Said Nursi'nin Seyyidliği

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
15.34, 5 Nisan 2017 tarihinde Ttaha (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 5608 numaralı sürüm

Bediüzzaman Said Nursi (ra) Peygamberimizin soyundan geldiğine, yani Al-i Beytten veya diğer bir ifadeyle seyyid olduğuna dair yazılı bir delil (tasdikli şecere) elinde olmadığından ve hayatında delilsiz dava zikretmediğinden[1] kendisini seyyid bilemediğini ifade etmiştir. Acz ve fakr mesleğinde gidip ihlası korumak için kendisine hiçbir maddi-manevi makam kabul etmemiş ve mahkemelerde Mehdilik ve dolayısıyla seyyidlik dava ettiğine dair ithamları asla kabul etmemiş, zaten böyle bir davada da bulunmamıştır.

Bazı talebelerine (Osman Çalışkan, İbrahim Hulusi Yahyagil ve Salih Özcan[2]) hususi olarak seyyidliğini ifade ettiğine dair sağlam rivayetler vardır, ama bu bahisleri Risale-i Nur'lara dahil etmemiştir. Risale-i Nur'lardan istifade edip Bediüzzaman'daki sünnet-i seniyyeye muazzam bağlılık, dine hizmetinde azami fedakarlık ve yüksek ilmi mertebesini görenler umumen Bediüzzaman'ın seyyid olduğuna dair kalbi kanaat taşımaktadır. Zira âlem-i İslâm’ın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar ekseriyet-i mutlaka ile Âl-i Beyt’ten çıkmıştır. Bediüzzaman'ın seyyidler gibi ömrü boyunca zekat kabul etmemesi de[3] bu kanaatleri kuvvetlendirmektedir.

İlk defa Abbasiler devrinde, Peygamberimizin soyundan gelenlerle (seyyid ve şerifler) ilgili hususları takip etmek üzere Nakiblik teşkilatı kurulmuştur. Zira seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli başka bir nesil yoktur ve seyyidlerin asıl vazifesi hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyettir. Bu teşkilat yalnızca elinde şecere olanları seyyid olarak tanıdığından seyyidler kendi şecerelerini tutmuşlar, ama savaş, göç vb. gibi durumlarda bazen bu şecereler zayi olmuş; bazen de yetim kalma vb. gibi çeşitli sebeplerle bazı seyyidler seyyid olduklarını bilememişlerdir. Türkiye'de Cumhuriyet döneminde bu şecereler resmi olarak tanınmamış ve tutulmamıştır. Bediüzzaman'ın Peygamberimizin soyundan geldiğine dair şecereye Bediüzzaman'ın dedelerinin mezarlarının bulunduğu Sincar'a bağlı Hıyal köyü yakınlarında ulaşıldığına, bu şecerenin Osmanlı arşiv belgeleri ve özellikle Tapu Tahrir kayıtlarıyla teyit edildiğine ve bu şecerenin yazılış tarihinin 1935'lere uzandığına dair Aralık 2012'de Bediüzzaman'ın varisleri olarak ismini Risale-i Nur'da beyan ettiği Abdullah Yeğin ve Hüsnü Bayramoğlu'nun da dinleyici olarak iştirak ettiği bir basın açıklaması yapılmıştır.[4]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Bediüzzaman'ın Risalelerde Yer Alan İfadeleri[değiştir]

İddianamede benim hakkımda dört esas var:

Birinci Esas: Güya bende tefahur ve hodfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum.

Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehadet ederler. Hattâ Denizli’deki ehl-i vukuf “Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şakirdleri kabul edecek.” dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki: “Ben seyyid değilim. Mehdi seyyid olacak.” diye onları reddetmiş.

(Şualar, 14. Şua)


Hem mahkemede Denizli ehl-i vukufu, bazı şakirdlerin bu itikadlarına göre, bana karşı demişler ki: “Eğer Mehdilik dava etse bütün şakirdleri kabul edecekler.”

Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt’ten olacaktır. Gerçi manen ben Hazret-i Ali’nin (ra) bir veled-i manevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed aleyhisselâm bir manada hakiki Nur şakirdlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beyt’ten sayılabilirim. Fakat bu zaman şahs-ı manevî zamanı olmasından ve Nur’un mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz ve sırr-ı ihlasa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ediyorum ki beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makamata gözümü dikmem ve Nur’daki ihlası bozmamak için uhrevî makamat dahi bana verilse bırakmaya kendimi mecbur biliyorum.” dedim, o ehl-i vukuf sustu.

(Emirdağ Lahikası-1)


55. Hazret-i Ali'nin (R.A.) ilm-i hakikat itibariyle şakirdi olduğumdan, manevî evlâdı olabilirim, demesiyle kendine atfedilen makamlara liyakatını kabul etmiş görülmektedir.

C: Bedî' manasında olan Celcelutiye kasidesinde İmam-ı Ali'nin (R.A.) çok cihetlerle Risale-i Nur'a sarahat derecesine yakın işaratı içinde; Bedîüzzaman ismini Risale-i Nur'a vermesinden bana emaneten verilen o ismi, Risale-i Nur'a iade ettiğimi yazmışım. Bununla beraber ben de manevî Âl-i Beyt'ten sayılabilirim demekten maksadım; bir kısım müçtehidlerin ﻭَ ﻋَﻠَٓﻰ ﺍَﻟِﻪِ ﻭَ ﺻَﺤْﺒِﻪِ duasında, "Seyyid olmayan fakat ehl-i takva bulunanlar, o duada dâhildirler" dediklerinden, o umumî duada benim de bir hissem bulunması için ricakârane bir tevildir. Yoksa o hatakârane mana hiç hatırıma gelmemiş.

(Şualar, 14. Şua, Hata-Savab Cetveli)


"Seyyid olmayan seyyidim ve seyyid olan değilim" diyenler, ikisi de günahkâr ve duhûl ile huruc haram oldukları gibi; hadîs ve Kur'ân'da dahi, ziyade veya noksan etmek memnu'dur. Fakat ziyade etmek, nizamı bozduğu ve vehme kapı açtığı için daha zararlıdır. Noksana, cehil bir derece özür olur. Fakat ziyade etmek, ilim ile olur. Âlim olan mazur değildir. Kezalik dinden bir şeyi fasl veya olmayanı vasletmek, ikisi de caiz değildir.

(Asar-ı Bediiyye, Muhakemat, 1. Makale, 12. Mukaddime, Hatime)


Şu Mebhas, bana daimî hizmet edenlerin, ahlâkımda gördükleri acib ihtilaftan gelen hayretlerine karşı hem iki talebemin benim hakkımda haddimden fazla hüsn-ü zanlarını ta’dil etmek için yazılmıştır.

Ben görüyorum ki Kur’an-ı Hakîm’in hakaikine ait bazı kemalât, o hakaike dellâllık eden vasıtalara veriliyor. Şu ise yanlıştır. Çünkü me’hazin kudsiyeti, çok bürhanlar kuvvetinde tesirat gösteriyor; onun ile ahkâmı umuma kabul ettiriyor. Ne vakit dellâl ve vekil gölge etse yani onlara teveccüh edilse o me’hazdeki kudsiyetin tesiri kaybolur. Bu sır içindir ki bana karşı haddimden çok fazla teveccüh gösteren kardeşlerime bir hakikati beyan edeceğim. Şöyle ki:

Bir insanın müteaddid şahsiyeti olabilir. O şahsiyetler ayrı ayrı ahlâkı gösteriyorlar. Mesela, büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit bir şahsiyeti var ki vakar iktiza ediyor, makamın izzetini muhafaza edecek etvar istiyor. Mesela, her ziyaretçi için tevazu göstermek tezellüldür, makamı tenzildir. Fakat kendi hanesindeki şahsiyeti, makamın aksiyle bazı ahlâkı istiyor ki ne kadar tevazu etse iyidir. Az bir vakar gösterse tekebbür olur. Ve hâkeza…

Demek bir insanın, vazifesi itibarıyla bir şahsiyeti bulunur ki hakiki şahsiyeti ile çok noktalarda muhalif düşer. Eğer o vazife sahibi, o vazifeye hakiki lâyıksa ve tam müstaid ise o iki şahsiyeti birbirine yakın olur. Eğer müstaid değilse mesela bir nefer, bir müşir makamında oturtulsa o iki şahsiyet birbirinden uzak düşer; o neferin şahsî, âdi, küçük hasletleri; makamın iktiza ettiği âlî, yüksek ahlâk ile kabil-i telif olamıyor.

İşte bu bîçare kardeşinizde üç şahsiyet var. Birbirinden çok uzak hem de pek çok uzaktırlar.

Birincisi: Kur’an-ı Hakîm’in hazine-i âlîsinin dellâlı cihetindeki muvakkat, sırf Kur’an’a ait bir şahsiyetim var. O dellâllığın iktiza ettiği pek yüksek ahlâk var ki o ahlâk benim değil, ben sahip değilim. Belki o makamın ve o vazifenin iktiza ettiği seciyelerdir. Bende bu neviden ne görseniz benim değil, onunla bana bakmayınız, o makamındır.

İkinci şahsiyet: Ubudiyet vaktinde dergâh-ı İlahiyeye müteveccih olduğum vakit, Cenab-ı Hakk’ın ihsanıyla bir şahsiyet veriliyor ki o şahsiyet bazı âsârı gösteriyor. O âsâr, mana-yı ubudiyetin esası olan: “Kusurunu bilmek, fakr ve aczini anlamak, tezellül ile dergâh-ı İlahiyeye iltica etmek” noktalarından geliyor ki o şahsiyetle, kendimi herkesten ziyade bedbaht, âciz, fakir ve kusurlu görüyorum. Bütün dünya beni medh ü sena etse beni inandıramaz ki ben iyiyim ve sahib-i kemalim.

Üçüncüsü: Hakiki şahsiyetim, yani Eski Said’in bozması bir şahsiyetim var ki o da Eski Said’den irsiyet kalma bazı damarlardır. Bazen riyaya, hubb-u câha bir arzu bulunuyor. Hem asil bir hanedandan olmadığımdan, hısset derecesinde bir iktisat ile düşkün ve pest ahlâklar görünüyor.

Ey kardeşler! Sizi bütün bütün kaçırmamak için bu şahsiyetimin gizli çok fenalıklarını ve sû-i hallerini söylemeyeceğim.

İşte kardeşlerim, ben müstaid ve makam sahibi olmadığım için şu şahsiyetim, dellâllık ve ubudiyet vazifelerindeki ahlâktan ve âsârdan çok uzaktır. Hem دَادِ حَقْ رَا قَابِلِيَّتْ شَرْطْ نٖيسْتْ kaidesince Cenab-ı Hak, merhametkârane kudretini benim hakkımda böyle göstermiş ki en edna bir nefer gibi bu şahsiyetimi, en a’lâ bir makam-ı müşiriyet hükmünde olan hizmet-i esrar-ı Kur’aniyede istihdam ediyor. Yüz binler şükür olsun. Nefis cümleden süflî, vazife cümleden a’lâ. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى

(Mektubat, 28. Mektup, 2. Mebhas)


Hattâ ben, fakir ve muhtaç olduğum ve zâhid ve sofi ve riyazetçi olmadığım ve büyük bir şeref ve haysiyet ve hanedanlık haysiyetinden, şan ve şerefinden hissedar olmadığım halde –tarihçe-i hayatımda yazıldığı gibi– küçükten beri halkların mallarını, hediyelerini kabul edemiyordum; ihtiyacımı izhara tenezzül edemiyordum. Beni bilenler gibi ben de çok hayret ederdim. Şimdi hâssaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki Risale-i Nur’un dehşetli bir mücahedesinde, tama’ ve mal yüzünden mağlup olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti. Yoksa düşmanlarım, o cihetten büyük bir darbe indirecektiler.

(Emirdağ Lahikası-1)


Hazret-i Hasan radıyallahu anhın altı aylık hilafeti ile beraber Risale-i Nur’un, Cevşenü’l-Kebir’den ve Celcelutiye’den aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilafetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan radıyallahu anhın kısacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü adalet-i hakikiye ile bu asırda insanları mesud edebilir bir istidatta bulunan Risale-i Nur’dur. Ve onun şahs-ı manevîsi, Hazret-i Hasan radıyallahu anhın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevî veledi hükmündedir diye senin mektubunu ta’dil ettim.

(Emirdağ Lahikası-1)

Talebelerinin Risalelerde Yer Alan İfadeleri[değiştir]

Ona “Kürdî” denilmesi ve Kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali’de (ra) görülen يَا مُدْرِكًا kelimesinin hazf ve kalbiyle “Kürt” îma ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun manevî silsile-i şerafet ve siyadetten tenzil ve teb’idini icab ettirmez. Bu isnad ve izafe, Kürdistan’da doğup büyüyen ve bu lakapla maruf ve meşhur olan bu zatın Risaletü’n-Nur’un tercümanı olduğunu sırf âleme ilan etmek içindir; yoksa Kürtlüğünü ispat etmek için değildir. Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup hakiki hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mana ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum.

(Emirdağ Lahikası-1)


Risale-i Nur’un istikbalde ehemmiyetli bir talebesi olan İhsan Sırrı’nın bir fıkrasıdır

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

Vâkıf-ı esrar-ı Sübhan, Ferîd-i Bedîüzzaman, Es-seyyid Saidü’l-Kürdî Hazretleri huzur-u sâmîsine,

Esselâmü aleyküm ey mürşid-i kâmil!

Kemal-i tazimle hâk-i pâyinize yüzlerimi sürmeme ve mübarek ellerinizi takbil etmeme müsaadenizi yalvarırım. Bendeniz, şu ilticanamemi zat-ı âlînize sunan Saraç Ahmed Efendi fakirinizin oğluyum. Üstad-ı kaderin, ezelde levh-i kazaya çizdiği yazılar hükmüyle mahkûm olmuş, zavallı bir âvâreyim.

Makam-ı Yusuf’ta tali’in cilvelerini takdir-i İlahîye tam bir inkıyad ile seyretmekte iken, babamdan aldığım bir şefkatnamede Zat-ı Mürşidanenizin muhabbet-i manevîlerinin mübeşşiri olan selâmlarınızı tebliğiyle, viran gönlüm şâd ü bünyâd edildi. Şu muzlim ânımı nurlandıran huzur-u manevîniz muvacehesinde satırlarım gibi kapkara yüzümü, seyyiat-ı mazi ile mâlî a’mal-i kabihamın nişanelerini gizlemeye muktedir olamamaktan mütevellid hicabımı setre kudretyâb olamadım.

Yolunu şaşırmış, nur-u hakikati görmekten mahrum mâsivaperestlere Risale-i Nur ile destgîr ve şefî olduğunuzu yıllardan beri bildiğim için kapınıza boynumu uzatarak, hidayet yolcularınız meyanında yer alabilmek emel-i hâlisanesiyle halka-i irşadınıza bütün ruhumla şitab ediyorum. İrşadat-ı âliyenize muhtaç bulunduğumu arz ederken cüretimin nazar-ı affınıza mazhar buyurulmasına yalvarır, kemal-i tazimle mübarek ellerinizi takbil ve tevkir ile kesb-i şeref ü can eylerim, Büyük Mürşidim, Efendim Hazretleri.

Bir gün zalimlere dedirir Hazret-i Mevla,

تَاللّٰهِ “لَقَدْ اٰثَرَكَ اللّٰهُ عَلَيْنَا”

Risale-i Nur şakirdlerinden İhsan Sırrı

(Barla Lahikası)


Risale-i Nur ve Tercümanı Hakkında Bir Takrizname

Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvi ve bir kemal-i nâmütenahî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nâil olmadığı bir şekilde meşale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’an’ın füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan onun esası, nur-u mahz-ı Kur’an olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envar-ı Muhammedîyi (asm) hâmil bulunduğu ve Zat-ı Pâk-i Risalet’in ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevî zatın mazhariyeti ve kemalâtı ise o nisbette âlî ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikâr bir hakikattir.

Envar-ı Muhammediyeyi (asm) ve maarif-i Ahmediyeyi (asm) ve füyuzat-ı şem’-i İlahîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’anî ve hadîsî olan işarat-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabat-ı Nebeviyeyi (asm) ifade eden âyât-ı celilenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle, o zat hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir’at-ı mücellası ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin irsiyet noktasında son dehan-ı hakikati ve şem’-i İlahînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaadeti olduğuna şüphe yoktur.

Üçüncü Medrese-i Yusufiyenin El-Hüccetü’z-Zehra ve Zühretü’n-Nur olan tek dersini dinleyen Nur şakirdleri namına

Ahmed Feyzi, Ahmed Nazif, Salahaddin, Zübeyr, Ceylan, Sungur, Tabancalı

Benim hissemi haddimden yüz derece ziyade vermeleriyle beraber, bu imza sahiplerinin hatırlarını kırmaya cesaret edemedim. Sükût ederek o medhi Risale-i Nur şakirdlerinin şahs-ı manevîsi namına kabul ettim.

Said Nursî

(Şualar, 15. Şua)


Üstadımın hutbesi olan Risale-i Nur, bu zamanın bir mehdisi ve müceddididir.

...

Kuleönü’nde Sofuoğlu

Talebeniz Mustafa Hulusi (rh)

(Barla Lahikası)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]