Abdurrahman Nursi

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
(Abdurrahman Okur sayfasından yönlendirildi)

Abdurrahman Nursi Bediüzzaman'ın ağabeyi olan Molla Abdullah'ın oğludur. Bedia (? - 1970) adında bir kızkardeşi vardır. Abdurrahman gayet zekî, fedakâr, üstadın hem yeğeni, hem talebesi, hem hizmetkârı, hem kâtibi, hem de evlâd-ı maneviyesi idi. Bediüzzaman’ın doğumundan Rus esaretinden firar edip İstanbul’a teşrifleriyle, Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye azalığına kadar hayatını içeren bir "Tarihçe-i Hayat" kaleme aldı (1919). Ayrıca Bediüzzaman’ın "Lemeat" isimli eserinin arka tarafında kısa bir makalesinin yanı sıra vefatından bir-iki ay evvel amcasına hitaben yazdığı ve Barla Lahikasında yer alan mektubu bulunmaktadır. Henüz çok genç yaşlarda iken İstanbul’a yerleşti. Amcasının Rusya’daki esaretten geldikten sonra yerleştiği İstanbul Çamlıca tepesindeki bir köşkte hayatını geçirmeye başladı. Eski Said döneminde 1918-1923 yılları arasında Bediüzzaman'la İstanbul ve Ankara'da beraber kaldı. Daha sonra Bediüzzaman Ankara'daki hükümet ile uyuşamayıp Van'a gittiğinde Abdurrahman Ankara'da kalıp Meclis’te ve Sağlık Bakanlığında memurluk yaptı, 5-6 yıl sonra vefat etti. Vahdeti Suad Sipahioğlu (1928 - ?) adında bir oğlu, onun da Abdurrahman Sipahioğlu (d. 1956) adında bir oğlu ve Hatice Elçin (d. 1969) adında bir kızı vardır.

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri: Abdurrahman Okur

Doğum Yeri ve Tarihi: Nurs, 1 Temmuz 1902 (Mezar taşında 1903 yazılıdır)[1]

Vefat Yeri ve Tarihi: 1929

Kabrinin Yeri: Ankara Solfasol Mezarlığı

Harita Konumu: [1]

Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı[değiştir]

Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri[değiştir]

Bediüzzaman'ın 1923 yılında Ankara'dan ayrılarak Van'a gitmesinden sonra bir daha yüz yüze görüşememişlerdir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Hulusi Bey’in selefi, yirmi altı yaşında vefat eden biraderzadem merhum Abdurrahman’ın, vefatından bir iki ay evvel yazdığı mektuptur

بِاسْمِهٖ وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ

Ellerinizden öper, duanızı dilemekteyim. Sıhhat haberinizi, irşad edici olan Onuncu Söz risalenizle beraber Tahsin Efendi vasıtasıyla aldım. Çok teşekkür ederim. Evvelce gerçi emrinize muhalefet ederek muhterem ve değerli amcamdan ayrıldığıma pişman olmuş isem de ve itabınıza müstahak olmuş isem de bu da mukadder imiş. Ve Cenab-ı Hakk’ın emir ve iradesiyle ve belki de bizim için hayırlı olduğu için oldu. Binaenaleyh ben cehalet sâikasıyla bir kusur yaptım ve belasını da çektim. Bundan sonra çekmemek için affınızı rica ve duanızı dilerim.

Aziz mamo (*[2])! Şunu da şurada arz edeyim ki: Himaye ve himmetiniz sayesinde, din ve âhiretime dokunacak ef’al ve harekâttan kendimi muhafaza ettim ve etmekte berdevamım. Gerçi dünyanın değersiz çok musibetlerini gördüm ve çektim ve birçok da lezaiz ve safasını gördüm, geçirdim. Hiçbir vakit ve hiçbir zaman unutmadım ki bunların hepsi heba olduğu ve dünyanın Allah için olmayan lezaiz ve safası neticesi zillet ve şedit azap olduğu ve dünyada Allah için ve Allah’ın emir buyurduğu yollarda çekilen ve çekilmekte olan mezahim neticesi, sonu lezzet ve mükâfat verildiğini bildiğim ve iman ettiğimden, fena şeylerin irtikâbından kendimi muhafaza edebildim. Bu his ve bu fikir ise terbiye ve himmetinizle zihnimde ve hayalimde yer yapmıştır. Hakikat böyle olduğunu bildiğim için bütün meşakkatlere şükür ile beraber sabretmekteyim.

Şimdi amcacığım ve büyük üstadım! Habîs olan nefsimle mücadele edebilmek ve onun hevaî ve bilâhare elem verici olan arzularını yapmamak ve dinlememek için teehhül etmek mecburiyetinde kaldım ve şimdi artık her cihetle Cenab-ı Hakk’ın lütf u keremiyle rahatım. Kimsenin dediğini şer ise duymamazlığa gelir ve kimse ile fena hasletleri kapmamak için ihtilat etmemekteyim. Dairede müddet-i mesaiden hariç zamanlarımı kendi evimde Cenab-ı Hakk’ın şükrü ile geçiriyorum.

Bundan başka ey amca, sizden sonra şimdiye kadar en çok beni ikaz ve fena şeylerden men’eden, üstad-ı a’zam ve mürşidim olan bu âyet-i kerîmeden duyduğum ve hissettiğimdir:

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

اَلْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلٰٓى اَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَٓا اَيْدٖيهِمْ وَتَشْهَدُ اَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

Ve öyle biliyorum ki o gün de pek yakındır. (Hâşiye[3])

اَللّٰهُمَّ لَا تُخْرِجْنَا مِنَ الدُّنْيَا اِلَّا مَعَ الشَّهَادَةِ وَ الْاٖيمَانِ

duam bu ve itikadım böyledir ve böyle de iman ederim: (Hâşiye[4])

اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ وَ مَلٰئِكَتِهٖ وَ كُتُبِهٖ وَ رُسُلِهٖ وَ الْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهٖ وَ شَرِّهٖ مِنَ اللّٰهِ تَعَالٰى وَ الْبَعْثُ بَعْدَ الْمَوْتِ حَقٌّ اَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ وَ اَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ

(Hâşiye[5])

Biraderzadeniz Abdurrahman

(Barla Lahikası)


Aziz, gayretli, ciddi, hakikatli, hâlis, dirayetli kardeşim!

Bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ihtilaf-ı zaman ve mekân sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mani teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri âhirette olsa da beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan bir tek maksat için bir tek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler. Sizi her sabah yanımda tasavvur edip kazancımın bir kısmını, bir sülüsünü (Allah kabul etsin) size veriyorum. Duada, Abdülmecid ve Abdurrahman ile berabersiniz. İnşâallah her vakit hissenizi alırsınız.

(Mektubat, 23. Mektup)


Kardeşim Abdülmecid, biraderzadem Abdurrahman’ın (rahmetullahi aleyh) vefatı üzerine ve daha sair elîm ahvalât içinde bir perişaniyet hissetmişti. Hem elimden gelmeyen manevî himmet ve meded bekliyordu. Ben onunla muhabere etmiyordum. Birdenbire mühim birkaç Söz’ü ona gönderdim. O da mütalaa ettikten sonra yazıyor ki: “Elhamdülillah kurtuldum! Çıldıracaktım. Bu Sözler’in her biri birer mürşid hükmüne geçti. Çendan bir mürşidden ayrıldım fakat çok mürşidleri birden buldum, kurtuldum.” diye yazıyordu. Ben baktım ki hakikaten Abdülmecid güzel bir mesleğe girip o eski vaziyetlerinden kurtulmuş.

(Mektubat, 28. Mektup, 3. Mesele, 5. Nokta, 5. Misal)


Hem meleklere imanın saadet-i dünyeviyeye medar cüz’î bir numunesi şudur ki:

İlmihalden iman dersini alan bir masum çocuğun, yanında ağlayan ve masum bir kardeşinin vefatı için vaveylâ eden diğer bir çocuğa: “Ağlama, şükreyle. Senin kardeşin meleklerle beraber cennete gitti; orada gezer, bizden daha iyi keyfedecek, melekler gibi uçacak, her yeri seyredebilir.” deyip feryat edenin ağlamasını tebessüme ve sevince çevirmesidir.

Ben de aynen bu ağlayan çocuk gibi bu hazîn kışta ve elîm bir vaziyetimde gayet elîm iki vefat haberini aldım. Biri, hem âlî mekteplerde birinciliği kazanan hem Risale-i Nur’un hakikatlerini neşreden biraderzadem merhum Fuad; ikincisi, hacca gidip sekerat içinde tavaf ederken tavaf içinde vefat eden âlime Hanım namındaki merhume hemşirem. Bu iki akrabamın ölümleri, İhtiyar Risalesi’nde yazılan merhum Abdurrahman’ın vefatı gibi beni ağlatırken; imanın nuruyla o masum Fuad, o saliha Hanım, insanlar yerinde meleklere, hurilere arkadaş olduklarını ve bu dünyanın tehlike ve günahlarından kurtulduklarını manen, kalben gördüm. O şiddetli hüzün yerinde büyük bir sevinç hissedip hem onları hem Fuad’ın pederi kardeşim Abdülmecid’i hem kendimi tebrik ederek Erhamü’r-Râhimîn’e şükrettim. Bu iki merhumeye rahmet duası niyetiyle buraya yazıldı, kaydedildi.

