Darü'l Hikmeti'l İslamiye

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
09.05, 4 Temmuz 2020 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 13911 numaralı sürüm

Dünyanın bir sıfatı için Dar-ül Hikmet (Dünya) maddesine gidin

Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye 1918-1922 yılları arasında (5. Mehmet Reşat ve Şeyhülislam Musa Kazım Efendi zamanında[1]) şeyhülislâmlığa bağlı olarak faaliyet gösteren ve İslâm akademisi hüviyetinde olan bir ilmî kuruluştur[2]. Vazifesi İslam’a yapılan hücumlara ilmî cevap vermek, basın-yayın yoluyla İslam’ı anlatmak, Avrupa hayranlığı ile sarsılan imanı ve ahlakı korumak[3] gibi hem halkın dini ihtiyaçlarına cevap vermek hem de maddeten savaşılan dış güçlere karşı oluşacak manevi savaştan bu milletin mukaddesatını muhafaza etmekti. Bediüzzaman'da da bu ilmi müessesenin ilk azalarındandır. Darü'l Hikmet, İstanbul'da kuvvet-i ecnebiyenin hâkim olan fırtınalı dönemde bu cereyana alet olmayarak büyük hizmet gördü. Ancak şahsi meziyet yüksek olan azalar arasında cemaat ruhu tevellüd etmediğinden ve mesailerinde teşarük düsturuyla işe girişilip teavün düsturu ihmal edildiğinden istenen hizmeti tam görememiştir.[4]

Bilgiler[değiştir]

Diğer İsimleri:

Kuruluş Yeri ve Tarihi: 25 Şubat 1918[2]

Kurucu(lar):

Kimlerden Oluştuğu: İlk kuruluşundaki resmen tayin edilen ilk üyeleri:

Daha sonra:

Daha sonra:

gibi toplamda 28 kişi üye olarak görev almıştır.

Âkıbeti: Bazı üyelerin Anadolu’ya geçip Ankara’da görev almaları üzerine dağılmış, 21 Ekim 1922’de yapılan son toplantı ile ilmî faaliyetlerine son verilmiştir[2].

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Bu eser, birçok meşâgil ve Dârülhikmetteki vazife içinde yirmi gün ramazanda, günde iki veya iki buçuk saat çalışmak suretiyle manzum gibi yazılmıştır.

(Sözler, Lemeat, Tenbih)


Hem ezcümle: Dârülhikmeti’l-İslâmiyede bulunduğum zaman, tesettür âyeti aleyhinde Avrupa’dan gelen itiraza karşı bir cevap yazmıştım. Bundan bir sene evvel, eski matbu risalelerimden alınan ve On Yedinci Lem’a namındaki risalenin bir meselesi olarak kaydedilmiş ve sonra Yirmi Dördüncü Lem’a ismini alan kısacık Tesettür Risalesi, ilerideki kanunlara temas etmemek için o Tesettür Risalesi’ni setrettim. Her nasılsa yanlışlıkla bir yere gönderilmiş. Hem o risale medeniyetin, Kur’an’ın âyetine ettiği itiraza karşı, müskit ve ilmî bir cevaptır. Bu hürriyet-i ilmiye, cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınamaz.

...

Hem vazife-i tahkikatınıza yardım için derim: Fihriste Risalesi yirmi senelik risalelerimin bir kısmının fihristesidir. İçindeki risalelerin bir kısmının asılları Dârülhikmetten başlar. Fihristedeki numaralar, telif tertibiyle değildirler. Mesela Yirmi İkinci Söz, Birinci Söz’den daha evvel telif edilmiş ve Yirmi İkinci Mektup, Birinci Mektup’tan daha evvel yazılmış. Bunlar gibi çok var…

...

Dârülhikmeti’l-İslâmiyede aldığım maaştan çoğunu, o zaman yazdığım kitapların tabına sarf ettim; az bir kısmını, hacca gitmek için sakladım. İşte o cüz’î para, iktisat ve kanaat berekâtıyla on sene bana kâfi geldi ve yüz suyumu döktürmedi; daha o mübarek paradan biraz var.

(Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı)


Sâniyen: Hükûmet-i İttihadiye ittifaklarıyla, Dârülhikmeti’l-İslâmiyede Avrupa’ya karşı hakaik-i İslâmiyeyi ispat edecek ve millete ders verecek bir vazife ile tavzif etmeleri ve Diyanet Riyasetinin Van’da beni vaiz tayin etmesi ve şimdiye kadar yüz risaleden ziyade eserlerim ulema ellerinde gezmesi ve tenkit edilmemesi ispat eder ki millete ders vermeye hakkım var!

(Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı)


İkinci kısım mahremler ise Dârülhikmette ve dokuz sene evvel Avrupa itirazatına ve Doktor Abdullah Cevdet’in dinsizce hücumlarına karşı yazdığım bir iki risale ve bazı memurların bana insafsızcasına ve gaddarane tecavüzlerine karşı şekva suretinde yazdığım iki küçük risaledir ki son müdafaatımda bahsetmişim. Bu dört risalenin telifinden bir zaman sonra, serbestî kanunlarına ve hükûmetin işine hiçbir cihette temas etmemek için onların neşrini men’edip “Mahremdir.” demişim; en has bir iki kardeşime mahsus kalmıştır. Delilim de şudur ki: Bu kadar taharriyatınızda, o mahrem denilen risalelerin hiçbir yerde bulunmamasıdır. Yalnız umumunun fihristesi elinize geçmiş, o fihristeye göre bu noktalardan istizaha lüzum görülmüş; ben de cevap vermişim, o cevap da zaptınıza geçmiştir.

(Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı)


Son müdafaatım ve üç itiraznamem ile yirmi cihetle kat’î delillerle 163’üncü maddenin bana temas etmediğini ve yirmi senede yazılan yüz yirmi risalemin içinde, kendilerince medar-ı tenkit yirmi kelimeden aşağı, mahdud birkaç nokta bulunmasıyla, ayrı ayrı zamanda yazılmış kıymettar ve menfaatli ve uhrevî ve Avrupa feylesoflarının dinsiz ve mülhid şakirdlerine karşı –Dârülhikmeti’l-İslâmiyenin azalığı münasebetiyle– hakiki ve ilmî müdafaatım; çok zaman sonra ilcaat-ı zamana göre kabul edilen Kanun-u Medeni’nin bazı maddelerine, yüz bin kelimat içinde on on beş kelimenin muvafık gelmemesi sebebiyle hem benim mahkûmiyetim talep edilmiş hem mühim keşfiyat-ı maneviyeyi hâvi yüz yirmi kitap olan Risale-i Nur’un elde bulunan nüshaları müsadere edilmiş ve inde’l-muhakeme bütün ilmî ve mantıkî ve kanunî iddia ve müdafaatım esbab-ı mûcibe gösterilmeksizin sebepsiz ve kanunsuz reddedilmiştir.

(Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı)


İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi namındaki matbu eski müdafaatımı görenlerin tasdikiyle; 31 Mart Hâdisesi’nde, bir nutuk ile isyan etmiş sekiz taburu itaate getiren ve bir zaman gazetelerin yazdıkları gibi İstiklal Harbi’nde Hutuvat-ı Sitte namında bir makale ile İstanbul’daki efkâr-ı ulemayı, İngiliz aleyhine çevirip harekât-ı milliye lehinde ehemmiyetli hizmet eden ve Ayasofya’da binler adama nutkunu dinlettiren ve Ankara’daki Meclis-i Mebusanın şiddetli alkışlamasıyla karşılanan ve yüz elli bin banknot –yüz altmış üç mebusun imzasıyla– medrese ve dârülfünuna tahsisatı kabul ettiren ve Reisicumhurun hiddetine karşı divan-ı riyasette (Hâşiye[5]) kemal-i metanetle fütur getirmeyerek mukabele edip namaza davet eden ve Dârülhikmeti’l-İslâmiyede hükûmet-i İttihadiyenin ittifakıyla hikmet-i İslâmiyeyi Avrupa hükemasına tesirli bir surette kabul ettirmek vazifesine lâyık görünen ve cephe-i harpte yazdığı ve şimdi müsadere edilen İşaratü’l-İ’caz, o zamanın baş kumandanı olan Enver Paşa’ya o derece kıymettar görünmüş ki kimseye yapmadığı bir hürmetle istikbaline koştuğu o yadigâr-ı harbin hayrına, şerefine hissedar olmak fikriyle, İşaratü’l-İ’caz’ın tabı için kâğıdını vererek müellifinin harpteki mücahedatı takdirkârane yâd edilen bir adam; böyle âdi bir beygir hırsızı veyahut kız kaçırıcı ve bir yankesici gibi en aşağı bir cinayetle kendini bulaştırıp izzet-i ilmiyesini ve kudsiyet-i hizmetini ve kıymettar binler dostlarını rezil edip sukut edemez ki siz onu bir senelik ceza ile mahkûm edip âdi bir keçi, koyun hırsızı gibi muamele edesiniz.

(Tarihçe-i Hayat, Eskişehir Hayatı)


Küçüklüğümden beri halkların malını kabul etmemek –velev zekât dahi olsa– hem maaşı kabul etmemek –yalnız bir iki sene Dârülhikmeti’l-İslâmiyede dostlarımın icbarıyla kabul etmeye mecbur oldum ve o parayı da manen millete iade ettik– hem maişet-i dünyeviye için minnet altına girmemek, bütün ömrümde bir düstur-u hayatımdır. Ehl-i memleketim ve başka yerlerde beni tanıyanlar bunu biliyorlar. Bu beş seneki nefyimde, çok dostlar bana hediyelerini kabul ettirmek için çok çalıştılar, kabul etmedim.

(Mektubat, 16. Mektup, 4. Nokta, 1. Sual)


Bundan on bir sene evvel, Eski Said’in gafil kafasına müthiş tokatlar indi. ‌اَلْمَوْتُ حَقٌّ‌ kaziyesini düşündü. Kendini bataklık çamurunda gördü. Meded istedi, bir yol aradı, bir halâskâr taharri etti. Gördü ki yollar muhtelif, tereddütte kaldı. Gavs-ı A’zam olan Şeyh-i Geylanî radıyallahu anhın “Fütuhu’l-Gayb” namındaki kitabıyla tefe’ül etti. Tefe’ülde şu çıktı:

اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ

Acibdir ki o vakit ben, Dârülhikmeti’l-İslâmiye azası idim. Güya ehl-i İslâm’ın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.

(Mektubat, 28. Mektup, 3. Mesele, 3. Nokta)


Bir zaman İngiliz Devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrip ve İstanbul’u istila ettiği hengâmda; o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesinin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârülhikmeti’l-İslâmiyenin azası idim. Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar altı suallerine, altı yüz kelime ile cevap istiyorlar.”

Ben dedim: “Altı yüz kelime ile değil, altı kelime ile de değil, hattâ bir kelime ile dahi değil; belki bir tükürük ile cevap veriyorum! Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz; ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” demiştim.

(Mektubat, 29. Mektup, 6. Kısım, 2. Desise)


Esaretten geldikten sonra, İstanbul’da Çamlıca Tepesi’nde bir köşkte, merhum biraderzadem Abdurrahman ile beraber oturuyorduk. Bu hayatım, hayat-ı dünyeviye cihetinde bizim gibilere en mesudane bir hayat sayılabilirdi. Çünkü esaretten kurtulmuştum, Dârülhikmette meslek-i ilmiyeme münasip en âlî bir tarzda neşr-i ilme muvaffakıyet vardı. Bana teveccüh eden haysiyet ve şeref, haddimden çok fazla idi. Mevkice İstanbul’un en güzel yeri olan Çamlıca’da oturuyordum. Hem her şeyim mükemmeldi. Merhum biraderzadem Abdurrahman gibi gayet zeki, fedakâr hem bir talebe hem hizmetkâr hem kâtip hem evlad-ı maneviyem beraberdi.

