Risale:Hababın Zeyli (Mesnevi Badıllı)
Önceki Risale: Habab ← Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) → Habbe: Sonraki Risale
ZEYL-ÜL HABAB[değiştir]
Her kim, kendini Allah'a verirse, Allah için olursa, her şey onun olmuş olur. Eğer kendisini ona vermezse, her şey onun aleyhinde olur. Kendini Allah'a vermek demek ise, her şeyi O'na bırakmaktır. Hem de her şey O'nun olduğuna ve O'ndan geldiğine ve O'na döneceğine kat'î iz'an etmektir.
Bediüzzaman
Said-i Nursi
İfade-i meram[değiştir]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
Ey benim şu sekiz tane Arabî risalelerime nazar eden zevat! Biliniz ki, yazdığım şu eserleri, evvelâ ve yalnız kendi nefsim için yazmıştım.
O sekiz risaleler bunlardır: Katre ve Zeyli, Zerre, Şemme, Habbe ve Zeyli, Habab ve Zeyli ve onlara iltihak etmiş Nokta ve Şuaat ve Lemaat ve sairedir. -Müellif-
Sonra düşündüm; Bu nimete bir şükür lâzımdır. Onun şükrü ise, bunları neşretmektir.. Ola ki, bazı insanlar, onlardan menfaat göreler. Sonra tekraren bu risaleleri gözden geçirdim. İçlerinde bir sırrın varlığını hissettim. Epey zaman düşündüm, izharında tereddüd ettim. Fakat şimdi o sırrı izhar etmeye kalbimde bir saik hissediyorum. İşte o sır budur: Görüyorum ki, o risalelerin mes'eleleri arş-ı Rahman olan âyât-ı Furkaniye'den tedelli etmiş nuranî zenbil ve asansörlere çıkmaya birer vesile ve merdivenlerdir.
Evet, o risalelerin zurufundaki mesailden hiçbir mes'ele yoktur ki, Furkan-ı Hakîm'in bir âyetinin kadem-i manevîsine başı temas etmesin. Her ne kadar o risalelerdeki meseleler, hîn-i tahsilde bana şuhudî ve hadsî ve zevkî bir tarzda hasıl olmuşlarsa da, fakat zevil-ebsar olan bir kısım ehl-i hakikatın gözlerini oralarda kapadıkları olan cünun sahrasına, aklımın refakatı beraber olduğu halde, gözlerim açık olarak dâhil olduğum için; aklım, kendi âdet-i daimesi üzere kalbimin gördüklerini kendi mikyasları içinde sarıyor ve ölçüleriyle ölçüyor ve bürhanlarına yapışıyordu. İşte bu cihetten bu risalelerin bütün mesaili âdeta bürhanî istidlaliyat hükmündedirler. Öyle ise, fikir ve ilim cihetinden dalâlete düşenlerin, onlardan istifade ederek efkâr-ı felsefiyenin ayak kaydırmasından kendini kurtarmaları mümkündür. Hattâ belki yine mümkündür ki; bu risaleleri tehzib, tanzim ve izah ile, bu zamanın fikrî dalâletlerinin reddi için, en kuvvetli ve resanetli yeni bir akaid-i imaniye ve taze bir ilm-i Kelâm kitabını onlardan istihrac etsin. Belki yine mümkündür ki, aklı kalbiyle ihtilat etmiş, yahut kalbi, afak-ı kesrette teşettüt edip dağılmış olan aklına iltihak etmiş olanlar için, bu risalelerden, Kur'an-ı Kerim'in taht-ı irşadında demiryolu gibi sağlam, emin bir yol istinbat edip onda yürüsün.
Öyle mi? Evet!.. Çünkü, şu risalelerimde olan bütün mehasin ve kemalât, yalnız Kur'anın feyzinden mülhemdirler. Velillahilhamd, bu yolda Kur'an-ı Hakîm, bana tam bir mürşid ve bir üstad olmuştur. Evet kim ki, Kur'ana (hâlisane ve sâdıkane) temessük ederse, en sağlam ve en kopmaz bir zincire yapışmış olur.
Said-i Nursî
ZEYL-ÜL HABAB
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي تَقَدَّسَتْ عَنِ الْاَشْبَاهِ ذَاتُهُ وَتَنَزَّهَتْ عَنْ مُشَابَهَةِ الْاَمْثَالِ صِفَاتُهُ ر اَلْخَلَّا قُ الَّذِي ذَاكَ الْعَالَمُ الْكَبِيرُ اِبْدَاعُهُ وَهٰذَا الْعَالَمُ الصَّغِيرُ ـ(اَيْ اْلاِنْسَانُـ) اِيجَادُهُ وَ ذَا اِنْشَاءُهُ وَهٰذَا بِنَاءُهُ وَذَا صَنْعَتُهُ وَهٰذَا صِبْغَتُهُ وَذَا نَقْشُهُ وَهٰذَا زِينَتُهُ وَذَا رَحْمَتُهُ وَهٰذَا نِعْمَتُهُ. وَذَا قُدْرَتُهُ وَهٰذَا حِكْمَتُهُ وَذَا عَظَمَتُهُ وَهٰذَا رُبُوبِيَّتُهُ وَذَا مَخْلُوقُهُ وَهٰذَا مَصْنُوعُهُ وَذَا مُلْكُهُ وَهٰذَا مَمْلُوكُهُ وَذَا مَسْجِدُهُ وَهٰذَا عَبْدُهُ وَعَلَي جَوَانِبِهِمَ بَلْ عَلَي كُلِّ جُزْءٍ مَنْهُمَ سِكَّتُهُ النَّاطِقَةُ بِاَنَّ الْكُلَّ مَالُهُ ٭
اَللّٰهُمَّ يَا قَيُّومَ الْاَرْضِ وَ السَّمَاءِ اِنَّا نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَمَلٰئِكَتِكَ بِشَهَادَةِ جَمِيعِ اَنْبِيَاءِكَ وَاَوْلِيَاءِكَ وَاٰيَاتِكَ وَ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَجَمِيعِ خَلْقِكَ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ وَ نَسْتَغْفِرُكَ وَ نَتُوبُ اِلَيْكَ وَ نَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُكَ وَ رَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَ سَلِّمْ عَلَيْهِ كَمَ يُنَاسِبُ حُرْمَتَهُ وَ كَمَا يَلِيقُ بِرَحْمَتِكَ وَ عَلَي آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
1. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; Cenab-ı Allah'ın sana in'am etmiş olduğu bu vücud ve tevabii; ancak ondan istifaden için sana mübah kıldığı bir ni'mettir. Yoksa bütün bütün temlik edip de, üstüne tapulamış değildir. Öyle ise sana i'ta edilen ni'metlerde, a'ta edenin rızası dairesinde tasarruf etmen gerek! Yoksa, senin nefsinin razı olduğu tarzda değil. Nasıl ki bir adam, birisini evine misafir etse, elbette ev sahibinin izni ve rızası olmadan, o misafir ev eşyasında ve tena'umunda tasarruf edip israf edemez, dökemez.
2. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey haşr-i azamı istiğrab edip akıldan uzak gören adam! Bil ki; iki elinin ortasında; yani, kendi vücudunda ve gözlerin önünde cereyan eden hesapsız enva-i haşir ve neşir ve hususi kıyametlere bakmıyor musun? Hem her sene zarfında, hadsiz kıyametleri gördüğün ve hattâ meyveli ve çiçekli olan her bir ağaçta onu müşahede ettiğin halde, nasıl olur da sen kıyamet-i kübrayı akıldan uzak görüyorsun?
Eğer bu mes'elede şuhudî bir yakîn istersen; aklını beraber alıp bahar ve yaz âhirinde, meselâ bir Dut ve Zerdali ağacının altına git! Bak nasıl şu hayattar, tatlı meyveler ve o taze, latif ve nazif mahluklar, adeta geçmiş senedeki ölmüş meyvelerin aynısı olarak haşr ü neşr olmaktadırlar. Dikkatle bak ki, senin yüzüne tebessüm eden şu ağacın başındaki menşur ve mensur (neşredilmiş ve saçılmış) meyveler ve semereler, ancak geçmiş senelerinkinin kardeşi veya arkadaşıdırlar. Hem bak, bunlar onlara o kadar benziyorlar ki, âdeta sanki bunlar onlardır. Eğer insan gibi onların da bir vahdet-i ruhiyeleri olsa idi, bunlar onlar olurdu. Yani âdeta benzerleri değil, aynileri olurdu.
Hem sonra, bu ağacın vaziyetinde teemmül et ki, kuruluğuyla, cumudiyetiyle, hakaretiyle ve küçüklüğüyle beraber, hayat mecralarının darlığı ve çiçek ve semerelerinin erzak yollarının karışıklığı içinde, nasıl tek başıyla o ağaç bir acib âlem kesilip ehl-i dikkat ve tedkike,
hakikatını tasvir etmektedir. Evet, kuru bir ağaçtan, şu latif masnuatı icad edip neşreden bir kudret, elhak kâinatta ve daire-i imkânda hiçbir şey ona ağır gelmez,âmennâ.
3. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki, Kur'anın her bir suresi, Kur'anın umumuna dağılmış olan hakaikın bir mücmelini ve sair surelerdeki ehemmiyetli makasıd ve kıssaları tazammun etmesinin bir hikmeti şudur: Tâ ki, Kur'andan yalnız bir sureyi okuyabilen veyahut yalnız kısa bir surenin kıraeti kendisine müyesser olmuş olanlar, Tenzil'in hitabından ona dahi düşen hisseden mahrum kalmasın. Çünkü cemaat-i mükellifîn içinde ümmî ve gabiler vardır. İşte bu lem'a-i i'cazdandır ki, bir tek sure-i Kur'aniye, onu okuyabilen için tamam bir Kur'an mündemiç oluyor.
4. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki, kesret içinde tasarruf eden bir vâhid, kesretin ayrı ayrı tabakalarına girip karışarak, bizzat mübaşeret etmesi lâzım gelmez. Hususan o Mutasarrıf-ı Vâhid'in mahiyeti, tasarruf ettiği şeylerin mahiyetlerinden mübayin olsa, hele bilhassa kesretin hilafına olarak, maddeden mücerred olup mümkinattan olmazsa...
Evet kesîr içinde iş gören, askerî neferat içinde ihtilatsız, mualecesiz emir ve irade ile iş gören bir kumandan gibidir. Fakat eğer kumandanlık vazifeleri ve fiilleri, başıboş neferata havale edilse, o zaman bizzat mübaşeret ve mualecet lâzım gelir. Yahut da bütün neferlerin neferlik mahiyetleri, kumandanlık mahiyetine inkılab etmesi icab eder.
İşte, Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, kendi nihayet takaddüs, tenezzüh, ulviyet ve azametiyle birlikte ve bizim de ondan nihayetsiz uzaklığımız ve hasisliğimizle beraber, bizde kendi meşiet-i sübhaniyesine göre istediği şekilde tasarruf eder ve etmektedir. Evet Cenab-ı Hak (C.C.) güneş misali gibi bize bizden daha yakın olduğu halde, biz ise ondan nihayetsiz uzağız.
5. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kesretin sonu vahdet olup, ona incirar eder. Evet, Cüz', küllün enmuzeci olmak cihetiyle; ağacın kesreti, bir semerenin vahdetinde toplanmaktadır. Şu halde küll, küllî.. cüz' de cüz'î gibi oluyor. Evet feza-yı vasiada inbisat edip yayılan güneşin ziyası gibi ki, o ziyanın her bir zerresi güneşin temasilinden bir timsalini tazammun etmekle; adeta havada titreşen her bir zerre birer güneşcik gibi iken, (meselâ) güneşin ziyasıyla ittisal peyda ederek, adeta hep ziya kesilmişler.
Öyle de:
وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي
ezelî olan bir Nur-ul Envar olan zatın esmasının tecellisi de öyledir ki; esmaullahın her birisinin tecellisi temsildeki gibi iki vechile görünüyorlar. Yani biri küll, diğeri küllî...
6. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey dünya ile mutmain olup sükûnetli oturan arkadaş, bil ki! Senin meselin şöyle bir adama benzer ki; O adam yüksek bir saraydan sukut edip aşağıya yuvarlanırken, o saray dahi dehşetli bir sel içine düşüp yuvarlanmakta.. o sel ise, gayet yüksek bir dağın başından kopup gelmekte.. o dağ dahi müdhiş bir zelzele ile yerin derinliklerine doğru yuvarlanıp gitmektedir.
Evet kasr-ı hayat, inhidama başlamış. Ömür kuşu da,(Tayyaresi de) şimşek gibi geçmekte olup, seni kabir yuvasında nerede ise hemen hemen yumurtlamak üzeredir. Zamanın seli dahi, o derece sür'atle dolaplarını çeviriyor ki, akılları dehşette bırakıyor. Ve küre-i arz sefinesi de, feza-yı gayr-ı mütenahî içinde bulut sür'ati gibi akıp gitmektedir.
İşte, nasıl ki bir adam, sukut etmiş gibi gayet şedid bir sür'atle giden bir şimendiferde iken; o dehşetli yolculuk ortasında ve o sür'at anında, yolun kenarında bulunan parçalayıcı dikenli-mikenli çiçeklere elini uzatıp, o dikenler onun elini parçalarlarsa, elbette o adam, kendi nefsinden başka kimseye levmetmesin. İşte ey arkadaş! Madem ki iş böyledir; sakın olaki, gözlerini ve ellerini dünyanın süs ve fantaziyelerine uzatmayasın. Evet firak elemlerinin dikenleri, mülakât esnasında kalbleri böyle parçalarsa, acaba firak vaktinde nasıl olur, sen kıyas et!
İşte ey kötülükleri emreden nefis! Sen kime ibadet edersen et ve neyi dava edersen, ya da kimi çağırırsan çağır!.. Amma ben ise, ancak beni yoktan var edene ve güneşi, ayı ve dünyayı ve içindeki eşcar ve nebatatı bana musahhar edebilene ibadet ederim. Hem beni kaderin feza-yı muhitinde yüzen ömür tayyaresine bindirene; ve yıldız ve seyyarat arasında uçup deveran eden arzı ve feleğini bana musahhar edene ve arz tüneli içinde hayat dağı altında ebed-ül âbâd yolunda kabir kapısına doğru şimşek-vârî geçen zaman şimendiferine beni bindirene; Hem ben, ancak, tarafeyni dün ve yarının halkalarıyla muttasıl olan bu günün vagonunda, onun izin ve tezkeresiyle oturduğum bir zattan istimdad ederim.
Hem ben, ancak öyle birisini çağırır ve öyle bir zattan istigase ederim ki; zâhirde küre-i arz sefinesini harekete geçiren feleğin çarkını durdurmaya muktedir ola.. ve şems ve kameri birleştirip zamanın hareketini teskin etmeye kadir ola.. ve vücud şahikalarından fena ve zeval derelerinin a'makına yuvarlanan, kararsız olan şu dünyayı
يَوْمَ تُبَدَّلُ الْاَرْضُ غَيْرَ الْاَرْضِ
nın sırrıyla tebdil edip sabit müstakar bir hale getirmeye muktedir ola!.. Çünkü benim her şeyle müteallik âmâl ve makasıdım vardır. Zaman neyin üstünden geçerse ve küre-i arz nerelere uğrayıp, dünya nelerden ayrılırsa, benim emellerim ona yapışarak bâki kalıp gidiyor. Hem semavat ve arzdaki bütün salih ibadın saadetleriyle lezzet ve alâkalarım vardır.
