Abdülkadir-i Geylani

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
(Abdulkadir sayfasından yönlendirildi)

Abdülkadir isimli diğer şahıslara ait maddeler için Abdülkadir (Tavzih) sayfasına gidin

Abdülkadir-i Geylani'nin Risale-i Nura, Üstada ve Talebelerine İşaretlerine dair 8. Lem'a namında ayrı bir risale vardır

Seyyid Abdülkadir-i Geylani Hz. Hasan (ra) soyundan gelen ve kutbiyet, ferdiyet ve gavsiyet makamları sahibi çok büyük bir evliyadır. Kadirilik tarikatının kurucusudur. İmam-ı Gazzâlî’nin geliştirdiği Sünnî tasavvuf onun tarafından devam ettirilmiş ve güçlü ve tesisli hitabeti, herkesin anlayacağı şekilde vaaz etmesi, samimi dua ve niyazlara yer vermesi, cemaate ümit ve şevk vermesi, nefsin zayıf taraflarını ve şeytanın insanı kandırma yollarını canlı örneklerle anlatıp insanların duygularına da hitap etmesi sayesinde tarikatı ve tesiri bütün İslâm âlemine yayılmıştır. Abbasîlerin zamanında ortaya çıkan perde altında zındıklar ve sapkın fırkalar karşısında o fitneyla mücadele edip mağlup eden büyük zatlar arasındadır.

Küçük yaşta babasını kaybetti ve dedesinin himayesinde büyüdü. 18 yaşında annesinden izin alarak Bağdat’a ilim tahsiline gitti. Usul, fürû ve mezhepler konusunda geniş bilgi sahibi oldu, kelâm ilminden ise uzak durdu. Tasavvufa intisap etti. Medresede hadis, tefsir, kıraat, fıkıh ve nahiv gibi ilimleri okuttu ve vaaz vermeye başladı. Ancak bir süre sonra bütün bunları bırakarak uzun süren bir inzivaya çekildi. Şâfiî mezhebini bırakarak mizacına daha uygun gelen Hanbelî mezhebine girdi ama her iki mezhebe göre fetva verdi. Mutasavvıfları tenkit eden İbn Teymiyye bile ona saygı duydu ve kerametlerinin tevâtürle sabit olduğunu kabul etti. Hususi ism-i Azamı “Yâ Hay” olduğundan vefatından sonra tasarrufu devam eden evliyalardandır ve bu yüzden müridlerinin darda kaldıkları zaman söyledikleri, “Medet, yâ Abdülkādir!” sözü bir tarikat geleneği olmuştur. Çok evladı olmuş, soyundan çok alim ve evliyalar yetişmiş ve tarikatı dünyanın dört bir tarafına yayılmıştır.[1]

Bediüzzaman daha çocukken Gavs-ı Geylanî'nin belki bin defa himmet ve duasıyla imdadına yetiştiğini söyler. Kendisinin Eski Said tabir ettiği zaman sıkıntılı bir döneminde Risale-i Nur'u telif ettiği Yeni Said dönemine geçişte Abdülkadir-i Geylani'nin “Fütuhu’l-Gayb” kitabından çok istifade etmiştir.

Gavs-ı Azam yazdığı bir kasidesinde Risale-i Nur'a, ileride gelecek müridi Bediüzzaman'a ve talebelerinin mühimlerine 800 sene önceden haber verdiğini keşfeden Bediüzzaman 8. Lem'a namında risalede tüm bu işaretleri izah etmiştir. Bu işaretin hikmetinin Risale-i Nur'un iman hizmetini en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte ve herkesin anlayacağı bir tarzda yapması olduğunu beyan etmiştir. Bediüzzaman hakikat dersini Üveysî bir surette doğrudan doğruya Gavs-ı A’zam’dan aldığını ve Risale-i Nur dairesinin Hz. Ali, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Gavs-ı A’zam’ın bu zamanda bir dairesi olduğunu söyler. Talebelerine ihlas sırrına binaen Hz. Ali'nin ve Gavs-ı A’zam’ın Risale-i Nur hizmetinde izn-i İlahî ile nezaret ettiğini ve Gavs-ı A’zam’ın himmet ve duasıyla yardım ettiğini ve ihlası kırarlarsa onların tokadını yiyecekleri uyarısını yapar.

Bediüzzaman Gavs-ı Azam'ın yerde iken arş-ı a’zamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa ettiğini, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olduğunu, 90 sene maneviyatta terakki edip çalıştığını ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfettiğini, muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıktığını, hususi faziletlerde 4 imamdan bir cihette daha parlak makama sahip olduğunu ama küllî faziletin imamlarda olduğunu ve evliyaların en üstünü olup "Sultanü’l-evliya" makamında olduğunu beyan eder.

Risale-i Nur'da Abdülkadir-i Geylani'nin bazı kerametleri ve onun görüldüğü rüyalardan bahisler de vardır.

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri: Şah-ı (Şeyh-i) Geylani (Gilani, Cilani veya Ceylani olarak da telaffuz edilir), Gavs-ı Azam, Bâzullah (Allah’ın şahini) ve Bazü'l Eşheb (avını kaçırmayan şahin) (görüştüğü insanları hemen tesiri altına aldığı için bu unvanlar verilmiştir), Sultan-ı Evliya, Gavsü's Sakaleyn-i Asuman, Hazret-i Gavs, Kutb-u Rabbanî, Kandil-i Nurani, Bâz-ı Geylan, Ferd-i Ferîd-i Deveran, Cenab-ı Abdülkadir[1]

Doğum Yeri ve Tarihi: Hazar denizinin güneybatısındaki Gîlân eyaletinin Neyf köyü, h. 470 (m. 1077)[1]

Vefat Yeri ve Tarihi: Bağdat, h. 561/m. 1166[1]

Kabrinin Yeri: Bağdat[1]

Harita Konumu: [1]

Eserleri[değiştir]

  • El-Ğunye: İman, tevhid ve ahlâk hakkındadır.
  • Fethu’r-rabbânî:Vaazlarının yazılı halidir
  • Fütûhu’l-gayb: Vaazlarını ve vasiyetini içerir.

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Abdülkadir-i Geylani ve Eski Said[değiştir]

Bundan on bir sene evvel, Eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi. ‌اَلْمَوْتُ حَقٌّ‌ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharri etti. Gördü ki yollar muhtelif, tereddütte kaldı. Gavs-ı A’zam olan Şeyh-i Geylanî radıyallahu anhın “Fütuhu’l-Gayb” namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı:

اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ

Acibdir ki o vakit ben, Dârülhikmeti’l-İslâmiye azası idim. Güya ehl-i İslâm’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.

İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın, kendine bir tabip ara!” Ben dedim: “Sen tabibim ol!” Tuttum, kendimi ona muhatap addederek o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat kitabı çok şiddetli idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum; bitirmeye tahammülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifakâraneden gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâcatını dinledim, çok istifaza ettim.

(28. Mektup)


Ben üç dört cihetle Nakşî iken Kādirî meşrebi ve muhabbeti bende ihtiyarsız hükmediyordu. Fakat tarîkatla iştigale, ilmin meşguliyeti mani oluyordu.

Sonra bir inayet-i İlahiye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda, Hazret-i Şeyh’in “Fütuhu’l-Gayb” namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmi Sekizinci Mektup’ta beyan edildiği gibi Hazret-i Şeyh’in himmet ve irşadıyla Eski Said (ra) Yeni Said’e inkılab etmiş. O Fütuhu’l-Gayb’ın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı:

اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ Yani “Ey bîçare! Sen Dârülhikmeti’l-İslâmiyede bir aza olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâm’ın manevî hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki en ziyade hasta sensin. Sen evvel kendine tabip ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.”

İşte o vakit, o tefe’ül sırrıyla, maddî hastalığım gibi manevî hastalığımı da kat’iyen anladım. O Şeyhime dedim: “Sen tabibim ol.” Elhak, o tabibim oldu. Fakat pek şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı. “Fütuhu’l-Gayb” kitabında “Yâ gulam!” tabir ettiği bir talebesine pek müthiş ameliyat-ı cerrahiye yapıyor. Ben kendimi o gulam yerine vaz’ettim. Fakat pek şiddetli hitap ediyordu. “Eyyühe’l-münafık!” “Ey dinini dünyaya satan riyakâr!” diye diye yarısını ancak okuyabildim. Sonra o risaleyi terk ettim. Bir hafta bakamadım. Fakat ameliyat-ı cerrahiyenin arkasından bir lezzet geldi; iştiyak ile o mübarek eseri acı tiryak gibi veya sulfato gibi içtim. Elhamdülillah kabahatlerimi anladım, yaralarımı hissettim, gurur bir derece kırıldı.

(8. Lema)


Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki bakiyye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaiyesine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim, yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim.

Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddi ve çok ahbap ve İstanbul’un şaşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz şaşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazı idi ki ileriyi göremedi, yine yattı tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylanî Fütuhu’l-Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.

(26. Lema)


Ben kabristandan çıkıp bu dehşetli hayal ile Sultan Eyyüb Camii’nin mahfelindeki küçük bir odaya çok defa girdiğim gibi bu defa da girdim. Düşündüm ki: Ben üç cihette misafirim; bu menzilcikte misafir olduğum gibi İstanbul’da da misafirim, dünyada da misafirim. Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, bir gün de İstanbul’dan da çıkacağım, diğer bir gün de dünyadan çıkacağım.

İşte bu halette, gayet rikkatli ve firkatli, elemli bir hüzün ve gam kalbime, başıma çöktü. Çünkü ben yalnız bir iki dostu kaybetmiyorum, İstanbul’da binler sevdiğim dostlarımdan müfarakat gibi çok sevdiğim İstanbul’dan da ayrılacağım. Dünyada yüz binler dostlarımdan iftirak gibi çok sevdiğim ve müptela olduğum o güzel dünyadan da ayrılacağım diye düşünürken yine kabristanın o yüksek yerine gittim.

Ara sıra sinemaya –ibret için– gittiğimden bana, İstanbul içindeki insanlar, o dakikada sinemada geçmiş zamanın gölgelerini hazır zamana getirmek cihetiyle, ölmüş olanları ayakta gezer suretinde gösterdikleri gibi aynen ben de o vakit gördüğüm insanları, ayakta gezen cenazeler vaziyetinde gördüm. Hayalim dedi ki: “Madem bu kabristanda olanlardan bir kısmı sinemada gezer gibi görülüyor; ileride kat’iyen bu kabristana girecekleri, girmiş gibi gör; onlar da cenazelerdir, geziyorlar.”

Birden Kur’an-ı Hakîm’in nuruyla ve Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî Hazretlerinin irşadıyla, o hazîn halet, sürurlu ve neşeli bir vaziyete inkılab etti.

...

İşte bu ihtar-ı Kur’anîyi aldıktan sonra, o kabristan, İstanbul’dan ziyade bana ünsiyetli oldu. Halvet ve uzlet, bana sohbet ve muaşeretten daha ziyade hoş geldi. Ben de Boğaz tarafındaki Sarıyer’de, bir halvethane kendime buldum. Gavs-ı A’zam (ra) Fütuhu’l-Gayb’ıyla, bana bir üstad ve tabip ve mürşid olduğu gibi İmam-ı Rabbanî de (ra) Mektubat’ıyla, bir enis, bir müşfik, bir hoca hükmüne geçti. O vakit ihtiyarlığa girdiğimden ve medeniyetin ezvakından çekildiğimden ve hayat-ı içtimaiyeden sıyrıldığımdan pek çok memnun oldum. Allah’a şükrettim.

(26. Lema)


Harb-i Umumî’de, Rus’un esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da iki üç sene Dârülhikmette hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra Kur’an-ı Hakîm’in irşadıyla ve Gavs-ı A’zam’ın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi.

(26. Lema)


Hâfız Hâlid’in bir fıkrasıdır

...

Bundan on üç sene evvel Dârülhikmeti’l-İslâmiye azasından iken, küçükten beri şimdiye kadar manen izn-i İlahî ile onun bir muîni ve nâsırı ve muhafızı olan kutb-u Rabbanî ve kandil-i nurani Abdülkadir-i Geylanî aleyhi nazaru’r-Rahmanî Hazretlerinin Fütuhu’l-Gayb risalesini tefe’ülen açtığı esnada اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ ibaresi çıktı. O ibare, onun hakkında pek manidar olarak, Eski Said’i Yeni Said’e çevirmesine sebebiyet vermiştir.

(Barla L.)


Gavs, meşhur kasidesinde –sarahat derecesinde– bizlerden yani hizbü’l-Kur’an’dan haber verdiği gibi daha birkaç yerde yine işarî bir tarzda haber veriyor. Ezcümle, o kasidenin arkasında “Mecmuatü’l-Ahzab”ın 563’üncü sahifesinde, yine o malûm müridinden bahsediyor ve beytinde diyor ki:

فَمُرٖيدٖى اِذَا دَعَانٖى بِشَرْقٍ اَوْ بِغَرْبٍ اَوْ غَارٍ فٖى بَحْرِ طَامٖى اَغِثْهُ

“Garpta beni çağırdığı vakit, onun imdadına yetişeceğim.” Evet doğrudur. Arabî tarih ile bin üç yüz otuz dokuzda (1339) müthiş bir buhran-ı ruhî ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir teşevvüş-ü fikrî geçirdiğim sıralarda, pek şiddetli bir surette Hazret-i Gavs’tan istimdad eyledim. Bir iki yerde bahsettiğim gibi Fütuhu’l-Gayb kitabı ile ve dua ve himmetiyle imdadıma yetişti ve o buhranı geçirdim.

(8. Lema)

Abdülkadir-i Geylani'nin Risale-i Nura, Üstada ve Talebelerine Alakası ve İşaretleri[değiştir]

Abdülkadir-i Geylani'nin Risale-i Nura, Üstada ve Talebelerine İşaretlerine dair 8. Lem'a namında ayrı bir risale vardır. Buraya sadece bazı kısımları alınmıştır

Gavs-ı A’zam’ın Hizbü’l-Kur’an’a Dair Keramet-i Gaybiyesidir. (Hâşiye: Üstadımızın şahsına sarîhan işaret eden bu gibi gaybî keramet ve işaratın neşrini Üstadımız Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri arzu etmiyor. Fakat bizler düşündük ki bu gibi delâlet derecesinde olan gaybî işaretlerin ehl-i imanca bilinmesine, bu zamanda kat’î lüzum ve ihtiyaç var. Buna binaen neşrediyoruz. Nâşirler)

Şu risale içindeki imzalar ile gösterildiği gibi hizmet-i Kur’aniyedeki arkadaşlarıma iştirakim var. Bir kısmı benim imzam iledir. Bir kısmı onların tasvip ve istihracıyla ve tasdikleriyle olduğundan, bana ait haddimden fazla hisseyi onların hatırı için sükût ile kabul ettim. Yoksa bu risalenin başında söylediğim gibi bunda öyle bir hisse-i şerefe hakkım yoktur. On sene mukaddem, o kaside-i gaybiyeyi gördükçe bana manevî bir ihtar gibi “Dikkat et!” diye kalbime geliyordu. O hatırayı iki cihetle dinlemiyordum:

Birincisi: Benim gibi ehemmiyetli ömrü şan ve şeref perdesi altında hubb-u câh zehiriyle zehirlenip öldüğü için yeniden bu suretle nefs-i emmareye diğer bir şeref kapısı açmak istememekti.

İkinci cihet: Bu muannid zamanda, bedihî davaları ve zahirî hüccetleri kabul etmeyenlere karşı, böyle işarat-ı gaybiye nevinden hodfüruşane bir tarzda izhar etmek hoşuma gitmemekti.

En nihayet esaretimin sekizinci senesinde, en işkenceli ve en sıkıntılı bir zamanda gayet kuvvetli bir teselli ve teşvike muhtaç olduğumuzdan bana ihtar edildi ki: “Bunu, tahdis-i nimet ve bir şükr-ü manevî nevinden izhar et. Hem korkma, kanaat verecek derecede kuvvetlidir.”

Bu izharda en mühim maksadım, esrar-ı Kur’aniyeye ait olan risalelerin makbuliyetine Gavs-ı A’zam’ın imza basması nevinden olduğudur.

İkinci maksadım; o kudsî üstadımın kerametini izhar etmekle, keramat-ı evliyayı inkâr eden mülhidleri iskât edip hizmet-i Kur’aniyeye fütur verecek çok esbaba maruz ve çok avâika hedef olan arkadaşlarımın kuvve-i maneviyesini takviye ve şevklerini tezyid ve füturlarını izale etmek idi.

Benim için bir nevi hodfüruşluk nevinden olduğu için ehemmiyetli zarardır. Fakat o zararımı, o kudsî üstadım ve arkadaşlarım hatırı için kabul ettim.

Şu “Keramet-i Gavsiye Risalesi” tedricen istihraç edildiği için birkaç parça ve tetimmelere inkısam etti. Gittikçe birbirini tenvir ve teyid ettikçe vuzuh peyda ediyor. İşaretin bazısında zaaf varsa da sair arkadaşlarının ittifakından aldığı kuvvet, o zaafı izale eder.

(8. Lema)


Bütün kıymettar kitaplar içinde Risale-i Nur, Kur’an’ın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (ra) takdir ve tahsinine ve Gavs-ı A’zam’ın teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zatın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?

Elcevap: Malûmdur ki bazı vakit olur bir dakika, bir saat ve belki bir gün belki seneler kadar ve bir saat, bir sene belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Mesela, bir dakikada şehit olan bir adam, bir velayet kazanır ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir.

İşte aynen öyle de Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi zamanın ehemmiyetinden hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (asm) ve şeair-i Ahmediyeye (asm) ettiği tahribatın dehşetinden hem bu âhir zamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki Kur’an, ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali (ra) üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A’zam (ra) kerametkârane ondan haber verip tercümanını teşci etmiş.

Evet, bu asrın dehşetine karşı, taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin.

Risale-i Nur bu vazifeyi, en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini, gayet kuvvetli bürhanlar ile ispat ederek o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde –hizmet-i imaniye itibarıyla– âdeta birer gizli kutub gibi mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi kuvve-i maneviyeyi ehl-i imanın kalplerine verip mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.

(8. Şua)


Risale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hüseyin’in (r.anhüm) ve Gavs-ı A’zam’ın (ks) –ihbarat-ı gaybiyeleriyle– şakirdlerinin bu zamanda bir dairesidir. Çünkü Hazret-i Ali, üç keramet-i gaybiyesiyle Risale-i Nur’dan haber verdiği gibi; Gavs-ı A’zam (ks) da kuvvetli bir surette Risale-i Nur’dan haber verip tercümanını teşci etmiş. Bu mahrem dört risale, Keramet-i Aleviye ve Gavsiyeye ait dört risale inşâallah bir vakit size gönderilebilir. Mahkeme ehl-i vukufu onlara itiraz edememiş, yalnız “Bu yazılmamalı idi.” diye küçük bir tenkit etmişler. Ben de cevap verdim, onlar sustular.

Zaten Üveysî bir surette doğrudan doğruya hakikat dersimi Gavs-ı A’zam’dan (ks) ve Zeynelâbidîn (ra) ve Hasan Hüseyin (ra) vasıtasıyla İmam-ı Ali’den (ra) almışım. Onun için hizmet ettiğimiz daire onların dairesidir.

(Emirdağ L. 1)


اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ

Şu âhirki beyit, (Hâşiye:صَادِقـينﭯ بِمَحَبَّت۪ى fıkrasında nasıl ki sâdık iki kardeşimize işaret ediyor; öyle de بِمَحَبَّت۪ى kelimesiyle de Said'in birinci ve en mühim talebesi ve İşârâtü'l-İ'câz'ın telifinde muhatap, müsevvid, mübeyyiz olan şehid merhum Molla Habib'e (r.h.) imâdan hâlî değildir.)

وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا

تَعٖيشُ سَعٖيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتٖى

Said Nursî'yi iki üç vecihle gösterdiği gibi, medâr-ı imtiyazı olan ihlâsı imâ ederek ve hizmette ikinci olmak cihetiyle iki farkla مُخْلِصًا kelimesi Hulûsi Beye tevâfukla işaret ediyor. وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ'de قَادِرٖى kelimesi üç fark ile üçüncü arkadaşı, takdir ve istihsan ile Hulûsi-i Sânî olan Sabri'ye (Hâşiye: Sabri'nin hakiki ismi Muhammed Sabri'dir. Bu isim hesab-ı ebcedle tek bir fark ile Abdülkadirî olur. Demek ikinci Hulûsi, birinci Hulûsi gibi birincidir. Hem Hafız Ali (r.h.) ve Kuleönü'ndeki Mustafa'lar, hem de Zekâi ve Küçük Lütfü, onlar gibi işârât-ı Gavsiyede zâhirdir.) tevâfukla işaret ediyor. صَادِقًا kelimesiyle hârika bir sadâkatle mümtaz dördüncü arkadaşı olan Süleyman'a dört fark ile tevâfuk cihetiyle işaret ediyor. صَادِقًا kelimesindeki tenvin dahil edilse, hizmet-i sâdıkanede mümtaz olan Bekir Ağa'ya Bekir Bey ünvânıyla bir fark ile işaret eder. Mâdem bu beyt-i âhir, bu heyetin efrâdına bakar, bâzılarına sarâhate yakın işaret var; ötekilere ednâ bir imâ dahi kanaat verir ki, onlar dahi muraddır.

Elhâsıl: Bu dört zât, bu fakirle beraber hizmette sebkat edip Hulûsi ihlâsıyla, Sabri takdiriyle, Süleyman sadâkatıyla, Bekir hizmet ve gayretiyle, hizmet-i Kur'âniyede bulundular. Hem mertebelerine imâ sûretinde, bu beyit ihbar ediyor. Elbette denilebilir ki, Hazret-i Şeyh onları izn-i İlâhî ile Said'in etrafında görmüş, haber vermiş. Daha sâir arkadaşlara işaretler var. (Hâşiye: Süleyman üç fark ile "Said"e dahil olduğu gibi, Abdullah (HAŞİYECİK: Bilhassa İslâmköylü ve Atabeyli Abdullah'lar.) isminde birkaç mühim kardeşlerimiz ve Mes'ud ile beraber "Said"in içindedirler.) Şimdi izhâra me'zun olmadığımdan, bana tam görünmüyor. لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ

(8. Lema)


İşte bu اَنَا لِمُرٖيدٖى حَافِظًا fıkrası, bu fakirin mühim sergüzeştlerine işaret ettiği gibi bu fakirin etrafında hizmet-i Kur’aniye işinde toplanan arkadaşlarından dokuz talebesini “Hâfız” ismiyle işaret ediyor.

(8. Lema)


Hizmet-i Kur'âniyedeki arkadaşların bir kısmı "hâfız" lâkabıyla, bir kısmı "muhlis" kelimesiyle işaret edildiği gibi, "sâdık" kelimesinde Süleyman ve Bekir'e işaret olunmakla beraber, aynen onlar gibi sadâkatte mümtaz ve kalemi bir elmas kılınç gibi Âsım'a dahi işaret ediyor. Hem makamıyla beraber fedâkâr arkadaşların altıncı olduğuna işaret ediyor. Âsım gibi elmas kalemli Ahmed Hüsrev'i تَعِيشُ سَعِيدًا cümlesi beşinci gösteriyor. Re'fet Bey صَادِقًا بِمَحَبَّتِى cümlesiyle makamına işaretle Âsım gibi altıncı arkadaş olduğunu altı fark ile göstermiştir. Ve hâkezâ, sâir has arkadaşlar da içinde mündericdir. Hatta تَعِيشُ سَعِيدًا'deki "saîd" kelimesinde beş-altı kardeşlerim dahil olduğu bence kat'î bir sûrette tahakkuk etmiştir.

(8. Lema)


Zübeyr'in Müdafaasıdır

...

Hem Risale-i Nur’a safdilane inanmamışım. Otuz üç âyât-ı Kur’aniye ve Hazret-i Ali (ra) ve Abdülkadir-i Geylanî (ra) Hazretleri, Risale-i Nur’un telif edilip bu asırdaki insanları irşad edeceğini gaybî bir surette bildiriyorlar. Bununla beraber, Risale-i Nur’dan okuduğum kitaplar, bu eser külliyatının hak ve hakikati öğreten ve beşeriyeti ıslah eden eserler olduğu kanaatini vermiştir.

(14. Şua)


İmam-ı Ali (ra), Şah-ı Geylanî (ra), Sekizinci, On Sekizinci, Yirmi Sekizinci Lem’alar ile ve Sekizinci Şuâ ile keramat-ı evliya hak olduğunu ve yerde iken arş-ı a’zamı müşahede ettiklerini Risale-i Nur beyan etmiş.

(Barla L.)


(Ahmed Hüsrev’in fıkrasıdır.)

Sevgili Üstadım!

Aktab-ı Hamse-i Azîme’nin birincisi ve Gavs-ı A’zam namıyla müştehir Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin, şimdiki Kur’an’ın hâdimlerine bakan kasidesindeki ihbarat-ı gaybiye-i mühimmeyi hâvi, kıymettar risaleyi kardeşlerime ve dostlarıma okudum. Ve inşâallah fırsat buldukça yine okuyacağım. Rahatsızlığım, bir suretinin takdimine fırsat bahşetmediği gibi Otuz İkinci Söz’ün Birinci ve İkinci Mevkıflarından da üç dört sahifeden daha fazla yazmaklığıma mani oldu.

Sevgili Üstadım! O büyük şeyhin mazhar olduğu o büyük tecelli ve nâil olduğu o büyük eltaf-ı Sübhaniye ile sekiz yüz senelik mesafeyi gören ve bu müddet arasında gelip geçenlere ve bugünün dehşetini ehl-i zevk ve keşfe gösteren yazılarındaki o derin ve pek ince manalar, idrak edebildiğim kadarını düşünürken, ehl-i gafletin nazarından saklanmış olan ve fakat ehl-i hakikatin görmesine mani olmayan maziyi hatırladım. Ve bu risalenin feyziyle mücahede-i maneviyenizden ve etrafınızda toplanmış olan fedakâr, mücahid talebelerinizden ve maruz kaldığınız mühlik felaketlerden ve nâil olduğunuz bu kadar azîm eltaf-ı İlahiyeden başlayarak, Şah-ı Geylanî’ye kadar ve ondan asr-ı saadete kadar uzanan o uzun zamanı hayalen gezdim. O büyük Gavs’ın sekiz yüz sene evvel ilan ettiği bu hakikatin karşısında hayran oldum. O büyük şeyh, Eski Said gibi bir müridiyle, Yeni Said gibi bir ders arkadaşıyla konuşuyor. Ve konuşmaya da zaman ve mekân mani olamıyor. İster arzın öbür tarafında olsun, ister semavatın en uzak köşelerinde olsun, ister Hazret-i Âdem Safiyyullah zamanında dünyaya veda etmiş olsun.

İşte bu muhavere neticesinde bu ihbarat-ı gaybiyeyi ve acibeyi sekiz on sene evvel öğrenmiş ve şimdi de talebelerinize ders veriyorsunuz. Bu hizmette temayüz eden arkadaşlarınıza irae ederek, her hususta sitayişe lâyık Hulusi’yi ve ona refik olacak bir kabiliyette bulunan mütevazi Sabri’yi ve hizmet ve gayretleriyle sadıkane çalışan Süleyman ve Bekir Ağa gibi talebelerinize işaret eyliyorsunuz. Ve bu küçük cemaatin istinadgâhı olan, azîm cemaatlerin himmetlerini ve bu cemaatlerin içindeki nurani simaları tanıttırdığınız gibi Şah-ı Geylanî zamanındaki Hülâgu vak’asıyla da zamanımızın riyakâr münafıklarına ve bu münafıkların re’skârlarına hitap ederek “Yakın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır.” diyorsunuz. Bu hakikatler gösterilen dokuz on delil ile ispat edildikten sonra, bu risale-i şerife ile ilan ediliyordu.

Sevgili Üstadım! Hulusi Bey’in bir fıkrasında söylediği gibi ben de diyorum ki: Kur’an’ın feyziyle açtığınız bu cadde-i nuraniyede acz ve fakr kanatlarıyla tayeran ederken, ne büyük hârika kerametlerle karşılaşıyorsunuz ve ne azîm hâdisat-ı acibeye şahit oluyorsunuz. Kim bilir, daha neler göreceksiniz ve mazhar olduğunuz bu inayetlerden bizleri de hissedar ederek, vazifemizde her an gayret ve ciddiyet tavsiye ediyorsunuz.

İşte sevgili Üstadım, bu kadar ikram-ı İlahî karşısında bir taraftan kulluk edemediğim için gözlerim yaşarıyor, kalbim ağlıyor. Diğer taraftan da bârgâh-ı samediyete affolunmaklığım için yalvarırken bîhad ve bîhesab minnet ve teşekkürlerimi takdim ediyorum. Ve sevgili Üstadıma ve muhterem fedakâr kardeşlerime muvaffakıyet ve selâmetler ihsan edilmesi için duagû oluyorum. Kıymettar Üstadım Efendim Hazretleri.

Günahkâr talebeniz Ahmed Hüsrev

(Barla L.)


(Hâfız Ali’nin fıkrasıdır.)

Pek sevgili ve muhterem Üstadım!

Hazret-i Şeyh-i Geylanî kuddise sırruhu’l-âlînin keramet-i acibe-i gaybiyesini aldım. Hayretimden düşünmeye başladım. Aradan çok geçmeden hizmet ettiğim Nur elektrik fabrikasından bir düğme çevrildi. Bir mumluk bir ziya geldi. Bir şeyler görmeye başladım. Aynıyla yazıyorum. Kusur ve noksan, bîçare Ali’nindir.

Evet Üstadım, nasıl ki Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem Hazretleri şecere-i kâinatın hayattar çekirdeği, enbiya ve mürselîn o şecere-i mübareğin dalları olup dalın iptidasından müntehasına kadar kat’î bir alâka ile daimî birbirlerini götürüyorlar.

Bu sır için Hazret-i Âdem Safiyyullah kokladığı ve hissettiği Nur-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâm hakkında demiş: “Yâ Rab, benim alnımda bir çığırtı var, nedir?” Cenab-ı Kibriya Hazretleri buyurmuş: “Nur-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın tesbihidir.” Aynen kütüb-ü sâbıkada da vesile-i dünya olan Şah-ı Levlâk’i evsafıyla, ashabıyla haber vermeleri gösteriyor ki ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi’ bir kitap ile ba’s olunacak, kâinatın ruhu hükmünde ve bütün kâinatın güzellikleri kendi fıtratında tecemmu edip tekemmülle tulûu, fecirden sonra şemsin tulûu gibi bekleniyordu.

İşte bu kitab-ı kâinatın vâzıh bir fihriste-i mukaddesesi olan Furkan-ı Mübin arş-ı a’zamdan ve her ismin a’zamî mertebesinden nüzul ile kökü arş-ı a’zamda, gövdesi Fahr-i Âlem’in (sallallahu aleyhi vesellem) sadrına ve dalları bütün zemini ihata eden kitab-ı kâinatın her sahifesinde ve her cüzünde lafzullah ve lafz-ı Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm ve lafz-ı Kur’an’ın bütün birbiriyle alâkadarane işaret edip birbirini göstererek, birbirinin hükümlerini tasdik ettikleri misillü, Hazret-i Şeyh (ks) sırrına mazhar olduğu esma ve cilvesine mazhar olduğu Levh-i Mahfuz ve lütfuna mazhar olduğu Cenab-ı Hâlık’ın bildirmesiyle, sekiz asır sonra kendisiyle tevafuk eden bir hâdim-i Kur’an’ı görüp ve tasdik etmekle haber vermesi, hak ve ayn-ı hakikattir.

Evet, Hazret-i Şeyh hâdim olduğu o hizmet-i kudsiye-i Kur’aniye hürmetine zamanın padişahlarını titretmiş, nur-u Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem omuzunda tecelli etmesiyle, o nur-u Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın ziyasıyla hareket eden bütün evliya Hazret-i Şeyh’e boyun eğmeleri, gerek müslim ve gayr-ı müslim ve her bir meşrep ehli Hazret-i Şeyh’i tenkide cüret etmemeleri gösteriyor ki cadde-i Muhammediye (sallallahu aleyhi vesellem)de bataklık ve nur-u Muhammedî aleyhissalâtü vesselâmda zıll olmadığını aynelyakîn derecesinde ispat ediyordu.

Öyle de on dördüncü asrın hâdim-i Kur’an’ı da dokuz yaşından altmış (seksen altı) yaşına kadar bilâ-istisna doğrudan doğruya Kur’an namına hizmet ve hareketi ve zamanın padişahından en canavar reislerine baş eğmediği, hattâ terakkiyat-ı fenniye ve zihniyede birinciliği ihraz eden Avrupa devletlerini iskât eden, zemzeme-i Kur’aniyenin şifahanesinden nebean ederek, onların semlerine karşı tiryakları şişe değil, mâ-i cari nehirlerle i’lâ-yı kelimetullah eden ve onların kalelerini zîr ü zeber eden, emsali görülmemiş on dördüncü asra mahsus envar-ı Kur’aniyeden Risale-i Nur ile cihanın cihat-ı sittesini ve semanın yüzünü aydınlatan ve yaralı olup ölmeyen ehl-i imanın yaralarını tedavi ve seksen yaşında ihtiyarlarını şâbb-ı emred ve gençlerini masum bir hale Hazret-i Eyyübvari hayat bahşına vesile olan hâdim-i Kur’anînin ve Nur Risalelerini, değil Hazret-i Şeyh (ks) altıncı asırdan on dördüncü asırda görmesi, Kütüb-ü Sâbıkada remzen ve Hazret-i Kur’an’da sarahaten göstermeleri, o kitab-ı mübareğin şe’nindendir, diyebileceğim.

İnşâallah vazifenin makbuliyetine işarettir ki vazifenin ehemmiyetine binaen Cenab-ı Hak onu çok zaman evvel göstererek, mebus-u âlem güzide-i benî-Âdem Efendimizden, Hulefa-i Raşidîn’den radıyallahu anhüm, aktab-ı evliyadan öyle bir manevî kuvvet teraküm etmiş oluyor ki değil bu zamanın kör ve sağırları, dünyanın en azgın firavun ve nemrutları da olsa yine korkacakları ve ağız açamayacakları bedihîdir.

(Barla L.)


Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî kuddise sırruhu’l-âlî Hazretlerinin eserlerindeki gaybî ve manevî ihbar, bu bîçareyi öyle bir hale getirdi ki tariften âcizim. Ruhaniyetlerindeki celalet ve azamet karşısında avuç içinde sıkılan bir top hamur ne hale girerse bu bîçare de öyle oldum. Bir şey düşünemez, sersem, âdeta meyyit-i müteharrik bir hale geldim. Günlerden beri zihnim ve bütün havassım, hemen tamamen bu hârika eserle meşgul.

Bu halette iken, istidadımın fevkinde şöyle birkaç beyit kalbime ve kalemime geldi. Kaidesine uygun olarak düzeltemedim. Müşfik Üstadımın aflarına istinaden yazıyorum. Tashihi, Üstadıma ve hablullaha yapışan kardeşlerime bırakıyorum.

Hulusi, bak gaybî ihbarnameye

Gör Üstadım neler izhar eylemiş

Kitab-ı Sinan’dan edip tefe’ül

Hakka ki keramet ibraz eylemiş

“Ümmi Alîm”le (Hâşiye[2]) “Sinan-ı Ümmi”de

Hesab-ı ebcedle var mutabakat

Görünür bakılınca bu tarîkle

Esma-i Üstadla tam münasebet

Hakkıyla hâdimü’l-Kur’an’dır Üstad

İspata kâfidir bu muvafakat

Hayret-bahş esrara vâkıftır bu zat

İhvana deriz haber-i beşaret

Sekiz yüz sene evvelinden görmüş

Hâdimü’l-Furkan Bedîüzzaman’ı

Habib-i Hudâ hem de Gavs-ı A’zam

Sultan-ı evliya Şah-ı Geylanî

Büyük bir hüsn-ü zan ile Üstadın

Seni Kur’an hâdimi eder add

Kapan secde-i şükre, de Hulusi:

İlahî ente Rabbî ve ene’l-abd

Bu âciz kulunu muvaffak eyle

Hizmet-i Kur’an’la şerefyâb eyle

Hizbü’l-Kur’an’dan ayırma tâ ebed

Bu âsi kuluna merhamet eyle

Üstadım Said Nursî’den ol razı

Bihürmeti Habibike’r-Raziyyi’l-Marzî

Evliya sultanı Abdülkadir’in

Himmetin eksiltme bizden İlahî

İhbarname-i gaybın izharının

Gönül istedi yazmak tarihini

Yüz bin hamd ü şükret Hakk’a Hulusi

Sana üstaddır Molla Said Nursî.

Uhrevî kardeşiniz Hulusi

(Barla L.)


(Sabri Efendi’nin fıkrasıdır.)

Eyyühe’l-Üstadü’l-A’zam!

Şah-ı Geylanî Hazretlerinin manidar ve ihatalı bir beyt-i kıymettarîlerinin Dellâl-ı Kitab-ı Mübin’i manevî parmağıyla irae ve müntesiplerine îma ve işaret ettiği tefe’ülnamenin nihayet fıkrasında okudum ve dedim: “Evet, Nurlar heyetini umum ehl-i hak ve hakikat manevî elektrik âyinelerine hedef etmişlerdir. Ve hattâ Kur’an-ı Azîmüşşan’ın ve ehadîs-i Nebeviyenin bu hususu alenen veya sırran ve remzen ihbarıyla bile vardır.” demekte aslâ tereddüt etmiyorum.

(Barla L.)


Başta (Gavs-ı A’zam’ın tabiriyle Bekir Bey) bizim tabirimizle Bekir Ağa, Ahmed Hüsrev, Lütfü, Rüşdü, Hâfız Ahmed, kayınpederin Hacı İbrahim Bey ve Sezai Bey olarak umum kardeşlerinize selâm, dua ediyorum.

(Barla L.)


Hazret-i Alî radıyallâhü anh, Hazret-i Gavs-ı Geylânî (ks) gibi umum muhâtabları içinde Risâle-i Nûr’un bir vâsıtası olan Hocamıza işareten iltifât ediyor. نَحْنُ عَلَي التَّحْق۪يقِ غَوْثٌ لِكُلِّ كُرْبَةٍ fıkrasında ‘Gavs’ lafzıyla, Gavs-ı Geylânî’nin mürîdine şefkatle bakmasına, İmâm-ı Alî radıyallâhü anhın baktığını îmâ ediyor.

(18. Lema)


Hazret-i Gavs-ı Geylânî fitne-i âhirzamanda sünnet-i seniyeyi ve esrâr-ı Kur’âniyeyi muhâfazaya ve neşre çalışan bir mürîdine on beş emâre ile iltifât eder ve onunla konuşursa, elbette İslâmiyet’in te’sîsinde ‘Esedullâh’ ünvanını alan ve ulûm-u esrâriyede اَنَامَد۪ينَةُ الْعِلْمِ وَعَلِيٌّ بَابُهَا hadîsine mazhar bulunan; ve kerâmât-ı hârika ile iştihâr eden; ve Vehhâbîlerin ecdadı olan Hâricîleri kılıçtan geçiren; ve Gavs-ı A‘zam’ın ceddi ve üstâdı olan Hazret-i İmâm-ı Alî radıyallâhü anh, elbette Âl-i Beyt’e bir cihette düşman olan Vehhâbîlerin Haremeyn-i Şerîfeyn’i istîlâsı hengâmında; ve Hâricîlerden daha berbad bir tarzda sünnet-i se­niyeye muhâlefet eden bir kısım ulemâü’s-sû’ ve zalemelerin istîlâsı zamanında Risâle-i Nûr vâsıtasıyla Risâle-i Nûr şâkirdleri bütün kuv­vetleriyle sünnet-i seniyenin muhâfazasına ve Âl-i Beyt’in hürmetine ve meveddetine çalıştıkları ve o müdhiş mehâlike karşı sarsılmadık­ları halde imdâd-ı rûhânîye ve kuvve-i ma‘neviyenin takviyesine pek çok muhtaç oldukları bir zamanda; o ulûm-u evvelîn ve âhirîni bildiğini müftehirâne iddiâ eden Hazret-i Alî radıyallâhü anh, hiç mümkün müdür ki, evlâdından olan Gavs-ı Geylânî’den geri kalsın? Şecâat-i Haydarânesiyle Risâle-i Nûr şâkirdlerinin imdâdına yetişmesin?

(18. Lema)


Hadîs-i sahîhte vardır ki, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اِنِ اسْتَقَامَتْ اُمَّت۪ي فَلَهُمْ يَوْمٌ وَاِلَّا فَنِصْفُ يَوْمٍ -ev kemâ kāl- Bu hadîs-i şerîfe her nasılsa, “Kıyâmete işaret ediyor” sûretinde ma‘nâ verilmiş, mu‘cize-i Nebeviye gizlenmiş, anlaşılmamış. Hem Şeyh-i Geylânî’nin, hem Hazret-i Alî radıyallâhü anhın irşâd-ı Nebevî ile beşinci ve altıncı ve on dördüncü asırların fitnelerinden kerâmetkârâne bahisleri gösteriyor ki, bu hadîs-i şerîf onların bu zamana bakmak için bir teleskoplarıdır ki, bu iki asra bakıyorlar.

...

Suâl: “Rüyâ-yı sâdıka vâsıtasıyla veya hakîkî keşif cihetiyle, Hazret-i Alî kerremallâhu veche ve Gavs-ı A‘zam radıyallâhü anhümâ gibi zevât-ı kudsiye, cüz’î işlere dâir âmî adamlarla da temas edebilirler. Ve bazı şeyleri haber veriyorlar. Nedendir ki, bunların bir işâret-i gaybiyelerini gayet ehemmiyetle binler keşif ve binler rüyâ-yı sâdıka kadar tutuyorsunuz ve ehemmiyet veriyorsunuz?”

Elcevab: Sekiz yüz sene ve bin üç yüz sene mesâfede, verâset-i nübüvvet makamında âlem-i İslâm’ın istikbâli nokta-i nazarında küllî bir nazara o uzun mesâfede görünen hâdisâtın, elbette çok ehemmiyeti olacak ve dağ gibi bir büyüklüğü olacak ki, o uzun mesâfede ve o küllî nazarda, âlem-i İslâm’ın menfaati nokta-i nazarında uzaktan görünsün ve ona dikkat edilsin. Ve vücûda gelmeden evvel ondan haber verilsin. Rüyâ-yı sâdıka ve keşif ise, cüz’î ve hususîdir. Vücûda geldikten sonra, yakından bakmaktır. Elbette böyle keşif cihetinde, rûhânî temessül i‘tibâriyle yakından bakıldığı vakit zerreler dahi görünebilir.

(18. Lema)

Abdülkadir-i Geylani ve Diğer Büyük Evliya[değiştir]

Şimdi gel, üstünde döneceğimiz her asra birer birer bakacağız. Bak, nasıl her asır, o Şems-i Hidayet’ten aldıkları feyiz ile çiçek açmışlar. Ebu Hanife, Şafiî, Bayezid-i Bistamî, Şah-ı Geylanî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi milyonlar münevver meyveler veriyor.

(19. Söz)


Tevhidin bir bürhan-ı nâtıkı olan Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm risalet ve velayet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyanın tevatürle icmalarını ve ondan sonraki bütün evliyanın ve asfiyanın icmakârane tevatürlerini tazammun eden bir kuvvetle bütün hayatında bütün kuvvetiyle vahdaniyeti gösterip ilan etmiş. Ve âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nurani bir pencereyi, marifetullaha açmıştır. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylanî gibi milyonlar muhakkikîn-i asfiya ve sıddıkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu ittiham edip bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi sen söyle!

(33. Söz)


Sahabe-i kiram hazeratına radıyallahu anh denildiğine binaen, başkalara da bu manada söylemek muvafık mıdır?

Elcevap: Evet, denilir. Çünkü Resul-i Ekrem’in bir şiarı olan aleyhissalâtü vesselâm kelâmı gibi radıyallahu anh terkibi, sahabeye mahsus bir şiar değil belki sahabe gibi veraset-i nübüvvet denilen velayet-i kübrada bulunan ve makam-ı rızaya yetişen Eimme-i Erbaa, Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi zatlara denilmeli. Fakat örf-ü ulemada sahabeye radıyallahu anh, tabiîn ve tebe-i tabiîne rahimehullah, onlardan sonrakilere gaferehullah ve evliyaya kuddise sırruhu denilir.

(23. Mektup)


Bak arkadaş! Bütün bu asırlar, o asr-ı saadetin güneşinden Ebu Hanife, Şafiî, Ebu Yezid, Cüneyd-i Bağdadî, Abdülkadir-i Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Ebu Hasen-i Şazelî, Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî (radıyallahu anhüm ecmaîn) gibi binlerce nurani ziyadar yıldızlar ayrılıp âlem-i beşeri tenvir etmişlerdir.

(Reşhalar, Mesnevi N.)


Evet عُلَمَاءُ اُمَّتٖى كَاَنْبِيَاءِ بَنٖى اِسْرَائٖيلَ ferman etmiş. Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî gibi hem şahsen hem vazifeten büyük ve hârika zatlar bu hadîsi, kıymettar irşadatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan hikmet-i Rabbaniye onlar gibi ferîdleri ve kudsî dâhîleri ümmetin imdadına göndermiş.

(Kastamonu L.)


Bu nevi hadîsler, müteşabih kısmındandırlar. Hem cüz’î ve hususi değiller, umum yerlere bakmıyorlar. Bu rakam ise ümmetinin başına gelen dinî fitnelerden yalnız bir tek zamanı ve Hicaz ve Irak’ı misal olarak gösterir. Zaten Abbasîlerin zamanında, o tarihte Mutezile, Râfızî, Cebrî ve perde altında zındıklar, mülhidler, İslâmiyet’i zedeleyen çok fırak-ı dâlle meydana gelmiştiler. Şeriat ve itikad noktasında ehemmiyetli sarsıntılar olması hengâmında Buharî, Müslim, İmam-ı A’zam, İmam-ı Şafiî, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Ahmed İbn-i Hanbel ve İmam-ı Gazalî ve Gavs-ı A’zam ve Cüneyd-i Bağdadî gibi pek çok eâzım-ı İslâmiye imdada yetişip o fitne-i diniyeyi mağlup ettiler.

O tarihten üç yüz sene sonraya kadar o galebe devam ile beraber, perde altında yine o ehl-i dalalet fırkaları, siyaset yoluyla Hülâgu Cengiz fitnesini İslâmların başına getirdiler. Bu fitneden hem hadîs hem Hazret-i Ali radıyallahu anh sarîh bir surette aynı tarihiyle işaret ediyorlar.

(13. Şua)


Büyük Mehdi’nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihad âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi her bir asır meyusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini teyid edecek bir nevi Mehdi’ye veyahut Mehdi’nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan; rahmet-i İlahiye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi, Âl-i Beyt’ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş.

Mesela, siyaset âleminde Mehdi-i Abbasî ve diyanet âleminde Gavs-ı A’zam ve Şah-ı Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve on iki imam gibi Büyük Mehdi’nin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdi hakkında gelen rivayetlerde medar-ı nazar-ı Muhammed aleyhissalâtü vesselâm olduğundan rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: “Eskide çıkmış.” Her ne ise…

(5. Şua)


عُلَمَاءُ اُمَّتٖى كَاَنْبِيَاءِ بَنٖى اِسْرَائٖيلَ sırrına mazhar ve salavatlarda âl-i İbrahim aleyhisselâma mukabil olan âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın içindeki büyük evliya ve Ali (ra) Hasan (ra) Hüseyin (ra) ve Ehl-i Beyt’in on iki imamı ve Gavs-ı A’zam, Ahmed-i Rufaî, Ahmed-i Bedevî, İbrahim-i Desukî, Ebu’l-Hasan-ı Şazelî gibi aktablar, imamlar ittifakla, hakkalyakîn bir itikadla ve keşfiyat ve müşahedatla ve ümmette gösterdikleri hârika irşadatla ve kerametlerle, risalet ve hakkaniyet ve sadıkıyet-i Muhammediyeye (asm) imanları ve şehadetleriyle imza basıyorlar.

(15. Şua)

Abdülkadir-i Geylani ve Manevi Yardımı[değiştir]

Üstadımız kendisi söylüyor ki:

Ben sekiz dokuz yaşında iken, bütün nahiyemizde ve etrafında ahali Nakşî tarîkatında ve oraca meşhur Gavs-ı Hizan namıyla bir zattan istimdad ederken ben, akrabama ve umum ahaliye muhalif olarak “Yâ Gavs-ı Geylanî!” derdim. Çocukluk itibarıyla elimden bir ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şey kaybolsa “Yâ Şeyh! Sana bir Fatiha, sen benim bu şeyimi buldur.” Acibdir ve yemin ediyorum ki bin defa böyle Hazret-i Şeyh, himmet ve duasıyla imdadıma yetişmiş. Onun için bütün hayatımda umumiyetle Fatiha ve ezkâr ne kadar okumuş isem, Zat-ı Risalet’ten (asm) sonra Şeyh-i Geylanî’ye hediye ediliyordu.

...

Hazret-i Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velayetçe kabul edilen üç evliya-yı azîmenin en a’zamı, o Hazret-i Gavs-ı Geylanî’dir. Ve demiş:

اَفَلَتْ شُمُوسُ الْاَوَّلٖينَ وَ شَمْسُنَا اَبَدًا عَلٰى فَلَكِ الْعُلٰى لَا تَغْرُبُ

fıkrasıyla ba’de’l-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymettar bir hizmet-i Kur’aniye bir müridinin vasıtasıyla olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir. Hazret-i Şeyh’in bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himaye-gerdesi olan şahıs; binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir îmadır.

(8. Lema)


Sergüzeşt-i hayatımda geçen ve çoğunu gizlediğim çok hârika vakıalar vardı. Kendimi hiçbir vecihle keramete lâyık görmediğim için onları bazen tesadüfe, bazen de başka esbaba isnad ediyordum. Şimdi kanaatim geliyor ki o hârikalar, Gavs-ı A’zam’ın bir silsile-i kerametini teşkil ederler. Demek onun duasıyla, himmetiyle, ona kerameten ve bize ikram nevinden, bir nevi inayet-i İlahiyeye mazhar olmuşuz.

Ezcümle: Ben menfî olarak İstanbul’a getirildiğim vakit, bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârülhikmeti’l-İslâmiyedeki hizmet-i Kur’aniyeye çalıştığım için o alâkadarlık cihetinde “Meşihat Dairesi ne haldedir?” diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevap aldım ki ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: “Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel’abegâhıdır.” İşte o vakit öyle bir halet-i ruhiyeye giriftar oldum ki dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok, kemal-i meyusiyetle âh vâh diyerek dergâh-ı İlahiyeye müteveccih oldum. Ve bizim gibi kalpleri yanan çok zatların hararetli âhları, benim âhıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki acaba Şeyh-i Geylanî’nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için bizim gibilerin âhlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı. Herkes vâ-esefâ dedi. Ben ve benim gibi yananlar, elhamdülillah dedik. Zannederim ki bu fakir millete iki yüz milyon zarar veren adliye dairesindeki yangında böyle bir mana var. İnşâallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir. Ateş bazen sudan ziyade temizlik yapar.

(8. Lema)


Evet, Hüsrev, Feyzi, Hâfız Ali, Nazif gibi çok kardeşlerimizin geçen tarz-ı hayatları bu hizmet-i nuriyeye göre bir vaziyet verildiğini onlar hissettikleri gibi; ben de çok has kardeşlerimde, hattâ burada aynen tarz-ı hayatım gibi böyle bir nurani meyveyi vermek için tanzim edilmiş görüyorum. Hissetmeyen kısmı, dikkat etseler hissedecekler. Ben kendim, bütün hayatımın hârika kısmını, evvelce Gavs-ı A’zam’ın bir silsile-i kerameti telakki ediyordum; şimdi Risale-i Nur’un bir silsile-i kerameti olduğu tebeyyün etti.

(Emirdağ L. 1)


Şefkat Tokatları Risalesi

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُٓوءٍ تَوَدُّ لَوْ اَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُٓ اَمَدًا بَعٖيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللّٰهُ نَفْسَهُ وَاللّٰهُ رَؤُفٌ بِالْعِبَادِ

âyetinin bir sırrını, hizmet-i Kur’aniyede arkadaşlarımın beşeriyet muktezası olarak sehiv ve hatalarının neticesinde yedikleri şefkat tokatlarını beyan etmekle tefsir ediyor. Hizmet-i Kur’aniyenin bir silsile-i kerameti ve o hizmet-i kudsiyenin etrafında izn-i İlahî ile nezaret eden ve himmet ve duasıyla yardım eden Gavs-ı A’zam’ın bir nevi kerameti beyan edilecek. Tâ ki bu hizmet-i kudsiyede bulunanlar; ciddiyetlerinde, hizmetlerinde sebat etsinler.

(10. Lema)


Hâfız Hâlid’dir (rh). Kendisi der: Evet itiraf ediyorum, Üstadımın hizmet-i Kur’aniyede neşrettiği âsârın tesvidinde hararetli bir surette bulunduğum zaman mahallemizde bir cami imamlığı vardı. Eski kisve-i ilmiyemi, sarığı bağlamak niyetiyle muvakkaten o hizmete fütur verip, bilmeyerek çekildim. Maksadımın aksiyle şefkatli bir tokat yedim. Sekiz dokuz ay imamlık ettiğim halde, müftünün çok vaadlerine rağmen, fevkalâde bir surette sarığı saramadım. Şüphemiz kalmadı ki o kusurdan bu şefkatli tokat geldi. Ben Üstadımın hem bir muhatabı hem bir müsevvidi idim. Benim çekilmem ile tesvid hususunda sıkıntı çekmişti. Her ne ise… Yine şükür ki kusurumuzu anladık ve bu hizmetin de ne kadar kudsî olduğunu bildik ve Şah-ı Geylanî gibi arkamızda melek-i sıyanet gibi bir Üstad bulunduğuna itimat ettik.

Ez’afü’l-ibad

Hâfız Hâlid

(10. Lema)


İşarat-ı gaybiye hakkında bir yazı ve bir takriz.

فَاسْتَقِمْ كَمَٓا اُمِرْتَ ve فَمِنْهُمْ شَقِىٌّ وَ سَعٖيدٌ âyetlerinin bir nükte-i gaybiyesini, Gavs-ı A’zam Seyyid Abdülkadir-i Geylanî’nin bir keramet-i gaybiyesiyle tefsir ediyor. Mütevatir keramat-ı hârikaya mazhar olan o Sultanü’l-evliya mematında, aynı hayatında olduğu gibi müridleriyle alâkadar olduğu, ehl-i keşif ve ehl-i velayetçe kabul edilmiş. İşte o zat sekiz yüz sene mukaddem, izn-i İlahî ile kerametkârane bu zamanımızı görmüş; yani ona gösterilmiş.

(Lemalar Fihristi)


Hîn-i sabavetimden beri en ziyade menfurum, felillahi’l-hamd yalan söylemektir. Onun için hakikati ifade ettiğime emin olabilirsiniz ki yukarıda arz ettiğim üç safhada ihtiyar ve tesadüf yoktur. Hâkim olan bir dest-i gaybî ve kader-i İlahîdir. Bunu hissediyordum. Kader-i İlahîyi izaha lüzum yok. Dest-i gaybın da Gavs-ı A’zam Sultan-ı Evliya Bâzü’l-Eşheb, Seyyid Abdülkadir-i Geylanî kuddise sırruhu’l-âlî Hazretleri olduğunu son defa öğrenmiş olduk.

Fakat muhterem Üstadımın âlî afflarına istinaden şunu ilâve edeyim ki Gavs-ı A’zam Hazretlerinin keramet-i gaybiyeleri, sarahaten Üstadımız Said Nursî Hazretlerini göstermektedir. Çocukluğundan beri hârika tercüme-i hali tetkik edilecek olursa görülür ki bu zatın vücudu sırf Kur’an ve iman hesabınadır. Ondandır ki o hârika hâlâta mazhar olmuş.

Biz bîçareler bu şem’in pervanesi oldukça, hizbü’l-Kur’an namına Hazret-i Gavs’ın himmet ve duasına ve cedd-i zîşanı Peygamberimiz (sallallahu teâlâ aleyhi vesellem) Efendimiz Hazretlerinin şefaatine, iltimasına ve nihayet Münzilü’l-Kur’an’ın affına, himayesine mazhar olacağımıza da şüphe edilmemek lâzımdır.

(Barla L.)


Çok şükür sevgili Üstadımızın sayesinde ve teveccüh ve duasıyla bu Nurlardan mütenevvir ve mütena’im oluyoruz. Hele Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî Hazretlerinin keramat ve ihbarat-ı gaybiyesini hemşireniz o kadar lezzet ve muhabbetle dinliyor ki üç sene evvelisi hastalığa tutulduğu vakit, o halinde ve kısmen aklı başında olmadığı zamanlar bahçede ağaçların dallarını tutup “Yâ Abdülkadir-i Geylanî! Yâ Veysel Karanî, meded!” diye bağırıp sallanıyordu. Bu defa keramat ve ihbarat-ı gaybiyesini mufassal surette görmeye ve dinlemeye muvaffak oldu. Bu risale-i şerife, fakire de ziyadesiyle tesir etti ve sürur gözyaşlarını akıttı ve akıtmakta. Sa’y ü gayret, mahmidet ve şevkimi artırdı. Şükrümü nasıl îfa edeceğimi bilemiyorum.

(Barla L.)


Fakat bu şuhur-u mübarekenin eyyam ve leyali-i mübarekesinde hâlis dualarınız ile bize yardım ediniz. Bir şey yok fakat mümkün oldukça ihtiyatlı ve dikkatli olunuz. Hazret-i Ali radıyallahu anh ve Gavs-ı Geylanî kuddise sırruhu gibi kahramanların manevî teminatı قُلْ وَلَا تَخَفْ ve وَلَا تَخْشَ hitapları, bize her vakit cesaret ve kuvve-i maneviye veriyor.

(Kastamonu L.)


Madem bu keramet-i Gavsiyeyi ilan ve izharından, Kur’an şakirdlerinin ve hizmetkârlarının şevki artıyor, elbette arkalarında Şeyh-i Geylanî gibi kahramanlar kahramanı zatlar himmet ve dualarıyla ve izn-i İlahî ile himaye ettiklerini bilseler şevk ve gayretleri daha artar.

(8. Lema)


Hâdisat-ı mâziyeye dair işaret eden ihbarat-ı gaybiye-i Kur’âniye sarahat gibi kat’idir. Kâbil-i tebdil ve tağyir olamaz. Fakat bize nisbeten istikbal-i dünyeviyede gelecek hadisata dair işarî olan işarat-ı gaybiye-i Furkaniye, meşîet-i İlahiye ile ta'dil ve nîm tebeddül eder. Çünkü meşîet-i İlahiye hâkim-i mutlaktır, mahkum olamaz. Her hadisenin gizli bazı şeraiti bulunabilir ki, sarahatsiz olan işarat-ı Kur’âniye o şeraite göre remzen ihbar eder. Şerait bulunmazsa tebeddülü işarî ve ihtimalli olan ihbarat-ı Kur’âniyeyi cerhetmez. Hem levh-i mahfuzun hadisat-ı zamaniye dairesinde bir nüshası olan ve "levh-i mahv-isbât" tabir edilen kâbil-i tebdil bir sahife-i kaderiye vardır ki, bazı esbabla değiştirilebilir. Nasıl ki hadis-i sahihte vârid olmuş ki "Bazen bela nazil olur. Karşısına sadaka gibi bir hasene-i mühimme çıkar, mukabele eder. Bela ref’ olur." O kader dahi tahavvül eder. Hatta ecel-i mübremden ayrı olan ecel-i muallak geldiği halde bir vesile ile teehür edildiğini bir kısım ehl-i tahkik hükmetmişler. Hatta Gavs-ı Geylani (K.S.), birisinin ecel-i mübremi hususunda meşîet-i İlahiyeden istimdad ve niyaz etmesiyle teehürüne vesile olduğunu ehl-i keşf haber vermişler.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Bilirsiniz ki Hazret-i Ali (ra) o mu’cizevari kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A’zam (ks) o hârika keramet-i gaybiyesiyle, sizlere bu sırr-ı ihlasa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârane teselli verip hizmetinizi manen alkışlıyorlar. Evet, hiç şüphe etmeyiniz ki bu teveccühleri, ihlasa binaen gelir. Eğer bilerek bu ihlası kırsanız onların tokadını yersiniz. Onuncu Lem’a’daki şefkat tokatlarını tahattur ediniz.

(21. Lema)


On Dokuzuncu Mektup’u bir mecliste ve bir cuma gecesi okumak niyetiyle üzerime almıştım. Şiddetli yağmurlu bir gece idi. O mecliste okumak üzere elimi cebime koydum, o mübarek eser yerinde olmadığını hayretle gördüm. Eseri koyduğum cep yırtık ve delik olmadığı gibi ben de başka hiçbir yerde durmadığıma göre bu hale hayret etmemek kabil mi? O geceyi uykusuz geçirdim, müteessir oldum. Hazret-i Gavs’tan bu mübarek eseri istedim. Lillahi’l-hamd ertesi günü, bu eseri dinlemekle namaza başlamış olan bir muallim vasıtasıyla bulundu. Şakır şakır yağmur altında ve çamur içinde bu mübarek eser bulunsa bile artık okunmayacak derece olacağını tahmin edersiniz değil mi? Şâyan-ı hayret ve cây-ı dikkat ve medar-ı ibrettir ki en ufak bir leke bile olmamıştır. Hâfız-ı Hakiki o mübarek eseri, ona manen ve cidden bağlı olanlar gibi muhafaza buyurmuş. Hafîz ve Alîm ve Hakîm isimlerinin zahir bir tecellisi böylece lemean etmiş oldu.

Hulusi

(Sikke-i T. G.)

Abdülkadir-i Geylani ve Evradı/Eserleri[değiştir]

Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esma-i İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir. “Evradlarınızı bununla okuyunuz.” der. İşte Kur’an’ın tilmizlerinden Şah-ı Geylanî, Rufaî, Şazelî (ra) gibi şakirdleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i zerratı, katarat adetlerini, mahlukatın aded-i enfasını tutmuşlar, onunla evradlarını okuyorlar. Cenab-ı Hakk’ı zikir ve tesbih ediyorlar.

(17. Lema)


Yirmi beş sene evvel ramazanda ikindiden sonra Şeyh-i Geylanî’nin (ks) Esma-i Hüsna manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki esma-i hüsna ile bir münâcat yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübarek münâcat-ı esmaiyesine bir nazire yapmak istedim. Heyhat! Nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı.

Bu münâcat, Otuz Üçüncü Söz’ün Otuz Üçüncü Mektup’u olan Pencereler Risalesi’ne ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.

هُوَ الْبَاقٖى

حَكٖيمُ الْقَضَايَا نَحْنُ فٖى قَبْضِ حُكْمِهٖ § هُوَ الْحَكَمُ الْعَدْلُ لَهُ الْاَرْضُ وَ السَّمَاءُ

عَلٖيمُ الْخَفَايَا وَ الْغُيُوبِ فٖى مُلْكِهٖ § هُوَ الْقَادِرُ الْقَيُّومُ لَهُ الْعَرْشُ وَ الثَّرَاءُ

لَطٖيفُ الْمَزَايَا وَ النُّقُوشِ فٖى صُنْعِهٖ § هُوَ الْفَاطِرُ الْوَدُودُ لَهُ الْحُسْنُ وَ الْبَهَاءُ

جَلٖيلُ الْمَرَايَا وَ الشُّؤُنِ فٖى خَلْقِهٖ § هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ لَهُ الْعِزُّ وَ الْكِبْرِيَاءُ

بَدٖيعُ الْبَرَايَا نَحْنُ مِنْ نَقْشِ صُنْعِهٖ § هُوَ الدَّائِمُ الْبَاقٖى لَهُ الْمُلْكُ وَ الْبَقَاءُ

كَرٖيمُ الْعَطَايَا نَحْنُ مِنْ رَكْبِ ضَيْفِهٖ § هُوَ الرَّزَّاقُ الْكَافٖى لَهُ الْحَمْدُ وَ الثَّنَاءُ

جَمٖيلُ الْهَدَايَا نَحْنُ مِنْ نَسْجِ عِلْمِهٖ § هُوَ الْخَالِقُ الْوَافٖى لَهُ الْجُودُ وَ الْعَطَاءُ

سَمٖيعُ الشَّكَايَا وَ الدُّعَاءِ لِخَلْقِهٖ § هُوَ الرَّاحِمُ الشَّافٖى لَهُ الشُّكْرُ وَ الثَّنَاءُ

غَفُورُ الْخَطَايَا وَ الذُّنُوبِ لِعَبْدِهٖ § هُوَ الْغَفَّارُ الرَّحٖيمُ لَهُ الْعَفْوُ وَ الرِّضَاءُ

Ey nefsim! Kalbim gibi ağla ve bağır ve de ki:

“Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim fakat bir şems-i sermed isterim. Hiç-ender hiçim fakat bu mevcudatı umumen isterim.”

(17. Söz)

Abdülkadir-i Geylani'nin Manevi Makamı[değiştir]

Acaba yerde iken arş-ı a’zamı temaşa eden, hârika bir deha-yı kudsî sahibi olan ve doksan sene maneviyatta terakki edip çalışan ve hakaik-i imaniyeyi ilmelyakîn, aynelyakîn hattâ hakkalyakîn suretinde keşfeden Şeyh-i Geylanî (ks) gibi yüz binler ehl-i hakikatin ittifak ettikleri tevhidî ve kudsî ve manevî meselelerde, maddiyatın en dağınık ve kesretin en cüz’î teferruatına dalan ve sersemleşen ve boğulan feylesofların sözleri kaç para eder ve inkârları ve itirazları, gök gürültüsüne karşı sivrisineğin sesi gibi sönük olmaz mı?

(7. Şua)


Başta müçtehidîn-i izam imamları mı efdal, yoksa hak tarîkatların şahları, aktabları mı efdaldir?

Elcevap: Umum müçtehidîn değil; belki Ebu Hanife, Mâlik, Şafiî, Ahmed İbn-i Hanbel; şahların, aktabların fevkindedirler. Fakat hususi faziletlerde Şah-ı Geylanî gibi bazı hârika kutublar, bir cihette daha parlak makama sahiptirler. Fakat küllî fazilet imamlarındır. Hem tarîkat şahlarının bir kısmı, müçtehidlerdendir; onun için umum müçtehidîn, aktabdan daha efdaldir, denilmez. Fakat Eimme-i Erbaa, sahabeden ve Mehdi’den sonra en efdallerdir, denilir.

(23. Mektup)


Ehl-i tarîkat ve hakikatçe müttefekun aleyh bir esas var ki: Tarîk-ı Hak’ta sülûk eden bir insan, nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için lâzım gelir ki nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı nazar ede ede tâ fena fi’ş-şeyh hükmüne gelir. “Ben” dediği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur ve hâkeza… Tâ fena fi’r-resul, fena fillaha kadar gider.

Mesela, nasıl ki gayet fedakâr ve sadık bir hizmetkâr, bir yaver, efendisinin hissiyatıyla güya kendisi kendisinin efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. “Ben böyle istiyorum.” der; yani “Benim seyyidim, üstadım, sultanım böyle istiyor.” Çünkü kendini unutmuş, yalnız onu düşünüyor. “Böyle emrediyor.” der.

Öyle de Gavs-ı Geylanî, o hârika kasidesinin tazammun ettiği ezvak-ı fevkalâde, Hazret-i Şeyh’in sırr-ı azîm-i Ehl-i Beyt’in irsiyetiyle Âl-i Beyt’in şahs-ı manevîsinin makamı noktasında ve Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmın verasetiyle hakikat-i Muhammediyesinde (asm) kendini gördüğü gibi fena-yı mutlak ile Cenab-ı Hakk’ın tecelli-i zatîsine mazhariyet noktasında, kasidesinde o sözleri söylemiş. Onun gibi olmayan ve o makama yetişmeyen onu söyleyemez, söylese mes’uldür.

Hazret-i Şeyh veraset-i mutlaka noktasında, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın kadem-i mübareğini omuzunda gördüğü için kendi kademini evliyanın omuzuna o sırdan bırakıyor. Kasidesinde zahir görünen temeddüh ve iftihar değil belki tahdis-i nimet ve âlî bir şükürdür. Yalnız bu kadar var ki muhibbiyet makamı olan makam-ı niyazdan, mahbubiyet makamı olan nazdarlık makamına çıkmış. Yani tarîk-ı acz ve fakrdan, meşreb-i aşk ve istiğraka girmiş. Ve kendine olan niam-ı azîme-i İlahiyeyi yâd edip bihakkın müftehirane şükretmiştir.

(8. Lema)


Dersiniz: “Evet olabilir, mümkündür. Fakat her mümkün vaki olmuyor. Bunun emsali var mı ki kabul edilsin? Emsali olmayan bir şeyin, yalnız imkânı ile vukuuna nasıl hükmedilebilir?”

Biz de deriz ki: Emsali o kadar çoktur ki hesaba gelmez. Mesela, her zînazar gözüyle yerden tâ Neptün seyyaresine kadar bir saniyede çıkar. Her zîilim aklıyla kozmoğrafya kanunlarına binip yıldızların tâ arkasına bir dakikada gider. Her zîiman, namazın ef’al ve erkânına fikrini bindirip, bir nevi mi’rac ile kâinatı arkasına atıp huzura kadar gider. Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir. Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zatların ihbarat-ı sadıkaları ile bir dakikada arşa kadar urûc-u ruhanîleri oluyor. Hem ecsam-ı nurani olan melaikelerin arştan ferşe, ferşten arşa kısa bir zamanda gitmeleri ve gelmeleri vardır. Hem ehl-i cennet, mahşerden cennet bağlarına kısa bir zamanda urûc ediyorlar.

Elbette bu kadar numuneler gösteriyorlar ki bütün evliyaların sultanı, umum mü’minlerin imamı, umum ehl-i cennetin reisi ve umum melaikenin makbulü olan Zat-ı Ahmediye’nin (asm) seyr ü sülûkuna medar bir mi’racı bulunması ve onun makamına münasip bir surette olması, ayn-ı hikmettir ve gayet makuldür ve şüphesiz vakidir.

(31. Söz)


Hazret-i Gavs, o derece yüksek bir mertebeye mâlik ve o derece hârika bir keramete mazhardır ki kâfirlerin bir kısmı demiş: “Biz İslâmiyet’i kabul edemiyoruz fakat Abdülkadir-i Geylanî’yi de inkâr edemiyoruz.” Hem evliyayı inkâr eden Vehhabî’nin müfrit kısmı dahi Hazret-i Şeyh’i inkâr edemiyorlar. Evliya onun derece-i celaletine yetişmediği, bütün ehl-i tarîkatça teslim edilmiştir.

...

Acaba hiç mümkün müdür ki “Sultanü’l-evliya” makamını ihraz etmiş ve hamiyet-i İslâmiye ile zamanındaki padişahları titretmiş ve kuvve-i kudsiye ile mazi ve müstakbeli hazır gibi izn-i İlahî ile görmüş ve mematında dahi hayatındaki gibi daimî tasarrufu bulunduğu tasdik edilmiş olan bir kahraman-ı velayet, ...

Cem’-i kutbiyet ve ferdiyet ve gavsiyet

İle üç sütun üzerine durur

Râyet-i ulviyet-i şeyh-i hakkanîdir hitab-ı Abdülkadir

İlham-ı Hudâ, kitab-ı Abdülkadir

Bâzü’l-eşheb ferd-i ferîd-i deveran

Gavs-ı A’zam Cenab-ı Abdülkadir.

(8. Lema)


Aktab-ı Hamse-i Azîme’nin birincisi ve Gavs-ı A’zam namıyla müştehir Şeyh-i Geylanî Hazretlerinin, şimdiki Kur’an’ın hâdimlerine bakan kasidesindeki ihbarat-ı gaybiye-i mühimmeyi hâvi, kıymettar risaleyi kardeşlerime ve dostlarıma okudum.

(Barla L.)


Şimdi anlıyorum ki Gavs-ı A’zam’da kutbiyet ve gavsiyetle beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhir zamanda şakirdlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet makamının mazharıdır.

(Kastamonu L.)

Abdülkadir-i Geylani'nin Kerametleri[değiştir]

İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek ve enva-ı niam-ı İlahiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hâdise ve bir keramet-i Gavsiye:

Bir zaman Hazret-i Gavs-ı A’zam Şeyh Geylanî’nin (ks) terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın bir tek evladı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine; bakıyor ki oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zafiyetiyle validesinin şefkatini celbetmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekva için gitmiş. Bakmış ki Hazret-i Gavs kızartılmış bir tavuk yiyor.

Nazdarlığından demiş: “Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor. Sen tavuk yersin!”

Hazret-i Gavs tavuğa demiş: ‌قُمْ بِاِذْنِ اللّٰه! O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemed ve mevsuk çok zatlardan Hazret-i Gavs gibi keramat-ı hârikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zatın bir kerameti olarak manevî tevatürle nakledilmiş.

Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse o zaman o da tavuk yesin.”

İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese o vakit leziz şeyleri yiyebilir…

(19. Lema)

Abdülkadir-i Geylani ve Al-i Beyt[değiştir]

Eğer denilse: Neden hilafet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstahak onlardı?”

Elcevap: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya nebi gibi masum olmalı veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyt’e yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyet’i onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyet’e ve Kur’an’a hizmet etmişler.

İşte bak! Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktablar, hususan Aktab-ı Erbaa ve bilhassa Gavs-ı A’zam olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Hazret-i Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelâbidîn ve Cafer-i Sadık ki her biri birer manevî mehdi hükmüne geçmiş, manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp envar-ı Kur’aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Cedd-i emcedlerinin birer vârisi olduklarını göstermişler.

(19. Mektup)


Hem sinek onu taciz etmezdi, onun cesed-i mübareğine ve libasına konmazdı. Nasıl ki evladından olan Seyyid Abdülkadir-i Geylanî (ks) dahi ceddinden o hali irsiyet almıştı, sinek ona da konmazdı.

(19. Mektup)


Felillahi’l-hamd

اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلٰى اٰلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلٰى اِبْرَاهٖيمَ وَ عَلٰى اٰلِ اِبْرَاهٖيمَ فِى الْعَالَمٖينَ اِنَّكَ حَمٖيدٌ مَجٖيدٌ

duası –umum ümmet, umum namazında, günde beş defa tekrar ettikleri bu dua– bilmüşahede makbul olmuştur ki Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, Âl-i İbrahim aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki umum mübarek silsilelerin başında, umum aktar ve a’sarın mecmalarında o nurani zatlar kumandanlık ediyorlar. (Hâşiye: Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmedü’s-Sünûsî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahya gibi bir başka seyyid, yüz binler adamlara emirlik ediyor ve hâkeza… Bu seyyidler kabilesinin efradlarında böyle zahirî kahramanlar çok olduğu gibi; Seyyid Abdülkadir-i Geylanî, Seyyid Ebu’l-Hasan-ı Şazelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi manevî kahramanların kahramanları dahi varlarmış.) Ve öyle bir kesrettedirler ki o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar.

Eğer maddî şekle girse ve bir tesanüd ile bir fırka vaziyetini alsalar İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hükmünde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz! İşte o pek kesretli, o muktedir ordu, Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdır ve Hazret-i Mehdi’nin en has ordusudur.

Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âlî haseb ve asil neseb ile mümtaz hiçbir nesil yoktur ki Âl-i Beyt’ten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları başında onlar ve ehl-i kemalin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalpleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihan-değer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar.

Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip tarîk-ı hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi âdetullahtan ve rahmet-i İlahiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.

(29. Mektup)


Evet, Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (ra) kemal-i şefkatinden kucağına alarak başını öpmesiyle; Hazret-i Hasan’dan (ra) teselsül eden nurani nesl-i mübareğinden Gavs-ı A’zam olan Şah-ı Geylanî gibi çok mehdi-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeriat-ı Ahmediye (asm) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmüş ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş ve takdir ve teşvike alâmet olarak Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fevkalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (ra) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidîn, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlîşan ve hakiki verese-i Nebeviye gibi pek çok mehdi-misal zevat-ı nuraniyenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet hesabına boynunu öpmüş, kemal-i şefkat ve ehemmiyetini göstermiştir.

Evet, Zat-ı Ahmediye’nin (asm) gayb-aşina kalbiyle, dünyada asr-ı saadetten ebed tarafında olan meydan-ı haşri temaşa eden ve yerden cenneti gören ve zeminden gökteki melaikeleri müşahede eden ve zaman-ı Âdem’den beri mazi zulümatının perdeleri içinde gizlenmiş hâdisatı gören, hattâ Zat-ı Zülcelal’in rü’yetine mazhar olan nazar-ı nuranisi, çeşm-i istikbalbînîsi, elbette Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in arkalarında teselsül eden aktab ve eimme-i verese ve mehdileri görmüş ve onların umumu namına başlarını öpmüş. Evet, Hazret-i Hasan’ın (ra) başını öpmesinde, Şah-ı Geylanî’nin hisse-i azîmesi var.

(4. Lema)


Demek, bu kâinatın manevî güneşi ve Hâlık’ımızın en parlak bir bürhanı bu Habibullah denilen zattır ki onun şehadetini teyid ve tasdik ve imza eden aldanmaz ve aldatmaz üç büyük icma var:

Birincisi: “Eğer perde-i gayb açılsa yakînim ziyadeleşmeyecek.” diyen İmam-ı Ali radıyallahu anh ve yerde iken arş-ı a’zamı ve İsrafil’in azamet-i heykelini temaşa eden Gavs-ı A’zam (ks) gibi keskin nazar ve gaybbîn gözleri bulunan binler aktab ve evliya-i azîmeyi câmi’ ve Âl-i Muhammed namıyla şöhret-şiar-ı âlem olan cemaat-i nuraniyenin icma ile tasdikleridir.

(19. Mektup)


Hazret-i İbrahim aleyhisselâm, gerçi Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâma yetişmiyor. Fakat onun âli, enbiyadırlar. Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın âli, evliyadırlar. Evliya ise enbiyaya yetişemezler. Âl hakkında olan bu duanın parlak bir surette kabul olduğuna delil şudur ki:

Üç yüz elli milyon içinde Âl-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmdan yalnız iki zatın; yani Hasan (ra) ve Hüseyin’in (ra) neslinden gelen evliya –ekser-i mutlak– hakikat mesleklerinin ve tarîkatlarının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları عُلَمَاءُ اُمَّتٖى كَاَنْبِيَاءِ بَنٖى اِسْرَائٖيلَ hadîsinin mazharları olduklarıdır. Başta Cafer-i Sadık (ra) ve Gavs-ı A’zam (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) olarak her biri, ümmetin bir kısm-ı a’zamını tarîk-ı hakikate ve hakikat-i İslâmiyet’e irşad edenler, bu âl hakkındaki duanın makbuliyetinin meyveleridirler.

(6. Şua)

Abdülkadir-i Geylani ve Rüyalar[değiştir]

Yirmi gün zarfında bir rüya daha gördüm: Eğirdir Gölü’nün kenarında, yani çakıllığında bulunuyormuşum. Bu denizin kenarında büyük bir beyaz çadır kurulmuş. Çadırın içinde, büyük bir direğin dibinde Üstadım Said bulunuyor. Bu esnada eline büyük bir kırmızı kaplı kitap alıp çadırın direğine dayanarak o kitabı okudu. Bilâhare hariçten, kıble tarafından Mahmud isminde gençten, yeşil elbiseli birisi gelip Üstadımın elinden o kitabı –yani okuduğu hutbeyi– istedi ve aldı. Çadırdan Mahmud ismindeki genç dışarıya çıktı, kıbleye karşı, ayak üzere halklara dedi ki: “Bu ana gelinceye kadar böyle bir hutbeyi hiçbir imam okumamıştır.” diyerek o hitabeyi alıp kıbleye karşı götürdü. O anda uyandım. Allah hayretsin.

Bu rüyayı da bildiğim kadar tabir edeceğim: O deniz ise şeriat-ı Muhammediyedir (asm). O çadır ise Isparta vilayetidir. O hutbe ise Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’dur. Hutbeyi götüren yeşil elbiseli genç Mahmud ise ya Şeyh-i Geylanî ya İmam-ı Rabbanî’dir. Risaleler makam-ı Mahmud yolunu tarif ediyorlar. Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.

(Barla L.)


Ben Üstadımdan işittim ki: Hazret-i Mevlana Hindistan’dan tarîk-ı Nakşî’yi getirdiği vakit, Bağdat dairesi Şah-ı Geylanî’nin ba’de’l-memat hayatta olduğu gibi taht-ı tasarrufunda idi. Hazret-i Mevlana’nın manen tasarrufu –bidayeten– cây-ı kabul göremedi. Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî’nin ruhaniyetleri Bağdat’a gelip Şah-ı Geylanî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki “Mevlana Hâlid senin evladındır, kabul et!” Şah-ı Geylanî, onların iltimaslarını kabul ederek Mevlana Hâlid’i kabul etmiş. Ondan sonra Mevlana Hâlid birden parlamış. Bu vakıa, ehl-i keşifçe vaki ve meşhud olmuştur. O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rüya ile görmüşler. Üstadımın sözü burada hitam buldu.

(Barla L.)


Bu defa rüyada Fahr-i Âlem aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz Hazretlerini gördüğüm vakit, Sure-i Hacc’ın nihayetinde مَا قَدَرُوا اللّٰهَ حَقَّ قَدْرِهٖٓ اِنَّ اللّٰهَ لَقَوِىٌّ عَزٖيزٌ … الخ okuyarak ve Şah-ı Geylanî kuddise sırruhu Hazretlerini gördüğüm vakit, Sure-i Nur’da لَيْسَ عَلَى الْاَعْمٰى حَرَجٌ âyetini kıraat ederek nevmden bîdar oldum. Ve anladım ki bu âhirde sünnet-i seniyeye dair mühim bir risale yazıldığı için Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın makbulü olmuş ki rüyamda müşerref oldum. Ve o âyet Risale-i Nur’un hülâsasını ifade ettiği gibi ehl-i gafleti şiddetli tehdit eder. Şah-ı Geylanî’yi gördüğümün sebebi, Risale-i Nur’un talebelerinin kudsî bir üstadı, beni de şakird kabul ettiğine dair bir işaret anladım ve bu âyetler havsalamın haricinde olduğu halde, o kudsî zatların hürmetine, kuvve-i hâfızamda her zaman okur ve bir genişlik hasıl olurdu.

...

Ümmi talebeniz Mustafa

(Barla L.)


Bu mektubu almazdan evvel –Allah hayretsin– bir gece rüyamda büyük bir camide bulunuyorum. Namaz kılındıktan sonra, ben kapıya yakın bir yerde ayakta duruyorum. Baktım, mihrabın sol tarafından küçük ve toplu bir cemaat geliyor. Bana yaklaştıkları zaman “İşte Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri!” diye kulağıma bir ses geldi. Gayr-ı ihtiyarî “Meded yâ Gavs-ı A’zam!” diyerek, ağlayarak ayağına kapandım. Mübarek sol elleriyle beni yerden kaldırdılar ve şefkat gösterdiler. Kendileri uzun boylu, çok mehib ve üzerlerinde siyah bir sako, mübarek sakalları siyah, pek az ağarmış. Beşûş ve nurani bir çehre. Mübarek başlarında bir mahrut-u nâkıs şeklinde yüksek ve çok beyaz bir sarık vardı. Camiden çıkınca, bitişik bir odada cemaatle beraber oturduğumuzu da hatırlıyorum. Bu rüya bana çok zevk vermekle beraber, dua ve himmetlerinin hizbü’l-Kur’an üzerinde her zaman mevcud bulunduğuna daha ziyade yakîn hasıl ettirdi.

Hulusi

(Barla L.)


İkinci rüyamın hülâsası şudur ki: Bir mezaristanın nihayetlerinde kesretli harmancıların buğday savurduğunu ve ileride iki kapılı muhkem bir kale gibi yapılmış bir saray içinde Hazret-i Gavs-ı Geylanî oturmuş, gayet kalabalık insanlar varmış, gördüm. Ziyaret ettim.

Tabirini siz Üstadıma havale edip fakat bundan hissediyorum ki mezaristan geçmiş zamandır. O harmanlardaki kesretli buğdayları savuran, bu zamandaki Risale-i Nur’un nâşirleri ve talebeleridir ki ruhların manevî rızkını yetiştiriyorlar. Hakikat tanelerini evham ve hayalat samanlarından tasfiye ediyorlar. Bu talebelerin üstadının en mühim bir üstadı olan Hazret-i Gavs-ı Geylanî, muhkem kale gibi bir sarayda oturduğunu ve onlara üstadlık ettiğini ve o etrafındaki kalabalık da ve kendi fazla meşguliyeti, keramet-i Gavsiyesiyle izhar ettiği gibi Risale-i Nur talebelerine karşı himmet ve duasıyla fazla meşgul olduğunu fehmediyorum.

Ümmi talebeniz Mustafa

(Barla L.)


Bin üç yüz yirmi bir (1321) tarihinde, Mu’cizat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâmı ve Keramet-i Gavsiye Risalelerini âlem-i menamda görmüştüm. Bunun hikmetini şimdiye kadar anlayamamıştım. Gördüğüm rüya aynen şöyle idi:

Tarih-i mezkûrda, Ceziretü’l-Arab’ın Necid Kıtası’nın Bilâd-ı Kasîm’de, bir gece rüyamda üç güneşin tulû etmiş olduğunu gördüm. Yanımda tanıyamadığım bir zata sordum: “Bu üç güneş nasıl olur?” dedim. Yanımdaki zat: “Bu güneşin birisi Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın güneşi, diğeri Gavs-ı Geylanî’nin, üçüncüsü de diğer bir güneştir.” Üçüncü güneşin Risale-i Nur olduğunu şimdi bildim.

اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ مَثَلُ نُورِهٖ كَمِشْكٰوةٍ فٖيهَا مِصْبَاحٌ اَلْمِصْبَاحُ فٖى زُجَاجَةٍ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّىٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضٖٓىءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلٰى نُورٍ يَهْدِى اللّٰهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَٓاءُ

Âyet-i Kur’aniye, o rüya hakikatine işaret etmiş. Bu nurani rüya, mezkûr Âyet-i Nur’un on işaretle, on parmak ile gösterdiği hakikati, aynen gösteriyor; otuz sekiz sene evvel haber veriyor.

Evet, üç nur-u a’zam olan güneşlerin –Allahu a’lem– tabiri şu olmak gerektir.

Güneşlerin birincisi: Bu asırda Risale-i Nur’dur. Ve en parlak bir nuru da Mu’cizat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm namındaki risale-i hârikadır.

İkincisi: Hazret-i İsa’nın (as) din-i hakikisinden çıkan nur-u semavî güneşidir.

Üçüncüsü: Tarîkatlar ruhunda ve tasavvuf menbaından çıkacak bir güneştir ki şimdi Şeyh-i Geylanî timsaliyle o mana gösterilmiş.

Risale-i Nur’a işaret eden otuz üç âyet-i Kur’aniyenin en birinci âyeti olan Âyetü’n-Nur on vecihle Risale-i Nur’a işaret ettiği Birinci Şuâ Risalesi’nde gözümle gördüm, isteyen görebilir.

Sizi nefsinden ziyade seven âciz şakirdiniz Binbaşı Muhyiddin

(Kastamonu L.)

Abdülkadir-i Geylani ve İsm-i Azam[değiştir]

O şüpheli zatın, her ismin bir mertebe-i a’zamı olduğunu tezyif etmek niyetiyle mutasavvıfe-i mütefelsife fikridir demiş. Halbuki başta İmam-ı A’zam, İmam-ı Gazalî, Celaleddin-i Süyûtî, İmam-ı Rabbanî, Şah-ı Geylanî gibi sıddıkîn-i muhakkikîn, ism-i a’zamı ayrı ayrı görmüşler. İmam-ı A’zam demiş: “El-Adl, El-Hakem ism-i a’zamdır.” ve hâkeza. Her ne ise… Bu mesele bu kadar yeter.

(Barla L.)


İsm-i a’zam herkes için bir olmaz, belki ayrı ayrı oluyor.

Mesela, İmam-ı Ali radıyallahu anhın hakkında; “Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs” altı isimdir. Ve İmam-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Hakem, Adl” iki isimdir. Ve Gavs-ı A’zam’ın ism-i a’zamı “Yâ Hay!”dır. Ve İmam-ı Rabbanî’nin ism-i a’zamı “Kayyum” ve hâkeza… Pek çok zatlar daha başka isimleri, ism-i a’zam görmüşlerdir.

(30. Lema)


Gavs-ı A’zam gibi memattan sonra hayat-ı Hızırîye yakın bir nevi hayata mazhar olan evliyalar vardır. Gavs’ın hususi ism-i a’zamı “Yâ Hay” olduğu sırrıyla, sair ehl-i kuburdan fazla hayata mazhar olduğu gibi; gayet meşhur Maruf-u Kerhî denilen bir kutb-u a’zam ve Şeyh Hayatü’l-Harranî denilen bir kutb-u azîm, Hazret-i Gavs’tan sonra mematları hayatları gibidir. Beyne’l-evliya meşhur olmuştur.

(Barla L.)

Diğer Bahisler[değiştir]

دِرَازْ كَرْدَسْتْ دَسْتْهَارَا بَدَرْگَاهِ اِلٰهٖى هَمْ چُو شَهْبَازٖى

Her birisi, yüzler ellerini Şehbaz-ı Kalender (Hâşiye[3]) gibi dergâh-ı İlahîye uzatıp muhteşem bir ibadet vaziyetini almışlar.

(17. Söz)


Madem hakikat böyledir, ben tahmin ediyorum ki eğer Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (ra) ve Şah-ı Nakşibend (ra) ve İmam-ı Rabbanî (ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakaik-i imaniyenin ve akaid-i İslâmiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin medarı onlardır. Onlarda kusur edilse şakavet-i ebediyeye sebebiyet verir. İmansız cennete gidemez fakat tasavvufsuz cennete giden pek çoktur. Ekmeksiz insan yaşayamaz fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-i İslâmiye gıdadır.

(5. Mektup)


Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın nuruyla, terbiyesiyle ve onun arkasında gitmesiyle binler Şeyh-i Geylanî gibi aktablar, asfiyalar; melaikeler ve cinler ile görüşmüşler ve konuşuyorlar ve bu hâdise yüz tevatür derecesinde ve çok kesrettedir. Evet, ümmet-i Muhammed’in (asm) melaike ve cinlerle temasları ve tekellümleri ise Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın terbiye ve irşad-ı i’cazkâranesinin bir eseridir.

(19. Mektup)


Evvelce şifahen dahi arz ettiğim vecihle; selef-i salihînin bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tefsirlerdir. Diğer bir kısmı da âyât-ı Kur’aniyenin hikmetlerini ve iman hakikatlerini tefsir ve izah ederler. Selef-i salihînin bu türlü tefsirleri çoktur. Hususan Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Rabbanî gibi zevat-ı kiramın eserleri, bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinin Mesnevî-i Şerif’i de bu tarz bir nevi manevî tefsirdir. İşte Risale-i Nur, bu tarz tefsirlerin en yükseği, en mümtazı ve en müstesnasıdır. İşte madem bu tarz tefsirler mütedavildir, kimse ilişmiyor, Risale-i Nur’a da ilişmemek lâzımdır. İlişenler, Kur’an’a ve ecdada düşmanlıklarından ilişirler.

(İşarat-ül İ'caz)


Ey maddî ve manevî yaralı olan genç kardeşlerim! Ve ey mürşid-i ekmele muhtaç olan ehl-i tarîkat kardeşlerim! Şeyh Abdülkadir-i Geylanî ve Şah-ı Nakşibend, İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, Mevlana Hâlid radıyallahu anhüm, kuddise sırruhu Hazretlerinin derece-i kemalâtları, meratib-i imanları risalelerde ve Mektubat’ta vardır.

(Barla L.)


Mutaassıplara hücum eden Avrupa’nın kâselisleri her biri yüz mutaassıp kadar meslek-i sakîminde mutaassıptır. Bunlardan birisi Şekspir medhinde ettiği ifratı, şayet bir hoca o ifratı Şeyh-i Geylanî medhinde etse idi tekfir olunacaktı.

(Sünuhat)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

Sandukçası

En son 2020'de Türkiye tarafından restore edilen türbesindeki kitabe

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Kadirilik: Abdülkadir-i Geylani'nin kurduğu tarikat.
  • Fütuhu'l Gayb: Abdülkadir-i Geylani'nin Üstad'ı Eski Said'den Yeni Said'e irşad eden eser.
  • Keramet-i Gavsiye Risalesi (8. Lem'a): Abdülkadir-i Geylani'nin Risale-i Nura, Üstada ve Talebelerine İşaretlerine dair risale.
  • Kutbiyet: Abdülkadir-i Geylani'nin manevi makamlarından.
  • Gavsiyet: Abdülkadir-i Geylani'nin manevi makamlarından.
  • Ferdiyet: Abdülkadir-i Geylani'nin manevi makamlarından.
  • Aktab-ı Erbaa: Genellikle Abdülkâdir-i Geylânî, Seyyid Ahmed Rufâî, Seyyid Ahmed Bedevî ve İbrahim-i Dessûkî için kullanılan dört büyük kutup anlamındaki ifade.
  • Aktab-ı Hamse: Yukarıdaki 4 kutba İmam-ı Rabbani de dahil edilerek hepsi için kullanılan bir ifade.

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 1,2 1,3 1,4 https://islamansiklopedisi.org.tr/abdulkadir-i-geylani
  2. “Ümmi ey alîm” tarzında okunduğuna göre.
  3. Şehbaz-ı Kalender, meşhur bir kahramandır ki Şeyh-i Geylanî’nin irşadıyla dergâh-ı İlahîye iltica edip mertebe-i velayete çıkmıştır.