(Lem'alar, 26. Lem'a, 11. Rica)


Bu ricada sergüzeşt-i hayatımın mühim bir levhasından bahsedeceğimden herhalde bir derece uzun olacak. Usanmamanızı ve gücenmemenizi arzu ediyorum.

Harb-i Umumî’de, Rus’un esaretinden kurtulduktan sonra, İstanbul’da iki üç sene Dârülhikmette hizmet-i diniye beni orada durdurdu. Sonra Kur’an-ı Hakîm’in irşadıyla ve Gavs-ı A’zam’ın himmetiyle ve ihtiyarlığın intibahıyla İstanbul’daki hayat-ı medeniyeden usanç ve şaşaalı hayat-ı içtimaiyeden bir nefret geldi. “Dâü’s-sıla” tabir edilen iştiyak-ı vatan hissi, beni vatanıma sevk etti. Madem öleceğim, vatanımda öleyim diye Van’a gittim.

(Lem'alar, 26. Lem'a, 13. Rica)


Birinci Harb’in patlamasıyla talebelerimi başıma toplayarak gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettim. Kafkas cephesinde, Bitlis’te esir düştüm. Esaretten kurtularak İstanbul’a geldim. Dârülhikmeti’l-İslâmiyeye aza oldum. Mütareke zamanında, istila kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbul’da çalıştım. Millî Hükûmetin galibiyeti üzerine, yaptığım hizmetler Ankara Hükûmetince takdir edilerek Van’da üniversite açmak teklifi tekrarlandı.

(Şualar, 14. Şua)


Hem dört yüz sahifelik Zülfikar’da otuz sene evvel Avrupa feylesoflarına karşı yazılan irsiyet ve tesettür hakkındaki iki âyetin tefsiri iki sahife hem otuz sene evvel tabedilen İşaratü’l-İ’caz’da اَحَلَّ اللّٰهُ الْبَيْعَ وَحَرَّمَ الرِّبٰوا âyetine dair yazılan, bankaya dair bir satır ve hem otuz sene evvel ben Dârülhikmette iken İngiltere’nin Anglikan Kilisesinin Başpapazının Meşihat-ı İslâmiyeden sorduğu altı sual içinde bir satır kadar yazılan yazıların kaldırılarak şimdiki kanun-u medeniye uygun gelmediği –iki sahife bir satır– bahanesiyle müsadere edilen ve âlem-i İslâm’ca çok tahsin ile çok menfaati bilfiil görülen ve üç rükn-ü imanîyi hârika bir tarzda ispat eden o Zülfikar mecmuamızı iade etmesini rica edip istiyoruz ve hakkımızdır. Bir mektupta beş kelime sansür edilse bâki kısmına izin verilmesi gibi biz de kanunen ehemmiyetli bu hakkımızı isteriz. Ve hakkımızda habbeleri kubbeler yapanların zulmünden kurtarılmamızı, millet ve vatan ve asayişe Nurlarla hizmet eden Kur’an ve iman-perverlerle beraber talep ederiz.

(Şualar, 14. Şua)


بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Aziz, sıddık kardeşlerim!

İki üç defadır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağı’na çıkarıp İstanbul’un, Dârülhikmetin cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp hattâ İstanbul’da bulunan Nur’un birinci şakirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zarurî hizmetimi görmek için de yanıma almaya müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acib inkılab-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddimatı bende başlamış. Ve üçüncü bir Said ve bütün bütün târik-i dünya olarak zuhuruna bir işaret tahmin ediyorum.

Demek, Nurlar ve kahraman şakirdleri benim vazifelerimi yapacaklar, daha bana hiç ihtiyaç kalmamış. Zaten Nur’un her bir câmi’ cüzü ve sarsılmayan hâlis şakirdlerinin her birisi, benden daha mükemmel ders verir.

Said Nursî

(Şualar, 14. Şua)


Üçüncü âyet ise: Bin üç yüz otuz sekiz (1338) olduğundan hikmet-i Kur’aniyeyi Avrupa hükemasına karşı parlak bir surette gösterebilen ve gösteren Risalei’n-Nur müellifi “Dârülhikmeti’l-İslâmiye”de hikmet-i Kur’aniyeyi müdafaa etmekle, hattâ İngiliz’in Başpapazı sual ettiği ve altı yüz kelime ile cevap istediği altı sualine altı kelime ile cevap vermekle beraber inzivaya girip bütün gayretiyle Kur’an’ın ilhamatından Risale-i Nur’un meselelerini iktibasa başladığı aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen bakar.

(Şualar, 1. Şua, 12. Ayet)


Birinci Şuâ olan İşarat-ı Kur’aniyenin yirmi dokuzuncu âyet Sure-i İbrahim’in başında, الٓرٰ كِتَابٌ اَنْزَلْنَاهُ اِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ içinde اِلَى النُّورِ بِاِذْنِ رَبِّهِمْ cümlesine, makam-ı cifrîsi sehven bin üç yüz otuz dört (1334) ederek Risale-i Nur’un fatihası olan İşaratü’l-İ’caz tefsirinin zuhuru ve tabı tarihine tevafukla bakar denilmiş. Halbuki melfuz harflerinin makamı, bin üç yüz otuz dokuz (1339) olup o tefsirin fevkalâde iştiharı ve Dârülhikmet tarafından ekser müftülere gönderilen nüshalar, müteaddid ve maddî ve manevî inkılabların sarsıntılarından vikaye noktasında –çok emareler ve müftülerin itirafıyla– birer kale ve ekser müftülerin ellerinde birer elmas kılınç hükmüne geçmeleri tarihine tevafukla takdirkârane bakar. Okunmayan iki “elif” sayılsa bin üç yüz kırk bir (1341) edip Risale-i Nur’un mebde-i zuhuruna tam tamına tevafukla bakar.