(Şualar, 11. Şua, 11. Mesele)


Evet, ben üç cihetle Ispartalıyım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum fakat kanaatim var ki İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı, buradan gitmiş. Hem Isparta vilayeti öyle hakiki kardeşleri bana vermiş ki değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said’i onların her birisine maalmemnuniye feda eylerim.

(Şualar, 13. Şua)


Fakat kardeşim, sen şimdi iki vazifeyi görmekle mükellefsin: Biri, kardeşim Hulusi Bey’in vazifesini; biri de evlad-ı maneviyem ve biraderzadem ve bir deha-i nurani sahibi olmak pek muhtemel olan Abdurrahman’ın vazifesi de size ilâve edildi. O benim hakiki bir vârisim idi. Yazdıklarımı ve malımı kendi malı telakki ederdi, öyle de sahip oluyordu. Sen de bundan sonra yazı ve sözleri, senin hocanın yazısı diye tutma; kendi malın ve senin sözlerindir bil, öyle sahip ol. Hakkı Efendi’ye söyle ki o da kardeşim Abdülmecid yerinde kendini anlasın ve onun vazifesiyle mükellef olduğunu bilsin.

(Barla Lahikası)


Ve kalemlerini bizim hesabımıza çalıştırmaya karar veren altı müttehid kahraman, bir ruh altı ceset ve altı Yeni Said yerinde ve yirmi bir kardeşimi yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecid yerinde kabul ediyorum.

(Kastamonu Lahikası)


O, mübarek kalemini bize vermişti; ben de onu hem Abdurrahman hem Abdülmecid yerinde kabul etmiştim.

(Kastamonu Lahikası)


Elmas kalemlerini bize yardım için yirmi bir Abdurrahman ve Abdülmecidlerin bu kadar çabuk nüshaları yetiştirmeleri ve kabri pür-nur olan Mehmed Zühdü’nün, berzahta dahi kalemini bizim hesabımıza istimal etmesi hükmünde, onun metrûkâtından nüshaları gönderilmesi; bizi derinden derine sürurla şükre sevk etti.

(Kastamonu Lahikası)


Aziz kardeşlerim!

Risale-i Nur’un zuhurundan kırk sene evvel, geniş bir hiss-i kable’l-vuku, acib bir tarzda hem bende hem bizim köyde hem nahiyemizde tezahür ettiğini şimdi bir ihtar-ı manevî ile kat’î kanaatim gelmiş. Şefik ve kardeşim Abdülmecid gibi eski talebelerime bu sırrı fâş etmek isterdim. Şimdi Cenab-ı Hak sizlerde çok Abdülmecidleri ve çok Abdurrahmanları verdiği için size beyan ediyorum:

Ben on yaşında iken büyük bir iftihar, hattâ bazen temeddüh suretinde bir haletim vardı; istemediğim halde pek büyük bir iş ve büyük bir kahramanlık tavrını takınıyordum. Kendi kendime der idim: “Senin beş para kıymetin yok. Bu temeddühkârane hususan cesarette çok fazla gösterişin ne içindir?” Bilmiyordum, hayret içinde idim.

Bir iki aydır o hayrete cevap verildi ki Risale-i Nur, kable’l-vuku kendini ihsas ediyordu. Sen âdi odun parçası gibi bir çekirdek iken o firdevs salkımlarını bilfiil kendi malın gibi hiss-i kable’l-vuku ile hissedip hodfüruşluk ederdin.

Bizim Nurs köyümüz ise hem eski talebelerim hem hemşehrilerim biliyorlar ki bizim köyümüz, fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek için temeddühü çok severdiler, güya büyük bir memleketi fetheder gibi kahramanane bir tavır almak istiyordular. Ben hem kendime hem onlara çok hayret ederdim. Şimdi hakiki bir ihtar ile bildim ki o masum Nurslu insanlar, Nurs karyesi Risale-i Nur’un nuruyla büyük bir iftihar kazanacak; o vilayetin, nahiyenin ismini işitmeyen, Nurs köyünü ehemmiyetle tanıyacak diye bir hiss-i kable’l-vuku ile o nimet-i İlahiyeye karşı teşekkürlerini temeddüh suretinde göstermişler.

Hem o nahiyemiz olan Hizan kazasına tabi İsparta’da, birdenbire meşhur Seyda namında Şeyh Abdurrahman-ı Tağî himmetiyle o kadar çok talebeler ve hocalar ve âlimler çıktılar ki bütün Kürdistan onlar ile iftihar eder bir şekil aldığı zaman, içlerinde münazara-i ilmiye ve pek büyük bir himmetle ve pek geniş bir daire-i ilim ve tarîkat içinde öyle bir vaziyet hissediyordum ki güya rûy-i zemini fethedecek bu hocalardır. Eski meşhur ulema ve evliyalar ve allâmeler ve kutublar, onların medar-ı bahsi oldukça ben de dokuz on yaşında iken dinliyordum. Kalbime geliyordu ki bu talebeler, âlimler; ilimde, dinde büyük bir fütuhat yapmışlar gibi vaziyet alıyorlardı. Bir talebenin bir parça ziyade zekâveti olsa idi büyük bir ehemmiyet verilirdi. Münazarada, bir meselede birisi galebe çalsa büyük bir iftihar alırdı. Ben de hayret ediyordum, o hissiyat bende de vardı. Hattâ tarîkat şeyhleri ve dairelerinde medar-ı hayret bir müsabaka hem nahiye hem kaza hem vilayetimizde vardı. O haletleri başka memleketlerde o derece göremedim.

Şimdi bir ihtar ile kat’î kanaatim geldi: O talebe arkadaşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim; bir hiss-i kable’l-vuku ile ruh hissedip akıl bilmeyerek –ki en lüzumlu bir zamanda– o talebeler içinde ve o hocaların şakirdleri içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i imanın imdadına gelecek diye o istikbaldeki nimet-i İlahiyeye gayet ağır ve acib şerait içinde ve hadsiz muarızların karşısında ve bin seneden beri kuvvet bulan dalaletin mukabilinde ve gayet vehham ve garazkâr düşmanlarımızın desiselerinin ihatasında ve iki dehşetli mahkemenin uzun tetkikatında Risale-i Nur’un bu fevkalâde galebesi ve hârikulâde perde altında tenviratı ve düşmanlarını mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki o mevkiine lâyıktır ki kable’l-vuku İmam-ı Ali (radıyallahu anh) ve Gavs-ı A’zam (kuddise sırruhu) ondan haber verdikleri gibi bunlar, köy ve nahiye ve vilayetim, benimle beraber şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur olmuşlar. (Hâşiye[6])

Sizi eski talebelerim ve eski arkadaşlarım ve kardeşim ve biraderzadem Abdülmecid ve Abdurrahmanlar bildiğimden bu mahrem sırrı size açtım.

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Evvela: Bu şiddetli maddî ve manevî kışın, sıkıntılı maddî ve manevî hastalığı vaktinde dünyadan müfarakat ve pek çok alâkadar olduğum Nurcu kardeşlerimden iftirak ihtimalinden gelen elemler beni sıkarken, birden Sıddık Süleyman, Nur santralı Sabri, umum o havalideki kardeşlerim namına ve nesebî akrabalarımın da hesabına, Abdülmecid ve Abdurrahman manasında buraya geldiler. Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum; onların gelmesi, bir panzehir hükmünde bana ilaç oldu.

(Emirdağ Lahikası-1)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. https://www.risalehaber.com/abdurrahman-nursinin-ankara-hayati-23008yy.htm
  2. Kürtçe “amcacığım” demektir.
  3. Cây-ı dikkattir, vefatını haber veriyor.
  4. Hem iman ile gideceğini haber veriyor.
  5. Âhir nefesteki kelimat-ı imaniyeyi âhir-i mektubunda zikretmesi, dünyadan kahramancasına imanını kurtarıp öyle gideceğine işaret eder.
  6. Evet Risale-i Nur’un tercümanı hem fakir hem âdi iken şansız ve âmî bir haneden olduğu halde, tarihçe-i hayatında yazıldığı gibi; fevkalâde istiğna ve hediye ve sadakaları kabul etmemek ve emsalsiz bir izzet-i ilmiye namıyla kimseye baş eğmemek ve tenezzül etmemek ve haddinden bin derece ziyade işlere girişmek gibi haller, bu mezkûr sırdan ileri gelmiştir.