları ve ebedî lem’aları olan Nur şualarıyla cehl ü dalalet karanlıklarını izale ederek milyonlar kalbleri o nurla nurlandırıp ehl-i imanı kendisine minnetdar kıldığı, bu asrın bir hidayet serdarı olduğu, Kur’an-ı Kerim’in ondördüncü asr-ı Muhammedîdeki (A.S.M.) aziz dellâlı ve müdhiş zamanın müdhiş zulümatına karşı nur-u Kur’anla mukabele eden büyük fedakârı ve dinsizliğe karşı bir sedd-i Kur’anî tesis eden muhteşem kahramanı bulunduğu bildirilerek şahsî nüfuzunu temin ve tesis maksadıyla dinî hissiyatı sürülerek..

2- Aynı gazetenin 9 Ocak 953 gün ve 95 sayılı nüshasında “İttihamlara karşı Bediüzzaman’ın cevabları” başlığı altında imzasız olarak neşredilen yazıda: Gizli cem’iyet kurmaktan maznun, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevkedilen ve 5677 sayılı Af Kanunu’nun 1. maddesi mûcibince haklarında amme davasının ortadan kaldırılmasına karar verilince Said Nursî’nin bu suçu münasebetiyle salahiyetli bir mercie verdiği bir istidadan iktibasen, dört mahkemeden beraet kararı alan bu adama mürteci’ diyen mürted oldukları, pek çok fedakâr kardeşleri bulunduğu, a’zamî istibdadlar ve ihanetler ve tahkirlere karşı masumlara zarar gelmemek için sükûtu ihtiyar ettiği, yüz derece yalanlarla bu şahsı mürteci’ diye vasıflandırmanın dinsizliğin en acib derecesi olacağı belirtilerek kendi ifadesiyle kendisinin güya müdafaası yapılmak suretiyle keza dinî hissiyata âlet edilerek şahsî nüfuz temin ve tesis maksadıyla,

3- Aynı gazetenin 23 Ocak 953 gün ve 97 sayılı nüshasında Mustafa Sungur imzasıyla yayınlanan “Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına” başlıklı yazıda 20/6/952 tarihli 67 sayılı Büyük Cihad Gazetesi’nde “En Büyük İsbat” başlığı altında neşredilen bir makaleden dolayı hakkında dava açılan ve mahkemesi 29/1/953 tarihine bırakılan Bediüzzaman Said Nursî’nin mahkemesini kolaylaştıracak bir ihbar ve maruzat kisvesi altında yine adı geçen şahsın (Yirmi senedir a’zamî istibdadlar ve tahkirlere hedef olmuş, hakikat-ı Kur’aniyenin bir kahramanı ve İslâm’ın fedaisi ve nur-u İslâm’ı söndürmek ve ruh-u imanı yok etmek için yapılan dehşetli zındıka hücumlarına karşı mukabele edicisi ve kalb-i münevverine gelen ve iman hakikatlarını güneş gibi parlatan delil ve hüccetlerle isbat eden Risale-i Nur ile ve dinsizlik ve dalalet ejderlerine meydan okuyan İslâm kahramanı ve din aşkının İlahî meş’alesini yakan, müslümanlığın en karanlık gününde âfâk-ı İslâm’da bir güneş kadar ihtişamla parlayan ışıklarında gafletle kendilerinden geçenlere yol gösteren ve bu suretle bu millete ve bu gençliğe ve nesl-i âtîye bu kudsî hizmetiyle minnetdar eyleyen fedakâr) gibi gösterilmek suretiyle keza dinî hissiyat âlet edilerek nüfuzunun temin ve tesis maksadıyla..

4- Yine aynı gazetenin 12 Şubat 953 tarih ve 100 sayılı nüshasında “İstanbul Üniversitesi’ndeki Nur Talebeleri” imzası altında neşredilen “Nur’un beraet kararını tebrik” başlıklı yazıda, Nurcuların Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde rü’yet edilen davasında beraet ettikleri bildirilerek, bu teşekkülün başında bulunan Said Nursî’nin vâris-ül enbiya olarak gösterildiği, asrımızın ihtiyaçlarına uygun bir şekilde Kur’andan ders veren, onun tefsirini yapan, insaniyete hizmet eden en mühim şahıs olarak gösterildiği ve yine dinî hissiyat âlet edilerek şahsî nüfuzunu temin ve tesis maksadıyla..

5- Büyük Cihad Gazetesi idarehanesinde yapılan aramada elde edilen ve neşredilmek maksadıyla maznunlardan Mustafa Sungur tarafından gönderildiği ileri sürülen 20 kadar mektub ve yazı da yine Said Nursî’nin büyük evliya, Kur’anın ve Nur’un yeryüzündeki mümessil-i manevîsi ve büyük bir İlahî mürşid ve irşada ve nur-u imanı herkese yapmağa vazifeli bir kimse olarak gösterilmek suretiyle keza dinî hissiyatı âlet ederek devletin emniyetini bozabilecek hareketlere milleti teşvik etmekte ve Nurcular adı altında (Haşiye-1) gizli bir cem’iyet kurmaktan Afyon Ağır Ceza Mahkemesi’nde aleyhinde amme davası açılan ve suçu ahîren mer’iyete giren 5677 sayılı Af Kanunu’nun 1. maddesi şümulü dâhiline girmesi sebebiyle bu husustaki davanın ortadan kaldırılmasına karar verilen ve irticaî karakter arzeden yazılarıyla memleket çapında huzursuzluk yaratan (Haşiye-2) ve kendisi vâris-ül enbiya, en büyük evliya ve hattâ daha ileri giderek zamanın hidayet edicisi olarak göstermeye kalkışan Said Nursî’nin memleket çapında nüfuz ve iktidarını artırmak maksadıyla maznunlardan Mustafa Sungur tarafından tertib edilen ve propaganda mahiyetini arzeden bu yazıların Samsun’da münteşir Büyük Cihad Gazetesi’nin yukarıda tarih ve numaraları zikredilen nüshalarında neşredilmek suretiyle her iki maznunun din ve dinî hissiyatı âlet ederek Bediüzzaman Said Nursî’nin şahsî nüfuzunu temin ve tesis maksadıyla propaganda yapmış olmaları iddiasından ibarettir.

Deliller:

1- Ceza Muhakemeleri Usûlü Kanunu’nun 125’inci maddesi tarifatı dairesinde sorguya çekilen maznunlardan Mustafa Sungur, “1946 yılından beri Said Nursî’nin talebesiyim. Fiilen kendisinden ders almadım. Eserlerini okudum. Eserlerine hayran kaldım. Sözler mecmuasını, Mektubat, Hüccetüzzehra, Gençlik Rehberi, Asâ-yı Musa, Zülfikar, Siracünnur, Beşinci Şua, Tesettür eserlerini hepsini okudum. Said Nursî ile evvelce görüşüp tanışmadım. Enstitüden çıktım, köyüme öğretmen oldum. Köyün çocuklarını okuttum. Fakat mektebde bize din dersi okutmadılar. Din hakkında bir şey bildirmediler ve bize dinsizlik telkin ettiler. Köye geldiğim zaman ihtiyar annem namaz kılınca darıldım. Niçin namaz kılıyorsun, namaz kılınmaz diye bağırıp çağırdım. Çünki okuduğum mektebde öyle bir his almıştım. Fakat öğretmenlik yaparken Said Nursî’nin eserleri elime geçti. Bunları okuyunca iman-ı billah öğrendim. İslâmiyete bende bir muhabbet hasıl oldu. İslâmiyete muhabbet başlayınca Arabî ve ibadet kısmını köyden hocadan öğrendim. Namaz kılmağa başladım. Ve esasen amel kısımlarını biliyordum. Çünki anne ve babamdan öğrenmiştim. Eserlerini okuyup İslâmiyete bir bağlılık, bir sevgi hasıl olunca bunu yazan Said Nursî’yi bende görmek arzusu uyandı. O zaman kendisi Emirdağı’nda idi. Gittim, ziyaret ettim. Eserlerini Isparta’da çoklar tarafından yazıldığını öğrendim. Oradan mütebâki eserlerini alıp okudum. Bana tarîk-ı hidayeti eserlerinde gösterdiği için bu zâta karşı sevgi ve saygı hissi besledim. Onun risalelerini okuyanlar Said Nursî’nin talebeleri sayılır. Samsun’da çıkan Büyük Cihad Gazetesi’nde neşredilmek üzere daha evvel Said Nursî’nin mahkemesinde neşrettiğim ileri sürülen yazıdan onun haberi yoktur. Ben gönderdim.” şeklinde Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilen bir arzuhali neşrettirdim. Bir de Said Nursî’nin kitablarından bazı parçaları Büyük Cihad’da neşredilmek üzere gönderdim. Fakat henüz onlar neşredilmemiştir. Kararnamenin birinci bendinde zikredilen 2 Ocak 953 gün ve 94 sayılı nüshasında intişar eden yazıyı ben göndermedim. İkinci bendindeki 95 sayılı nüshada yazılı “İttihamlara karşı Bediüzzaman’ın cevabı” yazısını da ben göndermedim.” 3 numaralı bendde 97 sayılı nüshada çıkan arzuhali ben çıkardım ve onun bir nüshasını da mahkemeye ben gönderdim. “En Büyük İsbat” başlıklı Büyük Cihad’da çıkan makaleyi Ankara’dan ben göndermiştim. Onu iddia ettim ve onun bir nüshasını da mahkemeye ben gönderdim. Ve bu arzuhalin suretini de Büyük Cihad’da neşredilmek için değil, fakat malûmat edinilmek için göndermiştim. Neşretmişler. Ben suç kasdıyla bu yazıyı yazmadım. Dinî hissiyatı âlet ederek Said Nursî lehinde yazılı ve şifahî propagandalarda bulunmadım. Sonra vaki’ suale karşı da bu ifadesinde ısrar olduğunu ve bazı dinsizlerin mektub ve yazılarıyla neşir vasıtasıyla yaptıkları hezeyanları kırmak istediğimizden (Komünistleri kasdediyorum) komünizme karşı yirmi seneden beri cephe almışız. Çünki onlar memleketimizi dinsizlikle uçuruma sürüklemek istiyorlar.” demiş, Ankara Cumhuriyet Müddeiumumîliğindeki 30/3/953 tarihli ifade dahi okunup tekrar sorulmuş ve aynen tekrar ve münderecatını kabul ve tasdik eylemekle beraber mezkûr ifademde bahsi geçen ve Ankara’da oturduğum evde yapılan aramada elde edilip iade kılınan kitablar oradaki bir tahkikatla ilgilidir. Bu tahkikatın mevzuu değildir. Ve o ifademde kupkuru ve karanlık istibdaddan maksadım C.H.P. mensublarının bir kısmı olduğu ve hattâ bugünkü hükûmetin de bunu kabul ettiği ifademde neşredilmiş bir yazıdır. Dinsizlerle mücadeleden maksadım, küfr-ü mutlak içinde olan komünistleri kasdediyorum demiş ve Ankara’da bulunduğu sıralarda Nur Risalelerini satmakla veya başka bir maksadla bulunup bulunmadığı sualine karşı da “Ankara’da muvakkaten bulunuyordum. Nur Risalelerini isteyenlere bedeli mukabilinde veriyorum. Urfa’da Nurcular vardır. Aranan kitablarımın içinde Nurcu bir arkadaşımın kitabını buldular. Ve o da benden Nur Risalesi istiyordu. Gönderecektim. Henüz göndermeğe fırsat bulamadan aramada elde ettiler. Bununla beraber Safranbolu, Karabük, İnebolu’ya Nur Risalelerini posta vasıtasıyla gönderdim, paralarını posta vasıtasıyla aldım.” demiş ve yine vaki’ soru üzerine de Ankara Nurcuları namına imza ederek Büyük Cihad’a yazı göndermedim. Ankara’da bu ifadem yanlış olmuştur demiş ve diğer Hüseyin Yücel de sorgusunda: Mustafa Sungur’un Ankara’dan gönderdiği “Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına” başlıklı istida suretini 23 Ocak 953 gün ve 97 sayılı nüshasında neşrettim. Bu yazıdan maksadım: Evvelce komünist teşkilatının maarifte, ötede beride Said Nursî’ye yapmış oldukları hücumdan dolayı efkâr-ı umumîye bunu neşrettim. Yazının mahiyetinde ben başka bir şey görmedim. Büyük Cihad Gazetesi’nin 2 Ocak 953 tarihli ve 94 sayılı nüshasında “Âlem-i İslâm’ın halaskârı, ehl-i imanın sertacı, Risale-i Nur’un aziz tercümanı Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri” başlıklı yazıyı Ankara’dan aldım. Altında Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri diye yazılı idi. Ben de ilim sahibi insanlar yazmıştır diye neşrettim. Evvelce bu yazının kim tarafından gönderildiğini bilmiyordum. Neşrettikten sonra Ankara Üniversitesi’nde Nur talebesi 5302 numaralı talebeden 2 Ocak 953 tarihli aldığım mektubu Âtıf Doğan Ural’ın göndermiş olduğunu anladım.” demiş. Ve ibraz eylediği bu mektub alınarak dosya içine bırakılmıştır. 9 Ocak 953 tarihli ve 95 sayılı Büyük Cihad Gazetesi’nde ittihamlara karşı Bediüzzaman’ın cevabı nedir diye vaki’ suale “Kusurlu kardeşleriniz” imzasıyla bir yerden gelmiştir. Ben o ittihamdır diye cevab verdim. Nereden geldiğini, kimin gönderdiğini bilmedim. Ve yine 13 Ocak 1953 tarih ve 100 numaralı Büyük Cihad Gazetesi nüshasında “Nur’un Beraet Kararı” nedir diye sorulmasına karşı “Bu makale bana İstanbul’dan geldi. İstanbul Üniversitesi Nur Talebeleri imzalarını havi olarak geldi. Ben de neşreyledim. Afyon Mahkemesi’nde beraet etmiş, onu tebrik maksadıyla yazdım. Bir suç kasdım yoktur. Ve Mustafa Sungur’un neşretmek maksadıyla gönderdiği mektublar elime geçmiştir.” Hazırlıkta Cumhuriyet Müddeiumumîliğine vermiş olduğu ifadeleri okunup sorulmuş. Münderecatını kabul ve tasdik eylemiştir.

Vesikalar, bilirkişi raporu:

Nurcular namı altında bir cem’iyetin kurucusu, aynı zamanda Tekke ve Zaviyenin seddi hakkındaki kanunun ceza müeyyidesi dolayısıyla sarih olarak anlaşılmayan bir tarîkatın kutbu olduğu ileri sürülen ve ayrıca hakkında irticaî neşriyattan dolayı muhakemesi, hırs-ı pirî sebebiyle de kendisini mahz-ı hidayet edici sanılan ve o sıfat verilmek istenen Said Nursî adındaki şahsın bir müridi ve talebesi olduğunu kabul eden maznunlardan Mustafa Sungur, Samsun’da münteşir Büyük Cihad Gazetesi sahibi olup Malatya’daki sû’-i kasd hâdisesiyle ilgili ve Ankara Cezaevi’nde mahpus olan Mustafa Bağışlayıcı’ya neşredilmek üzere kendisinin bizzât yapılan aramada elde edilen mektubların ilk tahkikatta bilirkişi olarak seçilen Samsun Müftüsü Ömer Erdem’e yaptırılan tedkikatta tanzim olunan 31 Mart 953 günlü raporda:

Gerek Said Nursî ve gerek talebelerine aid olan ve Büyük Cihad Gazetesi’nde neşredildiği anlaşılan mektublar münderecatını ve yazıların bütün ilham kaynağı Said Nursî’nin yazdığı risaleler, bilhassa Nur Risaleleri ve bunlarda münderiç olduğu anlaşılan âyât-ı Kur’aniyenin tevili ve Hazret-i Ali’nin (R.A.) ve tarîkat mürşidlerinden Abdülkadir-i Geylanî’nin (K.S.) dinî ve tasavvufî hal ve sözlerinden ve kendi görüşü ile edindiği tahakkuk eden fikir ve iddialarından ve kanaatlarından doğma Nurculuktur. Ve nitekim “Afyon Mahkemesi’nin yeni dindar âdil reisine bir hasbihalimdir” serlevhalı mektubun onsekizinci satırından itibaren: “Haydi farz-ı muhal olarak bir-iki sahife Siracünnur’un âhirinde, bir buçuk sahife Mu’cizat-ı Kur’aniye ve iki-üç yaprak Tesettür Risalesi’ndeki mes’eleler yüzünden yüzer kanuna muhalif de olsa o parçalar ve o sahifeler çıkarılıp yüzbinler sahife zararsız ve kanunların ilişmediği kitablarımızın iade edilmesini, bütün Nur talebelerinin diliyle istiyoruz. Hem 33 âyât-ı Kur’aniyenin tahsinkârane işaretine mazhariyeti ve İmam-ı Ali’nin (R.A.) ve Gavs-ı A’zam (K.S.) gibi evliyanın takdirlerini ve yüz bin ehl-i imanın tasdiklerini ve bu 25 senede iman nurunu neşretmiş.” denilmektedir. Bu mütalaasıyla Said Nursî Kur’anın 33 âyetinin onun risalelerini ve ondaki fikir ve kanaatlarının tahsinkârane işaretine mazhariyetini kabul edip inandığı gibi; 1300 sene önce ölen Hazret-i Ali ile (Kerremallahü Vechehu) Hicri 560 yılında ölen ve büyük evliya olarak şöhret bulan Abdülkadir-i Geylanî’nin (Kuddise Sırruhu) dahi takdirlerini kazandığını iddia etmektedir. Bu takdirde cismanî olmayacağına göre ruhanî demek ve bu suretle Said Nursî de büyük evliya mertebesine kendini çıkarmış oluyor. Ve buna benzer bütün fikirlerini ve kanaatlarını, risale ve mektublarının, telkinatlarının dinî bir vasıfla tavsifinden sonra her vasıta ile bütün İslâm âlemine ve bilhassa Anadolu’ya yayılması ve umum tarafından kabulüne çalışılması ve hükûmetin bilhassa kanunların ve kanun adamlarının, hâkimlerin buna mani’ olmaması ve hattâ mahkemelerin bunları mutlak beraet ettirmeğe çalışması emel ve gaye kabul edilmekte ve her vasıta ile ve bu meyanda kendi davalarına katıldığı anlaşılan Büyük Cihad Gazetesi’ne ve bu gazeteye benzer gazetelerde birbirinden istinsah suretiyle neşre devam ettikleri ve birçok gençleri bu yolda yani kendilerinin adlandırdığı Nur talebeliğine soktukları ve hareketin gün be-gün feragatla inkişafa çalıştıkları tedkik edilen salif-üz zikr mektubların birçok yerlerinden anlaşılmaktadır.

Binnetice:

Bu faaliyetin emel ve gayesinin Nur talebeliği ile imana hizmet fikrinin kâffe-i mesnedinin tasavvufî ve dolayısıyla dinî bir mahiyete sokulup bürünüldüğü ve bu şekilde bir propaganda metaı haline sokulduğu ve Said Nursî’nin Nur Risaleleri Nur talebelerince “Büyük memur-u İlahî” ve “Kur’anın bu zamanda bir mu’cize-i maneviyesi” diye temsile çalışıldığı, bir nur-u İlahînin bu zamandaki ehl-i imana ihsan edilmiş ve bütün mani’lere rağmen sönmek değil, bilakis parlıyor. Günden güne yayılıyor, şeklinde iddia ve yazıları ve bizzât Said Nursî’nin “Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek.” şeklinde feveranla meydan okuyuşu ve bu şekilde telkin-i dinî ve propaganda mahiyetini taşıdığı ve yukarıda işaret edildiği gibi, bilhassa Said Nursî’nin Risale-i Nur cihetiyle bir nevi büyük evliya ve Kur’an nurunun yeryüzündeki mümessil-i maneviyesi ve büyük bir İlahî mürşid ve bu suretle dünyayı kendi Nurcu adesesinden gördüğü gibi irşada ve Nur dersini herkese yaymaya memur bir kimse olarak tanıtmağa ve kendilerini de onun fedakâr ve feragatkâr birer çömezi ve yayıcısı yani propagandacısı ve bu gaye ile onun etrafında toplanmağa ve buna engel olacak her maniayı önlemeye çalışmayı vazife sayar bir hareket ve dinî propaganda vasfı taşıdıkları kanaat-ı vicdaniyesinin tahayyül ettiği yazılı bulunmuştur.

Cumhuriyet Müddeiumumîliğin esas hakkındaki iddianamesinde:

Esas mevzu’muza girmeden evvel bir hususun tebarüz ettirilmesine lüzum ve zaruret görmekteyiz. Gerek iddianamemizde ve gerekse son tahkikatın açılması kararında açıklandığı üzere, maznunlardan Mustafa Sungur’a isnad olunan suç Said Nursî’nin şahsî nüfuzunun temin ve tesis maksadıyla dinî hissiyat ve dince mukaddes tanılan şeyler âlet edilerek bu şahıs hakkında neşir yoluyla bir propaganda yapmak ve diğer maznun Hüseyin Yücel’e isnad olunan suç da, Basın Kanunu’nun 36’ncı maddesinde Mustafa Sungur’un suçuna iştirakten ibarettir. Amme davasının mevzu teşkil eden yazılar hakkındaki nokta-i nazarımızı izahtan evvel yazılarda bahsedilen Said Nursî hakkında bilgi vermek ve bu şahsın nelerle meşgul olduğunu, ne gibi iddialar peşinde koştuğunu açıklamada davamızın daha kolayca anlaşılması bakımından faide mülahaza edilmektedir. Said Nursî (Haşiye-3) diğer ismiyle Bediüzzaman bir takım irticaî hâdiselerle ismi karışan bir kimsedir. Kur’an-ı Kerim’in yegâne tefsircisi olduğunu, kendisine mahsus bir takım kehanetlerle ortaya atan, daha ileri giderek bu vazife ile tavzif edildiğini, dostun düşmanın da imanını takviye ile mükellef olduğunu iddia eden bu şahıs Risale-i Nur ve Şua, Mektubat gibi isimler altında memleket çapında gizli ve eski harflerle neşriyat yapmaktadır. Tamamıyla dinî mahiyet arzeden yazılarıyla bir kısım cahil halkı avlayan ve kendisine bend eden bu şahıs irticaî karakter arzeden yazılarıyla da fikirleri bulandırmakta, halkı kanunlar ve inkılablar aleyhine teşvik ve tahrik etmektedir. Eskişehir, Denizli, Afyon Mahkemelerinde aleyhine açılan davalarda suç mevzuu olarak kabul edilen Hücumat-ı Sitte, Siracünnur isimli kitabındaki Beşinci Şua, Tesettür Risalesi gibi Arabça harfler lehinde, latince harfler aleyhinde yazdığı yazılar ve son defa Büyük Cihad Gazetesi’nde Şapka İksası hakkındaki kanuna muhalefet sadedinde de “En Büyük İsbat” başlıklı makale bu şahsın karakterini, zihniyetini, takib etmek istediği yolu gösteren en mühim vesikalardır. Dosya meyanında mevcud, Mustafa Sungur imzalı mektubda denildiği üzere Said Nursî Afyon Mahkemesi’ndeki müdafaası esnasında “Biz hizmetkârız. Dosta da, düşmana da kim olursa olsun imanına hizmet etmekle mükellefiz.” iddiasında bulunmuştur. Buradaki alelâde bir hizmet şeklinde değil, mükellefiyet kelimesinin ifade ettiği manaya uygun müdahaleci bir zihniyetin hizmeti şeklinde kabulü îcab ettiğinden, bu cümle bile başlı başına bu şahsın Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun vaz’ etmiş olduğu lâiklik prensibini, vicdan hürriyetini hiçe sayan bir kimse olduğunu açıkça göstermektedir. Said Nursî birçok yazılarında Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.), Hazret-i Ali’nin (R.A.), Gavs-ı A’zam’ın (K.S.) manevî takdirlerini kazandığını iddia etmekle beraber, teşkilatına neşr-i tamim ettiği Sikke-i Gaybiye’de dercedilen ve beraetle iade edilen mektubat-ı Nur’dan bir parçası isimli mektubunda da: “Bugünlerde manevî muhaverede bir sual ve cevab dinledim” cümlesiyle âlem-i manadan haber aldığı iddiasıyla ortaya attığı fevkalâdeliği görülmektedir. Bazı yazılarında evliyalık rütbesine ulaştığını (Haşiye-4) söylemekten çekinmediğini ifade eden bu şahıs bir kısım yazılarında da Risale-i Nur cihetiyle hidayet edici ve Hazret-i Ali’nin (R.A.) veled-i manevîsi olduğunu saymıştır. Denizli Müdafaatı 298’inci sahifesinde sonraki kısımları bu hususları gayet vâzıh bir şekilde tesbit ve tevsik etmektedir.

Mustafa Sungur imzasıyla yazılı, dosyada bulunan bir mektubda, (bu mektub Mustafa Bağışlayıcı ve naşirlerine serlevhasını taşımaktadır) tam 60 sene evvel manen Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Said Nursî’ye: “Oğlum sen kalk, sen i’caz-ı Kur’anı beyan et!” diye söylediğini ve bu şahsı vazifelendirdiğini bildirilmektedir.

İşte dava mevzuunu teşkil eden yazılar, bu karakterde ve bu zinhiyette bulunan ve kendisini yalnız memleket çapında değil, dünya çapında bir din lideri şeklinde, bir İslâm dini lideri şeklinde tanıtmak hevesi ve sevdasına kapılan ve bu maksadla memlekete giren dinsizliği ve her yeniliği elinden geldiği kadar baltalamağa çalışan ve vatandaşlar arasında dinsizliğe mani’ olmak cihetiyle husursuzluk ve husumete vesile olan bir kimsenin şahsî nüfuzunu artırmak maksadıyla yazılmıştır. Şahsî nüfuzunu temin ve tesise kalkışan Said Nursî hakkında izahatımızdan sonra suç mevzuu teşkil eden yazıların tahliline geçiyoruz.

Büyük Cihad Gazetesi’nin 2 Ocak 953 gün ve 94 sayılı nüshasında Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri imzasıyla neşredilen bir yazıda, Said Nursî âlem-i İslâmın halaskârı, ehl-i imanın sertacı, Risale-i Nur’un aziz tercümanı şeklinde tavsif ve tasvir edilmiştir. Bediüzzaman hakkında irticaî hareketlerinden ve neşriyatından dolayı Afyon Mahkemesi’nde açılan amme davası 5677 sayılı Af Kanunu’nun 1. maddesiyle ortadan kaldırıldığı halde, bu yazıda bu şahsın beraetine ve Nur Risalelerinin serbest bırakıldığından bahsedilmektedir. Said Nursî’nin eserleri Kur’an güneşinin sönmeyen nurları ve ebedî lem’aları şeklinde tasvir edilmekte, nur şuaları olan eserleriyle bu şahsın cehl ü dalalet karanlıklarını izale ederek milyonlarca kalbi o nurla nurlandırıp ehl-i imanı kendisine minnetdar kıldığı, bu asrın bir hidayet serdarı olduğu, Kur’an-ı Kerim’in aziz dellâlı bulunduğu, müdhiş zulümata karşı nur-u Kur’anla mukabele eden büyük fedakârı ve dinsizliğe karşı bir sedd-i Kur’anî teşkil eden muhteşem bir kahramanı bulunduğu iddia edilmektedir. Bu yazıda dinî hissiyatı ve dince mukaddes tanınan Kur’an-ı Kerim’in bir tefsirini âlet olarak kullandığı açıktır. Bu yazı aynı zamanda tamamıyla propaganda mahiyetinde olan bir yazı karakterini taşımaktadır. Mustafa Sungur bu yazının kendisi tarafından yazılmadığını iddia etmekte ise de hazırlık tahkikatındaki ikrarı ile anlaşılmaktadır.

Büyük Cihad Gazetesi’nin 9 Ocak 953 gün ve 95 sayılı nüshasında neşredilen, “İttihamlara karşı Bediüzzaman’ın cevabları” başlıklı yazıda, Afyon Mahkemesi’nde muhakemesi yapılan Said Nursî’nin o zaman bu suç münasebetiyle salahiyetli mercie verdiği dilekçeden iktibasen dört mahkemeden beraet kararı alan bu adama mürteci’ diyenlerin mürted olduklarını, pek çok fedakâr kardeşleri olduğunu, a’zamî istibdadlar, ihanetler, tahkirlere karşı sırf masumlara zarar gelmemesi için sükûtu ihtiyar ettiğini ve düşmanlarının yüz derece yalanlarla bu şahsı mürteci’ diye vasıflandırmasının dinsizliğin en acib derecesi olacağı belirtilerek, kendi kalemi ile güya kendisinin müdafaası yapılmakta, dinî hissiyat âlet edilerek maznun lehinde propaganda yapılmaktadır. İmzasız olarak neşredilen yazının Mustafa Sungur tarafından hazırlanıp gönderildiği kendi ifadesiyle anlaşılmaktadır.

Büyük Cihad Gazetesi’nin 23 Ocak 953 gün ve 97 sayılı nüshasında Mustafa Sungur imzasıyla yayınlanan “Ağır Ceza Mahkemesi Yüksek Makamına” başlıklı yazıda, 25/6/953 tarih ve 67 sayılı Büyük Cihad Gazetesi’nde “En Büyük İsbat” başlığı altında neşredilmiş olan yazıdan dolayı hakkında dava açılan ve yargılaması yapılmakta bulunan Bediüzzaman Said Nursî’nin mahkemesini kolaylaştıracak bir ihbar ve maruzat kisvesi altında yine bu şahıs (Yirmi senedir a’zamî istibdadlar ve tahkirler hedef olmuş, hakikat-ı Kur’aniyenin bir kahramanı ve İslâmın fedaisi), (Nur-u İslâmı söndürmek ve nur-u imanı yok etmek için yapılan dehşetli zındıka hücumlarına karşı mukabele edicisi), kalb-i münevverine gelen ve iman menbalarını güneş gibi parlatan delillerle isbat eden Risale-i Nur ile dinsizlik ve dalalet ejderine meydan okuyan İslâm kahramanı, din aşkının İlahî meş’alesini yakan müslümanlığın en karanlık bir gününde âfâk-ı İslâmda bir güneş kadar ihtişamla parlayıp ışıklarında gafletle kendilerinden geçenlere yol gösteren ve bu suretle bu millet ve gençliği, nesl-i âtîyi bu hizmetiyle minnetdar eyleyen dinî bir lider, İslâmiyetin bir halaskârı, bir kahramanı gibi şekillerle gösterilmek suretiyle şahsî nüfuzunu artırmak maksadıyla propaganda yapılmıştır. Maznun Mustafa Sungur bu makaleyi kendisi yazıp gönderdiğini itiraf etmiştir.

Büyük Cihad Gazetesi’nin 13 Şubat 953 tarih ve 100 sayılı nüshasında, İstanbul Üniversitesi Nur Talebeleri imzasıyla neşredilen “Nur’un Beraet Kararını Tebrik” başlıklı yazıda bu şahıs vâris-i enbiya (Haşiye-5) şeklinde vasıflandırılmakta, asrımızda ihtiyaçlarımıza göre Kur’andan en uygun ders veren bir şahıs olduğu ileri sürülmektedir. Bu yazıyı da Mustafa Sungur yazdığı halde sırf okuyucuları aldatmak, üniversitede bile çok talebeleri zehabını yaratmak için bu imzanın uydurma olarak konulduğu bu maznunun hazırlıktaki ifadesi ve İsmail Doyuk’un izhar eylediği kanaat ve bu kerre mahkemede okunan mektubla sübut bulmaktadır. Müteakib vesilelerle ve salahiyetli merci’lerden alınan kararlarla Büyük Cihad Gazetesi’nin idarehanesinin aramasında elde edilen yirmi kadar mektub ve yazıdan da Mustafa Sungur tarafından bu şahıs lehinde kaleme alınan bu mektub ve yazıların neşredilmek üzere gazete idarehanesine gönderildiği anlaşılmaktadır. Gerek neşredilen ve gerekse neşredilmek üzere hazırlanarak elde edilen yazılar bize kendisine evliyalık izafe eden Said Nursî’nin şahsî nüfuzunu temin ve tesis maksadıyla ve bu şahıs lehinde Büyük Cihad Gazetesi’nde Mustafa Sungur delaletiyle bir kampanya açıldığını ve neşredilen yazılarda dinin ve dince mukaddes sayılan şeylerin ve dinî hissiyatın âlet edildiği açıkça göstermektedir.

Ceza Kanunu’nun 5435 sayılı kanunla değişen 163’üncü maddesinin dördüncü fıkrası: Şahsî nüfuz temin ve tesis maksadıyla yapılan her türlü istismarları müeyyide altına almıştır. Vicdanlarda ma’kesini bulan dinin hiçbir suretle istismar edilmesine müsaade etmeyen bu maddenin uygulanabilmesi için lâiklik prensibinin ayrıcı ihlâline lüzum bulunmamaktadır. Din bezirganlarının faaliyetine mani’ olmak için vaz’ edilmiştir. Ve din gibi ulvî bir mefhumun hiçbir suretle istismar edilmesine (Haşiye-6) müsaade edilmemesi için konulmuştur. Her ne kadar fıkranın baş tarafında lâkliğe aykırı bir kayıd mevcud değil ise de, bu kayıd temel nizamlar üzerinde değişiklik amacıyla yapılan propagandalarda aranması îcab eden bir unsur-u cürmîdir. Maznunlara isnad olunan suç basın yolu ile işlenmiştir. Bu maddenin beşinci fıkrasında teşdid unsuru olarak nazara alınmaktadır. Maznun Hüseyin Yücel mezkûr gazetenin mes’ul müdürü sıfatıyla Basın Kanunu’nun 16. maddesi mûcibince asıl fâil Mustafa Sungur derecesinde mes’ul bulunmaktadır. Yukarıda izah edildiği üzere maznunlar işbu suçlarını Büyük Cihad Gazetesi’nin muhtelif nüshalarında neşriyat yapmak suretiyle işlemiş iseler de gerek gidilen maksad itibariyle ve gerekse bu yazı diğerini mana ve maksad bakımlarından ikmal ve itmam ettiklerinden bu sebeblerle bu yazıların hepsinin bir suç mahiyetinde kabul ve cezalarının 80. madde mûcibince artırılması yerinde olacağı mütalaasındayız. Gösterilen mûcib sebeblerle maznun Mustafa Sungur’un Türk Ceza Kanunu’nun 163/4 ve 5 ve 80. maddeleri ve diğer maznun Hüseyin Yücel’in Basın K. 16. maddesi delaletiyle Türk Ceza Kanunu’nun yukarıda zikri geçen maddeleri gereğince cezalandırılmaları taleb ve iddia edilmiştir. Ankara Hukuk Fakültesi’nden sorulduğu zaman 5202 numaralı talebe mevcud olmadığı bildirilmiş ve hazırlık ve ilk tahkikatta ifadesi alınmamış ise de, 3/6/953 günlü oturumda kendiliğinden gelen Âtıf Doğan Ural da dinlenmiş ve geçen sene Risale-i Nur Külliyatı’ndan sahibi Said Nursî’nin Afyon’da beraet etmesi üzerine bir tebrik yazısı olarak ehl-i imanın sertacı, Risale-i Nur’un aziz tercümanı başlığı taşıyan yazıyı Büyük Cihad’a gönderilmek üzere Mustafa Sungur’a söyledim. O da daktilo etti ve ben postaya koydum. Büyük Cihad Gazetesi yazı işlerine gönderdim. Kendi ismim dâhil diğer arkadaşların ismi de vardır, demiş ve vaki’ soru üzerine de, gönderdiğimiz yukarıda zikrettiğim yazıya benimle beraber Mustafa Sungur da imza koydu yolunda ifadede bulunmuştur.

Maznunların ifadesi:

Maznunlardan Mustafa Sungur’un beş sahifeden ibaret 3/6/953 günlü müdafaanamesinde hülâsaten……

(Bize gelen kararname yazılarının sönük olmasından iyi okuyamadığımız için, bu kısmı Urfa kahramancıklarının müdafaalarıyla birlikte neşredilen Mustafa Sungur’un iddianameye karşı müdafaanamesine havale ediyoruz.)

Hüküm:

Samsun’da haftalık siyasî olarak çıkarılan Büyük Cihad Gazetesi’nin yazı işlerini fiilen idare eden maznunlardan Hüseyin Yücel ile, bunun yazılarını teyid ve el altından muhbirlik vazifesini yapan diğer maznun Mustafa Sungur’un hükûmet-i Cumhuriyemizin kabul eylediği lâikliğe aykırı olarak dini ve dinî hissiyatı ve dince mukaddes tanınan şeyleri öne sürerek, dinî hizmet tarzında nüfuz ve karşılıksız kâr ve faidelerini artırmak azmiyle propaganda yaptıkları ve bu propagandayı Mustafa Sungur’un maksadına uygun topladığı yazı ve makaleleri Ankara ve diğer yerlerden göndererek, Hüseyin Yücel’in de Büyük Cihad Gazetesi’nde neşretmek suretiyle propaganda yaptıkları mevcud gazetelerdeki yazılar münderecatı, şehadet ve evrak-ı tahkikiye ve maznunların ikrarları ile mertebe-i sübutta görülmüş ve mahkeme heyetince de bu yolda kanaat-ı kâmile tahassül eylemiştir.

Binaen aleyh: Maznunlardan Mustafa Sungur ve Hüseyin Yücel’in sabit görülen fiiline temas eden Türk Ceza Kanunu’nun 163/4 madde ve fıkrası gereğince ve 80. maddesine göre her ikisinin de bir sene altışar ay müddetle ağır hapsine ve altışar ay Manisa’da Emniyet nezareti altında bulundurulmasına 24/6/953 tarihinde ittifakla karar verildi.

Reis A’za S.A’za Zabıt Kâtibi

Hakkı Çağırankaya Sabahat Kurtuluş Nuri Mutlucan Dilber Ataç

4862 6950 11357

Haşiye-1: Bu hususta dört mahkeme ve dört ehl-i vukuf cem’iyetçilik olmadığına vermiş oldukları kararları, bu mahkemenin ittihamını esasıyla reddederek keser.

Haşiye-2: Afyon Savcısının hesabıyla 500 bin talebenin asayişe ilişmemeleri, 28 senede bir tek vukuatı bulunmaması ve asayişi muhafaza etmeleri, bu ittihamı esasıyla reddeder.

Haşiye-3: Bu iddianın reddini, Başvekil’e yazılan irtica’ hakkındaki mektuba havale ediyoruz.

Haşiye-4: Hiçbir yazısında velilik dava etmediği, belki mahviyet yoluyla gittiğini onu tanıyanlar ve hizmetini görenler biliyorlar.

Haşiye-5: اَلْعُلَمَاءُ‮ ‬وَرَثَةُ‮ ‬اْلاَنْبِيَاءِ hadîs-i şerifine ittibaen söylenen bir söze itiraz edilir mi?

Haşiye-6: O vakit bütün vaizleri, imamları ve din hizmetkârlarının aldıkları ücret ve hürmeti men’ etmek hükmünde bir ittiham olur.

Mustafa Sungur'un Cezaevleri Umum Müdürlüğüne dilekçesi[değiştir]

Cezaevleri Umum Müdürlüğüne ve hapislerle alâkadar yüksek makamlara Samsun Müddeiumumîliği eliyle

Ankara

Samsun’un yeni ve şefkatli muhterem başsavcısı, hapislerin ıslah-ı hali için bu yakınlarda umum müdürlükten gönderilen dinî ve terbiyevî kitabları faal müdür bey vasıtasıyla mahpuslara verdiler.

Bu mes’ele etrafında bir parça konuşmak, alâkadar yüksek zâtlara kararlarını tasvib suretinde bu istidamı arzetmeyi vicdanî, millî ve vatanî bir borç bildim. Bu samimî ve tamamıyla vicdanî istidanın tedkik ve kabulünü ümid etmekteyim. Hem alâkadar vazifedar zâtların vazifeleri iktizasıdır tahmin ediyorum.

Evet hapiste musibet tokadını yiyen her ferd, imanın tesellisine herşeyden ziyade muhtaçtır. Bir kısmı nefis ve şeytanın desiselerine kapılarak kör hissiyatın gayr-ı meşru keyif ve lezzetlerinin arzusunun cezasını dünyevî bir tarzda çeken ve bir kısmı intikam ve hased gibi mezmum sebeblerle buraya toplanan ve bir kısım dahi kaza ve kader kurbanları olarak ellerinde olmayarak bu muvakkat misafirhaneye ve terbiyehaneye gelen bîçareler, herşeyden ziyade dinin derslerine ve ihtarlarına ve imanın manevî tesellisine muhtaçtırlar. Dünyevî lezzet ve hayatın zevklerinden elleri kesilmiş ve mahrum kalmış bu insanlar, elbette Allah’a iman ve âhirete iman hakikatlarının bahşettiği saadet-i ebediye ve hayat-ı bâkiye müjdesiyle tam bir itminan ve teselli bulabilirler. Ve bundan tevellüd eden “Madem dünyam ağlıyor, âhiretim dahi ağlamasın” dersiyle sabır ve istikamet yolunu tutar. Hattâ Allah’a ve âhirete imanı ziyadeleşse ve inkişafa başlasa, hapisten bir nevi zevk almağa başlar ve hoşlanabilir. Madem dünya fânidir, muvakkattır. Elemleri ve lezzetleri dahi fânidir, kısadır. Ve madem insan bu fâni dünyaya Hâlıkını tanımak, bilmek, güzel ameller ve marifetlerle onun rızasını kazanmak için gelmiştir. Ve bâki olan yalnız hayırdır. Ve madem ölüm, herkes için muhakkaktır ve genç-ihtiyar fark yoktur. Ve madem ölüm, ehl-i iman ve hayır ameller işleyenler için bu dünya zindanından Nur âlemine ve saadete geçmeğe ve eski dost ve ahbablarına kavuşmaya vesiledir. Hem hakikî vatanlarına ve ebedî makamlarına ve saadetlerine girmeğe vasıtadır. Hem zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana bir davettir. Hem Rahman-ı Rahîm’in fazlından kendi hizmetine mukabil ücret almaya bir nöbettir. Hem vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Hem ubudiyet ve imtihanın talim ve talimatlarından bir paydostur.

İşte ölümün hakikatı iman edenler ve istikamette gidenler için bu mezkûr yüksek ve haşmetli ve ulvi mahiyette olmasına mukabil, ehl-i dalalet için yani iman etmeyenler veya iman edip fıskta, sefahette, zulümde ve buna benzer zararlı yollarda, büyük günahlarda gidenler için ise ölüm, bütün mahbubatından, sevdiklerinden elîm bir firak, ebedî ayrılmak, hem kendini cennet-i kâzibe-i dünyeviyesinden ihraç ve tard ve vahşet ve yalnızlık içinde zindan-ı mezara idhal ve hapistir. Ve kabir, ehl-i dalalet ve günahlarda gidenler için vahşet-i nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha içi gibi dar bir mezara açılan kapı olduğu halde, ehl-i Kur’an ve iman için bu muvakkat ve kararsız dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i cinana ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahman’a açılan kapıdır; diye iman hakikatının dersi ve müjdesiyle, başa gelen musibetini tebessümle karşılar. Yaptığı cinayet ve günahından tövbeye yanaşır. Ve hapishane kanunlarına, nizamına severek itaat eder ve hapsin bu muvakkat olan fâni sıkıntı ve musibetinden tefekkür eder ve ilham alır ki; havası, suyu ve elektriği tamam. Yemeği ve gıdası verilen ve haftada bir-iki gün ana ve babası, çoluk ve çocuğuyla görüşmesi ve memleketten haberler alıp vermek gibi muhaberesi bulunan bu hapishane, bu dar yer sana sıkıntılı, azablı geliyorsa ve bundan şekva ediyorsan, ey nefis kat’iyyen bil ki; kabrin tecrid-i mutlak ve azablı sıkıntıları bundan bin defa daha ziyade elîm ve büyüktür. Ve Cehennem’in, Kur’anın binler âyâtıyla kat’î haber verdiği kavurucu azabı milyonlar defa daha şiddetli, hem çok uzun hem pek korkunçtur; diye bu haps-i dünyevîden kıyas eder, fikreder. Ve kör hissiyatın ve evhamların, nefis ve şeytanın pis ve gayr-ı meşru arzularından vazgeçer, tövbeye gelir, Cehennem azabını tahattur eder.

Hattâ bu mevzuda Büyük Millet Meclisinde Diyanet İşleri bütçe müzakeresinde Antalya Milletvekili Burhaneddin Onat’ın ahlâk ve millî vicdan bahsinde demiş ki: “Herkesin yanına, herkesin içine bir jandarma koyamazsınız. Fakat herkesin içine bir Allah korkusu koyduğumuz zaman, bir vicdanî müeyyide koyduğumuz zaman mes’ele yarıya kadar halledilmiş olur arkadaşlar…” diye uzun bir konuşması ve buna benzer içtimaî, ahlâkî ve millî sahalardaki vazifedar zevatın Allah korkusu ve din derslerinin lüzumu hakkındaki vakit vakit yükselen sesleri ve feryadları, bu mes’elenin millî selâmet ve vatanî emniyet bahsinde en âcil ele alınacak bir mes’ele, bir ihtiyac-ı zarurî olduğunu göstermektedir. Buna binaen Hapishaneler Umum Müdürlüğünün bu mevzuda dinî ders ve telkinleri hâvi kitabları göndermesi cidden bir fâl-i hayırdır. Fakat bu kat’î zaruret, bu en elzem mes’ele, beş-on kitabla ve cüz’î bir gayretle olmaz.

Muhterem Müdür Beyefendiler! Sayın büyüklerimiz!

Bu sahada ciddî bir gayret, bir faaliyet göstermek başta gelen vazife olmak îcab eder. Acaba en yaramaz ve en câni ve isyankâr bir adamın bütün bu sû’-i ahlâkıyla beraber, ezan okunurken sükûta varması, Allah ismini duymakla insafa gelmesi, başka hangi terbiye ve ıslah usûlüyle kıyas edilebilir? Onun ıslahında bu derece mühim rol oynayabilir? Mümkün mü? Evet semavî ve İlahî bir nizam, bir tebliğ, bir hitab ki; insanın bütün mahiyetine tesir eder. Akıl, kalb, ruh, nefis ve bütün letaifini müteessir eder ve milyonlar, milyarlar mücessem nümuneler, misal ve delillerle sabit olmuştur. İşte hapishaneleri ıslah ve mahpusları terbiye ve teselli bahsinde Umum Müdürlüğün ve hapishane müdürlerinin ve savcıların bu husustaki gayretlerini takdir ile, sevinç ve şükranla karşılarken bu mes’elede o yüksek zâtlara âcizane bir yardım, bir tavsiye arzetmeyi yine vicdanî ve samimî bir vazife biliyorum. Şöyle ki:

Madem mezkûr maruzatımdan ve hâdisat-ı zamanın ilcaatından ve hapishane alâkadarlarının ve adliye memurlarının da gayretlerinden anlaşıldığı vecihle, zaruretin iktizasıyla hapishanelerde dinî derslere ihtiyaç var. Öyle ise bu hususta gayet tesirli, ikna’ ve ikaz edici, ders verici eserlere ihtiyaç vardır. Ben bu eserlerin başında ve bu asrın yarasına tam merhem olacak ve akılları tam ikna’ edecek ve eden ve hakikat-ı imaniyeyi güneş gibi parlak delillerle isbat ve izah eden, Kur’anın hakikî bir tefsirini görüyorum ve gösteriyorum ki, o da Risale-i Nur’dur. Ve Risale-i Nur’un bir hülâsası mahiyetinde, Said Nursî’nin 120 talebesiyle mevkufen girdiği ve sonra beraetle tahliye edildiği Denizli hapsinde iken yazdığı “Denizli Meyvesi” adlı risaledir ki, hapislere okutturulacak ve ders verilecek eserlerin başında gelir, kanaatım var. Hattâ o risale, Mahkeme-i Temyiz’e bir müdafaa olarak gönderilmiş ve “İşte biz bunun için çalışıyoruz, başka bir meşgalemiz yoktur” denilmiş. Ve Temyiz dahi Denizli Ağırcezasının beraetini tasdik edip, bütün Nur Risaleleri ta o zaman iade edilmiş ve Denizli hapishanesi o zaman o Meyve Risalesi’yle âdeta bir dershane-i Nuriye olmuş. Hapishane müdürü ve adliye memur ve müfettişlerinin takdir ve tebrikini celbetmiş.

Belki şimdi siz yüksek zâtlar, bu eserler hakkında tam bir serbestiyet ve beraet kararı olup olmadığını soracaksınız. Bu hususta, Denizli beraetine rağmen Afyon mahkemesinde beş sene evvel açılan dava daha henüz neticeye bağlanmış değildir.(Haşiye) Bir defa müsadere kararı verilmiş, sonra Temyiz bozuyor. Sonra yeniden tedkik vesaire yüzünden uzamış gitmiş bulunmaktadır. Buradan İzmir’e tayin edilen eski başsavcı, umum risalelerin tedkikine şimdi Isparta’da başlandığını ve kat’î neticeye orada karar verileceğini söylemişti. Sonra benim bazı risalelerim münasebetiyle verdiğim istidama cevaben, daha henüz karar verilmediği bildiriliyordu. Afyon’da neticeye bağlanmamasına mukabil, beş mahkeme lehte karar ve beraet verip ve yirmidört mahkeme dahi bir suç unsurunun bulunmadığını izhar etmişler.

Ezcümle: Eskide Isparta, Ankara ve Denizli Ağırcezalarının beraeti gibi, son senelerde dahi Mersin, Pazar, Rize, Safranbolu, Balıkesir, İstanbul ve sair mahkemeler beraetle karar verip, Risale-i Nur’da suç bulamıyoruz diye karar vermişler. Esasen umum Risale-i Nur’un 130 risalesinde değil, belki ancak bir-iki risalede bazı suç tevehhüm edilen parçalardır ki, bundan yirmi sene evvel Barla’da Arabî ezan ve kamet dolayısıyla müellifi Said’e bazıların sıkıntı vermelerine karşı, hastalıklı vaziyette yazdığı bir küçük parçada bazı şiddetli cümleler bulunması ve yeni ezanın eskisinin yerinde ikame edilmesinin doğru olmayacağına dair bir risale ile tesettür âyetini tefsir eden Tesettür Risalesi’ndeki bazı cümleler medar-ı itiraz olmuş. Halbuki bunlardan maada ehl-i vukufun ve büyük âlimlerin tasdikiyle Nur’un bütün yüzyirmiden ziyade risaleler tamamıyla dinî, ilmî mahiyette olup imanın hakikatlarını isbat, gayet makul izah ediyorlar. Dinde medar-ı şübhe ve müşkil zannedilen mes’eleleri izah, şübheleri izale bilhassa akide-i tevhidi binler delil ve hüccetlerle ders veriyorlar. Ve akla yol açan temsil dûrbînleriyle en ince ve en derin mes’eleleri dahi kolaylıkla izah ve ikna’ ediyor. Bilhassa Tabiat Risalesi’yle, maneviyatı inkâr eden maddî felsefe karanlıklarını parça parça ediyor. Ve Nur Âleminin Anahtarı adlı nurlu bir risale ile, hava zerrelerinin hadsiz vazifelerde istihdamında ve binler ayrı ayrı hizmetleri aynı zamanda muntazaman görmelerinde vahdaniyet-i İlahiyeye öyle büyük bir pencere açıyor ki, kim görse takdir etmemesi elden gelmez. Buna kıyasen bütün erkân-ı imaniyenin izahı dahi böyle. Binaenaleyh Isparta adliyesi dahi, bir-iki risale yüzünden umum Risale-i Nur’u müsaderesini şiddetle red ve tekzib edeceğini ümid ediyoruz. İnşâallah yeni ve son bir beraet kararı ile neticelendiğinde, Meyve Risalesi’ni yüksek makamınız, hapishanelere inşâallah tevzi edersiniz. Bu suretle ileri bir adım atılmış olacak.

Meyve Risalesi’nden bazı parçaları arzetmek isterdim. Fakat o risale, Asâ-yı Musa mecmuasının başında dercedildiğinden o risaleyi şimdi mevkuf bulunduğum mes’ele için mahkemeye ibraz etmiştim. O mecmua dahi evraklarımla beraber Temyiz’e gitmiş. Henüz gelmedi. Eğer o risale yanımda olsa idi, yüksek makamınıza arzedecektim. Hatırımda kalanları arzediyorum:

“Her gün yirmidört saat sermaye-i hayatı Hâlıkımız bize ihsan ediyor. Tâ iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın. Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmiüç saatı sarfedip, beş farz namaza kafi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarfetmezsek; ne kadar hilaf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve me’yusane hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasaret ederiz, kıyas edilsin. Eğer bir saatini beş farz namaza sarfetsek; o halde hapis musibet müddetinin herbir saati, bazan bir gün ibadet ve fâni bir saati bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî sıkıntıların kısmen zeval bulması ve bu hapse sebebiyet veren hatalardan keffareten afvettirmesi, bu hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellidarane bir hoş-sohbet olduğu düşünülsün... ilh.”

“Gençlik Rehberi’nin güzelce izah ettiği gibi, ölüm o kadar kat’î ve zahirdir ki; bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi, ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasılki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir. Öyle de zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defa mezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var. İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş. Bir kısacık hülâsası şudur: Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor; elbette bu ecel celladının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir mes’elesidir. Evet çaresi var ve Risale-i Nur Kur’anın sırrıyla o çareyi iki kerre iki dört eder derecesinde kat’î isbat etmiş. Kısacık hülâsası şudur… ilâ âhir.”

“İşte ey bu Medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tam menfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takib edip, boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’andan bildiğimiz sureleri okumak ve manalarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızı kaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzel seciyeli fidanları yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a’mal-i sâliha ile hapishane müdür ve alâkadarları, Medrese-i Yusufiye’de Cennet’e adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.”

“Ve o gençliğin sû’-i istimali ile gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere, kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarıyla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden, hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette ekseriyet ile, gençlerin gençliğinin sû’-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar, ağlamalar, esefler işiteceksin. Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlahiye, tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençliği netice vereceğini, başta Kur’an olarak çok kat’î âyâtıyla bütün semavî fermanlar haber verip müjde ediyorlar. Madem hakikat budur. Ve madem helâl dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzetten, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffetle, istikametle sarfetmek lâzım ve elzemdir.”

“Ey hapis musibetinde benim yeni arkadaşlarım! Sizler, benimle beraber gelen eski arkadaşlarım gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirdleri şahid göstererek derim ve isbat ederim ve isbat etmişim ki: O büyük davayı yüzde doksana kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama (şimdi yüzbinler) o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i maneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci dava vekili bulunan Risale-i Nur’dur… ilâ âhir.”

“İnşâallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler, memurlar, o Nurları mahpuslara ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler.”

Bu parantez içindeki kısımlar, o Meyve Risalesi’nin uzun izahlarının ya başında veya sonunda başlangıç veya hâtime olarak vardır. Ben bir nümune olarak buraya bir kısmını yazdım. Meselâ şu aşağıda arzedeceğim cümleler, bu Meyve Risalesi’nin âhirete dair bize ders ver diyen Denizli mahpuslarına cevaben verilen uzun bir bahsin ve Cehennem’e dair beyanatın son cümlesidir. Hakikaten Denizli hapsinin meyvesi olan bu ikinci kısım, âhireti ve haşri öyle kat’î delilleriyle ve taze ve usandırmayan bir üslûb ve ifade ile beyan ediyor ki, işte şu son cümlesi:

“Evet bu kâinatta hayır-şer, lezzet-elem, ziya-zulmet, hararet-bürudet, güzellik-çirkinlik, hidayet-dalalet birbirine karşı gelmesi ve içine girmesi, pek büyük bir hikmet içindir. Çünki şer olmazsa, hayır bilinmez. Elem olmazsa, lezzet anlaşılmaz. Zulmetsiz ziya, ehemmiyeti olmaz. Soğukla, hararetin dereceleri tahakkuk eder. Çirkinlik ile, hüsnün (güzelliğin) tek bir hakikatı, bin hakikat ve binler çeşit hüsün mertebeleri vücud bulur. Cehennemsiz Cennet’in pek çok lezzetleri cüz’î kalır. Bunlara kıyasen, herşey bir cihette zıddıyla bilinebilir. Ve birtek hakikatı, sünbül verip çok hakikatlar olur. Madem bu karışık mevcudat dâr-ı fâniden dâr-ı bekaya akıp gidiyor; elbette nasılki hayır, lezzet, ışık, güzellik, iman gibi şeyler Cennet’e akar. Öyle de şer, elem, karanlık, çirkinlik gibi zararlı maddeler Cehennem’e yağar. Ve bu mütemadiyen çalkanan kâinatın selleri o iki havuza girer, durur. Kerametli Yirmidokuzuncu Söz’ün âhirindeki remizli nüktelerine havale ederek kısa kesiyoruz.

Ey bu Medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Bu dehşetli haps-i ebedîden kurtulmanın kolayı, çaresi, bu dünyevî hapsimizden istifade ederek elimiz mecburiyetle yetişmeyen çok günahlardan kurtulduğumuzla beraber, günahlardan tövbe edip farzlarımızı eda ederek herbir saat bu hapisteki ömrümüzü bir gün ibadet hükmüne getirmekle o ebedî hapisten necatımızı ve o nuranî Cennet’e girmemiz için en iyi bir fırsattır. Bu fırsatı kaçırırsak, dünyamız ağladığı gibi âhiretimiz dahi ağlayacak. خَسِرَ‮ ‬الدُّنْيَا‮ ‬وَ‮ ‬اْلآخِرَة tokadını yiyeceğiz… ilâ âhir.”

İşte bu nümunelere kıyasen Meyve Risalesi ve Gençlik Rehberi ve Risale-i Nur’un bütün imanî risaleleri mahpuslar için ekmek ve gıda gibi bu teselliye en çok muhtaç ve ıslahı elzem insanlara ders verilmeğe tam lâyık olduğu görülür. Ahlakî ve dinî eserler yanında Nur Risalelerinin bilhassa Meyve Risalesi’nin ehemmiyetle nazar-ı dikkate alınması lâzımgeldiğini arzediyorum.

Esasen imanın ve Kur’anın gösterdiği saadet-i ebediye ve hayat-ı bâkiye müjdesine ve tesellisine yalnız mahpuslar, musibetzedeler değil, bütün beşer bütün insanlık muhtaçtır. Çünki insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri ve kâinatı ihata eden tasavvurat ve efkârları ve ebedî beka ve saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i gayet ciddi isteyen himmetleri ve fıtrî istidadları bulunması ve hadsiz maksadlara müteveccih ihtiyaçları, za’f u acziyle beraber hücumuna maruz kaldıkları hadsiz musibet ve a’dalarıyla beraber gayet kısa bir ömür ve her gün her saat ölüm endişesi altında gayet dağdağalı bir hayat yaşamak, gayet perişan bir maişet içinde kalbe, vicdana en elîm ve en müdhiş hâlât olarak mütemadi zeval ve firak belasını çekmek içinde ehl-i gaflet için ölüm, zindan-ı ebediye kapısı veya yok olmak, hiçliğe gitmek gibi dehşetli bir mahiyette görünürken, bu mahiyette olan bir insana birden Kur’anın ve iman-ı hakikînin gösterdiği ve bahşettiği ebedî ve daimî bir hayat ve nihayetsiz haşmetli bir saadet müjdesi; beşeriyet için ne muazzam bir nur-u saadet kaynağı ve teselli hazinesi olduğu anlaşılır.

İşte bu hakikat içindir ki; Kur’anın ve İslâmiyetin insanın bu küllî ve câmi’ mezkûr mahiyetine tam cevab verip tatmin eden müjdesi, hakikatı içindir ki bugün garb âleminde hristiyanlık dünyasında İslâmiyet lehinde mühim bir kaynaşma göze çarpıyor. Bilhassa yüksek muhitlerde, ilim muhitinde, içtimaiyyunlar arasında İslâmiyeti tedkik ile Müslümanlığı kabul ettikleri görülüyor. Son aylar, seneler zarfında gazete sütunlarında gördüğümüz Avrupa ve Amerika’da Kur’an-ı Kerim tefsir ve tercümelerinin yüzbinlercesi kapışılması ve rağbet bulması, garb âleminde Kur’an lehinde ehemmiyetli cereyanların meydana gelmeye başladığını tebşir etmektedir.

Bir yerde okudum. Evet Hz. İsa Aleyhisselâm demiş: “Ben gidiyorum tâ size tesellici gelsin.” Yani Ahmed Aleyhissalâtü Vesselâm Kur’an ile gelsin. Demek Kur’anın nev’-i beşere en büyük hediyesi tesellidir. Ve Kur’anın bu tesellisini Nur Risaleleri yüzler derslerinde binler delil ve bürhanlara istinad ederek güneş gibi parlak gösteriyor. Evet Risale-i Nur’u tedkik ile ondan ders alan münevver, takdirkâr, bahtiyar gençlik dahi böyle söylüyor. Maneviyat denizinin coşkun ve kükremiş mevceleri ortasında çok bîçarelerin sarsılmış ve kuvvetini kaybetmiş imanının yegâne kurtuluş gemisi ve o geminin hedef ittihaz edeceği Risale-i Nur’un inkâr edilmeyecek kadar bir kudretle nurlandırdığı saadet-i ebediye perestişgâhının yine parlak nurudur. Onun içinde maddiyattan ziyade ruhiyatın tecellisi, her bir sahifesinde karilerin vâzıhan gördüğü burada dünyada gafletle kendilerinden geçenler ve âdeta ölümü hiç olmak gibi en aşağı bir mertebeye kadar indiren gafil yolcular ve böylelikle zulmet âleminde misafir olduklarını hâlâ sezemeyen zavallılar, Risale-i Nur’un aydınlattığı yollara nazarlarını çevirdikleri zaman, kabrin bir saadet-i ebediye kapısı, ölümün de yok olmak değil saadet-i bâkiyeye vâsıl olacağını bihakkın gösteren bir hidayet kaynağı olduğunu anlayacaklar. Belki de kalblerinin hücra bir köşesinde bîhaber olarak saklı kalan zaîf imanlarının sönük ziyasını Risale-i Nur’un nuruyla parlattığı anda, fâni âlemlerin fâniliklerinden kurtulup bâki âlemlerin bâkiliklerine ulaşan sırrın aydınlık yolunu hissedecekler. Böylece gafillerin gafletten uyanmaları, Kur’an şakirdlerinin yegâne gayesidir. Risale-i Nur’un hedefini bu suretle bir nebze açıklarken insaniyetin nazarını ruhun, maneviyatın nihayetsiz ufuklarına dikmelerini temenni ediyoruz. Zira ağaran fecirde bir nur parlıyor. Bu nur ki, imanın nuru ve o nuru gösteren Risale-i Nur’un nurudur.

İnşâallah Kur’an’ın bu en büyük hakikatı ve İslâmiyetin bu en kudsî esası ve davası olan saadet-i ebediye ve hayat-ı bâkiye müjdesini en parlak surette isbat edip mukni’ ders veren Risale-i Nur eczalarının bilhassa Meyve Risalesi’nin her tarafta olduğu gibi bilhassa teselliye ve irşada çok muhtaç mahpuslar arasında ders verilmesini rahmet-i İlahiyeden ümid ediyoruz. Âdil ve vatanperver zâtlardan bekliyoruz. Ve vazifenin muktezasıdır diyerek hürmetle arzediyoruz.

3/1/1954

Samsun Cezaevinde mevkuf

Mustafa Sungur

Haşiye: Şimdi Afyon’daki kitabların beraetine mecbur olup, teslimine karar verilmiş diye telgraf aldık.

Diyarbakır Sulh Ceza Mahkemesi [Mehmed Kayalar][değiştir]

Birkaç defa beraet kazanan Risale-i Nur'un birkaç vilayette haksız müsaderesine dair, Nur'un yüksek bir talebesinin muhakemesindeki müdafaasından bir parçadır.

03 Şubat 1956

İkinci Sulh Ceza Mahkemesi yüksek makamına

Diyarbakır

Mahkeme-i âdilenizin huzuruna çıkmaktan fevkalâde memnunum.

Âdil mahkemeler; kâinat Hâlikının Hak isminin, Âdil isminin ve daha çok esma-i ilâhiyenin tecelligâhıdır. Hak namına hükmeden, Âdil-i Mutlak hesabına adalet eden ve hakikî, İslâmî bir adalet olan kürsî-i muallâ ne yüksektir, ne mübecceldir. Hak tanımaz mağrur zalimleri huzurunda serfüru ettiren, haksızları hakkı teslime icbar eden âdil mahkemeler, en yüksek tebcile ve en âli ihtirama sezâdırlar.

Zulüm ve gadr ile hukuku ihlal edilmiş, haysiyet ve şerefi pâyimal edilmiş mazlumların, huzurunda ahz-ı mevki ile tazallüm-ü hâl eden biçarelerin şu dünya-i fânide ihkak-ı hak için mesned-i re’sleri mahkemelerdir. Şu hâlde, ne şerefbahş bir taht-ı âlidir ki; mazlumlara melce ve penah, zalimlere de hüsran ve tebah oluyor.

İnsanların ebrarını da, eşrarını da cem’ eden huzur-u mehâkim, öyle korkulacak bir yer değildir; belki muhabbete, hürmete lâyıktır.

Sultanlarla köleleri, asilzadelerle ahad-ı nâsı müsavi tutan şu makam, saltanattan da mübecceldir. Hususiyle, bütün âlem-i insaniyete devirlerin, asırların akışı boyunca adalet dersini veren İslâm mahkemeleri; akvam-ı sairenin engizisyonlarına mukabil, adalet nurunu biçare beşerin kara sahifesine haşmetle aksettirmiştir. Adliye ve adalet tarihimiz, bunun binlerle misaline şahittir.

Ezcümle; Bu mübarek, adaletli mahkemenin huzurunda iftiharla arz etmek isterim ki; meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde diyor ki:

"İlk İstanbul kadısı (hakimi) olan Hızır Bey Çelebi'nin huzurunda, haşmetli padişah Fatih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:

Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu Fatih, bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fatih’in arzusunun hilâfına olarak, bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih, cezaen, Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fatih aleyhine dava açar. Bunun üzerine mahkemeye celb edilen büyük padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birdenbire, hakimin şu ihtarıyla karşılaşmış: ‘Oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’i olacaksın; ayakta beraber dur!’

Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tabi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir.

Fakat, mimar, kısası istemediği için, büyük Fatih, günde on altın tazminata mahkum olur; ve hatta kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır."

İslâm mahkemesinin adaletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz fertlerin huzur-u mehâkimde müsavi olduğunu gösteriyor.

İşte, ben de bugün, Fatih kadar şanlı, kahraman İslâm hakimi Hızır Bey Çelebi’nin makamının mümessili olan ve hakiki adalet-i Kur’aniyeyi esas tutan bir makamın yerinde bulunan bir mahkemenin huzurunda bulunuyorum. Bütün kalbimi huzur ve sürura kalbeden memnuniyetim budur.

Kahraman ecdadımızın bu kadar ulviyetinin sırrı; kalblerinde Allah korkusunun mevcudiyetiyle, Kur’an nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmiş olması ve kudsî hakaika karşı sonsuz ve nihayetsiz derecede merbutiyetleridir. O mübarek ecdaddan bize tevarüs eden, Allah ve Kur’an için akıttıkları kudsî kanlarının hâlen eserleri bulunan bu yurtta ve aziz canlarını feda ettikleri şu memlekette, "Kur’an’ın kudsî hakikatlerine hizmet ediyor. Kur’an’ın tefsirini okuyor, evinde bulunduruyor" kaydıyla mahkemenin huzuruna sevk edildim.

Evet, muhakememiz şahsımla alâkadar olmaktan ziyade, Risale-i Nur’un muhakemesidir. Risale-i Nur ise, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanın semavî ve kudsî hakaikının tereşşuhatı olmak hasebiyle, o yüksek eserlerdeki kıymet, doğrudan doğruya Kur’an’a aittir. Şu hâlde, muhakeme de Kur’an’ın muhakemesidir. ehl-i tevhidin kitabı olan Kelâmullah bütün âyat ve beyyinatıyla Hâlik-ı kâinatın vahdaniyetini ve ehadiyetini ilân ediyor.

Kur’an’ın ehl-i ukulü hayrette bırakılan i’cazı, belâgat ve fesahatı, nihayet derecedeki yüksek üslubu, selaset-i beyanı, elhasıl sonsuz bedayi ve câmiiyeti ile ins ve cinnin kıyamete kadar gelecek ihtiyacatına ekmeliyetle kâfi gelmesi, dünya ve ahiret saadetinin rehberi bulunması ve bütün asırlardaki tabakat-ı beşere hitap etmesi ve kâinat Hâlikının marziyatını kullarına bildirecek âyat ve beyyinatı tefsir ve izah edecek mütehassıs ehl-i ilmin bulunması zaruretine binaen her asırda gelen binler müdekkik ehl-i ilim, yüz binlerle Kur’an tefsirlerini meydana getirmişler; bütün asırları Kur’an’ın nuruyla ışıklandırmışlardır.

İşte, Risale-i Nur da bu asırda Kur’an’ın feyziyle vücud bulan, beşerin tekemmülâtına uygun olarak Kur’an’ın gösterdiği mucizeli hakikatlerin, bu tekâmül ile, saha-i fiile konulduğunu bildiren ve asrın idrakine hitap eden gayet kudsî bir tefsirdir. Kur’an, baştan başa tevhid-i ilâhiyi ilân ediyor; Risale-i Nur da, iman-ı billahı gösteren ve hakaik-i imaniyeyi ders veren ayetleri tefsir ediyor.

İşte muhakemenin asıl mevzuu budur.

Otuz seneden beri gizli din düşmanlarının, komünistlerin ve masonların tahrikatıyla Risale-i Nur şakirdleri, birçok mahkemelere sevk edilmişler; âdil mahkemeler de, o hain, gizli din ve Kur’an düşmanlarının ettikleri iftiraları inceden inceye tetkik etmişler, "Bunlarda bir suç yok; kitaplar ise faydalı kitaplardır" diyerek, çok mahkemeler beraetle neticelenmişlerdir.

Temyiz mahkemesi de, üç defa mahkemelerin beraet kararını tasdik etmiş. Hüküm kaziye-i muhkeme hâline geldiği hâlde, memleketi umumî bir dinsizliğe sürüklemek için perde arkasındaki din düşmanları; faaliyetlerini mütemadiyen tazelemişler, sükûn ve asayişe pek çok muhtaç olan memleketimizi bu cihetten zaafa uğratmak için adliyeleri, mahkemeleri daima hainane tertiplerle meşgul etmişlerdir.

Evvelce şifahen dahi arz ettiğim vecihle, selef-i salihinin bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı ahkâma dair tefsirlerdir, diğer bir kısmı da âyat-ı Kur’aniyenin hikmetlerini ve iman hakikatlerini tefsir ve izah ederler. Selef-i salihinin bu türlü tefsirleri çoktur. Hususan Gavs-ı Azam Şah-ı Geylânî, İmam-ı Gazalî*, Muhyiddin-i Arabî*, İmam-ı Rabbanî gibi zevat-ı kiramın eserleri, bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlana Celâleddin-i Rumî Hazretlerinin Mesnevi-i Şerif ’i de bu tarz, bir nev’i manevî tefsirdir. İşte, Risale-i Nur, bu tarz tefsirlerin en yükseği, en mümtazı ve en müstesnasıdır. İşte, madem bu tarz tefsirler mütedavildir, kimse ilişmiyor; Risale-i Nur’a da ilişmemek lâzımdır. İlişenler Kur’an’a ve ecdada düşmanlıklarından ilişirler.

Risale-i Nur, erkân-ı imaniyeyi ve âyat-ı Kur’aniyeyi tefsir ederek, öyle bir tarzda beyan eder ki; hiçbir münkir, hiçbir dinsiz, o hakikatleri inkâr edemez. Hem riyazî bir katiyetle isbat eder, göze gösterir, aklı dondurur, letaifi kandırır; artık hiçbir imanî ve Kur’anî hakikati inkâra mecal kalmaz. Bundan dolayıdır ki, dinsizler, komünistler, bu memlekette Risale-i Nur varken mel’unane fikirlerini saha-i tatbike koyamadıklarından ve bir manevî bekçi gibi, Risale-i Nur daima karşılarına çıktığından, Risale-i Nur’un her vecihle neşrine sed çekmeyi gaye edinmişlerdir.

Risale-i Nur, tahkikî iman dersleri verir, şakirdlerini her türlü fenalıktan alıkoyar, kalblere doğruluk aşılar. Onu hakkıyla anlayan, artık fenalık yapamaz. Onun içindir ki, bugün memleketin her tarafındaki Risale-i Nur talebeleri, asayişin manevî muhafızı hükmündedirler. Şimdiye kadar hiçbir hakiki Nur talebesinde asayişe münafi bir hareket görülmemiş, âdeta Nur talebeleri zabıtanın manevî yardımcısı olmuşlardır. Risale-i Nur talebelerinin rıza-i ilâhîden başka, a’mâl-i uhreviyeye müteveccih olmaktan gayrı düşünceleri yoktur. Şu hâlde, Risale-i Nur’a garazkâr tertipler hazırlayanlar, perde arkasındaki malum din düşmanlarından başka kimse değildir.

Yukarıdaki maruzatımızda birçok mahkemelerin beraat kararlarının mevcudiyetini arz etmiştim. Elde edebildiğim tarih ve numaralarını beyan ederek, o âdil ve yüksek mahkemelere milyonlar Nur şakirdleri namına minnettarlığımızı bildirmek isterim. Umum Risalelerin beraet ve iadesi hakkında Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin 15 Haziran 1944 tarihli beraet kararıyla, İstanbul Eminönü Ağır Ceza Mahkemesinin 1953 tarih ve 1951/137 esas ve 1952/27 kararıyla ki; geçen celsede Sebilürreşad gazetesinin takdim ettiğim nüshasında bildirilen beraet kararıdır. Ayrıca mahkeme-i âlinize suret-i mahsusada arz ve takdim ettiğim Asâ-yı Musa dahil umum Risale-i Nur külliyatının Mersin Ağır Ceza Mahkemesinin 1954/17 esas, 1954/421 karar ve 9/4/954 tarihli beraet kararının mevcudiyetleri, mahkemelerin temininde olarak hiçbir elin Risale-i Nur’a ilişmemesini tazammun ettiği hâlde, mestur düşmanların hainane faaliyetleriyle bu sefer de tahsisen Asâ-yı Musa kasd edilerek âdil ve yüksek mahkemeye gelmiş bulunuyoruz.

Risale-i Nur, iman-ı billah ile tevhidi en yüksek derecede, aynelyakîn ve hakkalyakîn bir surette göze gösterip bütün letaifi azami derecede doyurmasıyla imanı taklitten kurtarıp, derece-i tahkike yükseltir. Asâ-yı Musa’da ise, bu ulvî ve kudsî iman dersi, en parlak bir surette, hem görülmemiş ihtişam ile isbat edildiğinden, yüz otuz cilde yaklaşan Risale-i Nur tefsirinin âdeta hülâsası hükmündedir.

Bütün semavî kitabların ve bütün peygamberlerin en büyük davası, Hâlik-ı kâinatın uluhiyet ve vahdaniyetini ilândır. Kur’an, baştan başa tevhidi gösterir; işte Asâ-yı Musa da Müslümanlara ve umum beşeriyete Cenab-ı Hakkın birliğini ve delâil-i vahdaniyetini güneş gibi göstermesinden, en büyük bir mütefekkir ile bir dinsizi ve bir feylesofu hakaik-i imaniyeyi tasdike mecbur ettiği gibi, en âmi bir adamın da en yüksek hakikatleri, en büyük bir suhuletle anlamasını temin eden, tevhidi gösteren, âyat-ı Kur’aniyenin en kudsi bir tefsiridir. Aynen ismi gibidir. Nasıl ki Musa aleyhisselâm, elindeki asâsıyla kara taşlardan, çorak vadilerden, ateş fışkıran çöllerden âb-ı hayatı fışkırttığı gibi, Asâ-yı Musa da vahdaniyet-i ilâhiyeyi isbat etmesiyle dünya ve ahiret âlemlerini ziyadar edecek tevhid nurlarını fışkırtıyor; taş gibi kalbleri, mum gibi eritiyor; şevki ile gönülleri teshir ediyor.

Hem madem mahkemelerin beraeti mevcut ve vicdan hürriyeti var ve hiçbir memlekette ilim ile iştigal edenlere ilişilmiyor; şu hâlde, ulûm-u evvelin ve âhirîni câmi olan Risale-i Nur’a da ilişilmemek lâzımdır.

Risale-i Nur yurdun asayişine, sükûn ve selametine hizmet ettiğine delil; milyonlar talebelerinin hiçbirisinde bir vak’anın görülmemiş olmasıyla beraber, hepsinin de namuskârane faaliyetleriyle müstakim görülmeleridir. Risale-i Nur külliyatı, Asâ-yı Musa ile birlikte kütüphane-i mesâimin harîminden alınması ile, her türlü suç unsurunun mevcudiyetini bizzat ref’ eder. Zira, her münevver adam, kütüphanesinde her nev’i kitabı bulundurur, okur, tetkik eder. Mel’unane fikirleri neşreden ve anarşistliği telkin eden kitablar bile kütüphanelerde açıkça tetkike tabidir.

Hülâsa: Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatleri semavîdir, Kur’anîdir. O hâlde Kur’an okundukça, o da okunacaktır. Risale-i Nur, mücevherat-ı Kur’aniye hakikatlerinin sergisidir, pazarıdır. Bu ulvî pazarda herkes istediği gibi ticaret yapar. Uhrevî, manevî zenginliklere mazhariyeti temin eder.

Bu kadar maruzatımızla ifade etmek istedim ki: Maksadımız, imanımızı kurtarmaktır, imana hizmettir, Kur’an’a hizmettir. Ahirete müteveccih olan bir hâl ise, hiçbir günah suç mevzuu olamaz. Mütemadiyen şikâyette bulunduğumuz o gizli din düşmanları, türlü türlü entrikalarla, tertiplerle, iz’açlarla bizleri bu kudsî vazifeden men’etmeye uğraşmaktadırlar. Bizler ise bu kudsî yolda Kur’an ve iman için her şeyimizi fedaya seve seve hazırız. Değil dünyevi ızdıraplar, Cehennemî azaplar da verilse, bıçaklarla da doğransak, en müthiş ölümlere de maruz bırakılsak, asırlar boyunca milyonlar mübarek ecdadımızın feda-i can ettikleri bu kudsî hakikate, bizim canımız da feda olsun. Bir değil, bin ruhum da olsa, Kur’an için, iman için hepsini feda etmeye her zaman hazırım.

Şu aziz vatanın taşları, toprakları, abideleri, kubbeleri, câmileri, minareleri, mezar taşları, türbeleri Kur’an’ın tebliğ ettiği zemzeme-i tevhidi haykırıyorlar. İman ve Kur’an’ın ezelî nurunu, atom zerratına kadar nüfuz edip ilân ettiği tevhid hakikatini, hiçbir kuvvet bu vatanın ve bu milletin sine-i pâkinden silemez.

Muhterem mahkemenizden, yüksek adaletinizden hakaik-i Kur’aniyeyi ve vahdaniyet-i ilâhiyeyi haşmetle ilân eden ve tevhidi, azami derecede gösteren Risale-i Nur külliyatının iadesine ve beraetine karar vermenizi rica ederim.

Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. arşı ferşe bağlayan kelâmullah ile mazi canibindeki milyarlar ehl-i iman, evliya ve enbiya alâkadar oldukları gibi, Risale-i Nur mahkemesiyle de manen alâkadardırlar. Çok ihtiyarlamış arzın, dört yüz milyon Müslüman sekenesi, Risale-i Nurun beraetine ve serbestiyetine ve intişarına muntazırdırlar.

Mazi tarafından perde-i gayb arkasına çekilen mübarek ecdadımızın nuranî kafileleri, ulvî makamlarından Risale-i Nur mahkemesine manen nâzırdırlar.

Müstakbel cephesinin feyizkâr nesilleri, beraet (Haşiye) kararını bekliyorlar.

Emekli Yüzbaşı

Mehmed Kayalar

Haşiye: Bu müdafaanın serdedildiği muhakeme, beraetle neticelenmiştir.

Isparta Sorgu Hakimliğine [Ziver Gündüzalp][değiştir]

Emirdağ Cumhuriyet Müdde-i Umumiliği Eliyle

Isparta Sorgu Hakimliği'ne

Isparta C.M.U.’nin 25/3/956 tarih ve 311 sayılı iddianamesine itirazım.

Üç sene evvelki bir tevehhüme binaen yazılan bir iddianame, üç sene sonra Ramazan içinde gayet hasta bulunan Üstadımız Said Nursî’ye o iddianame geldi, dedi ki:

"Ben otuz senede hâlimi tedkik eden ve beş defa beraat veren âdil mahkemeleri ittiham etmek hükmünde tekrar aynı mesele ve otuz senede mesuliyeti mucib delili bulunmayan gizli cemiyetçiliğe dair, otuz senelik adliyeleri ittiham etmek hükmünde olan bu yeni iddianameyi reddediyorum, kabul etmem. Tâ hakkımda beraetle adalet eden o âdil mahkemelere hürmetsizlik olmasın. Ve intişar etmiş iki yüz sahifeden ziyade müdafaatlarım, benim bedelime bu tekrar ittihamnameye bir itiraznamemdir. Başka bir diyeceğim yok. Sen bu itiraznameye bir haşiye yaz. Çünkü hastalığım şiddetlidir." dedi, sözü kesti.

Hizmetinde bulunan ben ve Mustafa Acet, onun bedeline bir-iki hakikati ifşa ediyoruz. Şöyle ki:

Bu beş-altı senedir hizmetinde bulunduğumuz Üstadımız Said Nursî’nin acib bir hasiyeti budur ki; insanlarla hattâ en yakın dostları ve akrabaları ile görüşmek istemiyor. Hattâ yirmi sene talebesi ve hayatta kalan tek bir kardeşini, yakınında olduğu ve otuz senedir görüşmediği halde görüşmek için çağırmıyor. fıtratında öyle bir inziva var ki zaruret-i kat’î olmazsa ve Nur dersinden bir hakikat-ı imaniye olmazsa, halklarla konuşmak kat’iyen istemiyor. Hattâ daima hizmetinde bulunduğum halde dört-beş günde bir defa benimle ciddi konuşmuyor. Konuşsa da bir şaka suretinde konuşuyor. Benden çok sadıkane hizmet eden kardeşlerim içinde beni hizmetine tercihi, ben bu sırr-ı inzivayı ve tevahhuşu bozmamak fıtratımda bir seciye olduğundandır. Hattâ bazı bana: "Taşsın, hayvansın; o cihette seni tercih ediyorum." der. Biz bütün yakın talebeleri biliyoruz ki nasıl maddî hediyeyi kabul etmiyor; manevî bir hediye olan hürmetkârane bir hizmeti de istemiyor, istiskal ediyor.

Hem dünyada hiçbir mal, mülkü hanesi olmadığı gibi, öyle de kendine hiçbir kemalât vermiyor. "Ben müflis bir adamım. Hazine-i Kur’aniyenin bir hizmetkârıyım." der. Ben bu kaç senedir en gizli sırrına vâkıf olduğum halde, benlik ve enaniyeti ima edecek bir seciyesini bulamadım. Risale-i Nur’da yazdığı gibi, acz-i mutlak, fakr-ı mutlak seciyesi ile daima şükür ve sabır seciyesini görüyorum.

Bütün vazifesi, hissiyatı, Kur’an-ı Hakîmin hakaik-i imaniye derslerinden kendine bulduğu ilâçları, tiryakları ehl-i imana da bildirmek bir vazife-i fıtriyesi olduğunu ben ve bütün kardeşlerimiz biliyoruz, görüyoruz. Musibet ve belâlar geldiği vakitte bizlere der: "Vazifemiz hizmettir. muvaffakiyet, muzafferiyet vazifemiz değil. O vazife-i ilâhiyedir. Vazife-i ilâhiyeye karışmak haddimiz değil." diye zalim düşmanlarına da beddua etmiyor.

Hem yine bütün kardeşlerimiz biliyorlar: Otuz beş senedir

1 اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ وَالسِّيَاسَةِ

deyip siyaseti terk ettiği gibi, otuz beş senedir (bir buçuk sene müstesna) hiçbir gazeteyi okumak, dinlemek istemedi. Yalnız düvel-i İslâmiyenin teşekkülünde ve Hristiyan âleminde şiddetli bir dinsizlik, bolşevizm, İslâmiyetin hakikatine karşı mübarezesi noktasında, bir buçuk senedir yeni harf bilmediği halde, ben bazı merak ettiği nokta için dinlettiriyordum.

Acaba bu kadar infiradî inziva bir hayata sahip olan ve böyle bir acib seciye bulunan ve dünyanın en yüksek şeylerine beş para ehemmiyet vermediği ve bu kadar musibetlere giriftar olduğu halde menfice hareket etmediği, müdafaatında dediği gibi, yirmi sekiz senedeki bana edilen emsalsiz işkencelere sekiz günde intikamımı alabilirdim. Fakat Kur’an’ın bir kanun-u esasîsi olan

2 وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى

sırrıyla asayişi bütün kuvveti ile muhafaza için, o işkenceli zulümlere karşı menfice hareket etmediği mahkemelerce tahakkuk etti. Acaba böyle bir adamın siyasî cemiyetlerle münasebeti olabilir mi? Eğer onun, Nur talebelerine üstadlığı itibariyle cemiyet namı verilse; bütün vaizlere, muallimlere ve imamlara cemiyet namı vermek gibidir. Belki onun hizmet-i imaniyesi haricî, dahilî düşmanlara karşı bir manevî mücahede olduğu itibariyle, ona cemiyetçi denilse; bütün zabitlere, taburlara cemiyet namı vermek lâzım gelir."

Üstadım Said Nursî, uhuvvet-i İslâmiye itibariyle bütün hayatında, bütün Müslümanlara bir irtibatı ve tesanüd ve muhabbeti taşıdığı halde ona cemiyetçi demek, uydurma bir ittihamdır. Âlem-i İslâmın mecmuuna, gizli cemiyet denilmez. Yüzde doksan sekiz adam, bir kaç adama karşı cemiyettir demek bir hezeyandır. Çünkü ekseriyete karşı ekalliyetin içtimaına, cemiyet namı verilir.

Meclis-i Mebusan’da divan-ı riyasette Mustafa Kemal’in hiddetli-şiddetli itirazına karşı en gizli sırlarını çekinmeyerek söyleyen ve Divan-ı Harb-ı Örfî’de irtica ittihamına karşı, "Eğer meşrutiyet, İttihad ve Terakki Partisi'nin istibdadından ibaretse, bütün dünya şahid olsun ki ben mürteciyim." diyen, darağaçlarına beş para ehemmiyet vermeyen ve bir makalesi ile yirmi bin adamın İttihad-ı Muhammedî (a.s.m.) Cemiyeti'ne girmelerine vesile olan ve bütün hayatında esrarını ifşa eden bir adama, "Siyasî, gizli cemiyet kuruyor." denilse, elbette gayet kat’î bir hatadır.

Hem şimdi cemiyet namını vermek, bu otuz senede bu kadar tarassudlar ve mahkemelerdeki yüzlerle mektuplar ve Risale-i Nur kitaplarının tedkiki neticesinde beş mahkemenin cemiyete dair en küçük bir emare bulamayarak verdikleri beraat hükümlerini ittiham etmektir.

Said Nursî’nin şiddetli hastalığı zamanında hizmetinde bulunan

Ziver Gündüzalp, Mustafa Acet

1.) Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım.

2.) Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. (Fatır Suresi: 18)

Isparta Sorgu Hakimliğine [Mustafa Acet][değiştir]

Sorgu Hakimliği yüksek katına

Isparta

25/3/956 gün ve 311 sayılı iddianameyi aldım. İddianamede hakkımda yapılan iddialar, hiçbir delil ve isbat mevcud olmadan yapılan isnadlardan ibarettir. Hepsini reddettiğimi saygılarımla arz ederim.

Hem 163’üncü madde ile beni suçlandıracak en ufak bir hâl ve hareketim ve delil de mevcud değildir. taharride bende bulunan bir adet Sebilürreşad mecmuası ve bir de Kenzü’l-İrfan isimli yüz senelik matbu eski bir kitaptır ki, bunların serbestiyeti herkesçe malum ve izahtan müstağnidir.

Evet, ben Bediüzzaman Said Nursî’nin hizmetçisi idim. İhtiyar ve daimi rahatsız olduğundan, rıza-ı ilâhî için hizmet ettim. Üstadım Bediüzzaman’ın ziyaretçi kabul etmemek bir düstur-u hayatı olduğu için, ben de bazen gelen olursa bu düsturunu söyleyerek geriye çevirirdim. Buna Emirdağ halkından yüzlerce kimseleri şahid göstermeye hazırım.

Üstadım bütün hayatı boyunca insanların hürmetinden ve teveccüh-ü nâsdan kaçmıştır. Zaruret olmadan hiç kimse ile görüşmemek onda bir seciye haline gelmiştir. Hizmetçisi ile dahi konuşamaz. Rahatsızlık ve dermansızlık hâli de buna manidir. Bu itibarla da Üstadımın hizmetçileri, ziyaretçiyi kabullenmek değil, belki ziyaretçilerin gelmemeleri için tenbihatta bulunurlar. Bediüzzaman’ın bu haline bütün millet şahid ve vâkıftır. Bu hakikati da saygılarımla arz ederim.

Hizmetçisi olduğum Ütadım Bediüzzaman’ın herhangi bir cemiyet kurmakla veya siyasî bir faaliyetle zerre kadar alâkası yoktur. Yüz otuz parçadan müteşekkil Risale-i Nur eserleri ile yalnız ve yalnız imanî ve İslâmî ve dinî hakikatleri ders vermiştir. İman, İslâmiyet ve dini takviye eden bu Kur’an tefsirinin sırf neşrine mani olabilmek maksadıyla gizli hain din düşmanları çeşitli iftiralar ederek müteaddit mahkemelere sevk ettirmişlerdir. Ve adliyeleri aldatmaya çalışmışlarsa da muvaffak olamamışlardır. Âdil hâkimler, âdilane kararlarıyla Bediüzzaman ve eserlerine beraat vermişler ve kitapları sahiplerine iade etmişler. Nitekim 944’te Denizli Ağır Ceza Mahkemesi de bütün risale ve mektupları ehl-i vukufa tedkik ettirerek, bu eserlerde herhangi siyasî bir faaliyet olmadığına vâkıf olmuş ve ittifakla beraat kararı vermişlerdir. Bu kararı da temyiz mahkemesi, ittifakla tasdik etmiş ve kaziye-i muhkeme halini almıştır.

Kat’iyetle arz ederim ki: Senelerce tahkikat ve tedkikat yapılsa, Bediüzzaman ve eserleri ve Nur talebelerinde siyasî bir faaliyet bulunamaz. Ve mahkemlerde delile istinad etmek mecburiyet oldukça, dünyada hiçbir mahkeme 163. maddelerle hiçbir alâkadarlık göremez. Bu itibarla üç sene gibi uzun bir müddet sükuttan sonra mevki-i muameleye konulan hakkımdaki takibata men’-i muhakeme kararı verilmesini saygılarımla arz ederim.

Şunu tebarüz ettirmek isterim ki: Üstadım Bediüzzaman Said Nursî’nin kurduğu bir cemiyet yoktur. O da öyle tevehhüm edilen bir cemiyetin reisi değildir. Ben de öyle hayalen vücut verilen bir cemiyetin âzası değilim. Hakikatte Müslüman camiası içinde öyle mahdut dini bir cemiyetin kurulması, İslâmiyetle kabil-i telif değildir. Zira Türkiye’nin yüzde doksanı Müslümandır. Müslümanlar azınlık değildir ki cemiyet teşkil etsinler.

Bediüzzaman, bir İslâm müellifidir; müfessirdir. telifatı olan Risale-i Nur eserleri de Kur’an’ın tefsiridir. İman ve İslâmiyet yolunu gösterir. Ben de bütün İslâm camiası olan ümmet-i Muhammed’den (a.s.m.) bir ümmet olan bir Müslümanım. Savcılar ve mahkemeler de bu hakikate vâkıf olarak: "Said Nursî’nin faaliyeti siyasî değildir. Onun eserlerini okuyanlar, onu büyük bir mürşid, müfessir bilip içlerindeki derunî boşluğu doldurmaya çalışan kimselerdir." demişlerdir. Ve ehl-i hakikat da, bir müellifin eserlerini okuyan ve rağbet gösteren bir çoğunluğa bir cemiyet namı verilmeyeceği hakikatini izhar etmişlerdir.

Emirdağ İncili Mahallesinden

Abdülkadir oğlu Mustafa Ace

Ankara Ağır Ceza Mahkemesine [Tahiri Mutlu][değiştir]

Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı'na

Ankara

İddia makamının aleyhimizde tanzim ettiği iddianamesinde, şahsî nüfuz temini ittihamını ileri sürerek mahkûmiyetimi istemektedir. Suça mesned gösterilen yazı, hakikat-ı halde böyle bir ittihamdan nihayet derecede uzaktır. Çünki bu yazı; Said Nursî, eserleri ve talebeleri aleyhinde, hakikatle zerre kadar alâkası bulunmayan, yalanlar neşreden bazı gazetelerin uydurmalarına cevabdan ibarettir. Mahkeme kararları ve ehl-i vukuf raporları zikredilerek, yanlış isnadları makulane bir şekilde çürütülmektedir. Lâiklik anlayışını sû'-i istimal ederek; Bediüzzaman, talebeleri ve Risale-i Nur aleyhinde en garazkâr bir tavırla hareket edenlerin mukabilinde; lâiklik prensibinden istifade ederek bu cevabî yazının yazılması, kanun ve adalet noktasında bir suç sayılmaması icabeder.

İddia edildiği gibi, dinî hislerin âlet edilmesi suretiyle menfaat veya şahsî nüfuz temini aslâ varid değildir. Bütün hayatını Din-i İslâm'ın teâlîsi, vatan evlâdlarının imanlarının takviyesi için; ve içinde bulunduğumuz asrın efkârı arasında Kur'an hakikatlarının neşrine hasr ve vakfeden ve bununla beraber kendisini en âciz bir abd bilen ve öyle bildiren; te'lifatı olan Risale-i Nur'u, kendi zekâ ve dirayetine hamletmeyip, İlahî tevfik ve inayete atfederek nazarları Kur'an'a çeviren mütevazi bir fedakâr hakkında ve aynı şiarı meslek ittihaz eden talebeleri olan bizler hakkında, dinî hisleri âlet ederek başka maksad ve gayeler peşinde koşuyor ittihamını yapmak, insafsızlıktan başka bir şey değildir.

Yirmi seneden ziyade bir müddetten beri Risale-i Nur'un hizmetinde çalışan ve Üstad Bediüzzaman'ın şahsî ve hizmet-i Nuriyeye müteallik hayatı ile çok yakından alâkadar bulunan ben, Üstad Said Nursî'de, dini veya dinî hisleri âlet etmek veya şahsî nüfuz toplamak gibi dinen mezmum vartalar bulunmadığını bütün kuvvetimle arzetmek isterim. Şu birkaç nokta nazar-ı mütalaaya alınsa, makam-ı iddianın isnadları tamamıyla yersiz olduğu anlaşılır. Şöyle ki:

1- Bediüzzaman, Kur'an'dan aldığı mesleğinin esasının acz ve fakr olduğunu beyan eder. Bütün hayatında ve eserlerinde ve hizmet-i imaniyesinde bu esas bütün mana ve şümulüyle görünür. Müddeiumumînin mevcud zannettiği veya iddia ettiği şahsî nüfuz temini, dini ve dinî hissiyatı âlet etmek, bu iki esasa taban tabana zıddır. Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî'nin en çok kaçındığı, reddettiği ve zerre kadar kalben dahi taleb etmediği ve bütün hataların başı olarak bildiği bir şey varsa, o da: Dinin âlet edilmesi suretiyle dünyevî maksadlar ve fanî umûrlar peşinde koşmaktır.

2- Hem şahsî nüfuz temininden, hem maddî ve mânevî menfaat talebinden de nihayet derecede kaçan ve çekinen bir zata aynı isnadı yapmak, bir adalet adamına uygun olup olmadığını vicdanlara havale ediyorum. Çünki Üstad o derece Risale-i Nur'un hakikatı itibariyle şahsından feragat etmiş ve doğrudan doğruya hakikat-ı Kur'aniyeye müteveccih olmuştur ki; otuz beş senelik hayatı ve te'lifatı olan Risale-i Nur ve aynı dersi meslek ittihaz eden talebeleri, buna bir şahid-i sadıktır. Bütün iyilik, muvaffakıyet ve güzelliğin taraf-ı İlahîden ihsan edildiğini; insan ise, ancak acz ve fakr ile rahmete iltica ederek halî ve fiilî duasıyla bir iştiraki bulunduğunu ders verir.

Hem hâlis bir iman, mukaddesat-ı diniye gibi cevahir-i âliyeyi, odun parçaları hükmünde fâni ve dünyevî menfaatlara âlet etmemeyi iktiza eder. Bu manayı eserlerinde kerratla izah eden ve bilfiil hayatı, lisan-ı haliyle mücessem bir hüsn-ü misal olan bir zata, ef'al ve harekâtıyla tekzib ettiği şeyi isnad etmek, hukuk şerefi namına doğru değildir.

3- Talebeleri olan bizler de iktidarımız nisbetinde aynı hakikata bütün ruhumuzla bağlanmışız. Bizim bu samimiyet ve hâlisane hizmetimize kanaat getiren Denizli Ağır Ceza Mahkemesi, 1944 tarihinde aleyhimizdeki bütün bu nevi isnadları reddederek, beraetimize ve kitablarımızın iadesine karar vermiştir. Mahkeme-i âlînize makam-ı iddianın isnadını tamamen çürütebilmek için, Üstadın mektub ve risalelerinden aynı bahse temas eden noktaları arzetmek isterdim. Fakat vakit uzun gitmemek için vazgeçtim.

Hayatımıza gaye ve yegâne maksad kabul ettiğimiz Risale-i Nur'a hizmete şedid bir alâka ve sarsılmaz bir bağla bağlılığımızı gören, fakat bu alâkadarlığın imandan neş'et ettiğini kabul etmek istemeyenler, türlü türlü bahanelerle bizi perişan etmek ve hizmet-i imaniyeye sed çekmek için senelerce uğraştılar, bahaneler icad ettiler. Fakat âdil zatlar, defalarca bize beraetler vererek müfterileri susturdular. O garazkârlardan vicdan ve insafı olanlar mahcub oldular.

Mahkeme-i âlînize bütün samimiyetimle arzederim ki: Tarihte Üstad Bediüzzaman Said Nursî ve talebeleri kadar garazsız ve ivazsız hakka hizmet eden, mensub oldukları millet ve memleketin dünyevî ve uhrevî hayatının saadeti ve selâmetine çalışan, mukabilinde ise bir teşekkür istemeyi dahi niyet ve hatırına getirmeyen, fakat bunun karşılığında da misli görülmemiş şekilde en ziyade iftiralara ve ihanetlere maruz kalanlar olmamıştır zannederim.

Hakikatların zıddına inkılâbı muhal olduğu halde; Said Nursî'nin Kur'an-ı Hakîm'den aldığı imanî derslerini neşretmesinden millete, memlekete zarar tevehhüm edenler veya bir suç isnad edenler, aynen bu muhali irtikâb ettiler. İcabında milleti için, İslâm için Cehennem'i göze alanlara ve hâdiselerle bunu isbat edenlere zararlı unsurlar demekle, akıl ve mantığın hilafında büyük bir hataya düştüler.

Muhterem hey'et-i hâkime!

Ben Üstad Said Nursî'yi yirmi sene evvel Kastamonu'da bulunduğu zamanlar ziyaret etmiştim. O tarihten evvel ve sonra, vilayetimiz olan Isparta ve köylerinde pekçok müslümanlar, Nur Risalelerini elyazısı ile yazarak, büyük bir şevkle istinsah ediyorlardı. Âdeta Anadolu'ya Kur'an-ı Hakîm'in hikemiyatının tereşşuhatı bulunan Nur Külliyatı'nın yayılmasında, Isparta Nur ve Gül Fabrikaları manasında bir şerefi taşıyordu. Ben kendi evimde, ailem ve kızlarımla senelerce mütemadiyen Nur Risalelerini yazdık. Hattâ Isparta'nın bir köyünde bine yakın kalem yıllarca Nurların istinsahında çalıştı. Bunları arzetmekten maksadım şudur: Bu ağır şartlar altında bizim çoluk ve çocuğumuzla Risale-i Nur'un hizmetinde çalışmamız ve üç büyük hapislere girmemiz ve mahkemelere sevkedilmemiz ve neticede devam eden sebat ve metanetimiz, acaba hangi dünyevî menfaat veya şahsî nüfuz temini gibi bir sâikin neticesi olabilir? Bahanelerle müfteriler bize ilişmesinler. Biz serapa iman hakikatleri mecmuası olan Risale-i Nur'un hizmetiyle bu vatan ve millete ve nesl-i âtiye pek büyük faide verecek, dünya ve ukbada menfaatlar getirecek kudsî bir hizmette çalıştığımıza kat'iyyen şübhe etmiyoruz. Biz ancak binüçyüz küsur sene evvel tulû' eden İslâmiyet güneşinin etrafında, o saadet güneşinin, o hidayet nurunun hademeliğinde âciz bir ümmet olarak bulunuyoruz.

Muhterem hey'et-i hâkime!

Mahkemelerin müteaddit beraet kararları ve ehl-i vukufların lehteki raporlarıyla kanunî suç mahiyeti aslâ bulunmayan ve bütün âlim ve mütefekkirlerin takdir ve senalarına ve umum mü'minlerin de kabulüne mazhar olan Risale-i Nur'a bilmeden, okumadan leke sürmek isteyen, hattâ bir ecnebinin dahi insaniyet damarı ve haysiyetiyle hürmet etmesi iktiza eden müellifine ve eserlerine, vatan ve millet düşmanlığı tarzında zehir akıtanlara karşı cevabî tekzibi suç addetmek, ancak Risale-i Nur'un aleyhinde kalem oynatanların hükümlerini kabul etmekle mümkündür.

Bu da ancak otuz seneden beri Risale-i Nur'u türlü cebhelerden inceleyip, zararlı bir mahiyet görmediklerinden beraet veren mahkemeleri ve onların hükümlerini kanunsuzlukla ittiham etmekle mümkündür. Ve ayrıca amme vicdanında yerleşmiş Kur'an'ın neyyir-i hakaikinden fışkıran Risale-i Nur hakikatlarını çürütebilmekle olabilir. Aksi takdirde Risale-i Nur'a ilişen, kendisi manen mes'ul ve mahkûm olur.

Biz bu samimî kanaatlarımızla Bediüzzaman Said Nursî ve Nur Risaleleriyle alâkadarlığımızın iman ve Kur'an'dan neş'et ettiğini arzetmek isteriz. İfrat ve tefrit vâdisinden uzak, ancak hakikatları ciddî ve değeri kadar hüküm verebilmek suretiyle maruzatta bulunuyoruz. Bu, hiç bir zaman ehl-i aşk ve muhabbetin fart-ı muhabbetinden tevellüd eden bir hürmetle üstadlarını tarif ettikleri nev'inden değildir. Belki bu ilim ve hakikat ehlinin şuur ve akıl terazisiyle tartıp, meydan-ı münakaşaya arzettikleri görüş ve kanaatlarıdır. Hem aynı zamanda zamanın ve mekânın dar sahifesinde sıkışıp kalan bir hâdise ve bir fikrin müdafaasını yapmıyoruz. Risale-i Nur davası, mensub olduğumuz Türk milletinin en az bin yıllık tarihî şeref ve mefharetiyle alâkadar ve insaniyet itibariyle, nev'-i beşerin iki cihana ait saadetiyle münasebettar ve bugünkü ferd ve cem'iyetin kıymeti, yetişmesi nokta-i nazarından en ziyade millî şerefimiz haysiyetiyle alâkadar olunmak icab eden en muazzam bir mes'eledir.

Evet sayın hâkimler!

Şimdi iman nuruna muhtaç bîçare beşere, Kur'an'ın ulvî hakikatlarının ders verilmesi zamanındayız. Ruhlarını hak ve fazilet yolunda, Allah için feda etmiş bir milletin bugünkü nesli, asırlardır medar-ı iftihar tanıdığı ecdadının İslâmî hizmet ve şevkini yine gösterecek. Yine insanlığa olgun, münevver ve ebede namzed nümuneyi izhar edebilmesi ve bu suretle, yaratılmasının hikmet ve gayesini bütün âlem müvacehesinde gösterebilmesi için, Kur'ana ve Kur'anın ölmez ve sönmez hakikatlarına sarılacak. Risale-i Nur'u da o manevî güneşin bir şuaı ve hakikatlarının müdellel izahı gördüğünden ona sahib çıkacak, okuyup neşredecek. İnsanlığa son defa en büyük iyiliği îfa edecek. Kim bilir belki de müsbet İslâmî medeniyet, Kur'anın nuruna yapışan fedakâr milletin hizmet ve gayretinden doğacak.

Son sözüm حَسْبُنَا اللهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ olarak adalet-i hakikiyenin zuhuruna ümidimin kuvvetli olduğunu arzederim.

Tahirî Mutlu

Üniversiteli Nur talebesi İbrahim'in müdafaasıdır[değiştir]

[Üniversiteli bir Nur talebesinin beraetle neticelenen mahkemedeki müdafaasıdır.]

Âdil Mahkemenin Muhterem Hâkimleri!

Dinî ve şahsî nüfuz ve maddî menfaat temin etmek amacıyla propaganda yapmakla müttehem olarak huzurunuza gelmiş bulunuyorum. Şunu hemen beyan edeyim ki, bu ittihamların hiçbirisi ile alâkam yoktur. Esasen sayın savcının beraet talebi de bu hususu teyid etmektedir. Kendilerine teşekkür ederiz. Zâten yapılan iddialar da herhangi bir delile dayanmamakta ve sadece vukufsuz ve salahiyetsiz bir ehl-i vukufun şahsî ve indî ve garazkâr mütalaalarına istinad etmektedir. Bu hususun siz âdil Türk hâkimlerinin gözlerinden kaçmıyacağına kaniim. Sayın ehl-i vukufun bütün iddialarını da red ederken şunu hemen belirtmeliyim ki; hem Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, hem onun te'lifatı olan Risale-i Nur, hem de Risale-i Nur'u okuyan tekmil Nur talebeleri, yapılan isnadların cümlesinden müberradır.

Evet bizler Risale-i Nur'u okuduk, okuyoruz ve okumakta da hayatımızın sonuna kadar devam edeceğiz ve Risale-i Nur'un neşri için, mâlik olduğumuz beşeri gücü de sarf etmekten geri durmayacağız. Başta Bediüzzaman olmak üzere yüzlerce, binlerce Müslüman Türk evlâdı cehdle çalışmış, Üstad Bediüzzaman ruhlarını teslim ettikleri son dakikalara kadar bu cehdi devam ettirmişlerdir.

Fakat hiçbirisi, hiçbir yerde, hiçbir şekilde bir defacık olsun maddî menfaat, şahsî nüfuz gibi dünyaya bakan sakil gayelerle hareket etmemişlerdir. Buna şahidimiz, evveliyatı yarım asrı bulan Risale-i Nur'un tarihçesidir. Başta 31 Mart Divan-ı Harb-i Örfîsi olmak üzere bugüne kadar cereyan eden yüze yakın Risale-i Nur ve müellifi ve talebeleriyle ilgili davaların istisnasız her birinin adem-i takib veya beraetle neticelenmesidir. Risale-i Nur hakkında rapor veren ehl-i vukuflar daima tek noktada Risale-i Nur'un bu memleket için pek faydalı ilmî, ahlâkî eserler olduğunu, siyasî gayelerden uzak, maddî menfaati nazara almayan bir Kur'an tefsiri bulunduğu noktasında ittifak etmişlerdir. Vukufsuz, garazkâr bir iki ehl-i vukufun mahkemeler tarafından kabul edilmemiş olan raporları konumuzun dışında kalır. Yine Türk Adliyesinin yurdun muhtelif yerlerinde verdikleri müteaddid adem-i takib ve beraetlerle Nur talebelerine yapılan tarîkatçılık, cem'iyetçilik, menfaatçılık, şahsî nüfuz, devletin temel nizamlarını dinî esaslara uydurmak gibi isnadların zerre miktar hakikat payı ihtiva etmedikleri teslim ve nazar-ı ammeye ilân edilmiştir.

Hal böyleyken Risale-i Nur'dan, onu okuyanlardan ne isteniyor ki, mahkemenin birisi bitmeden diğer birisi başlıyor? Senelerdir adliyeyi fuzuli meşgul etmekten, hükûmeti ve bir kısım memurları boş yere telaşa düşürmekten gaye nedir? Niçin binlerce, yüzbinlerce asil Türk gençlerinin vicdanları tazib, huzurları ihlâl edilmek ve yurtta bir mes'ele çıkarılmak isteniyor? Bu bitip tükenmiyen tezvir dolaplarının ipleri kimin elinde?

İşte yüzlere çıkarabileceğimiz istifhamlar!.. Kısaca şunu söyleyelim:

Asırlardır bu milleti kuvvetle, madde ile, topla, tüfekle yıkamayan, Türkün, İslâmın düşmanları taktik değiştirmişler. Bir din yok edilmek, vicdanlardan çıkarılmak isteniyor. Bir millet yere serilmeye azmedilmiş. Gençliğinin dimağları boşaltılmak, bu boşluğu bâtıl fikirler, solak düşüncelerle doldurulmak isteniyor. Anasına itaat etmeyen babasına hürmeti olmayan, hocalarına isyan eden, cem'iyete isyan eden, İlahî kanunlara isyan eden, Allah'a isyan eden, kendine isyan eden, ne yaptığını bilmeyen bir âsi gençlik meydana getirilmek isteniyor. Ve işte sinema köşelerinde kuyruk, sokak başlarında işsiz, kahve köşelerinde kumarbaz, mektebde başarısız! Gazetelerde yazarlara sermaye, haberlerde kaçak, cani, hırsız, ahlâksız ve kimsesiz... Ana ondan dert yanıcı, baba ondan şikayetçi, öğretmen ondan şikayetçi, polis ve hükûmet ondan şikayetçi; pedagoglar onlar için toplanır. Eğitim kongrelerinde birinci sandalyeye onun konusu oturtulur. Mütefekkirlerimiz onlar için kafa yorar, mürekkep harcar, kâğıtlar karalar... Fakat cem'iyeti yeyip bitirmekte, anarşizmin korkunç girdablarına sürüklemekte olan içtimaî verem gittikçe had safhaya girmekte; ikinci, derken üçüncü devreye vâsıl olmaktadır.

Biz bunun sebeblerini, müsebbiblerini ve ilâcının ne olabileceğini düşünürken, bir İngiliz Müstemlekât Nâzırının Kur'an-ı Kerim'i eline alarak "Bu Kur'an Müslümanların elinde varken, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya bunun kaldırılmasına veya çürütülmesine çalışmalıyız." sözünü hatırlıyoruz. Ve bu gazete haberi üzerine: "Kur'anın hakikatını neşr edeceğim, onun nuruyla küfrün zulümatını dağıtıp, kâfirlerin tecavüzatına sed çekeceğim." diyerek ileri atılan Bediüzzaman'ı ve bu hamlesinden sonraki tarihçe-i hayatını bir anda düşünce şeridinde fikrin gözü ile seyrediyoruz... Derken; muamma çözülüyor. Bütün istifhamlar cevablanıyor, içimizdeki iftira dolaplarını çeviren, tezvir fabrikalarını işletenlerin ipleri kimin elinde imiş, kimler namına say ü gayret gösteriyorlarmış. Bediüzzaman'ın gayesi ne imiş, Risale-i Nur hangi maksad için yazılmış?.. Türk Adliyesinin her defasında beraet vermesindeki isabet; garazsız, ehliyetli ehl-i vukufların ve Diyanet Riyasetinin her defasında her bir eser ve her bir mektub için takdirkârane müsbet raporlar vermesindeki sır anlaşılıveriyor.

Evet, Muhterem Hâkimler!

Yukarıda da izah edildiği gibi Risale-i Nur, ahlâksızlık girdablarına batmakta olan cem'iyet gemisini selâmetli ahlâk sahiline çıkarmak ve onu kurtarmak için te'lif edilmiştir. Onu okuyan, onda bu hakikatı gören, yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce insan kendini o girdabdan kurtarıyor. İmansızlığın ve onun neticesi olan ahlâksızlığın sıkıntısından, azabından kurtulup, tahkikî ve hakikî imanın lezzetleriyle sükûna, emniyete kavuşuyor. Böyle bir insan, kendine bu saadeti bahşeden bir müellife, bir esere elbette minnettar olur, ona karşı sırf Allah rızası için kalbinin derinliklerinden gelen, ölçüsüz bir sevgi ile hürmet duyar, alâka gösterir. İşte, size bir Nur talebesinin objektif bir portresini çizdim.

Ben de taklidî imanın kararsızlığından, istikametsizliğinden ve her çeşit tehlike ve sıkıntısından, tahkikî imanın sahil-i selâmetine, Risale-i Nur'u okumak suretiyle çıkmış, bu sebeble onu kalben sırf Allah rızası için sevmiş ve onun neşrini diğer muhtaçlara da duyurulmasını gaye-i hayat edinmiş Müslüman bir Türk genciyim.

Risale-i Nur imanî mes'elelerde hem ruha, hem kalbe, hem akla ve hem de yirminci asrın idrakine uygun bir tarzda izahatta bulunduğu için tesiri büyük oluyor. Bu sebebledir ki, şimdiye kadar hiçbir Nur talebesinin adliyeye intikal eden müstekreh bir hareketi vuku bulmamış, asayiş-i umumiyeyi ihlâl eden, kanunlara uymayan hiçbir davranışı, hiçbir zaman hiçbir yerde görülmemiştir.

Risale-i Nur hizmetinden dünyevî hiçbir menfaat beklenmez. Çünki onun bağlı olduğu kudsî hakikat değil çürümeye, yok olmaya mahkûm olan fâni dünyaya, hattâ kâinata bile âlet edilemez. Dünyaya bakan ciheti; ahlâkı düzeltmek, dünya ve âhiret saadetlerinin beratı ve senedi olan iman-i tahkikîyi müslümanların eline vermek ve haricî tecavüzata karşı manevî cihad etmektir.

Bediüzzaman diyor ki :

Birtek gayem vardır: O da, mezara yaklaştığım bu zamanda İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor, halkı bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücadele ederek, gençleri ve Müslümanları imana davet ediyorum. Bu imansız kitleye karşı mücadele ediyorum. Bu mücahedem ile inşâallah Allah huzuruna gitmek istiyorum. Bütün faaliyetim budur. Beni bu gayemden alıkoyanlar da korkarım ki, bolşevikler olsun. Bu iman düşmanlarına karşı mücahedeyi açan dindar kuvvetlerle el ele vermek benim için mukaddes bir gayedir. Beni serbest bırakınız, el birliğiyle komünistlikle zehirlenen gençlerin ıslahına ve memleketin imanına ve Allah'ın birliğine hizmet edeyim.

Komünizmin kızıl alevleri Anadolu'nun çatılarını ciddî tehdid etmeye başladığı bugünlerde, bu çağrının ve bu davetin mana ve ehemmiyeti daha iyi anlaşılıyor.

Risale-i Nur'un ehemmiyeti ecnebiler tarafından da takdire ve (hattâ Almanya'da olduğu gibi kendi lisanlarıyla) neşrine başlanmıştır. Aldığımız bir mektubda onbeş ailenin, Cenevre'de Risale-i Nur'u okuyarak Müslüman olduklarını yazıyordu. Daha da çoğaltabileceğimiz misalleri kısa kesiyorum.

Muhterem Hâkimler!

Şunu beyan etmek istiyorum: Risale-i Nur, yirminci ilim asrının Kur'an-ı Kerim tefsiridir. Bunu dikkatle okuyan, bir müslümansa taklidî imandan kurtuluyor. Ecnebi ise, hidayete kavuşuyor. Dünyevî ve maddî hiçbir gayesi yok. O sadece âhirete, Allah rızasına bir vasıta yapıldığı için, yapılan her çeşit isnadlar, iddialar, asılsız, mesnedsiz birer iftiradır. Risale-i Nur zararlı değil, faydalıdır. Şüheda yurdu olan şu aziz vatana Risale-i Nur'u okuyarak hizmetten, fedakârlıktan başka hiçbir gayem yoktur.

Binaenaleyh, kitablarımızın iadesini ve beraetimi ister, hürmetlerimi sunarım.

Üniversite Nur Talebelerinden

İbrahim

Önceki Müdafaa: Emirdağ Hayatı (Isparta Mahkemesinden Sonra)Tüm Müdafaalar