Hem dahi ben, ancak öyle birisine ibadet ederim ki; o benim kalb ve sırrımın en dakik ve en gizli seslerini işittiği ve kalbimin en ince âmâl ve müyulatını ıslah edebildiği gibi, aynı zamanda akıl ve hayalimin temennileri olan nev'-i beşere saadet-i ebediyeyi vermek için, kıyameti koparıp dünyayı âhirete çevirmeye muktedir olsun. Demek ki böylesi bir zat ise, onun kudret eli, hem zerreye hem de güneşe yetişmektedir. Zerre kendi küçüklüğüne güvenerek onun tasarrufundan gizlenemediği gibi, güneş dahi büyüklüğüne bakıp onun kudretine karşı nazlanamaz.
Evet o öyle bir zattır ki, eğer sen onu hakkıyla tanısan, bütün elemlerin lezzetlere inkılab ederler. Ve eğer onun marifeti olmazsa, ulûm evhamı netice verirler. Hikmetler sakmlara dönerler, belki ulûm aynı evham ve hikem aynı eskam olurlar. Evet eğer onun nur-u marifeti olmazsa, vücudlar ağlayıp sana ademleri yağdırırlar.. Nurlar zulümatı, zîhayatlar ölümleri ve lezzetler âlâm ve âsâmı senin üstüne yığarlar. Hem yine o nur olmazsa, bütün sevgililer, belki bütün eşya, birbirine düşman kesilirler. Hem onsuz beka bela olur, Kemal heba olur, ömür heva olur, hayat azab olur, akıl ikab olur ve bütün emeller elemler olarak ağlarlar.
Evet, herkim Allah için olursa, her şey onun olur. Eğer onun olmazsa, her şey onun aleyhinde olur. Onun olmak ve onun için olmak demek ise, her şeyi ona vermek ve her şey onun malı olduğuna iz'an etmek demektir.
Hem odur ki; seni hacetlerden müteşekkil mütedahil daireler ihata etmiş bir surette yaratmış. Hem seni o devair-i ihtiyacatın en küçüğü içinde techiz etmiştir ki, o dairenin nısf-ı kutru, iktidar ve ihtiyar ile -ancak elinin ulaşabildiği kadardır. Geri kalan ihtiyaç daireleri ise, bazıları ezel ve ebedin, arş ve ferşin arası kadar geniştir. Ve onlara ulaşmak için de seni yalnız dua ile techiz etmiştir.
Evet Kur'an'da
قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ
fermanı (Yani duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var.) bu sırra işaret etmektedir. Evet çocuk, elinin ulaşamadığı şeyler için valideynini çağırdığı gibi, bir kul dahi âciz kaldığı ve elinin ulaşamadığı şeyler için, Rabbisini çağırır ve çağırmalıdır.
7. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Her şeyin kemal-i san'at ve ittikan üzere olması ancak sırr-ı vahdettendir. Eğer tevzi'siz, tecezzisiz ve müzahametsiz olan bir vahdetin sırrı olmasa idi, o zaman masnuat, san'at ve itkandan mahrum kalıp karmakarışık olurdu. Evet nasıl ki güneşin vahdet-i vücuduyla beraber, ziya-yı tecellisinin temas ettiği şeffaf zerrelerden tâ deniz yüzüne kadar her şeyi bir nevi daire-i tasarrufuna aldığı halde, hiçbir şey onu meşgul edip şey'-i âhere ziya ve hararet vermekten ve onda temessül edip görünmekten şaşırtıp da men' edemiyor. İşte şu miskin, mümkin mukayyed, mahdud, camid ve meyyit olan güneş ki, Cenab-ı Hakk'ın ism-i Nur'unun şu'lelerinden tek bir şu'lesinin tecellisiyle parlayan bir katrecik iken, şu sır onda müşahede edilirse; Acaba Şems-i Ezel, Sultan-ı Ebed, Kayyum-u Sermed, Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad, Hayy-ı Kadir ve Samed (C.C.) olsa, nasıl olur kıyas edebilirsen et!
Evet وَ لِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي nasıl ki güneşin muhit olan ziyasının vahdeti vâhidiyete işaret ediyor. Öyle de; onun tecellisiyle o muhit olan ziyanın her bir cüz'ünde ve bütün zerrelerde güneşin hasiyetleriyle beraber vücudu temessül etmesi, ehadiyete remzeder. Feteemmel!
8. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Ehadiyet-i İlahiyenin en sâdık şahidi ve birincisi; sırr-ı vahdettir. Evet senin gözünün bir hüceyresinin zerrelerinden tut, tâ mecmu-u âlemdeki birliğe kadar her şeyde bir vahdet vardır.
İkinci şahid: Her şeyde mevcud olan itkan-ı ekmeldir. Evet her şeyin kabiliyetinin liyakatına göre, onda kazanın kalemi ve kaderin kalıbıyla yazılan ve dökülen itkan hakikatıdır.
Üçüncüsü: Her şeyin inşa ve icadında bir sühulet-i mutlakanın bulunmasıdır. O ise, bunları yapan ve icad eden Saniin vücudu, masnuatın vücudlarının cinsinden olmadığına delâlet eder. Belki Sâni-i Mevcudat'ın vücudu, masnuatın vücudundan hadsiz ve nihayetsiz derece daha sabit ve daha rasih olması lâzımdır.
9. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey insan bil ki, arzın size bahşettiği ve sattığı metaı ve elinde bulunan son derece ucuz olan mal; eğer onun kendi malı yahut imkânî sebeblerin nesci olmuş olsa idi; -siz insanlar, umum ruy-i zemindeki ağaç ve tarlalarının elleriyle elde ettiğiniz mahsulât için sarfeylediğiniz bütün imkânlarınızı da kullansa idiniz- yine belki bir tek narı satın alamıyacaktınız. Çünkü (meselâ) narın her bir habbesinde, onun Sanii ona nihayet özendiği ve gayet tezyin ile ihtimam ve ittikan verdiği ve tam bir şuur ve hakîmane bir maharetle o habbâtı, o narda dizip cem'ettiği ve müşterilerin enzarını celbetmek için renk, tad ve kokunun letaifleriyle techiz ettiği görünmektedir.
İşte eğer o nar, kendisinin kudretine nisbeten bir habbe ile bir bahçe ve tek bir ferd ile bütün bir nev' ve zerre ile şems müsavi olan ve onun sun' ve icadında hiçbir külfet, mualecet ve mübaşereti olmayan bir Saniin masnuu olmazsa; hiç şüphesiz ve pek aşikâr ve bil-hads'il-kat'î, bu derece ucuz, mebzul ve gayet san'atkârâne ve mahirane ve hikmetdârane bir tarzda olamazdı. Şayet bunun aksiyle olmuş olsaydı; şu san'atkârane yapılmış olan üzüm ve nar habbelerinin zâhir nazarda, bazı haşarat ve hayvanatın muvakkat zevklerinin ve cüz'î heveslerinin tatmini için olurdu ki, onların sanii hâşâ sümme hâşâ şuursuz, hissiz, ilimsiz, ihtiyarsız ve kemalsiz olması lâzım gelirdi. Tâ ki, bu meyveler bu derece ucuz, kıymetsiz ve mebzul olsunlar. Halbuki şuurkârane, itkanperverane, hakîmane ve muhtarane olan şu san'atlar, bu bâtıl faraziyeyi en şiddetli bir şekilde tekzib edip reddederler. Öyle ise ikinci şık olarak, o Sani-i Zülkemal, Kadir, Mürid, Alim, Hakîm bir Vâcib-ül Vücud'dur. Ve her şeyin melekûtu elinde olup, ona nisbeten
اِنَّمَا اَمْرُهُ اِذَا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
dir.
Hem her bir masnuda, insan ve hayvanatın istihlâklerine bakan cüz'î faidelerinden başka, onun saniine bakan pek çok hikmetler ve gayeleri vardır ki; o saniin tecelliyat-ı esmasına ve şuunat-ı rububiyeti içindeki faaliyetinin esrarına aittir.
Evet hiç mümkün müdür ki, şu feyz-i umumînin menşei kör bir kuvvet olsun da, şu semereler sel gibi ondan akıp gelmiş olsunlar ve sonra tesadüf ve ittifakiyatın elleri onlarla oynayabilsin ve mel'abegâhı olsun? (Hâşâ sümme haşa mümkün değildir.)
Evet, o masnulardaki şu hakîmane ve intizamkârane ve şuurdarane itkanlı hususiyetler, kat'î ve yakinî bir surette kör tesadüfün ve sağır ittifakiyetin ellerini onlara karışmaktan red ve tardederler. Öyle ise, bizzarure nev'en ve kemiyeten şu meydandaki mebzul ucuzluk ve kolaylık ve ferden ve şahsiyeten ve keyfiyeten bu ittikan ve iktisad ise, Cevad-ı Mutlak ve Hakîm-i Mutlak ve Kadir-i Mutlak (C.C.) ve amme nevalühû ve şemele ihsanühû'den gelen bir cûd-u mutlaka şehadet ederler.
İşte takdis ederiz o zatı ki; nihayet cûd-u mutlakını, nihayet muktesidane hikmet ile cem'eder. Ve gayr-ı mahdud feyz-i mutlakını, bir nizam-ı tammın ve hassas bir terazinin ve âdil bir adalet-i hassasenin zurufunda derceder. Evet, bu üç hakikat, kâinatta o derece hükümfermadırlar ki; koca fil gibi büyük mahlukları, zerre gibi ısırıcı küçük bir sineğin kocaman vücudunun bir zerresini ısırmasına karşı müdafaaya mecbur eder. Ve hem kemal-i tekebbüründen başını semavatın ketfine vuran insanoğlu, bir sivrisineğin süngücüğüyle ona dokunması vaktinde kalaka düşüp, onunla mukatelede zaif düşerek
ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ
sırrı zâhir olur.
Hem büyük bir deniz ortasında kırık bir tahta parçası üstünde kalan bir çocuğun münkesir kalbinden gelen gizli bir duasının hatırı için, denizin gazabını durdurup, fırtınaların gayzını susturup, soğuğun hiddetini teskin edebilir. Evet O'dur ki,
اَمَّنْ يُجِيبُ الْمُضْطَرَّ اِذَا دَعَاهُ
sırrıyla kalb ve sırrın en gizli sesini işitip cevab verir ve şems ve kamerin harekâtına hükmü geçer.
جَلَّ سُلْطَانُهُ
10. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey sebeblere mübtela olmuş insan! Bil ki; sebebi halketmek ve onun sebebiyetini müsebbebin levazımatıyla takdir ve techiz etmek ise; ona nisbeten zerrelerle güneşler müsavi olan bir Kadir-i Zülcelaldır ki, onun yanında كُنْ emriyle müsebbebi halk ve icad etmekten daha kolay, üstün, ekmel ve a'lâ değildir.
11. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ يَا قَلْبِي Ey kalbim bil ki; şu zâhirde görünen dünyalar dolusu idam elemleri ise, ancak bir teceddüd-ü emsaldir. Öyle ise, imanlı zatlar için firak içinde zevalin elemini duymadan, teceddüd ve tazelenmek lezzeti vardır. Madem öyledir. Hakikî imanı elde etmeye çalış! Tâ emn ü eman bulasın. Teslim ol ki selâmette kalasın.
12. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; câhiliyet devrinin menhus bir yadigârı olan unsuriyetperverlik taassubunun izahı ve içyüzü şöyledir ki: Birbirine tesanüd ile katılaşan bir gaflet ve birbiriyle yardımlaşarak cevablaşan bir riya ve bir zulümden ibarettir ki; unsuriyet ve milliyeti ona mabud haline getirmiştir. El'iyazü billah.
Amma hamiyet-i İslâmiye ise, imanın ziyasından in'ikas edip parıldayan bir nurdur.
13. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey mülhidlerle ve müteşekkiklerle ve Avrupa'lı zındıkların mukallidleriyle münazara ile iştigal eden biçare adam, bil ki; sen büyük bir tehlike ile karşı karşıyasın. Çünkü eğer nefsin tezkiye edilmemişse, sen farkına varmadan, senin nefsin hasımlarının fikirlerine gizli olarak yavaş yavaş iltihak etme tehlikesi vardır. Hem Türkçede (bîtarafane muhakeme) denilen güya, insaf namına olan münazara ise, nefsi emmare olan kimseler için en tehlikelidir. Çünkü, o münsif, kendini hasmının yerinde tekrar be-tekrar farz ede ede, onun zihninde bir hasm-ı hayalî yerleşir. Ve o hayalî hasımdan onun dimağında bir lümme-i tenkid tevellüd ederek dâhilde onun hasmının vekili olur. İşte o zaman şeytan da gelir, o lümme içinde yuvasını kurar, oturur.
Lâkin eğer niyetin halis ise, me'yus olma ve böyle bir hali kendinde hisseder etmez, hemen cihadın (silah) dizginini en büyük dâhilî düşmanın olan nefsine çevir ve çok tazarru ve istiğfarlarda bulun.
14. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Azîm bir padişaha ait acib bir sarayın binasında çalışan ve o sarayın nakışlarını tersim işlerinde istihdam edilen camid âletleri ve hayvanatı ve cahil, âmi ameleleri gören herkes bilir ki; bunlar kendileri namına değil, belki onları istihdam edenin hesabına çalışıyorlar da, o padişah onları pek yüksek ve çok geniş maksadları; ve gayet ince ve nazik garazları için çalıştırıyor.
İşte acaba o maksad ve garazların idrakinden havass-ı ülemanın fikirleri dahi kasır kaldığı halde, nasıl olur o cahil avam ve şuursuz hayvanat ve camid kalem ve fırçalar, o maksadları müdrikâne takib edip kendileri namına çalışabilsinler.
Aynen bu temsil gibi; her kim, gül ve çiçeklerin cilvelerine ve onların zîhayatlar enzarında kendilerini sevdirmelerindeki vaziyetlerine im'an-ı nazar ederse, elbette yakîn hasıl edecektir k; bu gül ve çiçekler, bir Hakîm-i Kerim tarafından hizmetle muvazzaftırlar; ve o Kerim'in izniyle onun arz misafirhanesine gelip konan misafirlerine kendilerini sevdirmekle vazifedardırlar. Kezalik hayvanat dahi öyledir.
Evet çiçeğin hissi, hayvanın şuuru nerede?.. ve çiçeklerin şu cilve-endaz etvarındaki tezyinatında ve keza hayvanatın menfaatdar etvarında tevdi edilmiş hikmetin gayat-ı nukuşunu ve kerem ve ikramın letaif-i mehasinini derketmek nerede?!.