(Şualar, 1. Şua, 29. Ayet)


Bundan on üç sene evvel Dârülhikmeti’l-İslâmiye azasından iken, küçükten beri şimdiye kadar manen izn-i İlahî ile onun bir muîni ve nâsırı ve muhafızı olan kutb-u Rabbanî ve kandil-i nurani Abdülkadir-i Geylanî aleyhi nazaru’r-Rahmanî Hazretlerinin Fütuhu’l-Gayb risalesini tefe’ülen açtığı esnada اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ ibaresi çıktı. O ibare, onun hakkında pek manidar olarak, Eski Said’i Yeni Said’e çevirmesine sebebiyet vermiştir.

(Barla Lahikası)


Ve bir de on üç sene evvel hükûmet Dârülhikmette yüz lira maaş alacak kadar iş görebilecek bir adam nazarıyla bana bakmış, ayda yüz lira maaş vermiş. Bu sekiz senede beni, yarım saat bir köy olan İlama’ya iki defadan fazla gitmeye müsaade edilmeyecek derecede ihtilat ve gezmekten men’edildiğim gibi bir vâridatım, bir malım olmamakla beraber, o köyde benim gibi bir adam, çalışacak iş bulamadığımdan ve kimsenin bir şeyini de kabul etmemek, bir meslek-i hayatım olduğundan çektiğim perişaniyet ve zarar ve ziyanın takdirini müddeiumumîliğe havale ederek, ya kitaplarımın hepsinin iadesini veyahut bu husustaki zarar ve ziyanımın müsebbiblerinden tazminini dava ediyorum.

(Barla Lahikası)


Sâniyen: Bugünlerde Salahaddin’in İstanbul’dan getirdiği Habbe, Katre, Şemme, Hubab gibi Arabî risalelere baktım. Gördüm ki: Yeni Said’in doğrudan doğruya harekât-ı kalbiyesinde müşahede ettiği hakikatler, Risale-i Nur’un çekirdekleri hükmündedir. Zaten bunlar hem Şule ve Zühre, Risale-i Nur’un Arabî parçalarıdır. Onlar, doğrudan doğruya benim nefsimin dersi olduğu için Arabî ve kısa ibarelerle ifade edilmiş, başka adamlar nazara alınmamış.

O zaman başta Şeyhülislâm ve Dârülhikmet azaları ve İstanbul’un büyük âlimleri, tahsin ve takdirle karşıladılar. Bunlar Yeni Said’in eserleri olduğundan Risale-i Nur’un eczalarıdırlar. Eski Said’in ise Arabî risalelerinden yalnız İşaratü’l-İ’caz, Risale-i Nur’da en mühim bir mevki almış.

(Kastamonu Lahikası)


Şimdi bir emr-i vaki karşısında bulunuyorum. Benim iaşem için her gün iki buçuk banknot hem yeniden benim için bir hane –mobilyasıyla beraber ve istediğim tarzda– yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli altmış senelik bir düstur-u hayatım, bunu kabul etmemek iktiza eder. Gerçi Dârülhikmeti’l-İslâmiyede bir iki sene maaşı kabul ettim fakat o parayı kitaplarımın tabına sarf ederek ve ekserini meccanen millete verip milletin malını yine millete iade ettim. Şimdi eğer mecbur olsam ve size ve Risale-i Nur’a zarar gelmemek için kabul etsem, yine ileride millete iade etmek üzere saklayacağım. Zaruret-i kat’iye derecesinde kendime yalnız az bir parça sarf edeceğim.

(Emirdağ Lahikası-1)


El-ân Afyon’un Emirdağı kazasında ikamete memur olan Molla Said, doğumundan itibaren Türk kardeşleri arasında yaşamış, Türk seciyesiyle perverde olmuş, Umumî Harp’te Kafkas’ın karlı dağlarında kahraman askerlerimiz arasında gönüllü alay kumandanı olarak mücahede ve irşad için dolaşıp büyük bir harp madalyası almış, Sarıkamış Taarruzu’nda, Bitlis’in sukutunda yaralı olduğu halde esir olup senelerce Rus garnizonlarında çile çekmiş, firar edip İstanbul’a gelerek ilmî kudretine binaen Dârülhikmeti’l-İslâmiye azalığında bulunmuş, Kuva-yı Milliye ihdasında halkı mücahedeye teşvik etmiş; Büyük Millet Meclisinin ilk senesinde Ankara’ya gelerek Hacı Bayram misafirhanesinde birçok mütereddid kimselere vatanın müdafaası lüzumunu anlatmak hizmetinde bulunmuş olan bu hakiki vatan-perver insanın, evvelce ibadete, imana, itikada müteallik yazdığı ve yazagelmekte olduğu eserleri, din ve dindarları sevmeyen bazı kimselerin, hususuyla Dâhiliye Vekaletinde bulunmuş olan menfaat-perest Şükrü Kaya’nın mezhep ve rejimine uygun gelmemekle, asılsız isnad ve uydurma raporlarla bu zavallı adam, yirmi küsur seneden beri hapis ve nefiy cezalarıyla perişan edilmiş ve iki sene evvelisi yine o yazıları bahanesiyle Kastamonu’daki çilehanesinden kollarına kelepçe vurularak kendisine selâm vermiş olan altmış altı adamla Denizli Cezaevine sevk ve on bir ay kadar hapsedildikten sonra, muzır telakki edilen o eserleri, evvela İstanbul Müftülüğünde bir heyet tarafından, bilâhare Ankara’da Diyanet Riyaseti ve Dil Tarih Enstitüsü azalarından mürekkep bir komisyon marifetiyle aylarca tetkik olunduktan sonra, bu eserlerin hiçbirisinde devletin siyasetini ve asayişi rencide edebilecek en ufacık bir şey görülmemekle, Molla Said ve Nur şakirdleri ve eserlerini okuyanlar, mahkeme kararıyla serbest bırakılmış ve Denizli’de oturmasına müsaade olunmuş iken maatteessüf bu ihtiyar adam, az zaman sonra Denizli’den Afyon’a ve oradan da Emirdağı kazasına teb’id ve herhangi bir Türk kardeşiyle dahi temastan men’edilmiş.

(Emirdağ Lahikası-1)


Birincisi: Otuz sene evvel Dârülhikmet azası iken bir gün arkadaşımızdan ve Dârülhikmet azasından Seyyid Sa’deddin Paşa dedi ki:

Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: “Bu eser sahibi dünyada kalsa biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız.” diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.

Ben de “Tevekkeltü alallah ecel birdir, tagayyür etmez.” dedim.

(Emirdağ Lahikası-1)


Ondan sonra oradan ayrıldım, Diyanet Reisinin yanına girdim. Onunla da bir müddet görüştüm ve izahat verdim. Cevaben “Ben Hoca Hazretlerini Dârülhikmetten tanırım, hürmetim vardır. Kendisine selâm ve hürmetlerimi iblağ ediniz.” dedi. Ve bize “Lâzım gelen cevabı vereceğiz, inşâallah iyi olur.” dediler ve bilumum Diyanet müntesipleri, eserleri takdir ile karşıladılar. Bu gibi yolsuz işlerin ancak âsâr-ı diniye mütalaasında hüsn-ü niyet taşımayarak, kendi kafalarına göre mana vermelerinden ileri geldiğini anladım. Ertesi gün Mehmed Efendi kardeşimiz, Erzurum Mebusu Vehbi Paşayı görmüş. O zat dahi “Ben dâhiliye vekilini görüp bu hususta uzun uzadıya görüşeceğim. Üstad Hazretlerine hürmet ve selâmlarımı götürünüz.” demiş. Bunun üzerine parti erkânıyla görüşmeyi İsmail Efendi’ye havale ederek Ankara’dan ayrıldık.

Kusurlu, âciz talebeniz Re’fet

(Emirdağ Lahikası-1)


Evvela: Medresetü’z-Zehranın yirmi derslerini ve hediyesini aldım. Ona mukabil, Dârülhikmette vazife-i ilmiyede iken tayinatım olan, elime verilen ve o zaman tabettiğim risalelerin masrafından fazla kalan ve onunla hacca gitmek niyet ettiğim ve yirmi otuz seneye yakın bir zamanda benim ihtiyat erzakım bulunan doksan banknot ki nazarımda bin banknot kadar kıymeti vardı, Medresetü’z-Zehranın kudsî derslerine medar olmak için Nur’un ehemmiyetli bir nâşiri ve Hâfız Ali’nin (rh) çalışkan bir vârisi Hâfız Mustafa (rh) ile size gönderdim.

(Emirdağ Lahikası-1)


Aziz, sıddık kardeşlerim!

Lüzumu olmayan erzak ve elbiselerimi satıp gayet mübarek yüz lirayı hem Dârülhikmetten aldığım maaşla –ki onunla hacca gidecektim– hem yirmi iki sene hisse-i erzakıyemin bakiyyesi olan on lirayı da üstünde suret bulunduğu için tekrar o mübarek on lirayı da Lem’alar mecmuasının fiyatı olarak beraber gönderiyorum.

(Emirdağ Lahikası-1)


…Bir iki hafta evvel Mısır’ın Camiü’l-Ezherinin büyük bir müderrisi olan Ali Rıza buraya hususi bir adamı gönderdiği gibi iki gün evvel de aslen Buharalı ve Medine-i Münevvere’de mücavir ve Mısır’da büyük âlimlerle ve hususan eski Şeyhülislâmımız ve Dârülhikmette benim arkadaşım Mustafa Sabri Efendi’yle alâkadar ve bu tarafa geleceğine dair onlarla görüşen ve bir derece onların namına mühim bir âlim yanıma geldi. Ben de Camiü’l-Ezhere hediye-i vakfiyem olarak on bir tane hususi mecmualarımı o zat vasıtasıyla âlem-i İslâm’ın büyük medresesi olan ve o âlimin ihbarıyla şimdi yirmi yedi bin talebesi bulunan Camiü’l-Ezhere hediye olarak o zata verdik.

(Emirdağ Lahikası-2)


Aynen öyle de Üstadımıza hürmet dahi manevî bir hediye gibi olduğundan şiddetle nâsın hürmetinden ve elini öpmesinden kaçıyordu. Tarihçe-i Hayatı’nın ve İhtiyarlar Lem’ası’nın şehadetiyle, gençliğinde emsallerinin fevkinde olarak Siirt’in Tillo kasabasında inzivaya girmişti. Ağrı vilayetinde Şeyh Ahmed Hanî Hazretlerinin türbesine kapandı. Rusya’ya esir düştüğünde, doksan kadar esir zabit kendisinin dinî derslerini şevkle dinledikleri halde, üsera kampında Tatarların küçük hâlî bir camiinde bir yer bularak orada yalnızlığa çekildi. İstanbul’da Dârülhikmeti’l-İslâmiye azalığı gibi cazip ve şaşaalı bir hayat içinde iken Yuşa Tepesi’nde kimsesizliği tercih etti. Van’a döndüğünde pek çok eski ve yeni talebeleri arasında sürurlu bir ömrü istemeyerek Erek Dağı’ndaki bir mağaraya kapandı. En son defa, otuz senede gördüğü emsalsiz zulümlerin neticesi olarak hapishanelere gönderildiği zaman, kanunen tecrit müddeti on beş gün olmasına rağmen, yirmi ay ve hattâ bütün hapis müddetince tecrid-i mutlakta tutulduğu halde kimseye şekva etmedi.

(Emirdağ Lahikası-2)


Üstadın hayatı, küllî hizmeti noktasından topluca iki büyük safha arz etmektedir:

Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van'daki ikameti, İstanbul'a gelişi, siyasî hayatı, seyahatleri, Harb-i Umumî'ye iştiraki, Rusya'daki esareti, İstanbul'da Dârülhikmeti'l-İslâmiye azalığında bulunuşu, Kuva-yı Milliye'de İstanbul'daki hizmeti, Ankara'ya gelerek ilk Meclis-i Mebusandaki faaliyetleri ve kısa bir müddet sonra Van'a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi her biri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstadın hayatının bu birinci safhası; iman ve Kur'an hizmeti itibarıyla ikinci safha hayatının mukaddimesi hükmündedir. İkinci büyük hizmetine hazırlıktır. Ömrünün ellinci senesine kadardır.

(Tarihçe-i Hayat, Giriş)


İstanbul’u tekrar şereflendirmesi, ehl-i ilmi ve halkı çok fazla memnun ve mesrur etti. Kendisine haber verilmeden, Meşihat Dairesindeki “Dârülhikmeti’l-İslâmiye” azalığına tayin olundu. Dârülhikmet, o zaman Mehmed Âkif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Hamdi gibi İslâm âlimlerinden mürekkeb bir İslâm akademisi mahiyetinde idi.

Çok zeki, kahraman ve gayyur bir âlim olan veled-i manevîsi ve biraderzadesi Abdurrahman (rahmetullahi aleyh) şöyle anlatıyor:

1334 senesinde esaretten geldikten sonra amcam, rızası olmadan Dârülhikmeti’l-İslâmiyeye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan bir müddet mezunen vazifeye gidemedi. Çok defa istifa etmek teşebbüsünde bulundu fakat dostları bırakmadılar. Bunun üzerine Dârülhikmete devama başladı. Haline dikkat ediyordum ki zaruretten fazla kendine masraf yapmıyordu. Maişetçe neden bu kadar muktesid yaşıyorsun diyenlere cevaben:

— Ben sevad-ı a’zama tabi olmak isterim. Sevad-ı a’zam ise bu kadar tedarik edebilir. Ben, ekalliyet-i müsrifeye tabi olmak istemem, demişlerdir.

Dârülhikmetten aldığı maaştan miktar-ı zarureti ayırdıktan sonra, mütebâkisini bana vererek “Hıfzet!” derdi. Ben de bir sene zarfındaki fazla kalmış paraları amcamın bana olan şefkatine hem malı istihkar etmesine itimaden, haberi olmadan tamamen sarf ettim. Sonra bana dedi ki:

— Bu para bize helâl değildi, millet malı idi, niçin sarf ettin? Mademki öyledir, ben de seni vekilharçlıktan azl ile kendimi nasbettim!

Bir müddet aradan geçti… Hakaikten on iki telifatını tabettirmek kalbine geldi. Maaştan toplanan paraları, o telifatların tabına verdi. Yalnız bir iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerlerini etrafa meccanen dağıttı. Niçin sattırmadığını sual ettim. Dedi ki:

— Maaştan bana kut-u lâyemut caizdir, fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum.

Dârülhikmetteki hizmeti, hep böyle şahsî teşebbüsü ile idi. Çünkü orada müştereken iş görmek için bazı maniler görüyordu. Onu tanıyanlar biliyorlar ki Bedîüzzaman kefenini boynuna takmış ve ölümünü göze almıştır. Onun içindir ki Dârülhikmeti’l-İslâmiyede demir gibi dayandı. Ecnebi tesiratı, Dârülhikmeti kendine âlet edemedi. Yanlış fetvalara karşı pervasızca mücadele etti. İslâmiyet’e muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için eser neşrederdi.

(Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı)


İstanbul’da Dârülhikmette bulunduğu zaman, Sünuhat Risalesi’nde yazdığı gayet acib bir vakıa-i ruhaniye:

(Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı)


M. Kemal Paşa itiraz ile içindeki niyet ve halet-i ruhiyesini ifade ile Bedîüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister. Ve Bedîüzzaman’a mebusluk hem Dârülhikmetteki eski vazifesini hem Şark’ta Şeyh Sünûsî’nin yerine Vaiz-i Umumî hem bir köşk tahsisi gibi teklifler yapar.

Bedîüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhir zamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve Hürriyet’ten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhir zamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan Hizbü’l-Kur’an hakkında “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’an’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.” tavsiyesine müraatla, Ankara’da teşrik-i mesai edemeyeceği için kendisine tevdi edilmek istenen mebusluk, Dârülhikmeti’l-İslâmiye gibi Diyanet’teki azalığı hem Vilayat-ı Şarkiye Vaiz-i Umumîliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.

(Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı)


Sonra bir inayet-i İlahiye imdadıma yetişip gafleti dağıttığı bir zamanda, Hazret-i Şeyh’in “Fütuhu’l-Gayb” namındaki kitabı hüsn-ü tesadüfle elime geçmiş. Yirmi Sekizinci Mektup’ta beyan edildiği gibi Hazret-i Şeyh’in himmet ve irşadıyla Eski Said (ra) Yeni Said’e inkılab etmiş. O Fütuhu’l-Gayb’ın tefe’ülünde en evvel şu fıkra çıktı:

اَنْتَ فٖى دَارِ الْحِكْمَةِ فَاطْلُبْ طَبٖيبًا يُدَاوٖى قَلْبَكَ Yani “Ey bîçare! Sen Dârülhikmeti’l-İslâmiyede bir aza olmak cihetiyle güya bir hekimsin, ehl-i İslâm’ın manevî hastalıklarını tedavi ediyorsun. Halbuki en ziyade hasta sensin. Sen evvel kendine tabip ara, şifa bul; sonra başkasının şifasına çalış.”

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a, 5. Vecih)


Amma فَقُلْهُ وَلَا تَخَفْ fıkrasında şâyan-ı hayret bir tevafuk var ki: İlm-i cifir kaidesiyle makam-ı ebcedîsi bin üç yüz otuz iki (1332) eder. Şu halde يَا مُنْشِدًا نَظْمٖى فَقُلْهُ وَلَا تَخَفْ meal-i gaybîsi “Yâ Risaletü’n-Nur ve Sözler sahibi! Bana bak. Gafil davranma! Bin üç yüz otuz ikide mücahedeye başla; Sözleri korkma yaz, söyle!” Filhakika Said (ra) Hürriyet’ten sonra az bir zamanda mücahedesinde tevakkuf etmiş ise bin üç yüz otuz ikide İşaratü’l-İ’caz’ı telif ile beraber Eski Said’den sıyrılmak niyet edip Yeni Said suretinde bütün kuvvetiyle mücahede-i maneviyeye başlayıp iki üç sene sonra da Dârülhikmeti’l-İslâmiyede bir iki sene Hazret-i Gavs-ı Geylanî’nin şu vasiyetini ve emrini imtisal ederek envar-ı Kur’aniyeyi neşretmiş. Lillahi’l-hamd, şimdiye kadar devam ediyor.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a)


Ezcümle: Ben menfî olarak İstanbul’a getirildiğim vakit, bir zaman Meşihat-ı İslâmiye dairesinde bulunan Dârülhikmeti’l-İslâmiyedeki hizmet-i Kur’aniyeye çalıştığım için o alâkadarlık cihetinde “Meşihat Dairesi ne haldedir?” diye sordum. Eyvah! Öyle bir cevap aldım ki ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar. Sorduğum adam dedi ki: “Yüzer sene envar-ı şeriatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve mel’abegâhıdır.” İşte o vakit öyle bir halet-i ruhiyeye giriftar oldum ki dünya başıma yıkılmış gibi oldu. Kuvvetim yok, kerametim yok, kemal-i meyusiyetle âh vâh diyerek dergâh-ı İlahiyeye müteveccih oldum. Ve bizim gibi kalpleri yanan çok zatların hararetli âhları, benim âhıma iltihak ettiler. Hatırıma gelmiyor ki acaba Şeyh-i Geylanî’nin duasını ve himmetini, duamıza yardım için istedim mi, istemedim mi bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş bir yeri zulmetten kurtarmak için bizim gibilerin âhlarını ateşlendiren onun duasıdır ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı. Herkes vâ-esefâ dedi. Ben ve benim gibi yananlar, elhamdülillah dedik. Zannederim ki bu fakir millete iki yüz milyon zarar veren adliye dairesindeki yangında böyle bir mana var. İnşâallah bu da bir ikaz ve intibahı verecektir. Ateş bazen sudan ziyade temizlik yapar.

(Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a)


Bir şey mâ-vudia-lehinde istihdam edilmezse atalete uğrar, matlub eseri göstermez. Binaenaleyh mühim bir maksat için tesis edilen Dârülhikmeti’l-İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir komisyon derecesinden çıkarıp Meşihat’taki devairin rüesasıyla beraber şûranın aza-yı tabiiyesi addetmek ve haricdeki âlem-i İslâm’dan, şimdilik on beş yirmi kadar, İslâm’ın dinen, ahlâken itimadını kazanmış müntehab ulemasını celbeylemek, bu mesele-i uzmanın esasını teşkil eder.

(Sünuhat)


S- Dârülhikmeti’l-İslâmiye neden hizmet edemedi?

C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünkü buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan her bir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes camilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Dârülhikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci ediyordu.

İkinci derecede sebep:

Dârülhikmet eczaları kabil-i imtizaç, belki de ihtilat değil. Şahsî meziyetleri vardır. Cemaat ruhu tevellüd etmedi. “Ene”ler kavîdir, delinmedi ki bir “nahnü” olsun. “Ben” “biz” olmadı. Mesailerinde teşarük düsturuyla işe girişildi, teavün düsturu ihmal edildi.

Teşarük, maddiyatta eseri azîmleştirir, fevkalâde yapar. Maneviyat ve efkârda âdileştirir, belki çirkinleştirir.

Teavün düsturu bunun tamamen aksidir, maddiyatta cemaate nisbeten pek küçük fakat yalnız bir şahsa nisbeten büyük eserlere vasıta olur. Maneviyatta ise eseri hârikulâde derecesine is’ad eder.

Hem de tenkitleri çok keskinleşmiştir, karşısına çıkan fikir parçalanır, söner. Ehakkı aramakla bazen hakkı da kaybeder. Hakta ittifak, ehakta ihtilaf olduğundan bence çok defa hak, ehaktan ehaktır. Ehakkın müddet-i taharrisi zamanında, bâtılın vücuduna bir nevi müsamaha var. Yani bazen hasen, ahsenden ahsendir.

(Tuluat)


S- Anadolu aleyhinde çıkmış olan fetvaya ne dersin? (*[6])

C- Fetva-yı mahz değil ki i’tizar edilsin. Belki kazayı tazammun eden bir fetvadır. Çünkü fetvanın kazadan farkı; mevzuu âmmdır, gayr-ı muayyendir hem mülzim değil… Kaza ise muayyen ve mülzimdir. Şu fetva ise hem muayyendir, kim nazar etse bizzarure muradı anlar. Hem mülzim olmuştur. Çünkü avam-ı Müslimîni onlar aleyhinde sevk etmekte esbabın en âhiridir.

Mademki şu fetva, kazayı tazammun ediyor, kazada iki hasmı dinletmek zarurîdir. Anadolu da söylettirilmeliydi. Netice-i müddeiyatlarını aleyhlerinde olan davalarla, siyasiyyun ve ulemadan bir heyet tarafından, maslahat-ı İslâmiye noktasında muhakeme edildikten sonra fetva verilebilirdi.

Zaten şimdi bazı hakaikte bir inkılab var. Ezdad isimlerini değiştirip mübadele etmişler. Zulme adalet, cihada bağy, esarete hürriyet namı veriliyor.

(Tuluat)


Kürdler ve İslâmiyet

... Bu hususda en ziyade söz söylemek salâhiyyetine haiz bulunan ve Kürdlerin salâbet-i diniye, necabet-i ırkiye ve celâdet-i İslâmiyesini bihakkın temsil eden ve "Dar-ül Hikmet'il İslâmiye" azasından Kürd eşraf ve mütehayyızanından bulunan fazıl-ı şehîr Bediüzzaman Said-i Kürdî Efendi Hazretleri buyuruyorlar ki:

(Asar-ı Bediiyye, Makaleler Kısmı)


Nihayet Bitlis'in hin-i sukûtunda ayağı kırılmış ve omuzu mecruh bir halde, iki gün mahsuriyetten sonra, Ruslara esir düştü. İki sene üç ay esaretten sonra; tahlis-i giribâna muvaffak olarak bugün elhamdülillah Dâr-ûl Hikmet-ül İslâmiye azalığında vazife-i diniye ve ilmiye ile meşgul bulunuyor.

(Asar-ı Bediiyye, Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı)


"LEMEÂT" Divanın sahibi amcam Said-i Kürdî'nin tercüme-i hâlini muhtasaran müstakil bir risalede yazmıştım. Fakat iki buçuk senedenberi Dâr-ül Hikmet-il İslâmiyenin vazifesini ona yüklettirdiler. O da derdi: Ben bunu terk edeceğim. Fakat millete de bir hesab vermek isterim. Bendeniz de, amcamın Dârül-Hikmet-i İslâmiyedeki vazifesinden nasıl hesap vermek istediğine dair birkaç söz yazıyorum.

Bundan ikibuçuk sene evvel, ki 1334 senesi idi. Amcamın rızası olmadan Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye'ye aza tayin edildi. Fakat esarette çok sarsılmış olduğundan, on ay me'zunen vazifeye gitmedi. Hatta çok defalar istifa etmek teşebbüsünde bulundu, fakat ahbabları bırakmadılar. Bunun üzerine vazifeye devam etti, ki bir buçuk sene oluyor. Bidayette haline dikkat ettim ki, zarûretten fazla kendine masarif yapmıyordu. Maişetçe neden bu kadar fena yaşıyorsun? diyenlere de cevaben derdi ki: "Ben sevâd-ı a'zama tabi' olmak isterim. Sevâd-ı a'zam ise bu kadar tedarik edebilir. Ben ekalliyet-i müsrifeye tabi olmak istemem." Ve Dar-ül Hikmetten aldığı maaştan miktar-ı zarûreti ayırdıktan sonra mütebakisini bana vererek "hıfzet" derdi. Ben de o bir sene zarfındaki fazla kalmış olan paraları amcamın bana olan şefkatine, hem malı istihkâr etmesine itimaden haberi olmadan tamamen sarf ettim. Sonradan bana dedi ki: "Bu para bize helâl değildi. Millet malı idi, ne için sarf ettin?. Madem ki, öyledir, ben de seni vekil-i harçlıktan azl ile kendimi nasb ettim." Ondan sonra ayda bana yirmi banknot, kendisine de onbeş tefrik ederdi. Fakat başka masraflar da onun onbeşine dahil idi. Demek ayda on-oniki banknot kendisine kalırdı. Fazla kalan mütebaki paraları kendisi hıfzeyledi.

Bir müddet aradan geçti. Yeni kalbine geldiği hakâikten on iki te'lifatını din namına tab' ettirdi. Toplanan yediyüz kadar banknotları o te'lifatların masarıf-ı tab'iyesine verdi. Yalnız bir iki küçüğü müstesna olmak üzere, diğerleri meccanen etrafa dağıttırdı. Ne için sattırmadığını sual ettim. Dedi ki: "Maaştan bana kut-u lâyemut câizdir. Fazlası millet malıdır. Bu suretle millete iade ediyorum."

Dar-ül Hikmet-il İslâmiyedeki hizmeti hep böyle teşebbüs-ü şahsiyle idi. Çünkü orada müştereken iş görmek için bazı maniler görüyordu. Zannımca kâri'ler de bunu bilirler ki; müşarün-ileyh kefenini boynuna takmış ve ölümü göze almıştır. Ve Dâr-ül Hikmet-i İslâmiyede demir gibi dayandı. Ecnebî te'siratı Dâr-ül Hikmeti kendine alet ettiremedi. Ve o yanlış fetvaya karşı dayandı, reddetti. İslâmiyet'e muzır bir cereyan ortaya atıldığı vakit, o cereyanı kırmak için küçük bir eserini neşrederdi. Hatta Anadolu'dan istediler, gitmedi. Demişti: "Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum."

(Asar-ı Bediiyye, Tarihçe-i Hayatın Zeyli)


Dar-ül Hikmet-ül İslâmiyede İken Tab' ve Neşrettiği Âsârı

1- İşârât-ül İ'câz Fi Mezann-il Îcâz

2- Nuktatun Min Nur-i Ma'rifetillah

3- Şuâatü Mârifetin Nebî

4- Lemeât

5- Tulûat

6- Sünûhat

7- Kızıl Îcâz

8- Rumûz

9- İşârat

10- Hutuvat-ı Sitte

11- Hakikat Çekirdekleri: (Birinci Cüz)

12- Hakikat Çekirdekleri: (İkinci Cüz)

(Asar-ı Bediiyye, Tarihçe-i Hayatın Zeyli)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

Kaynakça[değiştir]

  1. Albayrak, Sadık. Son Devrin İslam Akademisi Dar'ül Hikmet-il İslamiye, s.9.
  2. 2,0 2,1 2,2 2,3 TDV, Diyanet İslam Ansiplopedisi: DÂRÜ’l-HİKMETİ’l-İSLÂMİYYE maddesi.
  3. İsmail, Hekimoğlu.100 Soruda Bediüzzaman Said Nursi, s.28
  4. http://nurpedia.org/wiki/Risale:Tuluat#12._Sual
  5. Eski Said söz istiyor, diyor ki: “On üç senedir beni konuşturmadınız. Şimdi, madem beni nazara alıp sizi ittiham altına alıyorlar ve sizden korkuyorlar; elbette benim onlarla konuşmam lâzım geliyor. Gerçi benlik, enaniyet çirkindir fakat mağrur ve muannid enaniyetlilere karşı, haklı bir surette ve sırf kendisini müdafaa ve muhafaza etmek için benlik göstermek lâzım geliyor. Onun için Yeni Said gibi mahviyetle, mülayimane konuşamayacağım.” Ben de ona söz verdim. Fakat enaniyetlerine, temeddühlerine iştirak etmiyorum.
  6. Cây-ı dikkattir ki merkez-i Hilafet uleması ve Dârülhikmet ve zabıta-i ahlâkiye ile fuhuş, işret, kumar gibi kebairi izale değil, tevkif edemediler. Anadolu Hükûmeti’nin bir emri ile bütün işret, kumar gibi kebairler men’edildi. Demek desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizaç etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz.