Hafız Ahmed Zekai

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Yazdırılabilir sürüm artık desteklenmiyor ve görüntü oluşturma hataları olabilir. Lütfen tarayıcı yer işaretlerinizi güncelleyin ve bunun yerine varsayılan tarayıcı yazdırma işlevini kullanın.

Hafız Ahmed Zekai Atabeyli nur talebelerindendi. Küçük Lütfü'den Kur'an dersi alarak hafızlığını bitirdi. Isparta ulu camiinde imam-hatiplik yaptı. Eskişehir hapsinde Üstad ile beraber girmiştir. Gavs-ı Azam'ın 800 sene önce işaret ettiği nur talebelerdendir.[1]

Şahsi Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri: Zeki Zekai, Hafız Zekai

Doğum Yeri ve Tarihi:

Vefat Yeri ve Tarihi: 1960[1]

Kabrinin Yeri: Isparta'da bir mezarlık[1]

Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı[değiştir]

Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri[değiştir]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Bir Nur talebesinin fıkrasıdır

Bugün o yüksek kitabın ikmaline muvaffak oldum. “Mi’rac”ın ikmal ve mütalaasından mütevellid sürur ve saadetimi tariften kalemim düçar-ı acz oluyor. Mütalaadan doğan duygularımı hülâsaten ve bir cümle ile arz edeceğim:

Mi’rac’ın mütalaasında hayatın felaket girdaplarını ve saadet-i ebediyeye giden manevî deryanın selâmet yollarını gösteren kalp dolusu bir nur ve ziya buldum. Evet, her temsilatta ispat edilen pek çok hakikatler ve bugün tahatturu ve tahayyülü bile ruhumuzu doldurup taşırmaya kâfi gelen asr-ı saadet ve hârikalar devri gözümün önünde hayatlandı; fikirden fikre, hayretten hayrete düştüm.

Mi’rac kitabı, felsefe düşkünü muterizlerin felsefesini her zaman için iflas ve sukut ettirmek kuvvetine mâlik bir eserdir. Mi’rac kitabı başlı başına asıllardaki hakikatleri i’zam edilmeden ve bîtarafane bir tefekkürün bile göreceği ve kabul edeceği bir nazarla ispat eden ve kapalı kalmış noktaları ehl-i imana makul ve mantıkî fikirlerle izhar eden bir kitab-ı tarihtir.

Gaflete dalmış ve dalaletin mağlubu ve bir tutam aklıyla kendisine bir mümtaz mevki vermek isteyen feylesoflar, Mi’rac gibi bir şaheser karşısında apoletleri sökülmüş, bütün şöhret ve namı sukuta mahkûm bir kral vaziyetine düşer. O kral ise daimî bir yeise mahkûmdur. Halbuki bunca hakikatler karşısında felsefe zincirleri ve muteriz efkârı birer birer kırılan, davasının ve iddiasının haksız olduğunu anlayan feylesof ise Hâlık-ı A’zam’ın kudret ve azameti huzurunda secde eder ve af diler.

Zekâi

(Barla Lahikası)


Zekâi’nin fıkrasıdır

Namaza dair fazilet ve mükâfat menbaı olan Dördüncü ve Dokuzuncu ve Yirmi Birinci Sözler, ruhumun karanlık köşelerini nâkabil-i tarif bir surette tenvir etmiştir. Kemal-i aşk ve şevkle tetebbu ettiğim bu şaheser, şüphe bulutları içinde vakitlerini bir hiç için zayi edip giden ehl-i gaflete ve gençlik hevesatına esir olup mürur-u zamanla nâdim olarak tarîk-ı hakikati arayanlara bir refik-i hayat olsun.

Zekâi

(Barla Lahikası)


Ey Üstad!

Yirmi Yedinci Söz, Müslümanları sa’y ü gayretin ve bu ulvi dinin hizmetine teşvik ediyor. Bu risale sanki ufukta bir hedef, ehl-i iman için de bir rehber.

Evet bu söz, kalpler içinde bir iştiyak, iştiyak içinde bir nur olmuş. Otuz Üçüncü Mektup ise otuz üç penceresiyle beraber, hakikat mâyesiyle yoğrulmuş bir varlık. Bu kıymetli eser, ulviyet ve kudsiyet içinde, kuvve-i idrakiyesiyle hissiz beşere hassasiyet; ve gaflet perdelerinden hakikati görmeyen nazarlara kuvvet; hakperest ehl-i imana ise ulviyet bahşediyor.

Hadsiz ihtiyaçlara düşen, zahire aldanarak maddiyata saplanan ve kendini lâkaytlık içinde yeise düşüren zavallılar; bu mukaddes eserin kārii olsunlar, anlasınlar ki nereye giderlerse nereye bakarlarsa bir Hâlık-ı A’zam’ın, bir Rahîm-i Rahman’ın dairesinden, hududundan, kanunundan ve idaresinden harice çıkamazlar. Her mevcudiyet, her vakıa, her tahavvülat, her inayet, her iltifat bir Kadîr-i Zülcelal’in yed-i zaptındadır.

Demek oluyor ki en ufak bir zerrede, Sâni’i ilan ettiği cihetle, koca bir kâinatın saltanatının küçük numunesi mevcuddur, denilebilir.

Zekâi

(Barla Lahikası)


Aziz ve büyük Üstadım!

İki üç günlük sa’yimin mahsulünden doğan ve inayet-i Hak’la istinsaha muvaffak olduğum On Yedinci Söz’ü tashih için takdim ediyorum.

Ey yüce Üstadım, On Yedinci Söz ki mefhumu nâmütenahî yükselen hakikatlerdir. Yüzlerce teşekkür… Her söz beşeriyetin müptela olduğu mahfî emrazı gösteriyor ve nurlarıyla teşhis ederek tedavi ediyor. Pek a’lâ, pek rânâ anlıyorum ki benim gibi yaralı, manen zarardîde olmuş bir genç için muhtaç bulunduğum teselliyetkâr şeyler, hep Risale-i Nur’dandır. Kalbime teselli nurlarını serpen Hâlık-ı A’zam’a binlerce şükür…

Zekâi

(Barla Lahikası)


Sözler, yani Risale-i Ahmediye berahinini yazarken, çok defalar kalemimi elimden bırakıp o asr-ı saadetin anlarının tahassürüyle, hicranıyla yandım. Bu hicrandan kalbim ağlamış, gönlüm coşmuş, ruhum vücudumdan ayrılarak uzaklara gitmiş, bana teselli tuhfeleri getirmiş.

Öyle ya, aziz Üstad! Asr-ı saadette değilsek, müştakıyız. Bu bize kâfi. Hazret-i Muhammed aleyhissalâtü vesselâmın bize bıraktığı muazzam bir mu’cizesi bugün elimizde değil mi? O kitap bize, muhtaç ve müştak bulunduğumuz saadeti vaad etmiyor mu? Ona hâlisane sarıldığımız zaman, muhtaç bulunduğumuz zevk-i manevîyi bize vermiyor mu?

Evet aziz Üstadım, bugün elimizde tuttuğumuz, gözümüzle gördüğümüz hakiki insanlara rehber olan o muazzam kitap, o büyük mu’cize ki ben maddiyat içinde dünya cereyanında boğulmak üzere iken, beni onun ulvi sesleri ne güzel teselli etmiş ve bana sarsılmaz bir istinadgâh olmuştur. Hakka nâmütenahî şükürler olsun.

Muhterem Üstad! Bana öyle geliyor ki manevî saadete küşade bulunan ruhum, kıymettar risaleleri okudukça, yazdıkça gitgide bir zevk-i manevî, bir saadet-i ebedî hazırlıklarıyla coşacak. Coşkunluklarımın hayli devam ettiği oluyor.

Üstadım! İşte o zaman dünya, nazarımda bir hiçten ibaret kalıyor. Ebediyete, sonsuz saadet âlemlerine atılmak istiyorum. İşte o dakikalar bu dünyayı bana verseler bu tatlı hülyalarımın bir nebzesini bile vermek istemem. Def’olsun gençlik rüyalarının kâbuslu fırtınaları.

Üstadım, duanıza muhtacım.

Zekâi

(Barla Lahikası)


Fazilet-meab Üstadım!

Nur sabahı olan Risale-i Nur’dan Birinci, İkinci, Üçüncü, Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözleri istinsah ederek bera-yı tashih, taraf-ı âlîlerine takdim ediyorum. Mezkûr Sözler ki kısa oldukları halde mefhumları büyük. Büyük hisler ve ulvi fikir bahşediyor. O Sözler ki her biri ayrı ayrı mecralardan cereyan ederek büyük bir deryaya dökülen berrak ve saf ırmaklar gibi çağlıyorlar. İşte bendeniz, bu çağlayan ırmakların latîf ve ulvi seslerinden hayli derece istifade ediyor ve sonlarında, beşeriyetin başta âcizlerinin ibtila olduğu emraza şifa verici eczalar istihsal ediyorum. Kendisini acı, yoksulluk içerisinde bunalıyor zanneden ve muhayyilesi inkişaf edememiş kimseleri ikaz etmek emelini taşıdığıma emin olunuz.

Aziz Üstadım! Anlıyorum ki kaybolmuş ümitlerimin, hayatımın semasında sönen yıldızlarımın ufûlüne teessüf edip bir fecr-i sabah ararken; bir nur sima, bir nur sabah karşımda parladılar. Allah sizden razı olsun ki kıymetli eserleriniz sayesinde hayatın kıymet ve ehemmiyetini anladım. Bu suretle kalbime bir istinadgâh-ı manevî buldum diye müstağrak-ı sürur oluyorum. Hemen Rabb’im, üstadımızı iki cihanda aziz ve gayelerine vâsıl eylesin, âmin!

Zekâi

(Barla Lahikası)


Ey aziz Üstad!

Vakıâ emr-i âlîleri Sözler’in yazılması hususunda acele edilmemesi idi. Fakat hiç mümkün mü ki karşımda billurî sular akıtan ulu pınarın suyundan kana kana içmek için acele etmeyeyim. Malûm-u âlîleri, bendeniz bu hususta vazifelerde çok geç kaldım. Bu cihetleri vuzuh ile görüp idrak ederken, mümkün mü ki o ulu pınarın billurî sularıyla elimi yüzümü yıkamayayım, kalbimi parlatmak için isti’cal göstermeyeyim.

