Mehmed Kayalar

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden

Mehmed Kayalar Diyarbakır'da uzun yıllar faal nur hizmetlerinde bulunmuş, Üstad'ın ifadesiyle Nur’un yüksek talebelerindendir. Harp Okulunu bitirerek subay olarak ordu saflarına katıldı. Konya, Susurluk, Kemalpaşa, Uşak, Bingöl ve Diyarbakır illerinde vazife yaptı. 1952’de ordudan zorla emekli edildikten sonra Diyarbakır’da evini 23 sene Risale-i Nur derslerine açtı ve Diyarbekir Ulu Camii başta olmak üzere hemen hemen tüm merkezi camilerde sabah namazından sonra kürsülerden Risale-i Nur dersleri yaptı. 1960 ihtilalinden hemen sonra evi tanklarla çevrilerek Sivas’ta 9 ay hücre hapsine alındı, Çanakkale ve Muğla'ya sürgüne gönderildi. Aleyhine açılan ve beraetle neticelen davaya dair müdafaası Risale-i Nur'da yer almaktadır.[1] Bediüzzaman'ın Risale-i Nur mecmualarına dair vasiyetnamesinde adını zikrettiği talebeleri arasında onun da ismi vardır.

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri: Mehmed Kaya

Doğum Yeri ve Tarihi: Selanik, 1911 (1330)[1]

Vefat Yeri ve Tarihi: Yalova, 1 Haziran 1994[1]

Kabrinin Yeri: Yalova Çiftlikköy Mezarlığı

Harita Konumu: [1]

Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı[değiştir]

1946'da yılında Eğirdir Komando Okulu'nda Risale-i Nurlar ile tanışmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri[değiştir]

İlk olarak 1950’de Bingöl'den Emirdağ'a gelerek Üstad Bediüzzaman'ı ziyaret etti. 1952 senesinde emekli olunca 2. ziyaretini yaptı. Üstad'ın Ankara Beyrut Palas otelindeki son dersinde hazır bulundu. Toplam üç veya dört kere ziyaret etmiştir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim!

Ecel gizli olmasından vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risale-i Nur’dan olan benim hususi kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur Fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki (*Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, Mehmed Kaya, Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih.) kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.

Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zayıf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû-i kasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.

اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى

Kardeşiniz Said Nursî

(Emirdağ Lahikası 1)


Biz Nur şakirdleri Üstadımızın hizmetinde ve mesleğinde bulunduğumuzdan siyasetlerle alâkamız yoktur. Fakat Demokratlar Nurların neşrine müsaadekâr olmaları ve eskiden beri Nur’un men’ine dair zulümleri yapmadıklarından Demokrat’ın hatırı için seçimlerle alâkadar olduk. Evvelki defa gibi bu defa da Nurcuların epey faydası, Demokrat lehine oldu. Üstadımıza ve Nurlara en ziyade faydası dokunan eski Adliye Vekili Hüseyin Avni ve Senirkent mebusu Tahsin Tola herkesten ziyade kazanmaları lâzım iken kazanmamaları bizi çok müteessir etti diye Üstadımıza söyledik. Bize dedi ki:

“Müteessir olmayınız. Ben de sizinle beraber olarak onları tebrik etmeliyiz. Çünkü iki sene zarfında elli sene kadar hükûmete, vatana, millete, dine, asayişe hizmet ettiklerine delil-i kat’î, kerametkârane Üstadımızın ona müracaatı olmadan Rehber’in kurtulmasını arzu ettiği aynı dakikada müsadere edilen iki yüz Rehber’in bize iadesine emir vermesiyle iki yüz bin adam Rehber’den istifade etmesiyle ona duacı olması ve Tahsin Tola’nın ehemmiyetli çalışmasıyla Sözler mecmuası resmen Ankara’da tabedilmesiyle hem asayişe hem Demokrat’a hem bu vatan ve millete yüz sene mebusluk etmek kadar faydası oldu. Şimdi bu kadar manevî, hakiki, hususan bâki ve uhrevî kâr onlara yeter. Bir iki sene memuriyet ve mebusluğa çalışmakla o bâki elmas gibi hizmetlerini, kırılacak fâni şişeye âlet yapmamak gerektir. Onun için ben onları tebrik ediyorum. Siz de onları tebrik ediniz, dua ediniz. Hattâ ben Tahsin Tola’nın tekrar mebus olmasını istedim tâ Nurlara hizmet etsin fakat onun evvelki hizmeti kâfi geliyor. Kapıyı açmış, daha ihtiyaç kalmadı.”

Nur talebelerinden

Mehmed Kaya, Hüsrev, Tahirî, Sungur, Zübeyr, Ceylan, Bayram

(Emirdağ Lahikası 2)


Mahkememizin tehiriyle işlerin Ankara Mahkemesine havale edilmesinde çok hayır var. Şimdi hem Isparta Mahkemesi hem Van’da Molla Hamid’in ve Diyarbekir’de Mehmed Kaya’nın kitaplarının iadesi ve Afyon, hepsi Ankara’ya bakıyor. Ankara’da olacak hayırlı bir netice ile inşâallah her tarafta birden işlerimiz halledilmiş olacak. Hem böyle bir vakitte Nurlardaki hakaik-i imaniyeye, hususan Ankara’da nazarların çevrilmesi lâzımmış. İnşâallah bu meselemizin oraya gönderilmesi, mühim bir intibaha vesile olacak.