Öyle ise şu haller, ancak bir Rabb-i Kerim'in taarrüf ve teveddüd ve tahabbübünü kendi ibadına ve misafirlerine bildirmesi ve tanıttırması içindir. (Celle celâlühü ve amme nevalühû ve şemele ihsanühû)
15. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمَشْؤُمَة Bil ey meş'um nefis! Sen muhtelif olan umum mertebelerin bütün levazımatını birden her bir mertebede; ve bütün havass-ı insaniyenin umum hacetlerini her bir hissin haceti içinde; ve bütün letaifin ezvakını her bir latifenin derece-i zevkinde; ve bütün esma-i hüsnanın şualarını her bir ismin tecellisinde; ve müessirin bütün azametini her bir eserin ve masnu'un arkasında; ve mana-yı haricînin bütün hasiyetlerini, gölgevî olan her bir medlûlde, belki her bir delâlet edende arayıp taleb ediyorsun. (Bu ise helaket ve dalâlet yoludur.)
Ey nefis! Her şeyin liyakatı nisbetinde ve vüs'ati miktarınca onun malını ondan taleb et ki, evham seni havalandırmasın.
16. Parça[değiştir]
وَاِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; sen nefsini, azamet ve kibir davasında mağrur gördüğün zaman; kendinden büyük olan azam-ı mahlukata, meselâ semavat ve ecramına bakman lazımdır.. Ve şayet nefis, senden küçük olan hevam ve haşarata bakıp da ehemmiyetsiz addetmeye yeltenirse; o zaman sen, kendi cesedinin hüceyrelerine bak ve nazarınla beraber o hüceyre-i insaniyenden birisinin içine gir, sonra onu dikkatle temaşa et!. Tâ ki meselâ bir pire ve onun mâfevkindekiler senden ne kadar büyük olduğunu göresin.. Ve tâ ki vücudunda olan hikmet, rahmet ve nimetin ve ittikan-ı san'atın kıymet ve ehemmiyeti senin gözünden düşmesin.
Hem eğer nefis, nimetlerde sana mümasil olan gayr-ı mahdud ve nâmütenahî sair mahlukatı göstererek, nimetin mebzuliyetinden dolayı kıymetsizliğini telkin ederse; o zaman sen kendi ihtiyaçlarına ve (o nimetleri celbetmekteki) acz-i nefsine; ve ni'metin hikmetine bakman gerektir. Tâ ki nefis, sana verilmiş olan nimetleri senin yanında kıymetsizlikle addettirmesin.
Evet, acaba umum hayvanlarda dahi bulunan göz nimetine karşı, senin göze olan ihtiyacını tahfif ediyor mu? Veyahut bir ni'metin umuma şamil olmasıyla, o nimetteki kasd-ı Rabbanîyi noksanlaştırır mı? Hâşâ ve kellâ! Belki herkeste bulunan bir nimete karşı, senin ona ihtiyacını daha da çok şiddetlendirir. Ve umum mahlukata şamil bir nimette, kasdın eserini daha çok ziyadeleştirir.
17. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki; umum zîhayatlarda mevcud olan hayatın hadsiz hesabsız gayeleri vardır ki, ancak birisi o zîhayata ait olabilir. Fakat Zat-ı Muhyi'ye (C.C.) ait gayeler ise, onun nihayetsiz malikiyeti miktarıncadır. Öyle ise, büyüğün küçüğe karşı tekebbür etmeye hakkı olmadığı gibi, hiçbir hâdisede de abesiyet vaki'de yoktur ve bulunmaz. Olsa olsa, bütün eşya ancak onun menfaatleri ve hevesatı için halkedilmiştir diye zu'meden beşerin gururlu nefsi yanında, ve kendisine bakan gayeden başka hiçbir gayeler olmadığını sanan, onun safsatasında olabilir.
Evet, yeryüzünde tefriş edilmiş olan şu ziyafet-i amme, beşerin sırr-ı hilafeti sebebiyle ve keramete liyakatını istihsal etmek şartıyla ona bir ikramdır. Yoksa yalnız onun menfaati veya sadece istifadesi için değildir.
18. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ Ey kardeş, bil ki; eğer şeytan-ı müvesvis, (vesvese suretinde) sana dese ki: Sen nesin, sen ancak hadsiz hayvanattan bir hayvansın. Karınca da bir kardeşin, arı da bir kızkardeşindir. Öyle ise sen nerede? Ve
يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
وَالْاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاةٌ بِيَمِينِهِ
hükmünün sahibi olan bir Zat-ı Zülcelal nerede?
O zaman sen ona de ki: Benim nihayetsiz aczim ve fakrım ve zilletim ve benim bunları kendimde izan ile hissedip bilmekliğim; Zat-ı Zülcelal'in sonsuz kudretini, gınasını ve izzetini gösteren bir ayine hükmünü alır.Ve işte bu sırdır ki; beni, kardaşlarım olan sair hayvanatın mertebesinden yükselttirip terakki ettiriyor. Hem de o Zat-ı Zülcelal'in kemal-i azamet ve ihata-i kudretinin levazımı da odur ki; benim dua ve niyazlarımı işitsin ve hacetlerimi görsün; Ve hem semavat ve arzın tedbirini görmesi, benim hakîr işlerimin tedbirini görmekten onu meşgul etmesin.
Amma insan-ı mümkinin, (rütbeten) büyüklüğünün derecesine göre cüz'î ve hasis işlerle iştigalden uzak kalmaklığı ise, onun büyüklüğünden değildir. Belki âcizliğinden ve noksaniyetinden ve zaifliğinden neş'et ediyor.
Görmez misin ki, bütün kabarcıkların, belki bütün damlacıkların -katrelerden olsun, cam parçalarından olsun- hepsi güneşin timsalini almakta müsâvi ve beraberdirler. Eğer onlar konuşabilseydiler, hepsi ayrı ayrı diyeceklerdi ki: "Güneş benimdir ve benim yanımdadır ve benim içimdedir ve benimle beraberdir." Hem o zerrelerin güneşle münasebet kurmalarında, ne seyyaratın gözleri, ne denizlerin geniş yüzleri ve ne de güneşin azameti onlara bir müzahamet vermiyor. Evet, Cenab-ı Hak ile bizim aramızda olan münasebetsizlikle beraber -bizim kendi gayr-ı mütenahî olan fakrımızı ve hakaretimizi bilmemiz nisbetinde- onun yakınlığı ve münasebeti daha çok ziyadeleşir.
Şimdi bak ki, aczine ve fakrına nihayet olmayan bir insan ile; onun gınasına, kudretine ve izzetine ve azametine had ve nihayet olmayan bir Zat-ı Zülcelal arasında olan münasebet ne kadar eltaf bir münasebettir. İşte tesbih ederiz o zatı ki, nihayet azamet içinde nihayet lütfu ve gayet ceberut içinde nihayet re'feti dercetmiştir. Hem nihayet kurbu, gayetsiz bu'dla cem'etmiştir.. Ve zerrelerle güneşler mabeyninde bir uhuvvet bırakmış ve böylece kudretini cem'-i ezdad ile izhar etmiştir.
Evet, bak gör ki, nasıl yer ve göklerin haşmetli tedbirleri onu hevam ve haşaratın nâzik ve nazenin tedbirlerinden meşgul etmiyor. Hem berr ve bahrin azametli tedbiri, onu en küçük arı ve kuşçukların icadından ve denizlerin derinliklerindeki küçücük balıkların ihyasından alıkoymuyor. Hem berrin şiddetli fırtına ve tipileri ve bahrin hiddet ve gazabı o zatı; denizin kesafetli derin suları altında ve dehşetli dalgalarının karanlığı ortasında ve azametli zelzeleleri içinde ve gecenin zulmeti ve bulutun karanlığı tahtında; en gizli ve en hafî mekânda mütevekkilane duran, en hafî ve en zaif ve en âciz ve en küçük bir hayvanı kemal-i lütuf ve ihsan ile terbiye edip rızkını vermekten bir zahmet görmüyor. Demek, denizin gazabı arasında ve onun ekşi, heybetli, a'bûs çehresi arkasında rahmet-ı Rahman tebessüm etmektedir. Çünkü bak şu koca deniz, kendi vüs'atli nağmeleri diliyle
يَاعَظِيمُ يَا جَلِيلُ يَا كَبِيرُ يَا اَللّٰهُ سُبْحَانَكَ مَا اَعْظَمَ كِبْرِيَاءَكَ
diye yaptığı nidasına karşılık; o küçücük hayvan dahi kendi hafî terennümatıyla
يَالَطِيفُ يَاكَرِيمُ يَارَزَّاقُ يَارَحِيمُ يَا اَللّٰهُ سُبْحَانَكَ مَا اَلْطَفَ اِحْسَانَكَ
deyip mukabele ediyor. İşte şu her iki zikrin ittihadında ve şu her iki tesbihin imtizacında Vâhid-i Ehad ve Samed'e karşı latif bir haşmet ve muhteşem bir letafet ve yüksek bir ubudiyet hasıl oluyor. (Celle celalühû ve amme nevalühû.)
19. Parça[değiştir]
اِعْلَمْ İ'LEM: Ey kardeş bil ki, ulûm-u imaniyeden sonra, en ehemmiyetli ve en elzem şey, yalnız ve yalnız amel-i salihtir. Çünkü Kur'an-ı Hakîm, aleddevam
اَلَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
diyor. Evet şu kısa ömür, onun için en ehemm olan şeye ancak kifayet edebilir. (Başka şeyler için sermayesi yoktur.)
Amma ecnebilerden alınan ulûm-u kevniye ise, zaruret için ve ihtiyacat için ve san'atlar için ve beşerin istirahatı için olanlardan gayrı, hepsi zararlıdır, muzırdır.
اَللّٰهُمَّ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ اِرْحَمْ اُمَّةَ مُحَمَّدٍ عَلَيْهِ الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ وَ نَوِّرْ قُلُوبَ اُمَّةِ مُحَمَّدٍ عَلَيْه الصَّلَاةُ وَ السَّلَامُ بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَ الْقُرْآنِ وَ نَوِّرْ بُرْهَانَ الْقُرْآنِ وَ عَظِّمْ شَرِيعَةَ الْاِسْلَامِ آمِينَ
Önceki Risale: Habab ← Mesnevi-i Nuriye (Badıllı) → Habbe: Sonraki Risale