Cenab-ı Hakk’ın azîm bir lütfu ki temin-i maişetim için çalıştığım zamanlar arasında kıymettar risaleleri yazmak için vakit bulabiliyorum. Bu fırsatları kaçırmak istemediğim içindir ki acele ediyorum. İsti’calimin en büyük sebebi; muhtaç bulunduğum teselliyetkâr nurları, o risalelerde buluyorum. Nasıl ki içerisinde tevakkuf imkânı olmayan tünellerden, harîs kumpanyalar fazla seyr ü sefer etmekle iftihar ederler. Talebeniz de keza, o cihan-kıymet risaleleri ne kadar fazla okur yazarsam o kadar istifade-bahş ve müftehir olacağım.

On Altıncı Mektup’u serâpa okudum. Her türlü mezahim ve meşakkate karşı gösterdiğiniz sabır ve tevekküle meftun oldum. O Sözler’i okudukça bütün mevcudiyetim bir ıssızlık içinde parlayacak zannettim. Tehacüm-ü ızdırap için hep güler yüzlü, güzel yüzlü sabırlar temenni ettim.

Yirmi Üçüncü Söz, derinden gelen bir sayha gibi insaniyete bağıran ve insanlara insanlıklarını ihtar eden ve en âlî makamlara sahip olmak yollarını gösteren ve kārilerini tekâmüle sevk eden ve meşru aşklar doğuran ölmez bir teselli hatırasıdır. Sözü uzatmaya başladım. Yirmi Üçüncü Söz’ü lâyıkıyla takdirden âcizim. Çünkü o, bir teselli ve saadet mâyesidir.

Ahmed Zekâi

(Barla Lahikası)


Ey aziz Üstad!

Bu defa yazmaya muvaffak olduğum üç mevkıftan mürekkeb Otuz İkinci Söz’ü bera-yı tashih takdim ediyorum. İşbu kitabın, nazar-ı âcizîde giran-baha bir hazine olduğunu yazmaya bilmem lüzum var mı? Dünyanın ölçülmek imkânı olmadığını söyleyen zat ve fikr-i beşerin nâmahdud bir arazi olduğunu iddia eden adam ne doğru söylemişler. Bu noktada fikrim, gittikçe inkişaf eden efkârımın ve dar muhayyilemin genişlemesinden mütevellid bir fikirdir. Dünyanın ölçülmez bir boşluk olduğunu ve fikr-i beşerin nâmahdud olduğunu izah maksadına müstenid değildir.

Demek ki her risaleden ruhum ayrı ayrı gıdasını alıyor. Otuz İkinci Söz’ün kalbime ve ruhuma bahşettiği safa-yı sermedî ve câvidanî değil mi ki bu uzun mektubumla mesruriyetimi izhar için sizi taciz etmeme bâdî oluyor. Hülâsa tatlı bir sermestî içinde hayatımdan memnunum. İnşâallah duanız himmetiyle, böyle meşru bir sermestî içinde hayat-ı ebediyeye vâsıl olacağım inşâallah.

Ahmed Zekâi

(Barla Lahikası)


Kıymettar Üstadım!

Tarih-i mektuptan iki gün evvel idi. Yirmi Yedinci Mektup’un Üçüncü Zeylini yazmakla meşguldüm. Hulusi ve Re’fet Bey, Zekâi ve Sabri Efendi gibi kardeşlerimin, Risaletü’n-Nur ve Mektubatü’n-Nur’a karşı gösterdikleri ateşîn muhabbetle, kalbî iştiyaklarını gösteren kalemleri, beni de heyecana düşürmüştü. Bu sırada Bekir Ağa, sizden gelen bir mektupla teşrif etti. Bekir Ağa, mutadının hilafı olarak, pek gülşen yüzlü idi. Mektubu aynı sevinçle, ba’de’t-takbil beraber açtık. Bir varak-pare-i fâzılaneleriyle, Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Sekizinci Kısmı’nın sekiz sahifeden ibaret olan Sekizinci Remzi, üç sekiz tevafukatıyla kendini gösterdi.

(Barla Lahikası)


(Zekâi’nin bir fıkrasıdır.)

Üstadım!

Bir meydan-ı mücadele ve imtihan olan şu dünyanın her köşesinde beşere ders-i ibret olacak bir hâdise, bir numune eksik değil. Her yerde muhtelifü’l-mizaç insanlarda ayrı ayrı temayülat-ı kalbiye bulunuyor. Hâdisat-ı dünyeviye içinde en elîm olan şeyin, meslek-i uhreviye ve diniye perdesi altında vahşet ve hayvaniyet ruhlarıyla karşılaşmak olduğunu tecrübelerim ve müşahedelerim bana öğretiyor.

Evet, ehl-i iman için mûcib-i teessür şeyler, kendisini ıslah-ı hale ircâ etmek üzere, ubudiyetle Hâlık’ına yalvarırken, bir mülhidin uysal bir mahluk gibi sokularak birkaç zaman hileli etvar gösterdikten sonra, ruhunun çirkinliği ile karşısındakine hücum ederek kendine onu benzetmek istemelerini ve hattâ karşısındaki mü’min hakkında, sû-i zan ve sû-i tefehhüme düştüğünü görmektir.

Âh Üstadım, ne vardı, insanlar ya göründüğü gibi olsa yahut olduğu gibi görünselerdi. Ehl-i irşad, ahkâm-ı Kur’aniyeyi tebliğ hususunda müşkülat çekmeyecek ve inkâr edilmeyecekti. Benim gibi henüz kendini ıslah edemeyenler de bazı budalaların ruhlarında safiyet ve hüsn-ü insaniyet aramaya çalışmayacaktı.

Aziz Üstadım, inşâallah Cenab-ı Hak, hak ve hakikatin güneş gibi yükseldiğini size ve bize göstersin. Bir zindan hayatına benzeyen, birçok manevî mahrumiyetler içerisinde geçen şu günleri, sürurlu ve serbest günlere tebdil eylesin, âmin!

Talebeniz Zekâi

(Barla Lahikası)


Bu mübarek risaleyi, Süleyman, Zeki Zekâi ve Lütfü kardeşlerimle okurken, hayalime bir büyük müzeyyen bir saray gösterildi. Asıl ve hakikatini ve vüs’atini ve müzeyyenatını temaşa için ruhen çıktım baktım ki yorgun ve nazarım kesik bir tarzda geriye döndüm. Zekâi kardeşim devam ediyordu.

(Barla Lahikası)


Zeki Zekâi’nin fıkrasıdır

Aziz ve sevgili Üstadım!

Üç haftaya yakın bir zaman oluyor ki size mektup yazamadım. Her zaman olduğu gibi şu günlerde dairede vazifenin çokluğu dolayısıyla, pek kıymetli olan uhrevî vazifelerim geri kalıyor ve bu cihetle teessürüm kâfi gelmiyormuş gibi bu hafta içinde işittiğim pek acı, elîm bir haber, bir sâıka gibi beni beynimden vurdu. İşittim ki Üstadım yılanların hücumuna maruz kalmış.

Âh Üstadım! Vakit vakit tehacümlerine, taarruzlarına maruz kaldığımız bu menhus hainlerin zulmünden ne zaman âzade kalacağız? Bu mülhid mütecavizler, haddini tecavüz etmeye başladılar. Artık tecavüzün bu derecesi fazladır.

Bu itibarla muazzam bir bârika-i hakikatin zuhuru yaklaştığı iman ve itikadı, bizi teselli ediyor. Ne zaman ki tahribat ve istibdat haddini aştı, uçurum kendini gösteriyor. “Büyük felaketler, güler yüzlü intibahlar doğurur.” derler ki pek musîb bir söz. Herhangi bir hükûmet zulmü ve istibdadı artırdı, mazlum milletler istiklalini kazanıyor. Şu asırda dinsizlik ve tahribat fazlalaştı. İnşâallah mazlum ve masum ehl-i imanın yüzü gülecek. Parlak bir hakikat güneşi tulû edecek.

Aziz Üstadım! Nâkıs kalemim, âciz lisanım, hissiyatıma tercüman olamıyor. Her dindaş gibi benim de kalbim aziz imanımın aşkıyla çarpıyor. Hamdolsun, damarlarımızda dolaşan kan, binler senelik ehl-i hak ve imandan, irsen intikal etmiş bir mayadır.

Sevgili Üstadım! Öyle anlar geliyor ki hayat çok alçalıyor. Biz insanlar o derece eğilmek mecburiyetinde kalıyoruz. Bu fikrimle, nefsim hesabına bir hisse-i gurur aramıyorum. Menhus ve mülevves ellerin, temiz bileklerimizi sıkması, sabır taşını çatlatacak kadar müellim bir hal değil midir? Tahribatın en müthiş zamanında hastalanan insaniyeti, manevî ilaçlarla tedavi etmeye çalışırken bize musallat olan hainlere mukabele etmek, acaba zavallı bir milletin sürükleneceği uçuruma set çekmek için çekilecek mezahim ve meşakk-ı hayatın ind-i İlahîde makbuliyeti için sabretmek, son dereceye kadar tahammül etmek… Bu fikir, fakirin hayli düşüncesi neticesi bulabildiği bir hakikat.

Sevgili Üstadım! Şu günleri, düşünceler ve elemler içerisinde geçiriyorum. Hâdiseyi birkaç ağızdan birbirini tutmayan rivayetler gibi dallı budaklı olarak işittim. Bendenize hâdisenin cereyanı hakkında lütfen bir haber veriniz. İnsan cünun getirecek.

Sevgili Hocam! Siz herkes için beşeriyet için zararlı olan tahribat ve âfatın önünü almak için gece gündüz çalışınız, kendinizi tehlikeye atın da acı acı tahkirata maruz kalın. Hayır aziz Üstadım, hayır! Yüce dâhî, hayır! Sizin nasibiniz bu değil. Size verilecek mükâfat, bu olamaz. Bu haletler olsa olsa üç beş dinsizin, birtakım cehennem yolcularının çılgınlığıdır. Bu hale sabretmek ve ehemmiyet vermemekle, pek yüce mükâfatlara mazhariyetler kesbediyorsunuz. Siz aslâ ve kat’â müteessir olmayın. Ne kadar vahşiyane ve zalimane olursa da dönüp arkanıza bakmayın. Size açılan manevî âlemlerin kapılarına doğru ilerleyin. Yürüyün, yürüyün tâ nâmütenahî yürüyün. Gittiğiniz yerlerde, uzaklaştığınız âlemlerde bizim gibi yaralı, âciz, zayıf, pür-kusur, kemter bîçareler için de müebbed bir istirahat ve saadet yatağını hazırlayın.

Zekâi

(Barla Lahikası)


(Zekâi’nin fıkrasıdır.)

Kalbim derin bir ihtiyaç ve iştiyak içinde, şu mübarek günlerde, Üstadımın ziyaretini arzu ediyor. Nasıl ki yaz günlerinin sıcak demlerinde bilumum nebatat yağmura ihtiyaç hissederse Zekâi de Üstadımın nasihatlerine ve telkinlerine öylece müştak ve muhtaçtır.

Üstadım, eyyam-ı mübareke pek çabuk gelip geçti. Benim gibi manevî yaralarından mecruh bîçareler, böyle mübarek günlerde, elbette kusurlarının affını ve meşru emellerinin husulünü, Hallak-ı âlem’den temenni ve niyaz etmişlerdir. Cenab-ı Allah mâh-ı gufranın kudsiyeti hürmetine kusurlarımızı aff u mağfiret eylesin, âmin!

Sevgili Üstadım, bu defa üç gün izinle Atabey’e gidip ebeveynimi ve âhiret dostlarımızı ziyaret ettim.

Âh Üstadım, bazen zahirî hâdisat insanı çok düşündürüyor. Gayr-ı ihtiyarî, ruhu garib ve rikkatle karışık bir ızdıraba düşürüyor. Bu anlarda hayatın kararsızlıklarından mütevellid yeis, bizi müteessir ediyor. Şefkat ve merhamete hasret çekiyoruz.

Üstadım! Öyle zannediyorum ki âcizleri, hayatın ihtilata mecbur eden ahvalinden uzaklaşamadıkça, kalbim ârâmgâh-ı lezzetinde tam bir sükûnu bulamayacak. İnşâallah duanızın himmetiyle, o anlara da selâmetle vâsıl olacağım. Bu hissiyatımı izah etmek, anlaşılmış bir ruh için zâid değil midir?

Aziz Üstadım! Emsal-i kesîresiyle Üstadımızın riyaseti altında müşerref olmaklığımızı dilediğim iyd-i fıtrınızı tebrik vesilesiyle takdim-i ihtiramat eyler, muhterem ellerinizden ve ayaklarınızdan öperim, sevgili Üstadım.

Günahkâr talebeniz Zekâi

(Barla Lahikası)


Hem ben bu memlekette Hulusi, Sabri, Hâfız Ali, Hüsrev, Re’fet, Âsım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüşdü, Mustafa, Zekâi, Abdullah gibi yirmi otuz Müslüman Türk gençlerini âdeta yirmi otuz bin millettaşlarıma tercih ettiğimi ve onları o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr ile ve hizmet ile göstermişim.

(Barla Lahikası)


(Zekâi’nin fıkrasıdır.)

Aziz Üstadım!

Bu elîm hâdisat hususunda sabır ve tevekkülden bahsetmek bilirim ki zaiddir. Esasen bizim gibi hayatın cüz’î ızdırabından âh u enîn eden kemterlere, sabır ve tevekkül gibi define-i saadet ve necatın kıymetini siz öğrettiniz. Hamdolsun, günden güne bu kelimelerin mefhumunu daha iyi kavrıyoruz ve takdir edebiliyoruz. İlk zamanlarda yani Nurlara çok uzak olduğumuz gaflet zamanlara, hayatta, hâdisatta, her şeyde (sabır ve tevekkül) bizlere zahiren acı ve kabil-i hazım değil gibi geliyordu, öyle görüyorduk. Fakat bu hususatı bihakkın telkin ve tenvir buyuran Üstadımızın irşadı, bizim nazarımızda sathî ve zahirî şeyleri silmektedir. Bu fakirin ve günahkârın en ziyade medar-ı süruru olan bir şey varsa o da ancak akıl ve fikir ve bahr-i muhit-i kebirden bir katre nisbetinde kalp gözüyle hakiki nurları görüp muvakkat bir an ve zaman için mütelezziz olmasıdır.

Sevgili Üstadım, hamdolsun kardeşlerimiz fikren ve ruhen hal-i terakkidedirler. İnşâallah, manen ve nazar-ı İlahîde de terakki ediyorlar. Yirmi Yedinci Mektup gittikçe coşan berrak bir şelale gibi çağlamaktadır. Yegâne arzum ve emelim tarîk-ı selâmet sâliklerinin kesretini ve elimizdeki mecmua-i hakaikin daha çok kıymetli ve temiz ellerde dolaştığını görmektir. İnşâallah zaman bu mukteza-yı hak ve hakikati icra edecektir. Âcizleri bu ümit ve intizar ile hayırlı âkıbeti Cenab-ı Hak’tan temenni ediyor ve şimdilik gayyur, sadık, müttaki ağabeylerim ve kardeşlerimin meziyetleriyle ve temiz kalpleriyle ve hüsn-ü niyetleriyle iftihar ediyorum.

Nurlarla, projektörlerle, semavî yıldızlarla ezelî bir iman gibi manevî toplarla mücehhez olan sefine-i maneviyemizin şu zamanın dalgalarından, kasırgalarından âzade kalmasını Cenab-ı Hallak-ı âlem’den yalvarırken müteveccih olduğumuz, hilkat-i âlemlere bâis ve bâdî olan iki cihan serveri, âcizlerin senedi Cenab-ı Peygamber aleyhissalâtü vesselâm Efendimizin ve etbaı ervahının sefinemizin erkân ve etbaıyla müttefik olduğu ümit ve imanını besliyorum.

Âcizleri ise manen her an zarar ve ziyan içinde bir taraftan ıslah-ı hal edememiş, hasara uğrayan mukaddes bilgilerin tashih ve takviyesine muhtaç, diğer taraftan nefsin hücumuna maruz ve huzuzatına müptela, öbür taraftan günahlarına mukabil olmayan cüz’î bir ubudiyetin saadet-i ebediyeyi bihakkın temine kâfi gelemeyeceğinden korkup kusurlarımın cezasının tahayyülünden an be-an müzmahilim. Bizler kendi ubudiyetimiz ve bu nâkıs hizmetimizle bize delil bir mürşid ve bir şefî olmadıkça saadet-i ebediyeye vâsıl olmak ne kadar uzak. Heyhat! Hayat-ı dünyeviye dümdüz değil. Hissiyat-ı beşeriye tebeddüle pek müstaid.

Aziz Üstadım! Mademki bizi talebeliğinize ve kardeşliğinize, hattâ kabule lâyık olmayan vatandaşlarınızı ve mecruhları huzurunuza ve arkadaşlığınıza kabul buyurdunuz. Ve bizim yaralarımıza deva olacak semavî eczahane-i kudsiyeden ilaçları bize gösteriyor ve istimal ediyorsunuz. Lütfen şu âciz talebelerinizin feryatlarına acıyarak bir an evvel bizi tedavi edin de yaralarımız kabuklansın, kurusun. Ondan sonra esas mühim vazifelerimizi îfa etmeye başlayalım. Bizim yaralarımıza deva olacak iksirler ve tiryaklar sizde mevcud iken, şifayı ve delâlet-i âliyelerini zat-ı fâzılanelerinden umarız.

Sefine-i maneviyenizin ilanat müvezzii talebeniz Zekâi

(Barla Lahikası)


İnşâallah risalelerin tesiriyle bir gün olur da müstakim Lütfü Efendi gibi ehl-i takva kardeşlerimiz misillü biz dahi gayr-ı ihtiyarî ve istemeyerek işlediğimiz ahvalden Sözlerinizin irşadıyla kurtuluruz. Zekâi kardeşimizden On Yedinci Söz, On Sekizinci Mektup, Yirminci Mektup ve Otuz Üç Pencereli nurlarla parlayan kıymetli risaleleri aldık. Mütalaa ediyoruz. Hakiki üstadımız olan Hazret-i Kur’an elimizdedir.

(Barla Lahikası)


Senin mektubunda Hâfız Sezai bizimle ciddi alâkadar olduğunu gösteriyor. Ben bir zaman idi, Ağruslu Zekâi gibi samimi, hararetli, Isparta’da yeni bir kardeşimiz bulunacak, vicdanen hissediyordum. İnşâallah bu Sezai, o olacak. Ben onu işittiğim vakit, hissettiğim şahıs tevehhüm ettim. Eğer tasavvurum gibi ise zaten iyi, olmasa öyle olmaya çalışsın. Eğer Zekâi nasıl adamdır merak ederse Yirmi Yedinci Mektup’un fıkralarında Zekâi’nin mahiyetini ve ne derece samimi olduğunu gösterir fıkraları var, baksın.

(Barla Lahikası)


Sâlisen: Tenekeci Mehmed Efendi’nin hıfza başlaması mübarektir. Allah muvaffak etsin. Biz ona dua ile yardım ediyoruz. O da okudukça bize dua ile yardım etsin. Bedreddin’e ve validesine ve ceddine dua ediyorum. Sezai Bey benim nazarımda Isparta’nın bir Zekâi’sidir. Ben de onu görmek istiyorum. Fakat şimdi maddeten, manen kıştır. Zaten sizlere demiştim ki Said’in şahsının ehemmiyeti yoktur ki sohbetine arzu edilsin. Üstadınız olan Said ise her bir risaleyi açtıkça onunla sohbet edersiniz. Âhiret kardeşiniz olan Said ise her sabah akşam dergâh-ı İlahîde dua vasıtasıyla sizinle beraberdir. Sezai Bey; üstadını, kardeşini istediği vakit görebilir. تَسْمَعُ بِالْمُعَيْدِىِّ خَيْرٌ مِنْ اَنْ تَرَاهُ kaidesiyle işitmesi görmekten çok evlâ olan şahs-ı Said’i görenler bazı pişman olur, keşke görmeseydim der. Bu, davula benziyor; uzaktan sesi iyi geliyor, yakında boş görünüyor.

(Barla Lahikası)


Aras Atabey’de, eskide Lütfü, Zekâi gibi iki kıymettar şakirdlerin yerlerini boş bırakmayan, Aras kahramanları olan Tahir ve Abdullah Çavuş’un Risale-i Nur’a hizmetleri, Aras hakkında endişelerimi tamamen izale etti.

(Kastamonu Lahikası)


Kalemlerini, ümmiliğime yardım veren Medrese-i Nuriye’nin üstadı Hacı Hâfız ve mahdumu ve iki kardeş Mustafa ve Salih ve iki kardeş Ahmed ve Süleyman ve beş kardeş beraber talebe olup üçü bize yardım etmeleri ve Babacan da Âsım’ın ruhunu şâd edip o sistemde yardımımıza koşması ve Zekâi de Lütfü’nün ruhunu mesrur edip eski Zekâi gibi vazifesine sarılması ve Marangoz Ahmed ve Kâtip Osman ve Mehmed Zühdü ve Nuri ve Tenekeci Mehmed gibi eski kıymettar hizmetleriyle Isparta’yı nurlandıran diğerleri gibi Kastamonu’nun tenvirine de koşmaları ve şimdi tanıdığım Mustafa ve Mustafa ve Mustafa ve Eyyüb, kalemleriyle eski dost gibi ümmiliğime yardım etmeleri elbette şüphesiz فَاِنَّكَ مَحْرُوسٌ بِعَيْنِ الْعِنَايَةِ müjdesini tam tasdik ederler.

(Kastamonu Lahikası)


Zaten sana şifahen söylemiştim, unutma, hususi Zekâi’yi de gör ve de ki: “Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum, yine Zekâi namında ve suretinde biraderzadem Abdurrahman’ı yine bana verdi.” Daha şifahen söylediklerimi sen bilirsin, sen benim mektubumsun.

(Emirdağ Lahikası-1)


RİSALE-İ NUR

Bu Nur eser tefsiridir o semavî kitabın

İlan eder hakikati, emr-i hakkı bildirir

İsyanlara, zulümlere maruz olan cihanın

Bu asırda gözyaşını nur saçarak dindirir.

Bu eserdir muzdarip gönüllere teselli

Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar

Bu eserdir her zulmette selâmetin rehberi

Ehl-i iman bu sayede, bu eserle hür yaşar

Masumlara bir öğüttür, gençlerin de rehberi

Her mazluma “Ağlama!” der, güleceksin yarın sen

Tesellisi çok yücedir, ibretlidir dersleri

Beli bükük ihtiyara müjde verir derinden!

Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden

Kudret eli hâmisidir, hayret-feza hükmü var

Muannidler teslim olur hükmüne mağrur iken

Her serseri feylesofu meftun eden nuru var!

Bu nur eser her bilginin, her mü’minin sertâcı

Dertlilerin dermanıdır, her münkiri tokatlar

Şirklerin hem hēdimidir hem her kaygu ilacı

Zındık, zalim ilişirse başında volkan patlar!

Ey güç yetmez dehşet veren haletlerden ağlayan

Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma

Ey zâilden, âcizlerden meded umup bağlanan

Gir bu Nur’un âlemine, fânileri çağırma

Ayıl artık gaflet sarhoşluğundan durma, uyan

Hevesatın bir ejderdir, kalbini kemirecek

Yarın mesud olacaktır yoklukta Hakk’ı bulan

Nur’a ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek

Huzuruna uhrada ihtişamlar serilecek.

Risale-i Nur’un kusurlu hâdimi Zekâi

(Emirdağ Lahikası-1)


Bizi ve Risale-i Nur’u çok minnettar eden kahraman Burhan’ın mektubunda yazılan hastaya Cenab-ı Hak şifa versin ve kardeşimiz Zekâi’nin vefat eden validesine çok rahmet eylesin, âmin!

(Emirdağ Lahikası-1)


Zekâi’nin Bir Manzumesi

Bu nur eser, tefsiridir o semavî kitabın

İlan eder hakikati, emr-i hakkı bildirir

İsyanlara, zulümlere maruz olan cihanın

Bu asırda gözyaşını, nur saçarak dindirir

Bu eserdir muzdarip gönüllere teselli

Bu kararsız âlemin her buhranında nur saçar

Bu eserdir her zulmette selâmet rehberi

Ehl-i iman bu sayede bu eserle hür yaşar

Masumlara bir öğüttür, gençlerin de rehberi

Her mazluma “Ağlama!” der “Güleceksin yarın sen!”

Tesellisi çok yücedir, ibretlidir dersleri

Beli bükük ihtiyara müjde verir derinden

Bu Nur eser, her bilginin, her mü’minin sertâcı

Dertlilerin dermanıdır, her münkiri tokatlar

Şirklerin hem hēdimidir hem her kaygı ilacı

Zındık zalim ilişirse başına volkan patlar

Bu eserdir insanları dehşetlerden dûr eden

Kudret eli hâmisidir, hayret-efza hükmü var

Muannidler teslim olur, hükmüne mağrur iken

Her serseri feylesofu meftun eden nuru var

Ey güç yetmez, dehşet veren haletlerden ağlayan

Fânilere aldanarak kırıldıkça bağırma

Ey zâilden, âcizlerden meded umup bağlanan

Gir bu Nur’un âlemine, fânileri çağırma

Ayıl artık, gaflet sarhoşluğundan durma uyan

Hevesatın bir ejderhadır kalbini kemirecek

Yarın mesud olacaktır yoklukta Hakk’ı bulan

Nura ver nakd-i ömrü, yarın sana verilecek

Huzuruna uhrada ihtişamlar serilecek.

Risale-i Nur’un kusurlu hâdimi

Zekâi

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi)


Hem harp belası ise hizmet-i Kur’aniyemize mühim bir zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymettar kardeşlerimizin ekserisi kırk beşten aşağı olduğundan, harp vasıtasıyla vazife-i kudsiye-i Kur’aniyeyi bırakıp askere gitmeye mecbur olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-ü rızam ile böyle kıymettar kardeşlerimin her birisini askerlikten kurtarmak için bedel-i nakdiye bin lira kadar da olsa verirdim. Böyle yüzer kıymettar kardeşlerimizin hizmet-i Kur’aniye-i Nuriyeyi bırakıp maddî cihad topuzuna el atmakta, yüz bin lira kendi zararımızı hissediyordum. Hattâ Zekâi’nin bu bir iki sene askerliği, belki bin lira kadar manevî faydasını kaybettirdi. Her ne ise…

(Lem'alar, 16. Lem'a)


Zekai'nin Rüyası[değiştir] Bu sabah rüyamda, İstanbul’un Tophane sahiline benzer saf ve berrak bir deniz kenarındayım. Kuşluk zamanında olduğunu zannettiğim güneşin ziyası, o derya-yı azîmin üzerinde hoş parıltılar husule getiriyor. Ben deryaya müteveccihim. Denizin orta ve cenubu tarafından yüze yüze sahile gelen bir genç, omuzundaki bir sabanı sahile çıkardı. Orada bütün kardeşlerimize (tahliyeden sonra) istikbal edilmekteler iken, sahil boyunu takiben, garptan dolu dizgin iki atlı geliyor. “Üstad geliyor!” dediler. Bu izdiham yarıldı, hiç durmaksızın bu mühib yağız atlı ve esmer çehreli iki zat, şarka doğru uzaklaştılar. Ben, o deryaya dalmak üzere iken uyandım.

Zekâi

(Lem'alar, 28. Lem'a)


Hocamızın sözü bitti.

İşte hocamızın bu macera-yı hayatiyesi gösteriyor ki Hazret-i Şeyh’in müteveccih olduğu ve ehemmiyetle bahsettiği ve istikbalde gelecek müridi bu olmak için kuvvetli bir ihtimaldir. Hazret-i Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velayetçe kabul edilen üç evliya-yı azîmenin en a’zamı, o Hazret-i Gavs-ı Geylanî’dir. Ve demiş:

اَفَلَتْ شُمُوسُ الْاَوَّلٖينَ وَ شَمْسُنَا اَبَدًا عَلٰى فَلَكِ الْعُلٰى لَا تَغْرُبُ

fıkrasıyla ba’de’l-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymettar bir hizmet-i Kur’aniye bir müridinin vasıtasıyla olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir. Hazret-i Şeyh’in bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himaye-gerdesi olan şahıs; binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir îmadır.

Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re’fet, Ali, Ahmed Hüsrev, Mustafa Efendi, Rüşdü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühdü, Bekir Bey, Lütfü, Mustafa, Mustafa, Mesud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza (r. aleyhim)

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi)


وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ لِلّٰهِ مُخْلِصًا

تَعٖيشُ سَعٖيدًا صَادِقًا بِمُحَبَّتٖى

Said Nursî'yi iki üç vecihle gösterdiği gibi, medâr-ı imtiyazı olan ihlâsı imâ ederek ve hizmette ikinci olmak cihetiyle iki farkla مُخْلِصًا kelimesi Hulûsi Beye tevâfukla işaret ediyor. وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ'de قَادِرٖى kelimesi üç fark ile üçüncü arkadaşı, takdir ve istihsan ile Hulûsi-i Sânî olan Sabri'ye (Hâşiye[2]) tevâfukla işaret ediyor. صَادِقًا kelimesiyle hârika bir sadâkatle mümtaz dördüncü arkadaşı olan Süleyman'a dört fark ile tevâfuk cihetiyle işaret ediyor. صَادِقًا kelimesindeki tenvin dahil edilse, hizmet-i sâdıkanede mümtaz olan Bekir Ağa'ya Bekir Bey ünvânıyla bir fark ile işaret eder. Mâdem bu beyt-i âhir, bu heyetin efrâdına bakar, bâzılarına sarâhate yakın işaret var; ötekilere ednâ bir imâ dahi kanaat verir ki, onlar dahi muraddır.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a)


Hem ezcümle Zekâi isminde Atabey'li genç bir zat benim ile bir defa Barla'da görüştü. Hakikaten gençler içinde mümtaz bir zeka ve bir ulüvv-ü himmet istidadında gördüm. Ben vicdanen onu biraderzademe benzeterek sevdim. O da yanımdan gittikten sonra o şefkatime mukabil samimi bir dostluk kalbinde beslemiş. Sonra askere gitmiş. Askerden geldikten sonra kendi ticaret ve işiyle meşgul olup Ramazaniye Risalemi bir yerden elde etmiş, okumuş. Taharriyatta hükümetin eline geçmiş.

Acaba böyle kıymettar bir genci samimi ve garazsız uzaktan bir dostluğu ve Ramazaniye Risalesi gibi mübarek bir risalemin yanında bulunmasıyla üç ay tevkifhanede benim yüzümden onu hırpalama, küçücük dükkanında pek cüzi bir sermayedar kimse yanında ettiği esnaflık ticaretini hasarete uğratmak elbette mahkemenin nazar-ı adaleti hoş görmeyecektir. Bir an evvel bu kıymettar genç me'yusiyetten kurtulmasını bekler. Ben de vicdan azabından kurtulmaklığım için böylelerin benim yüzümden çektikleri zararlardan kurtulmasını ve telafisini rahmet-i İlahiyeden bütün kuvvetimle niyaz edip beklerim.

(Lem'alar, 27. Lem'a)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. 1,0 1,1 1,2 Isparta Kahramanları, Yazar: Himmet KOÇOĞLU
  2. Sabri'nin hakiki ismi Muhammed Sabri'dir. Bu isim hesab-ı ebcedle tek bir fark ile Abdülkadirî olur. Demek ikinci Hulûsi, birinci Hulûsi gibi birincidir. Hem Hafız Ali (r.h.) ve Kuleönü'ndeki Mustafa'lar, hem de Zekâi ve Küçük Lütfü, onlar gibi işârât-ı Gavsiyede zâhirdir.