Kardeşiniz Zübeyr

(Emirdağ Lahikası 2)


Hakikat Işıkları

Herkes bilmez gökte ne var

Görür onu göz sahibi

Parıldıyor güneş kadar

Hakikati umman gibi

İster gönül elbet huzur

Âhir demde etmiş zuhur

Âlemlere doğmuş o nur

Gökten inen ferman gibi

Ferdiyeti elhak ayân

Odur gönüllere sultan

Var mı bilmem ulu bürhan

Bu Bedîüzzaman gibi

Lisanından saçılır nur

Cinnî okur, insan okur

Hûr-u cennet işte bu “Nur”

Gönüllerde canan gibi

Âhir zaman esrarını

İhbar-ı gayb envarını

Attı âlem ekdarını

Doğdu şems-i tâbân gibi

Semavattan rahmet indi

Akan gözyaşları dindi

Küfr ü dalal yıldı, sindi

Görünmeyen şeytan gibi

Söndü hain faaliyet

Yıkıldı o deccaliyet

Halâs buldu İslâmiyet

Tahta çıkan hakan gibi

Ey yâreli şîr-i jiyan

Bu hâb-ı gafletten uyan

Âlemlere devr-i ümran

Asr-ı nüzul-ü Furkan gibi

İklimlerde iman yeli

Eser, gönüller neşeli

Öpsem o gül kokan eli

O bülbül-ü handan gibi

Âdemoğlu necat arar

Hak daveti Nurlarda var

Ey şehriyar-ı şehriyar

Sensin bize sultan gibi

Arşa çıkan feryadımız

Alındı şimdi dâdımız

O sevgili üstadımız

Gönülde Süleyman gibi

Ey ekmel-i âhir zaman

Sensin mahbub-u Müstean

Feda sana bu cism ü can

Hak yolunda kurban gibi

Said’i beklerdi yıllar

Sensin gönülde muntazar

Peygamberim vermiş haber

Olma bize pinhan gibi

Perdelenmişse zuhurun

Gizlenmez haşmetli nurun

Gölgesi olmaz ki nurun

Firdevs’teki canan gibi

Ey hatib-i devr-i zaman

Sürur buldu kevn ü mekân

Seni bekler gizli ayân

Hep hastalar Lokman gibi

Nur yolunun kurbanıyız

Kehkeşan’ın sâmânıyız

O ateşin dumanıyız

Ateş yanan külhan gibi

Rânâ rengin güle benzer

Revh üfürür, kokun eser

Ufkumuzda oldun seher

Tam ağaran bir tan gibi

Ey cilvesi zahir rahmet

Bâri bizlere imdat et

Kulun olmak diler elbet

Bahçenizde fidan gibi

Pes gönlümüz hep daim pes

Ey ağlayan, feryadı kes

Boş geçmesin hiçbir nefes

“Allah bes, gayrı heves.”

Mehmed Kayalar

(Hakikat Işıkları, Mektubat)


Birkaç Defa Beraet Kazanan Risale-i Nur’un Birkaç Vilayette Haksız Müsaderesine Dair, Nur’un Yüksek Bir Talebesinin Mahkemesindeki Müdafaasından Bir Parçadır

(Bu müdafaa, bir takriz olarak buraya ilhakı münasip görülerek dercedilmiştir.)

Diyarbakır Sulh Ceza Mahkemesi yüksek makamına,

Mahkeme-i âdilenizin huzuruna çıkmaktan fevkalâde memnunum. Âdil mahkemeler; kâinat Hâlıkı’nın Hak isminin, Âdil isminin ve daha çok esma-i İlahiyenin tecelligâhıdır. Hak namına hükmeden, Âdil-i Mutlak hesabına adalet eden ve hakiki, İslâmî bir adalet olan kürsî-i muallâ ne yüksektir ne mübecceldir… Hak tanımaz mağrur zalimleri huzurunda serfürû ettiren, haksızları hakkı teslime icbar eden âdil mahkemeler, en yüksek tebcile ve en âlî ihtirama sezadırlar.

Zulüm ve gadir ile hukuku ihlâl edilmiş, haysiyet ve şerefi pâyimal edilmiş mazlumların, huzurunda ahz-ı mevki ile tazallüm-ü hal eden bîçarelerin şu dünya-yı fânide ihkak-ı hak için mesned-i re’sleri, mahkemelerdir. Şu halde ne şeref-bahş bir taht-ı âlîdir ki mazlumlara melce ve penah, zalimlere de hüsran ve tebah oluyor.

İnsanların ebrarını da eşrarını da cem’eden huzur-u mehâkim, öyle korkulacak bir yer değildir. Belki muhabbete, hürmete lâyıktır.

Sultanlarla köleleri, asilzadelerle âhâd-ı nâsı müsavi tutan şu makam, saltanattan da mübecceldir. Hususuyla bütün âlem-i insaniyete devirlerin, asırların akışı boyunca adalet dersini veren İslâm mahkemeleri; akvam-ı sairenin engizisyonlarına mukabil, adalet nurunu bîçare beşerin kara sahifesine haşmetle aksettirmiştir. Adliye ve adalet tarihimiz, bunun binlerle misaline şahittir.

Ezcümle bu mübarek, adaletli mahkemenin huzurunda iftiharla arz etmek isterim ki meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde diyor ki: “İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi’nin huzurunda, haşmetli padişah Fatih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:

“Büyük bir abidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütunu, Fatih bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da Fatih’in arzusunun hilafına olarak bu sütunları üçer arşın kesip kısaltır. Fatih cezaen Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da Fatih aleyhine dava açar. Bunun üzerine mahkemeye celbedilen büyük padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birdenbire hâkimin şu ihtarıyla karşılaşmış:

— Oturma beyim! Hasmınla mürafaa-i şer’î olacaksın, ayakta beraber dur!

Hızır Bey Çelebi; bu koca şanlı padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için kendisinin de kısasa tabi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir. Fakat mimar kısası istemediği için büyük Fatih günde on altın tazminata mahkûm olur ve hattâ kısastan kurtulduğu için bu tazminatı kendiliğinden yirmi altına çıkarır.”

İslâm mahkemesinin adaletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdarlarla en âciz fertlerin, huzur-u mehâkimde müsavi olduğunu gösteriyor.

İşte ben de bugün, Fatih kadar şanlı, kahraman İslâm hâkimi Hızır Bey Çelebi’nin makamının mümessili olan ve hakiki adalet-i Kur’aniyeyi esas tutan bir makamın yerinde bulunan bir mahkemenin huzurunda bulunuyorum. Bütün kalbimi huzur ve sürura kalbeden memnuniyetim budur.

Kahraman ecdadımızın bu kadar ulviyetinin sırrı; kalplerinde Allah korkusunun mevcudiyetiyle, Kur’an nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmiş olması ve kudsî hakaike karşı sonsuz ve nihayetsiz derecede merbutiyetleridir. O mübarek ecdaddan bize tevarüs eden, Allah ve Kur’an için akıttıkları kudsî kanlarının hâlen eserleri bulunan bu yurtta ve aziz canlarını feda ettikleri şu memlekette: “Kur’an’ın kudsî hakikatlerine hizmet ediyor, Kur’an’ın tefsirini okuyor, evinde bulunduruyor.” kaydıyla mahkemenin huzuruna sevk edildim.

Evet, muhakememiz şahsımla alâkadar olmaktan ziyade, Risale-i Nur’un muhakemesidir. Risale-i Nur ise Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın semavî ve kudsî hakaikinin tereşşuhatı olmak hasebiyle, o yüksek eserlerdeki kıymet, doğrudan doğruya Kur’an’a aittir. Şu halde muhakeme de Kur’an’ın muhakemesidir. Ehl-i tevhidin kitabı olan kelâmullah bütün âyât ve beyyinatıyla Hâlık-ı kâinat’ın vahdaniyetini ve ehadiyetini ilan ediyor.

Kur’an’ın ehl-i ukûlü hayrette bırakan i’cazı, belâgat ve fesahati, nihayet derecedeki yüksek üslubu, selaset-i beyanı, elhasıl sonsuz bedayi’ ve câmiiyeti ile ins ve cinnin kıyamete kadar gelecek ihtiyacatına ekmeliyetle kâfi gelmesi, dünya ve âhiret saadetinin rehberi bulunması ve bütün asırlardaki tabakat-ı beşere hitap etmesi ve kâinat Hâlık’ının marziyatını kullarına bildirecek âyât ve beyyinatı tefsir ve izah edecek mütehassıs ehl-i ilmin bulunması zaruretine binaen her asırda gelen binler müdakkik ehl-i ilim, yüz binlerle Kur’an tefsirlerini meydana getirmişler; bütün asırları Kur’an’ın nuruyla ışıklandırmışlardır.

İşte Risale-i Nur da bu asırda Kur’an’ın feyziyle vücud bulan, beşerin tekemmülatına uygun olarak Kur’an’ın gösterdiği mu’cizeli hakikatlerin, bu tekâmül ile saha-yı fiile konulduğunu bildiren ve asrın idrakine hitap eden gayet kudsî bir tefsirdir. Kur’an baştan başa tevhid-i İlahîyi ilan ediyor. Risale-i Nur da iman-ı billahı gösteren ve hakaik-i imaniyeyi ders veren âyetleri tefsir ediyor.

İşte muhakemenin asıl mevzuu budur.

Otuz seneden beri gizli din düşmanlarının, komünistlerin ve masonların tahrikatıyla, Risale-i Nur şakirdleri birçok mahkemelere sevk edilmişler. Âdil mahkemeler de o hain, gizli din ve Kur’an düşmanlarının ettikleri iftiraları inceden inceye tetkik etmişler “Bunlarda bir suç yok, kitaplar ise faydalı kitaplardır.” diyerek çok mahkemeler beraetle neticelenmişlerdir.

Temyiz Mahkemesi de üç defa mahkemelerin beraet kararını tasdik etmiş. Hüküm kaziye-i muhkeme haline geldiği halde, memleketi umumî bir dinsizliğe sürüklemek için perde arkasındaki din düşmanları; faaliyetlerini mütemadiyen tazelemişler, sükûn ve asayişe pek çok muhtaç olan memleketimizi bu cihetten zaafa uğratmak için adliyeleri, mahkemeleri daima hainane tertiplerle meşgul etmişlerdir.

Evvelce şifahen dahi arz ettiğim vecihle; selef-i salihînin bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tefsirlerdir. Diğer bir kısmı da âyât-ı Kur’aniyenin hikmetlerini ve iman hakikatlerini tefsir ve izah ederler. Selef-i salihînin bu türlü tefsirleri çoktur. Hususan Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Rabbanî gibi zevat-ı kiramın eserleri, bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinin Mesnevî-i Şerif’i de bu tarz bir nevi manevî tefsirdir. İşte Risale-i Nur, bu tarz tefsirlerin en yükseği, en mümtazı ve en müstesnasıdır. İşte madem bu tarz tefsirler mütedavildir, kimse ilişmiyor, Risale-i Nur’a da ilişmemek lâzımdır. İlişenler, Kur’an’a ve ecdada düşmanlıklarından ilişirler.

Risale-i Nur, erkân-ı imaniyeyi ve âyât-ı Kur’aniyeyi tefsir ederek öyle bir tarzda beyan eder ki hiçbir münkir, hiçbir dinsiz, o hakikatleri inkâr edemez. Hem riyazî bir kat’iyetle ispat eder, göze gösterir, aklı doyurur, letaifi kandırır; artık hiçbir imanî ve Kur’anî hakikati inkâra mecal kalmaz. Bundan dolayıdır ki dinsizler, komünistler, bu memlekette Risale-i Nur varken mel’unane fikirlerini saha-yı tatbike koyamadıklarından ve bir manevî bekçi gibi Risale-i Nur daima karşılarına çıktığından, Risale-i Nur’un her vecihle neşrine set çekmeyi gaye edinmişlerdir.

Risale-i Nur, tahkikî iman dersleri verir. Şakirdlerini her türlü fenalıktan alıkoyar. Kalplere doğruluk aşılar. Onu hakkıyla anlayan, artık fenalık yapamaz. Onun içindir ki bugün memleketin her tarafındaki Risale-i Nur talebeleri, asayişin manevî muhafızı hükmündedirler. Şimdiye kadar hiçbir hakiki Nur talebesinde asayişe münafî bir hareket görülmemiş, âdeta Nur talebeleri zabıtanın manevî yardımcısı olmuşlardır. Risale-i Nur talebelerinin rıza-i İlahîden başka, a’mal-i uhreviyeye müteveccih olmaktan gayrı düşünceleri yoktur. Şu halde Risale-i Nur’a garazkâr tertipler hazırlayanlar, perde arkasındaki malûm din düşmanlarından başka kimse değildir.

Yukarıdaki maruzatımızda birçok mahkemelerin beraet kararlarının mevcudiyetini arz etmiştim. Elde edebildiğim tarih ve numaralarını beyan ederek, o âdil ve yüksek mahkemelere milyonlar Nur şakirdleri namına minnettarlığımızı bildirmek isterim.

Umum Risalelerin beraet ve iadesi hakkında Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin 15 Haziran 1944 tarihli beraet kararıyla, İstanbul Eminönü Ağır Ceza Mahkemesinin 1953 tarih ve 1951/137 esas ve 1952/27 kararıyla ki geçen celsede Sebilürreşad gazetesinin takdim ettiğim nüshasında bildirilen beraet kararıdır. Ayrıca mahkeme-i âlînize suret-i mahsusada arz ve takdim ettiğim Asâ-yı Musa dâhil umum Risale-i Nur Külliyatı’nın Mersin Ağır Ceza Mahkemesinin 1954/17 esas 1954/421 karar ve 9/4/954 tarihli beraet kararının mevcudiyetleri, mahkemelerin temininde olarak hiçbir elin Risale-i Nur’a ilişmemesini tazammun ettiği halde, mestûr düşmanların hainane faaliyetleriyle bu sefer de tahsisen Asâ-yı Musa kasdedilerek âdil ve yüksek mahkemeye gelmiş bulunuyoruz.

Risale-i Nur, iman-ı billah ile tevhidi en yüksek derecede, aynelyakîn ve hakkalyakîn bir surette göze gösterip bütün letaifi a’zamî derecede doyurmasıyla imanı taklitten kurtarıp derece-i tahkike yükseltir. Asâ-yı Musa’da ise bu ulvi ve kudsî iman dersi, en parlak bir surette hem görülmemiş ihtişam ile ispat edildiğinden, yüz otuz cilde yaklaşan Risale-i Nur tefsirinin âdeta hülâsası hükmündedir.

Bütün semavî kitapların ve bütün peygamberlerin en büyük davası Hâlık-ı kâinat’ın uluhiyet ve vahdaniyetini ilandır. Kur’an baştan başa tevhidi gösterir. İşte Asâ-yı Musa da Müslümanlara ve umum beşeriyete Cenab-ı Hakk’ın birliğini ve delail-i vahdaniyetini güneş gibi göstermesinden, en büyük bir mütefekkir ile bir dinsizi ve bir feylesofu hakaik-i imaniyeyi tasdike mecbur ettiği gibi; en âmî bir adamın da en yüksek hakikatleri, en büyük bir suhuletle anlamasını temin eden, tevhidi gösteren, âyât-ı Kur’aniyenin en kudsî bir tefsiridir. Aynen ismi gibidir. Nasıl ki Musa aleyhisselâm elindeki asâsıyla kara taşlardan, çorak vâdilerden, ateş fışkıran çöllerden âb-ı hayatı fışkırttığı gibi Asâ-yı Musa da vahdaniyet-i İlahiyeyi ispat etmesiyle dünya ve âhiret âlemlerini ziyadar edecek tevhid nurlarını fışkırtıyor; taş gibi kalpleri, mum gibi eritiyor; şevki ile gönülleri teshir ediyor.

Hem madem mahkemelerin beraeti mevcud ve vicdan hürriyeti var ve hiçbir memlekette ilim ile iştigal edenlere ilişilmiyor; şu halde ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi’ olan Risale-i Nur’a da ilişilmemek lâzımdır.

Risale-i Nur yurdun asayişine, sükûn ve selâmetine hizmet ettiğine delil: Milyonlar talebelerinin hiçbirisinde bir vak’anın görülmemiş olmasıyla beraber, hepsinin de namuskârane faaliyetleriyle müstakim görülmeleridir. Risale-i Nur Külliyatı, Asâ-yı Musa ile birlikte kütüphane-i mesaimin harîminden alınması ile her türlü suç unsurunun mevcudiyetini bizzat ref’eder. Zira her münevver adam, kütüphanesinde her nevi kitabı bulundurur, okur, tetkik eder. Mel’unane fikirleri neşreden ve anarşistliği telkin eden kitaplar bile kütüphanelerde açıkça tetkike tabidir.

Hülâsa: Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatleri semavîdir, Kur’anî’dir. O halde Kur’an okundukça o da okunacaktır. Risale-i Nur, mücevherat-ı Kur’aniye hakikatlerinin sergisidir, pazarıdır. Bu ulvi pazarda herkes istediği gibi ticaret yapar. Uhrevî, manevî zenginliklere mazhariyeti temin eder.

Bu kadar maruzatımızla ifade etmek istedim ki: Maksadımız; imanımızı kurtarmaktır, imana hizmettir, Kur’an’a hizmettir. Âhirete müteveccih olan bir hal ise hiçbir gûna suç mevzuu olamaz. Mütemadiyen şikayette bulunduğumuz o gizli din düşmanları, türlü türlü entrikalarla, tertiplerle, iz’açlarla bizleri bu kudsî vazifeden men’etmeye uğraşmaktadırlar. Bizler ise bu kudsî yolda Kur’an ve iman için her şeyimizi fedaya seve seve hazırız. Değil dünyevî ızdıraplar, cehennemî azaplar da verilse bıçaklarla da doğransak, en müthiş ölümlere de maruz bırakılsak, asırlar boyunca milyonlar mübarek ecdadımızın feda-yı can ettikleri bu kudsî hakikate, bizim canımız da feda olsun. Bir değil, bin ruhum da olsa Kur’an için iman için hepsini feda etmeye her zaman hazırım.

Şu aziz vatanın taşları, toprakları, abideleri, kubbeleri, camileri, minareleri, mezar taşları, türbeleri; Kur’an’ın tebliğ ettiği zemzeme-i tevhidi haykırıyorlar. İman ve Kur’an’ın ezelî nurunu, atom zerratına kadar nüfuz edip ilan ettiği tevhid hakikatini, hiçbir kuvvet bu vatanın ve bu milletin sine-i pâkinden silemez.

Muhterem mahkemenizden, yüksek adaletinizden; hakaik-i Kur’aniyeyi ve vahdaniyet-i İlahiyeyi haşmetle ilan eden ve tevhidi a’zamî derecede gösteren Risale-i Nur Külliyatı’nın iadesine ve beraetine karar vermenizi rica ederim.

Risale-i Nur, Kur’an’ın malıdır. Arşı ferşe bağlayan kelâmullah ile mazi canibindeki milyarlar ehl-i iman, evliya ve enbiya alâkadar oldukları gibi Risale-i Nur mahkemesiyle de manen alâkadardırlar. Çok ihtiyarlamış arzın, dört yüz milyon Müslüman sekenesi, Risale-i Nur’un beraetine ve serbestiyetine ve intişarına muntazırdırlar.

Mazi tarafından perde-i gayb arkasına çekilen mübarek ecdadımızın nurani kafileleri, ulvi makamlarından Risale-i Nur mahkemesine manen nâzırdırlar.

Müstakbel cephesinin feyizkâr nesilleri, beraet (Hâşiye) kararını bekliyorlar.

Emekli Yüzbaşı

Mehmed Kayalar

(Hâşiye): Bu müdafaanın serdedildiği muhakeme, beraetle neticelenmiştir.

(İşarat-ül İ'caz)


Mahkeme Safahatı: Afyon Mahkemesi tarafından kitaplar serbest bırakılmadan, Malatya Hâdisesi münasebetiyle bazı vilayet ve kasabalarda taharriler yapıldı, mahkemeler açıldı. Ezcümle: Mersin’de, Rize’de, Diyarbakır’da Nurlar ve Nurcular aleyhine dava açıldı; neticede mahkemeler beraet verdi. Birçok vilayetlerde yapılan taharriler ve soruşturmalar ile Nurcular aleyhine umumî bir dava açılması için Isparta Müddeiumumîliği harekete geçti. Sekseni mütecaviz Nur talebesi hakkında iddianame hazırlandı ve dosya sorgu hâkimliğine tevdi edildi.

Emniyetin pek çok gizli mensupları, Nur talebeleri arasında dolaşmaya, her hareketlerini kontrole başladılar. Ankara, İstanbul, Adapazarı, Safranbolu, Karabük, Dinar, İnebolu, Van gibi yerlerde araştırmalar, sorgular yapıldı. Yapılan bütün tetkikat ve taharriler neticesi:

Vatan, millet aleyhinde zerre kadar bir hareket bulunmayıp bilakis her vatandaşın göğsünü iftiharla kabartacak ilmî, imanî, vatanî hizmetler, ahlâkî gayret ve faaliyetler ile hareket ettikleri, Risale-i Nur’u okumak, okutmak ve neşrine çalışmaktan başka bir gaye ve maksatları bulunmadığı anlaşılmasıyla “Nurcularda suç bulamıyoruz, medar-ı mes’uliyet bir hareket ve faaliyetleri görülmemiştir.” diye umumen kanaat getirildi. Bu soruşturmalar, Risale-i Nur’un hakkaniyetinin anlaşılmasına vesile oldu. Neticede Nurların beraetine karar verildi.

Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri birer medrese-i Nuriye kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe-i ulûmun şerefini ihya ettiler. Şark havalisinde büyük hizmet-i imaniye îfa olundu. Bir aralık Diyarbakır’da orada Nurlarla imana ve Kur’an’a hizmet eden faal bir Nur talebesi aleyhine dava açıldı, beraetle neticelendi; mü’minlerin sürur ve minnettarlığına vesile oldu.

Afyon’da da devam eden mahkeme neticelendi. 1956 tarihinde Risale-i Nur’u inceleyen Diyanet İşleri Müşavere Kurulu verdiği bir raporla, Risale-i Nur’un iman ve ahlâkî tekemmülata hizmet hususundaki vasfını ilan etti. Afyon mahkemesi de bu rapora istinaden Risale-i Nur eserlerinin beraetine ve serbestiyetine karar verdi, hüküm kat’îleşti.

Afyon Mahkemesinin beraet kararından sonra, Isparta Sorgu Hâkimliği de men’-i muhakeme kararı verdi. Böylece Risale-i Nur, birçok adlî süzgeçlerden geçerek umumî ve küllî bir serbestiyet ve hüsn-ü kabule mazhar oldu.

Nurların Neşri: Anadolu’nun birçok yerlerinde Nurlara hizmet devam etmekle beraber bilhassa Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri yalnız bulundukları muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i imaniyede bulundular. Bu hizmetleri yalnız bir kişi değil, bir merkez değil, yalnız malûm şahıslar değil; hizmet-i Kur’aniye olduğu için pek çok vecihlerde, pek çok zatlar tarafından îfa edildi. İsmi bilinmeyen nice hâlis talebeler, sadık mü’minler, bu hizmet-i kudsiyede çalıştılar, nur-u Muhammedî’nin yayılmasına gayret ettiler.

(Tarihçe-i Hayat)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

(Üstad telgrafla Diyarbakır'da bulunan talebesi Mehmet Kayalar'ı derhal Ankara'ya çağırdı ve onun da bulunduğu ortamda Ankara Beyrut Palas otelinde “müspet hareket” ağırlıklı aşağıdaki son dersini yaptı.

Umum Nur Talebelerine Üstad Bedîüzzaman’ın Vefatından Önce Vermiş Olduğu En Son Derstir

Aziz kardeşlerim!

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Mesela, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hâdiselerle sabit olmuş. Mesela, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikati için bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis (as) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, mesela seksen bir hatasını mahkemede ispat ettiğim bir müddeiumumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı manevîsidir. Manevî tahribatına karşı set çekmektir. Bununla dâhilî asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi muhafaza etmek içindir. وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى düsturu ile ki: “Bir cani yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk çocuğu mes’ul olamaz.” İşte bunun içindir ki bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dâhile karşı değil ancak haricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazifemiz, dâhildeki asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki âlem-i İslâm’da asayişi ihlâl edici dâhilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir.

Ve cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlahiyeye karışmamaktır ki “Bizim vazifemiz hizmettir, netice Cenab-ı Hakk’a aittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir, muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’an’dan ders almışım.

Haricî tecavüze karşı kuvvetle mukabele edilir. Çünkü düşmanın malı, çoluk çocuğu ganimet hükmüne geçer. Dâhilde ise öyle değildir. Dâhildeki hareket müsbet bir şekilde manevî tahribata karşı manevî, ihlas sırrı ile hareket etmektir. Hariçteki cihad başka, dâhildeki cihad başkadır. Şimdi milyonlar hakiki talebeleri Cenab-ı Hak bana vermiş. Biz bütün kuvvetimizle dâhilde ancak asayişi muhafaza için müsbet hareket edeceğiz. Bu zamanda dâhil ve hariçteki cihad-ı maneviyedeki fark, pek azîmdir.

Bir mesele daha var, o da çok ehemmiyetlidir: Hükm-ü Kur’an’a göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından olarak hâcat-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve itiyadla hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcat-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman ettiği halde, zaruret var diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel bir başkumandan beni bir parça dünyaya alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar dediler: “Biz şimdi mecburuz. اِنَّ الضَّرُورَاتِ تُبٖيحُ الْمَحْظُورَاتِ kaidesiyle Avrupa’nın bazı usûllerini, medeniyetin icablarını taklide mecburuz.” dediler.

Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret sû-i ihtiyardan gelse kat’iyen doğru değildir, haramı helâl etmez. Sû-i ihtiyardan gelmezse yani zaruret haram yoluyla olmamış ise zararı yok. Mesela, bir adam sû-i ihtiyarı ile haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa hüküm aleyhine cari olur, mazur sayılmaz, ceza görür. Çünkü sû-i ihtiyarı ile bu zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk, cezbe halinde birisini vursa mazurdur, ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dâhilinde değildir.”

İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: Ekmek yemek, yaşamak gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Sû-i ihtiyardan, gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler, haramı helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki olmuş ise mutlak zaruret olmadığı ve sû-i ihtiyardan geldiği için haramı helâl etmeye sebep olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki ihtiyar haricinde zaruret-i kat’iye ile sû-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri ayırmıştır. Kanun-u İlahîde ise daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar tefrik edilmiş.

Bununla beraber zamanın ilcaatı ile zaruretler ortalıkta zannederek bazı hocaların bid’alara taraftarlığından dolayı onlara hücum etmeyiniz. Bilmeyerek “Zaruret var.” zannıyla hareket eden o bîçarelere vurmayınız. Onun için kuvvetimizi dâhilde sarf etmiyoruz. Bîçare, zaruret derecesine girmiş, bize muhalif olanlardan hoca da olsa onlara ilişmeyiniz. Ben tek başımla daha evvel aleyhimdeki o kadar muarızlara karşı dayandığım, zerre kadar fütur getirmediğim, o hizmet-i imaniyede muvaffak olduğum halde; şimdi milyonlar Nur talebesi olduğu halde, yine müsbet hareket etmekle onların bütün tahkiratlarına, zulümlerine tahammül ediyorum.

Biz dünyaya bakmıyoruz. Baktığımız vakitte onlara yardımcı olarak çalışıyoruz. Asayişi muhafazaya müsbet bir şekilde yardım ediyoruz. İşte bu gibi hakikatler itibarıyla, bize zulüm de etseler hoş görmeliyiz.

Risale-i Nur’un neşri her tarafta kanaat-i tamme verdi ki Demokratlar dine taraftardırlar. Şimdi bir risaleye ilişmek; vatan, millet maslahatına tamamen zıttır.

Bir mahrem risale vardı ki o mahrem risalenin neşrini men’etmiştim. “Öldükten sonra neşrolunsun.” demiştim. Sonra mahkemeler alıp okudular, tetkik ettiler; sonra beraet verdiler. Mahkeme-i Temyiz, o beraeti tasdik etti. Ben de bunu dâhilde asayişi temin için ve yüzde doksan beş masuma zarar gelmemesi için neşredenlere izin verdim. “Said, meşveretle neşredebilir.” dedim.

Üçüncü Mesele: Şimdi küfr-ü mutlak, öyle cehennem-i manevî neşrine çalışıyor ki kâinatta hiçbir kâfir ona yanaşmamak lâzım geliyor. Kur’an’ın “Rahmeten li’l-âlemîn” olduğunun bir sırrı budur ki: Nasıl Müslümanlara rahmettir; âhirete iman, Allah’a iman ihtimalini vermesiyle de bütün dinsizlere ve bütün âleme ve nev-i beşere rahmet olmasına bir nükte, bir işarettir ki o manevî cehennemden dünyada da onları bir derece kurtarmış.

Halbuki şimdi fen ve felsefenin dalalet kısmı; yani Kur’an’la barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’an’a muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmaya başlandığı için şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz.” hükmü bu noktaya işarettir. Küfr-ü mutlak olduğu zaman, hakikat-i halde yaşanmaz.

Onun için Kur’an-ı Hakîm, bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olarak Risale-i Nur şakirdlerine bu dersi vermiş ki küfr-ü mutlaka, anarşistliğe karşı set çeksin. Hem çekmiş. Evet, Çin’i hem yarı Avrupa’yı ve Balkanları istila eden bu cereyana karşı bizi muhafaza eden Kur’an-ı Hakîm’in bu dersidir ki o hücuma karşı set çekmiş, bu suretle o tehlikeye karşı çare bulmuştur.

Demek bir Müslüman mümkün değil, başka bir dine girip ya Hristiyan ve Yahudi hususan Bolşevik gibi olmak… Çünkü bir İsevî, Müslüman olsa İsa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Bir Musevî, Müslüman olsa Musa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat bir Müslüman, Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın zincirinden çıksa dinini bıraksa daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir halet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyeye bir zehir olur.

Onun için Cenab-ı Hakk’a şükür Kur’an-ı Hakîm’in işarat-ı gaybiyesi ile kahraman Türk ve Arap milletleri içinde lisan-ı Türkî ve Arabî ile bu asrı kurtaracak bir mu’cize-i Kur’aniyenin Risale-i Nur namıyla bir dersi intişara başlamış. Ve on altı sene evvel altı yüz bin adamın imanını kurtardığı gibi şimdi milyonlardan geçtiği sabit olmuş.

Demek Risale-i Nur; beşeri anarşistlikten kurtarmaya bir derece vesile olduğu gibi İslâm’ın iki kahraman kardeşi olan Türk ve Arab’ı birleştirmeye, bu Kur’an’ın kanun-u esasîlerini neşretmeye vesile olduğunu düşmanlar da tasdik ediyorlar.

Madem bu zamanda küfr-ü mutlak Kur’an’a karşı çıkıyor. Küfr-ü mutlakta cehennemden ziyade dünyada da daha büyük bir cehennem var. Çünkü ölüm madem öldürülmüyor. Her gün beşerde otuz bin cenaze ölümün devamına şehadet ediyor. Bu ölüm küfr-ü mutlaka düşenlere, yahut taraftar olanlara hem şahsın idam-ı ebedîsi ve bütün geçmiş, gelecek akrabalarının da idam-ı ebedîsi olarak düşündüğü için cehennemden on defa daha fazla dehşetli cehennem azabı çeker. Demek, o cehennem azabını küfr-ü mutlakla kalbinde duyuyor. Çünkü her bir insan akrabasının saadetiyle mesud, azabıyla muazzeb olduğu gibi; Allah’ı inkâr edenlerin itikadlarınca bütün o saadetleri mahvoluyor, yerine azaplar geliyor.

İşte bu zamanda, bu dünyada bu manevî cehennemi insanların kalbinden izale eden tek bir çaresi var: O da Kur’an-ı Hakîm’dir. Ve bu zamanın fehmine göre onun bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur eczalarıdır.

Şimdi Allah’a şükrediyoruz ki siyasî partiler içinde bir parti, bir parça bunu hissetti ki o eserlerin neşrine mani olmadı; hakaik-i imaniyenin dünyada bir cennet-i maneviyeyi ehl-i imana kazandırdığını ispat eden Risale-i Nur’a mümanaat etmedi, neşrine müsaadekâr davrandı; nâşirlerine de tazyikattan vazgeçti.

Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan –bazen men’olduğum gibi– men’edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehvenü’ş-şer deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünkü dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehvenü’ş-şer olarak bakınız. Daha a’zamü’ş-şerden kurtulmak için onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.

Hem dâhildeki cihad-ı manevî; manevî tahribata karşı çalışmaktır ki maddî değil, manevî hizmetler lâzımdır. Onun için ehl-i siyasete karışmadığımız gibi ehl-i siyaset de bizimle meşgul olmaya hiçbir hakları yok.

Mesela, bir parti bana binler vecihle sıkıntı verdiği halde, hattâ otuz senede hapisler de tazyikler de olduğu halde, hakkımı helâl ettim. Ve azaplarına mukabil, o bîçarelerin yüzde doksan beşini tezyif ve itirazlara, zulümlere maruz kalmaktan kurtulmaya vesile oldum ki وَ لَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرٰى âyeti hükmünce kabahat ancak yüzde beşe verildi. O aleyhimizdeki partinin şimdi hiçbir cihetle aleyhimizde şekvaya hakları yoktur.

Hattâ bir mahkemede yanlış muhbirlerin ve casusların evhamları ile bizi, yetmiş kişiyi, mahkûm etmek için sû-i fehmiyle, dikkatsizliğiyle Risale-i Nur’un bazı kısımlarına yanlış mana vererek seksen yanlışla beni mahkûm etmeye çalıştığı halde, mahkemelerde ispat edildiği gibi en ziyade hücuma maruz bir kardeşiniz, mahpus iken pencereden o müddeiumumînin üç yaşındaki çocuğunu gördü, sordu. Dediler: “Bu, müddeiumumînin kızıdır.” O masumun hatırı için o müddeîye beddua etmedi. Belki onun verdiği zahmetler; o Risale-i Nur’un, o mu’cize-i maneviyenin intişarına, ilanına bir vesile olduğu için rahmetlere inkılab etti.

Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha var: O da benlik, enaniyet, hodfüruşluk, hayatını güzelce medeniyet fanteziyesiyle geçirmek iştihası, tiryakilik gibi hastalıklardır.

Risale-i Nur’un Kur’an’dan aldığı dersin en birinci esası: Benlik, enaniyet, hodfüruşluğu terk etmek lüzumudur. Tâ ihlas-ı hakiki ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin. Cenab-ı Hakk’a şükür, o a’zamî ihlası kazananların pek çok efradı meydana çıkmış. Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur. Hattâ Nur’un bîçare bir şakirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet etmek çoğaldığı için rahmet-i İlahiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona takdirle bakanlar, isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veriyor.

“Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu: “Madem milyonlar kadar arkadaşların var, neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: Madem mesleğimiz a’zamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek a’zamî ihlasın iktizasıdır. Mesela, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’an-ı Hakîm’in tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine “Defteri çıkar!” diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’an’ın bir harfinin bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş; ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.

O kardeşimize sorduk: “Bu acib ihlası nereden ders almışsın?”

Demiş: İki noktadan:

Birisi: Âlem-i İslâmiyet’in en acib harbi olan Bedir Harbi’nde namaz vaktinde cemaatten hissesiz kalmamak için düşmanın hücumu ile beraber mücahidlerin yarısı silahını bırakıp cemaat hayrına şerik olmak, iki rekat sonra onlar da hissedar olsun diye Fahr-i Âlem (aleyhissalâtü vesselâm) bir hadîs-i şerifiyle emretmiş olmasıdır. Madem harpte bu ruhsat var. Ve madem cemaat hayrı da sünnet olduğu halde, o sünnete riayet etmek en büyük bir hâdise-i dünyeviyeye tercih edilmiş. Üstad-ı Mutlak’ın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak biz de ruh u canımızla ittiba ediyoruz.

İkincisi: Kahraman-ı İslâm İmam-ı Ali radıyallahu anh Celcelutiye’nin çok yerlerinde ve âhirinde bir himayetçi istemiş ki namaz içinde huzuruna gaflet gelmesin. Düşmanları tarafından ona bir hücum manası hatırına gelmemek, sırf namazdaki huzuruna pek çok olan düşmanları tarafından bir hücum tasavvuruyla namazdaki huzuruna mani olunmamak için bir muhafız ifriti dergâh-ı İlahîden niyaz etmiş.

İşte bu bîçare, ömrü bu zamanda hodfüruşluk içinde yuvarlanan bîçare kardeşiniz de hem Sebeb-i Hilkat-i Âlem’den hem Kahraman-ı İslâm’dan bu iki küçük nükteyi ders aldım. Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’an’ın esrarına ehemmiyet vermekle, harp içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek Kur’an’ın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş.

Said Nursî

(Emirdağ L. 2)

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 1,2 Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor