Risale:Bakara 5: Müminlerin Hidayeti ve Felahı (İ.İ. Badıllı)

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Önceki Risale: Bakara 4: Kitaplara ve Ahirete İmanİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 6: Küfrün Mahiyeti: Sonraki Risale

اُولٰٓئِكَ عَلٰى هُدًي مِنْ رَبِّهِمْ وَ اُولٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ[değiştir]

Önce, اُولٰٓئِكَ عَلٰى هُدًي مِنْ رَبِّهِمْ cümlesinin bazı nükteleri:

Azizim bilmiş ol ki; ayetin bu cümlesi içersinde, ince ma'na ve münasebet nüktelerinin ışıldadığı yer ve mevzi'ler vardır. Bunların ilki, önceki ayetle olan nazm ve diziliş keyfiyetidir. Sonra, اُولٰئِكَ deki mahsusiyettir (hissettirilmişliktir) Sonra, aynı bu اُولٰئِكَ de olan bu'diyettir. (uzaklığı hissettiren vaziyetidir) Sonra, عَلٰى deki üstlük, yukarı taraflıktır. Sonra, هُدً deki tenvin-i tenkirîdir. (muayyensizlik hali) Sonra, مِنْ lafzı... ve sonra رَبِّهِمْ deki terbiye etmekliktir. Ve daha benzeri nükteler...

Amma birinci olarak, bu ayet cümlesinin önceki ayetle olan nazm ve diziliş keyfiyetine gelince, bil ki: Şu ayet sabık ayetle bir çok münasebet ipleriyle mürtebittir, bağlantılıdır. Bu münasebetlerden birisi "istinaf" dır. Yani içinde mukadder olan "üç sûaller" e cevaplardır.

Mukadder Sûallerden Birincisi: Hidayet ehlinin misalinden sormadır. Yani ayet, hidayet ehlini vasıflarıyla gösterdiği misalini sûal etmektir. Yani gûya ki dinleyici; şe'ni şahıslara hidayet bahşetmek olan Kur'anı dinledikten sonra; o bahşeylemiş olduğu hidayetin sebebiyle, onun evsafıyla ittisaf etme şanında olan o şahısları, hidayetin koltuklarında bilfiil yaslanıp otururken görmeyi arzu eylerken; Kur'an-ı Hakîm, onları dinleyiciye

göstererek

اُولٰٓئِكَ عَلٰى هُدًي مِنْ رَبِّهِمْ

kavliyle cevap verdi. (Yani ki onlar Rabblerinden gelen hidayetin hüdası üzerindedir)

İkinci Mukadder Sûal: Ondaki asıl illet ve sebebi sûal etmektir. Gûya ki dinleyici diyor: Şu hidayete istihkak kesbetmiş olanlar ve o hidayetle hususiyet kazananlar, acaba ne yaptılar ki, bu şerefe nail ve mazhar oldular?

Kur'an-ı Hakîm cevaben der ki: Hidayetin şanına layık bir tarzda olan vasıfların kendilerinde cem' ve mecz olmuş o kimseler, -Bir düşünüp anlasan- hidayetin nuruna layık ve müstehaktırlar.

Sual 14[değiştir]

Eğer desen: Bundan evvelki ayette olan izah ve tafsil, illet ve sebep için اُولٰٓئِكَ deki icmalden daha parlak ve vazıhtır?

Cevaben sana denilir: Bazen icmal, tafsilden daha vâzıh olabiliyor, bilhassa matlub olan şey ve istenilen maksad, eğer mecmu'dan doğuyorsa... Zira, sâmiin zihni cüz'îliği sebebiyle; ve tafsilin eczalarının teferru'atına zihninin yavaş yavaş girip dağılabilmesi hasebiyle; ve o eczaların aralarına nisyanın da girebilmesiyle; ve bütün o eczaların birbirine meczinden sonra tecellî edebilen illetin vaziyetiyle, bazen olur ki; asıl sebep ve illetin düşünülememesinden dolayı اُولٰئِكَ deki icmal imtizac ve karmanın vaziyetinden ötürü, illiyetin göz önünde bulundurulması noktasından tafsilden daha çok celî ve açıktır.

Üçüncü Mukadder Sûal: Hidayetin netice ve semereleri ve ondaki nimet ve lezzeti sual etmedir. Güya sami', dinleyici diyor ki; hidayette olan lezzet ve nimet nedir? Hangisidir?

Kur'an cevaben der ki: Hidayette saadet-i dareynin nimet ve lezzeti vardır. Yani: O hidayetin neticesi, saadet-i dareynin kendisidir. Semereleri de yine onun aynısıdır. Zira hidayet, bizatiha âzim nimettir ve vicdanî lezzettir. Belki rûhun da cennetidir. Nasıl ki dalalet, ruhun cehennemi olduğu gibi... Hem sonra, o hidayetin asıl neticesi ise, ahirette felahı, kurtuluşu netice vermesidir.

Amma اُولٰئِكَ deki mahsusiyet (hissettirilmişlik) ise, işarettir ki; bir şeyin bir çok vasıflarını yad etmek, zihinde o şeyin tecessüm etmesine ve akılda huzur'un teşekkül etmesine, hatta hayal için dahi hissettirilmekliğin teessüsüne sebep olmuş olur. Demek ki, evsafı yad edilmiş olan bu ahd-ı zikrî'den ahd-ı hâricîye bir kapı açılmış olmaktadır. (Yani zikri geçmiş bir şeyin hatırlanmasıyla, başka bir şeyinde hatırlanması) ve ahd-i haricîden de

اُولٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ

ile gösterilen hidayet ehlinin imtiyazlarına, seçkin vasıflarına intikal edilir de; nev-i beşer içinde yıldızlar gibi parladıklarına bakılabilir. Adeta, başını kaldırıp gözlerini açabilene, o hidayet ehlinden başka görünenlerin olmadığını işâr ediyor gibidir.

Amma filcümle yakınlıklarıyla beraber اُولٰئِكَ de gösterilen bu'diyet, uzaklık ise, (yani, mesela nasıl ki Arapçada, هٰؤُلٰٓاءِ denildiğinde, "işte onlar" olur ki, yakınlıklarını gösterir. Amma اُولٰئِكَ olsa, ona nisbeten uzaklığı gösterir ki, Türkçede "onlar" demektir.) hidayet ehlinin rütbelerinin yücelik ve üstünlüğüne işaret etmek içindir. Zira, uzaktakilere bakan adamın, yalnız boyu uzun olanları görmesi gibi; zaman ve mekânca uzaklığın hakikati de, belagatın hakkını daha iyi kaza eder, verir.

Evet, asr-ı saadette nazil olmuş olması hasebiyle, o asır bu ayetin zikreden lisanı; ve asr-ı saadette olduğu gibi, istikbalde gelen ve gelecek olan her bir asır dahi, onun zikreden birer lisanıdırlar. Çünki Kur'an, bütün asırlarda gençlik ve tazeliğini muhafaza ederek geldiği için, her asır onu; evvelce nazil olmuşta, sonra o nüzûlün hikayesini anlatıyor değildir. Belki şimdi şu anda nazil oluyor gibi buluyor. Demek ki, اُولٰئِكَ ile işaret edilen İslâmın ilk safları çok uzaktan dahi görünmektedir. Hem o ilk saflar, uzaklıklarıyla beraber görünmelerinden dolayı, onların azametli büyüklükleri ve rütbelerinin yüceliğindendir. Amma cümle-i ayetteki عَلٰى lafzına gelince, bilmiş ol ki; eşya arasında mevcûd bulunan münasebet sırrı bir çok emirleri, işleri ayineler haline getirmiş olduğundan, birbirleri içinde görünmektedirler. Yani, eşyadan her biri -o sır ile- o bunda, bu da onda görünmeleri işi sağlanmıştır. Nasıl ki mesela bir cam parçası, kendi içinde sana geniş bir sahrayı göstermesi gibi... Öyle de: Bir çok defalar tek bir kelime uzun bir hayali hatırına getirir.. Ve bir kelimenin heyeti ve vaziyeti de, acip bir hikayeyi getirip gözünün önüne koyabiliyor. Ve keza, bir kelam dahi senin zihnini alır, misalî olan alem-i misalde dolaştırarak gezdirebilir.

Evet, nasıl ki بَارَزَ lafzı, bir harp meydanını açarak seni onda dolaştırdığı gibi; ayetteki ثَمَرَةٍ lafzı da, sana cennetin ve ya bir bahçenin kapısını açıyor.. Ve daha buna göre sen kıyas eyle!..

İşte, buna göre, عَلٰى lafzı, zihin için temsilî bir üslûba bakan bir "küvve", bir küçük penceredir ki der: Kur'anın hidayeti İlahî bir "Burak" olup, mü'minlere hediye edilmiştir, tâ ki mü'minler ona binerek Sırat-ı Müstakimde sülûk edip kemalat arşına doğru seyr-i sülûk etsinler.

Amma هُدًي deki tenkir ise, işarettir ki; bu هُدًي لِلْمُتَّقِينَ}, ﴾‌هُدًي‌﴿ dekinden başka bir هُدًي dir. Zira, tekrarlanan münekkerler, ekseriya evvelkinin ğayrisi olur. O halde, burada evvelkisi masdar, bu ise, hasıl-ı bilmasdardır. Öyle olunca da; bu, evvelkisinin semeresi gibi, hissedilmekte olan sabit bir sıfattır.

Amma ayetin cümlesi içersindeki مِنْ lafzı ise, işaret ediyor ki; ehl-i hidayet için kesbedilmiş olan ihtidalarında; (doğru ve hak yol bulmalarında) halk ve tevfik, yani yaratma ve muvaffakiyet verme yalnız Allahtandır.

Amma cümledeki رَبِّ lafzı, (yani مِنْ رَبِّهِمْ deki رَبِّ işaret ediyor ki: Hidayet, ancak Rububiyet-i İlahiyenin şe'nindendir. Nasıl ki Rububiyet-i amme-i Subhaniye onları (mü'minleri) maddî rızık ile besliyor, hidayetiyle de onları manen gıdalandırıyor.

وَ اُولٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ ye gelince, bilmiş ol ki: Bu cümledeki ince manalar ve derin nüktelerin taharrî yerleri şunlardır:

1- Başındaki "vav" ın atıflığı.. (yani, birinci cümledeki manayı bu cümle ile bitiştirmeye dair olan vav-ı âtıftır)

2- اُولٰئِكَ kelimesinin tekrarlanması..

3- همْ ile yapılmış ara zamiri, zamîr-ül fasıl...

4- الْمُفْلِحُونَ de ki "elif ve lam"..

5- مفْلِحُونَ nin mutlaklığı ve felah ve zaferin ne olduğunun ta'yin edilmemesi gibi yerler..

Amma "vav" ın atıflığı ise, münasebet üzerine bina edilmiş bir atıftır. Zira, nasıl ki birinci اُولٰئِكَ hidayetin semeresi olan saadet-i acileye (dünyadaki mutluluğa) bir işaret olduğu gibi; bu cümledeki ikinci اُولٰئِكَ ise, hidayetin saadet-i âcilesinin (ahiretteki mutluluk ve saadetinin) semeresine işarettir. Sonra, bu ikisinden her birisi, (dünya ve ahiret saadetini semere veren hidayetin her iki dalı) izahı geçmiş bütün hidayet nevilerinin semereleri olmakla beraber, ancak burada evla olanı, önce geleni budur ki; birinci اُولٰئِكَ nın ırkı, kök ve damarları, Bakara suresinin başında olan üçüncü ayetin başındaki birinci اَلَّذِينَ ile bağlanmaktadır ki, zahir manası "ümmilerden imana gelmiş olanlar" muraddır.. Ve bu اُولٰئِكَ nin cemaati, kuvvetini İslâmın erkanından almakta ve

وَبِالْاٰخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ

nin makabline de bakmaktadır. Amma ikinci اُولٰئِكَ ise, hafî bir remz ile sûrenin dördüncü ayetindeki ikinci اَلَّذِينَ ye bakmaktadır ki, ehl-i kitaptan imana gelmiş kimseler muraddır... Ve bu ikinci اُولٰئِكَ ile gösterilen cemaatın me'hazı ise, imanın (büyük) rükünleri ve hususiyle ahiret'e yakîn ile imandır.. Ve daha sen düşün!..

Amma اُولٰئِكَ nin tekrarındaki sırr ise, Hidayetin ve sebebiyetinin ille-i gaiyesindeki şu her iki semereden her birisinin temeyyüz ve medihleri hususunda istiklal sahibi olduklarına işaret etmek içindir. Ancak şu da vardır ki; ikinci اُولٰئِكَ nin hükmüyle beraber, birinci اُولٰئِكَ işaret eylemiş olması, birinci derecede düşünülen bir husustur. Nasıl ki senin: "filan kes âlimdir.. Ve o, mükerrem bir insandır." demen gibi..

Amma هُمْ deki ara zamirine (zamir-ül fasl'a) gelince, Peygamber Aleyhissalatü Vesselama iman getirmeyen ehl-i kitaba ta'rizi, yani tenkid ve ta'nı tazammun eden hasra bir te'kid olmakla beraber, içersinde latif bir nükte de vardır, şöyle ki: Müpteda ve haber arasına girmiş هُمْ ara zamirinin şeni ise, bir çok hükümlere mevzu' teşkil etsin diye, müptedayı haber-i vahide tahvil etmiş olmasıdır ki, mezkûr hükümlerden bazıları hatırlanırken, kalanları da, hayale havale edilsin içindir. Zira هُمْ zamiri, hükümlerin mahdud bir kaçından ibaret olmadığı hakkında hayali uyarırken, münasip olan hükümleri de taharrî etmesine teşvik eylemektedir. Mesela nasıl ki sen, "Zeyd"i dinleyicinin gözleri önüne koyarak, ondan hükümleri eğirip çıkarmak üzere: "Zeyd bir alimdir. O ilmiyle âmildir; şudur, budur" dedikten sonra, "işte buna göre kıyas et!" demen gibi..

Aynen bunun gibi; vaktaki ayet اُولٰئِكَ dedi, hemen arkasında هُمْ lafzı da gelince, hayali heyecana getirdi ki {{Arabi|هُمْ zamiri vasıtasıyla; bu اُولٰئِكَ ile هُدًي nin gösterdikleri zatların sıfatlarına münasip ve uygun ahkamı derleyip toplasın. Mesela:

هُمْ عَلٰي هديً، هُمْ مفْلِحُونَ، هُمْ فَائِزُونَ مِنَ النَّارِ

هُمْ فَائِزُونَ بِالْجَنَّةِ، هُمْ ظَافِرُونَ بِرُؤْيَةِ جَمَالِ اللّٰهِ تَعَالٰي

Yani: "Onlar hidayetin tam üzerindedirler.. Onlar kurtuluşa ermişlerdir.. Onlar ateşten necat bulacak ve bulmuşlardır.. Onlar Cenneti kazanacak ve kazanmışlardır.. Onlar rü'yet-i cemalullaha muvaffak olacak ve olmuşlardır... Ve hakeza!..

Amma الْمُفْلِحُونَ ye gelince, başındaki "elif ve lam" hakikati tasvir etmek içindir. Yani: Bu kelam, sanki diyor: "Felah bulanların hallerinin hakikatini görmek istiyorsan; اُولٰئِكَ nin ayinesi içinden bak, ta sana halleri temessül eylesin. Yahutta, o "elif ve lam", felah bulanların zatlarını temyiz edip ayırmak içindir. Güya ki der: "Senin istediğin o felah ehli kimseleri اُولٰئِكَ ile tanımak istiyorsan; işte onlar, bunlardır. Ya da: O "lam-ı ta'rif" hükmün zuhûr ve bedahatini ifade etmek içindir, ki mesela: "Onun babası köledir" in naziri ve misali gibi ki, onun babasının abd, köle olduğu zahir ve ma'lumdur.

Amma الْمُفْلِحُونَ nin ıtlaklığı, yani mutlak bırakılması ise felah ve kurtuluşu umumîleştirmek içindir. Zira, Kur'anın muhatapları istek ve dilek noktasında muhtelif tabakalardadır. Mesela: Bazıları ateşten kurtulmak ister. Bir kısmı da yalnız cennete girmek taleb eder. Bir taifesi de yalnız rıza-yı İlahîyi arar. Bir kısmı da sadece rü'yet-i Cemal-i İlahîyi arzu eder.. ve helümme cerra...

Demek ayet, felahı mutlak bırakmıştır ki; ihsanının sofrası umumîleşsin de, tâ her kes iştiha ve arzusuna uygun olanı koparsın, alsın.

Önceki Risale: Bakara 4: Kitaplara ve Ahirete İmanİşarat-ül İ'caz (Badıllı)Bakara 6: Küfrün Mahiyeti: Sonraki Risale