Başlangıç

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
07.04, 26 Eylül 2024 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 50090 numaralı sürüm (→‎İlgili Maddeler)

Kur'an'ın başlangıç suresi için Fatiha Suresi sayfasına gidin

Bu maddede Arapça Be-Dal-Elif kökünden gelen kelimeler izah edilmiştir. Arapça kökünde Be-Dal-Ayn harfleri olan kelimeler için Bid'at (İbtida') ve İbda' sayfalarına gidin.

Başlangıç ve Bidayet başlama; bir şeyin başı, ilk bölümü veya ilk adımı; ilk defa ortaya çıkma zamanıdır. Mebde (çoğulu mebadi) bu anlamların yanı sıra felsefe terimi olarak ilke, unsur, prensip; kök, asıl veya kaynak anlamlarına da gelir. Mebde ve Mead ifadeleriyle Allah ve Ahiret, bazen de varlığın nasıl başladığı ve sonunun neye varacağı konusu kast edilir. İbtida ise benzer anlamlara, özellikle başlama anlamına gelir. İbtidaî ise ilk durumda kalmış olan, gelişmemiş, ilerlememiş, tekâmül etmemiş, ilkel demektir. İlkokul anlamında da kullanılır.

Diğer İsimleri[değiştir]

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Her Şeyin/Yaratılışın Başlangıcı[değiştir]

Hem her şeyin evveline ve âhirine bakıyoruz, hususan zîhayat nevinde görüyoruz ki: Başlangıçları, asılları, kökleri hem meyveleri ve neticeleri öyle bir tarzdadır ki güya tohumları, asılları; birer tarife, birer program şeklinde bütün o mevcudun cihazatını tazammun ediyor. Ve neticesinde ve meyvesinde yine bütün o zîhayatın manası süzülüp onda tecemmu eder, tarihçe-i hayatını ona bırakır. Güya onun aslı olan çekirdeği, desatir-i icadiyesinin bir mecmuasıdır. Ve meyvesi ve semeresi ise evamir-i icadiyesinin bir fihristesi hükmünde görüyoruz. Sonra o zîhayatın zahirine ve bâtınına bakıyoruz. Gayet derecede hikmetli bir kudretin tasarrufatı ve nâfiz bir iradenin tasviratı ve tanzimatı görünüyor. Yani bir kuvvet ve kudret icad eder, bir emir ve irade suret giydirir.

İşte bütün mevcudat, böyle evveline dikkat ettikçe bir ilmin tarifenamesi ve âhirine dikkat ettikçe bir Sâni’in planı ve beyannamesi ve zahirine baktıkça bir Fâil-i Muhtar’ın ve Mürîd’in gayet sanatlı ve tenasüplü bir hulle-i sanatı ve bâtınına baktıkça bir Kadîr’in gayet muntazam bir makinesini müşahede ediyoruz.

(20. Mektup)


Mesela اَنَّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا daki رَتْقًا kelimesi...

...

Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidayet-i hilkatte sema ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz mahlukatsız toplu birer madde iken Fâtır-ı Hakîm, onları fetih ve bast edip güzel bir şekil, menfaattar birer suret, ziynetli ve kesretli mahlukata menşe etmiştir, anlar. Vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur.

Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidayette güneşle mümtezic olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken Kādir-i Kayyum, o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, güneşi orada bırakıp, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, sema canibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur, anlar; başını tabiat bataklığından çıkarır, اٰمَنْتُ بِاللّٰهِ الْوَاحِدِ الْاَحَدِ der.

(25. Söz)


Fenn-i hayvanat, fenn-i nebatat, iki yüz bini mütecaviz envaın büyük peder ve âdemleri hükmünde olan mebdelerinin her birinin hudûsuna şehadet ettiği gibi; mevhum ve itibarî olan kavanin, kör ve şuursuz olan esbab-ı tabiiye ise bu kadar hayret-feza silsileler ve bu silsileleri teşkil eden ve efrad denilen dehşet-engiz birer makine-i acibe-i İlahiyenin icad ve inşasına adem-i kabiliyetleri cihetiyle her bir fert her bir nevi müstakillen Sâni’-i Hakîm’in dest-i kudretinden çıktıklarını ilan ve izhar ediyorlar.

(Nokta, Mesnevi-i N.)


Cenab-ı Hak hususi eserlerine menşe ve kendisine lâyık kemalâtına me’haz olmak üzere, her ferde ve her nev’e has ve müstakil bir vücud vermiştir. Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nevi yoktur. Çünkü bütün enva, imkândan vücub dairesine çıkmamışlardır. Ve teselsülün de bâtıl olduğu meydandadır. Ve âlemde görünen şu tagayyür ve tebeddül ile bir kısım eşyanın hudûsu, yani yeni vücuda geldiği de göz ile görünüyor. Bir kısmının da hudûsu, zaruret-i akliye ile sabittir. Demek, hiçbir şeyin ezeliyeti cihetine gidilemez.

Ve keza ilmü’l-hayvanat ve ilmü’n-nebatatta ispat edildiği gibi envaın sayısı iki yüz binden ziyadedir. Bu nevler için birer âdem ve birer evvel-baba lâzımdır. Bu evvel-babaların ve âdemlerin daire-i vücubda olmayıp ancak mümkinattan olduklarına nazaran, behemehal vasıtasız kudret-i İlahiyeden vücuda geldikleri zarurîdir. Çünkü bu nevlerin teselsülü, yani sonsuz uzanıp gitmeleri bâtıldır. Ve bazı nevlerin başka nevlerden husule gelmeleri tevehhümü de bâtıldır. Çünkü iki neviden doğan nevi, ale’l-ekser ya akîmdir veya nesli inkıtaa uğrar. Tenasül ile bir silsilenin başı olamaz.

Hülâsa: Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei en başta bir babada kesildiği gibi en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.

Evet şuursuz, ihtiyarsız, camid, basit olan esbab-ı tabiiyenin bütün akılları hayrette bırakan o enva silsilelerinin icadına kabiliyeti olduğu daire-i imkândan hariçtir. Ve keza kudret mu’cizelerinden birer nakş-ı garib ve birer sanat-ı acib taşıyan o envaın ihtiva ettikleri efradın da ihtira ve yaratılışlarını o esbaba isnad etmek, yalnız bir muhalin değil, muhalatın en hurafesidir.

Binaenaleyh o silsileleri teşkil eden enva ile efrad, hudûs ve imkân lisanıyla, Hâlıklarının vücub-u vücuduna kat’î bir şehadetle şehadet ediyorlar.

(İşaratül İ'caz)

Bitkilerin Başlangıcı[değiştir]

فَاَحْيَاكُمْ düğümünü açıyor. Evet hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acib bir mu’cizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde ve meâdin bürhanlarından en zahir bürhandır.

Evet, hayat nevilerinin en ednası nebat hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zahir, o kadar umumî, o kadar me’luf iken zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hikmet-i beşerden ve felsefesinden gizli kalmıştır. İşte hayatın ne derece ince olduğu anlaşıldı.

(İşarat-ül İ'caz)

Kur'an'ın Başlangıcı Olan Fatiha Suresinin Başlangıcı[değiştir]

اَلْحَمْدُ:

...

Sâlisen: Bu cümlenin Kur’an’ın başlangıcı olan Fatiha Suresi’ne “fatiha” yani başlangıç yapılması neye binaendir?

Cevap: Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ ferman-ı celilince ibadettir. Hamd ise ibadetin icmalî bir sureti ve küçük bir nüshasıdır. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ ın bu makamda zikri, hilkatin gayesini tasavvur etmeye işarettir.

(İşarat-ül İ'caz)

Risale-i Nur'un Başta Perdeli Olup Gittikçe İnkişaf Etmesi[değiştir]

Risale-i Nur, sair kitaplara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder.

(4. Şua)


Risale-i Nur mevzuunu büyük bir alâka ile takip eden uyanık arkadaşlarım!

Kur’an-ı Kerîm’in manası bilinmese de okunduğu ve dinlendiği zaman ruhlarda nasıl ki manevî ve derûnî bir tesir husule gelir. Zira kelâm Allah kelâmıdır. Bu kelâmullahtaki ve İslâmiyet’teki mananın kudsiyetidir ki Türkler İslâmiyet’le cihangir oldular, kıtalar, beldeler fethettiler. Bin seneden beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmaktadırlar.

Aynen öyle de Kur’an’ın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanız da onun manevî tesiri ve manevî feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder; mana âleminizi istila eder, kat’iyen istifadesiz kalmazsınız. Ve kalmıyoruz.

(Konferans)

Bediüzzaman'ın Hakiki Tahsilinin Başlangıcı[değiştir]

Birkaç gün sonra Vastan kasabasına gitti ise de orada tebdil-i hava için ancak bir ay kadar kaldı, bilâhare Molla Mehmed isminde bir zatın refakatinde Erzurum vilayetine tabi Bayezid’e hareket etti. Hakiki tahsiline işte bu tarihte başlar.

Bu zamana kadar hep “sarf ve nahiv” mebâdileriyle meşgul olmuştu ve İzhar’a kadar okumuştu. Bayezid’de Şeyh Mehmed Celalî Hazretlerinin nezdinde yaptığı bu hakiki ve ciddi tahsili, üç ay kadar devam etmiştir. Fakat pek garibdir. Zira Şarkî Anadolu usûl-ü tedrisiyle Molla Câmî’den nihayete kadar ikmal-i nüsah etti. Buna da her kitaptan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebâkisini terk eyledi.

(Tarihçe-i Hayat)

Alem-i İslam'ın Başına Gelen Müthiş Hadiselerin Başlangıcı[değiştir]

Sure-i El-Alak'ın şedde ve medde ve tenvin ile beraber hurufatı üç yüz yirmi sekizdir (328). Madem Kur'an Allâmü'l-guyub'un kelâmıdır ve madem وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ işaretiyle Kitab-ı Mübin'in bir nüshası olan Kur'an'da hâdisat-ı âleme işaret vardır. Hem madem en evvel nâzil olan şu sure mecmu-u Kur'an'ın bir nevi fihristesidir. Hem madem Kur'an'ın intişarına ve fütuhatına ve Kur'an'a ait hâdisata dair âyât-ı kesîre vardır. Elbette Sure-i El-Alak, hurufatıyla dahi Kur'an ile alâkadar olan mühim hâdisattan haber verir. Öyle ise şu surenin üç yüz yirmi sekiz (328) adediyle 1328 tarihine tevafuk noktasında ve işarat-ı Kur'aniye cihetinde, âlem-i İslâm'ın başına gelen müthiş hâdisatın başlangıcı olan 1328 tarihine[1] gayet manidar nazar-ı dikkati celbetmek için gösteriyor.

(Rumuzat-ı Semaniye)


“İnsanların, hususan Müslümanların bu teselsül eden helâketleri ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?” hatıra geldi. Birden, her müşkülümü halleden Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan, Sure-i Ve’l-Asrı’yı karşıma çıkardı. Dedi: “Bak!”

Baktım. Her asra hitap ettiği gibi bu asrımıza daha ziyade bakan

وَ الْعَصْرِ

اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ

âyetindeki اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ –şedde ve tenvin sayılır– makam-ı cifrîsi bin üç yüz yirmi dört (1324) edip hürriyet inkılabıyla başlayan tebeddül-ü saltanat ve Balkan ve İtalyan Harpleri ve Birinci Harb-i Umumî mağlubiyetleri ve dehşetli muahedeleri ve şeair-i İslâmiyenin sarsılmaları ve bu memleketin zelzeleleri ve yangınları ve İkinci Harb-i Umumî’nin zemin yüzünde fırtınaları gibi semavî ve arzî musibetlerle hasaret-i insaniye ile اِنَّ الْاِنْسَانَ لَفٖى خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tarihiyle gösterip bir lem’a-i i’cazını gösteriyor.

اِلَّا الَّذٖينَ اٰمَنُوا وَ عَمِلُوا الصَّالِحَاتِ –âhirdeki ت , ه sayılır; şedde sayılır ise– makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli sekiz ve dokuz (1358-1359) olan bu senenin ve gelecek senenin aynı tarihini göstermekle o hasaretlerden bâhusus manevî hasaretlerden kurtulmanın çare-i yegânesi, iman ve a’mal-i saliha olduğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasaretin de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, şükürsüzlük yani imansızlık, fısk ve sefahet olduğunu gösterdi. Sure-i وَ الْعَصْرِ nin azametini ve kudsiyetini ve kısalığıyla beraber gayet geniş ve uzun hakaikin hazinesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakk’a şükrettik.

(Kastamonu L.)


يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ gibi âyetlerin bahsinde Birinci Şuâ’da yedi sekiz âyâtın ehemmiyetle gösterdikleri bin üç yüz on altı ve yedi (1316-1317) tarihi ki Kur’an’a karşı olan sû-i kasdın mebdeidir.

(1. Şua)


Evet يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا عَلَى الْاٰخِرَةِ işaretiyle bu asır, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslâm’a da bilerek severek tercih ettirdi.

Hem bin üç yüz otuz dört (1334) tarihinden başlayıp öyle bir rejim ehl-i İslâm içine de sokuldu. Evet عَلَى الْاٰخِرَةِ cifir ve ebced hesabıyla 1333 veya dört ederek, aynı vakitte Eski Harb-i Umumî’de İslâmiyet düşmanları galebe çalmakla, muahede şartlarını, dünyayı dine tercih rejimi mebdeine tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil neticeleri görüldü.

(Kastamonu L.)

Başlangıçta/Dünyada Galebenin Ehl-i Dalalette Olması[değiştir]

Hem yine bu sırdandır ki; başlangıçta, ilk evvel, ekseriya dünyaya ait ve şu dünya hayatının zâhirine göre, galebe ehl-i dalalette oluyor. Zira onlar dereke-i nefse sukut etmiş olan bütün letaifleriyle kasden ve bizzat şu dünya hayatına müteveccihtirler ve bunu kendi amelleriyle

اِنْ هِيَ اِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا

söylemektedirler. (Yani hayat, yalnız bu dünya hayatından ibarettir diyorlar.) Fakat âkıbet ve netice müttakilerindir ki, onlara ve seyyidleri olan Peygamberlerine (A.S.M.) böyle denilmiş:

وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَدَارُ اْلاٰخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ اَفَلَا تَعْقِلُونَ

وَلِلْاٰخِرَةُ خَيْرٌ لَكَ مِنَ الْاُولٰي

Madem öyledir,

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ

نِعْمَ الْمَوْلٰي وَنِعْمَ النَّصِيرُ

وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

demeliyiz.

(Şule (Mesnevi N. (Badıllı))


Mebâdide, dünyada bâtıl etse galebe fakat kazanmaz harbi. “Âkıbetü’l-müttakin” ona vurur bir darbe!

İşte bâtıl mağluptur. اَلْحَقُّ يَعْلُو sırrı onu çarpar ikaba, işte hak da galiptir.

(Lemeat)

Sem', Kalp ve Basarın Mebdei[değiştir]

Hem yine غِشَاوَةٌ de şöyle bir remiz de vardır ki; Sem'in ve kalbin mebdeinde, ilk başlangıcında, ya da özünde bir ihtiyar, bir seçenek olduğu halde; basarın mebdeinde ise, bir ıztırar, bir mecburiyet vardır. İhtiyarın yeri ve mahalli ise, körleşme gişaveti, kara perdesidir. Hem غِشَاوَةٌ nün ünvanında, göz için yalnız bir cihetin (sadece baktığı taraf) olduğuna işaret vardır.. Ve غِشَاوَةٌ nün tenkiri de, tenkir içindir. Yani körleşme gayr-ı ma'rûf ve bilinmeyen bir perde olduğundan; ondan tehaffuz, korunma pek zordur. Bundan dolayı وَ عَلٰى اَبْصَارِهِمْ i غِشَاوَةٌ ne takdim eyleyip öne almış.. Taki gözler, onların gözlerine yönelsin, baksın. Zira göz, kalpteki gizli işlerin bir ayinesidir.

(İşarat-ül İ'caz (Badıllı))

Ayet ve Surelerin Başlangıç ve Bitimi[değiştir]

Diğer bir taifenin yanında: Kur'anın ayet ve sûrelerinin mebde' ve makta'larında (Başlangıç ve bitiminde) üslubunun garipliği ve bedi'liğidir.

(İşarat-ül İ'caz (Badıllı))


Evet, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın surelerine ve âyetlerine ve hususan surelerin fatihalarına, âyetlerin mebde ve makta’larına dikkat edilse görünüyor ki:

Belâgatların bütün envaını, fezail-i kelâmiyenin bütün aksamını, ulvi üslupların bütün esnafını, mehasin-i ahlâkıyenin bütün efradını, ulûm-u kevniyenin bütün fezlekelerini, maarif-i İlahiyenin bütün fihristelerini, hayat-ı şahsiye ve içtimaiye-i beşeriyenin bütün nâfi’ düsturlarını ve hikmet-i âliye-i kâinatın bütün nurani kanunlarını cem’etmekle beraber hiçbir müşevveşiyet eseri görünmüyor. Elhak, o kadar ecnas-ı muhtelifeyi bir yerde toplayıp bir münakaşa, bir karışık çıkmamak, kahhar bir nizam-ı i’cazînin işi olabilir.

(25. Söz)

Allah'ın Başlangıçtaki İcadı ve Tekrar İcadı Arasındaki Fark[değiştir]

Ey nefs-i bîhuş! Diyorsun ki: اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ hem اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَاهُمْ جَمٖيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ gibi âyetler; vücud-u eşya, sırf bir emir ile ve def’î olduğunu ve اَحْسَنَ كُلَّ شَىْءٍ خَلَقَهُ hem صُنْعَ اللّٰهِ الَّذٖٓى اَتْقَنَ كُلَّ شَىْءٍ gibi âyetler; vücud-u eşya, ilim içinde azîm bir kudretle, hikmet içinde dakik bir sanatla tedricî olduğunu gösteriyorlar. Vech-i tevfiki nedir?

Elcevap: Kur’an’ın feyzine istinaden deriz:

Evvela, münafat yoktur. Bir kısım öyledir: İptidadaki icad gibi. Bir kısmı böyledir: Mislini iade gibi.

Sâniyen: Mevcudatta meşhud olan suhulet ve sürat ve kesret ve vüs’at içinde nihayet intizam, gayet itkan ve hüsn-ü sanat ve kemal-i hilkat, şu iki kısım âyetlerin vücud-u hakikatlerine kat’iyen şehadet eder. Öyle ise şunların hariçte tahakkukları medar-ı bahis olması lüzumsuzdur. Belki yalnız “Sırr-ı hikmeti nedir?” denilebilir. Öyle ise biz dahi bir kıyas-ı temsilî ile şu hikmete işaret ederiz.

Mesela, nasıl ki terzi gibi bir sanatçı; birçok külfetler, maharetlerle musanna bir şeyi icad eder ve ona bir model yapar. Sonra onun emsalini külfetsiz çabuk yapabilir. Hattâ bazen öyle bir derece suhulet peyda eder ki güya emreder, yapılır ve öyle kuvvetli bir intizam kesbeder, saat gibi güya bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler.

Öyle de Sâni’-i Hakîm ve Nakkaş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilatıyla beraber bedî’ bir surette yaptıktan sonra cüz’î ve küllî, cüz ve küll her şeye bir model hükmünde bir nizam-ı kaderî ile bir miktar-ı muayyen vermiştir.

İşte bak o Nakkaş-ı Ezelî, her bir asrı bir model yaparak mu’cizat-ı kudreti ile murassa, taze bir âlemi ona giydiriyor. Her bir seneyi bir mikyas ederek havârık-ı rahmetiyle musanna, taze bir kâinatı o kamete göre dikiyor. Her bir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcudatı onda yazıyor.

Hem o Kadîr-i Mutlak, her bir asrı her bir seneyi her bir günü bir model yaptığı gibi rûy-i zemini, her bir dağ ve sahrayı, bağ ve bostanı, her bir ağacı birer model yapmıştır. Vakit be-vakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor. Birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor. Mevsim be-mevsim her bağ ve bostanda taze taze mu’cizat-ı kudretini ve hedâyâ-yı rahmetini gösterir. Yeni birer kitab-ı hikmet-nüma yazıyor. Taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor. Mücedded bir hulle-i sanat-nüma giydiriyor. Her baharda, her bir ağaca sündüs-misal taze bir çarşaf giydiriyor. Lü’lü-misal yeni bir murassaatla süslendiriyor. Yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor.

İşte şu işleri nihayet hüsn-ü sanat ve kemal-i intizam ile yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri, nihayet hikmet ve inayet ve kemal-i kudret ve sanat ile değiştiren zat, elbette gayet Kadîr ve Hakîm’dir. Nihayet derecede Basîr ve Alîm’dir. Tesadüf onun işine karışamaz. İşte o Zat-ı Zülcelal’dir ki şöyle ferman ediyor:

اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْئًا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ

deyip hem kemal-i kudretini ilan hem kudretine nisbeten haşir ve kıyamet gayet sehil ve külfetsiz olduğunu beyan ediyor. Emr-i tekvinîsi, kudret ve iradeyi tazammun ettiğini ve bütün eşya, evamirine gayet musahhar ve münkad olduklarını ve mübaşeretsiz, mualecesiz halk ettiği için icadındaki suhulet-i mutlakayı ifade için sırf bir emirle işler yaptığını Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan ile ferman ediyor.

Hasıl-ı kelâm: Bir kısım âyetler, eşyada hususan bidayet-i icadında gayet derecede hüsn-ü sanatı ve nihayet derecede kemal-i hikmeti ilan ediyor. Diğer kısmı, eşyada hususan tekrar icadında ve iadesinde gayet derecede suhulet ve süratini, nihayet derecede inkıyad ve külfetsizliğini beyan eder.

(16. Söz)

Deccal'in Başlangıçta Deccal Olduğunu Bilmemesi[değiştir]

Halbuki demiştik: Bu dünya tecrübe meydanıdır. Akla kapı açılır fakat ihtiyarı elinden alınmaz. Öyle ise o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çıktığı zaman çokları, hattâ kendisi de bidayeten Deccal olduğunu bilmez. Belki nur-u imanın dikkatiyle, o eşhas-ı âhir zaman tanınabilir.

(24. Söz)

Yasin Suresinin 79. Ayeti[değiştir]

Hem makam-ı ispatın îcazlı ve i’cazlı misallerinden şu:

قَالَ مَنْ يُحْيِى الْعِظَامَ وَهِىَ رَمٖيمٌ

قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلٖيمٌ

Yani, insan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.”

Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikat’inin üçüncü temsilinde tasvir edildiği gibi bir zat, göz önünde bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “Şu zat, efradı istirahat için dağılmış olan bir taburu bir boru ile toplar. Tabur nizamı altına getirebilir.” Sen ey insan, desen: “İnanmam.” Ne kadar divanece bir inkâr olduğunu bilirsin.

Aynen onun gibi hiçten, yeniden ordu-misal bütün hayvanat ve sair zîhayatın tabur-misal cesetlerini kemal-i intizamla ve mizan-ı hikmetle o bedenlerin zerratını ve letaifini “Emr-i kün feyekûn” ile kaydedip yerleştiren ve her karnda hattâ her baharda rûy-i zeminde yüz binler ordu-misal zevi’l-hayat envalarını, taifelerini icad eden bir Zat-ı Kadîr-i Alîm, tabur-misal bir cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışmış zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyeyi bir sayha ile Sûr-u İsrafil’in borusuyla nasıl toplayabilir? İstib’ad suretinde denilir mi? Denilse eblehçesine bir divaneliktir.

Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur’aniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece munis ve şefiktir ki şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurur.

(25. Söz)

Peygamberimizin Bidayetteki İnsani Vaziyeti[değiştir]

اَلسَّبَبُ كَالْفَاعِلِ düsturuyla, bütün ümmetinin bütün zamanlarda işlediği hasenatın bir misli onun defter-i hasenatına girmesi ve bütün kâinatın hakikatlerini, getirdiği nur ile nurlandırması, değil yalnız cin, ins, melek ve zîhayatı, belki kâinatı, semavat ve arzı minnettar eylemesi ve istidat lisanıyla nebatatın duaları ve ihtiyac-ı fıtrî diliyle hayvanatın duaları, gözümüz önünde bilfiil kabul olmasının şehadetiyle milyonlar, belki milyarlar fıtrî ve reddedilmez duaları makbul olan suleha-yı ümmeti her gün o zata salât ü selâm unvanıyla rahmet duaları ve manevî kazançlarını en evvel o zata bağışlamaları ve bütün ümmetçe okunan Kur’an’ın üç yüz bin harfinin her birisinde on sevaptan tâ yüz, tâ bin hasene ve meyve vermesinden yalnız kıraat-ı Kur’an cihetiyle defter-i a’maline hadsiz nurlar girmesi haysiyetiyle o zatın şahsiyet-i maneviyesi olan hakikat-i Muhammediye, istikbalde bir şecere-i tûba-i cennet hükmünde olacağını Allâmü’l-guyub bilmiş ve görmüş, o makama göre Kur’an’ında o azîm ehemmiyeti vermiş ve fermanında ona tebaiyetle ve sünnetine ittiba ile şefaatine mazhariyeti en ehemmiyetli bir mesele-i insaniye göstermiş ve o haşmetli şecere-i tûbanın bir çekirdeği olan şahsiyet-i beşeriyetini ve bidayetteki vaziyet-i insaniyesini ara sıra nazara almasıdır.

(11. Şua)


İ’lem eyyühe’l-aziz! Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş; yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semalarda tayerana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemalâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur.

Binaenaleyh tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (asm) bidayet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazar ile bakan bir adam şahsiyet-i maneviyesini idrak edemez ve derece-i kıymetine vâsıl olamaz. Ancak bidayet-i hayatına ve levazım-ı beşeriyetine ve ahval-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûba gibi şecere-i Muhammediye (asm) çıkmıştır. Ve feyz-i İlahî ile sulanmış ve fazl-ı Rabbanî ile tekâmül etmiştir.

Binaenaleyh Nebiyy-i Zîşan’ın (asm) mebde-i hayatına ait ahval-i suriyesinden zayıf bir şey işitildiği zaman üstünde durmamalı, derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.

Maahâzâ mebde-i hayatına şek ve şüphe ile bakan adam herhalde masdar ile mazhar, menba ile ma’kes, zatî ile tecelli aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, Nebiyy-i Zîşan (asm) tecelliyat-ı İlahiyeye mazhar ve ma’kestir; masdar ve menba değildir. Çünkü o zat (asm) yalnız, abddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek bu kadar görünen terakkiyat, kemalât onun zatî malı değildir. Ancak hariçten verilen Rahman-ı Rahîm’in tecellileridir.

Evvelce beyan edildiği gibi hiçbir şey, bir zerreye bile mana-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mana-yı harfiyle semanın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gaflet ile o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, sanat-ı İlahiyeyi tağutî bir tabiata mal ederler.

(Hubab, Mesnevi N.)

Peygamberimizin Nübüvvetinin ve Vahyin Bidayeti[değiştir]

Dost ve düşmanın ittifakıyla ahlâk-ı hasenenin en yüksek derecesine sahip olmuş. Bidayet-i emrinde, tek başıyla bütün dünyaya meydan okumuş.

(24. Mektup)


Hadîs-i şerifte gelmiş ki: Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmın bidayet-i vahiyde gördüğü rüyalar; subhun inkişafı gibi zahir, açık, doğru çıkıyordu.

(28. Mektup)


Cin ve şeytanın casusları, semavat haberlerine kulak hırsızlığı yapıp, gaybî haberleri getirerek, kâhinler ve maddiyyunlar ve bazı ispirtizmacılar gibi gaibden haber verenlere haber vermelerini, nüzul-ü vahyin bidayetinde vahye bir şüphe getirmemek için onların o daimî casusluğu, o zaman daha ziyade şahaplarla recm ve men’edildiğine dair olan mezkûr âyetler münasebetiyle gayet mühim üç başlı bir suale muhtasar bir cevaptır.

(28. Lem'a)


Mekkî sureler, bidayet-i vahiyde oldukları ve saff-ı evvel muhatapları ve muarızları ümmi müşrikler olduğunu ve en ziyade erkân-ı imaniyenin ispatına dair geldikleri için elbette îcazlı olacaklar. Tâ ki mebde-i vahiyde, o ağır halet-i kudsiyeye mazhar olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm tahammül edip zabtetsin.

([Risale:29._Mektubun_3._Kısmı#Mühim_Bir_Mesele-i_Kur'aniye_ve_Esalib-i_Kur'aniyenin_Tenevvüündeki_Hikmetli_Bir_Nükte|Rumuzat-ı Semaniye]])

Her Mahlukun Hareketinin Başlangıcında Lisan-ı Haliyle Besmele Çekmesi[değiştir]

Tahavvülat-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatı ve cevelanıdır. Yoksa maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, manasız bir hareket değildir. Çünkü bütün mevcudat gibi zerreler ve her bir zerre, mebde-i hareketinde “Bismillah” der. Çünkü nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi…

Hem vazifesinin hitamında “Elhamdülillah” der. Çünkü bütün ukûlü hayrette bırakan hikmetli bir cemal-i sanat, faydalı bir hüsn-ü nakış göstererek Sâni’-i Zülcelal’in medayihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Mesela, nar ve mısıra dikkat et.

([Risale:30._Söz#Mukaddime|30. Söz]])

Her Ni'metin ve İşin Bidayetinde Besmele Okumak[değiştir]

Binaenaleyh her bir nimetin bidayetinde, mü’min olan kimse Besmele’yi okusun. Ve o nimetin Allah’tan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah’ın ismiyle, Allah’ın hesabına aldığını bilerek Allah’a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun.

(Hubab, Mesnevi-i N.)


Sual: Tablacı hükmünde olan insanlara bir fiyat veriyoruz. Acaba asıl mal sahibi olan Allah, ne fiyat istiyor?

Elcevap: Evet, o Mün’im-i Hakiki, bizden o kıymettar nimetlere, mallara bedel istediği fiyat ise üç şeydir. Biri zikir, biri şükür, biri fikirdir.

Başta Bismillah zikirdir.

Âhirde Elhamdülillah şükürdür.

Ortada, bu kıymettar hârika-i sanat olan nimetler Ehad-i Samed’in mu’cize-i kudreti ve hediye-i rahmeti olduğunu düşünmek ve derk etmek fikirdir.

(1. Söz)


Ey insan! Bil ki o rahmetin arşına yetişmek için bir mi’rac var. O mi’rac ise Bismillahirrahmanirrahîm’dir. Ve bu mi’rac ne kadar ehemmiyetli olduğunu anlamak istersen, Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın yüz on dört surelerinin başlarına ve hem bütün mübarek kitapların iptidalarına ve umum mübarek işlerin mebdelerine bak. Ve Besmele’nin azamet-i kadrine en kat’î bir hüccet şudur ki, İmam-ı Şafiî (ra) gibi çok büyük müçtehidler demişler: “Besmele tek bir âyet olduğu halde, Kur’an’da yüz on dört defa nâzil olmuştur.”

(14. Lem'a)

Ehl-i Sünnet'in Fiillerin Başlangıcını İrade-i Cüz’iyeye, Nihayetini İrade-i Külliyeye Vermesi[değiştir]

İhtar: Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi füruatı da o üç mertebeyi hâvidir. Mesela, halk-ı ef’al meselesinde Cebir mezhebi ifrattır ki bütün bütün insanı mahrum eder. İtizal mezhebi de tefrittir ki tesiri insana verir. Ehl-i sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep beyne-beynedir ki o fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye, nihayetini irade-i külliyeye veriyor.

(İşarat-ül İ'caz)

Kader ve İcad-ı İlahînin Başlangıç ve Son İtibarıyla Şerden ve Çirkinlik İçermemesi[değiştir]

Hem nasıl kader-i İlahî, netice ve meyveler itibarıyla şerden ve çirkinlikten münezzehtir. Öyle de illet ve sebep itibarıyla dahi zulümden ve kubuhtan mukaddestir. Çünkü kader, hakiki illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar, zahirî gördükleri illetlere hükümlerini bina eder, kaderin aynı adaletinde zulme düşerler. Mesela, hâkim seni sirkatle mahkûm edip hapsetti. Halbuki sen sârık değilsin. Fakat kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte kader-i İlahî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat kader, o gizli katlin için mahkûm edip adalet etmiş. Hâkim ise sen ondan masum olduğun sirkate binaen mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı İlahînin adaleti ve insan kesbinin zulmü göründüğü gibi başka şeyleri buna kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlahî; mebde ve münteha, asıl ve fer’, illet ve neticeler itibarıyla şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

(26. Söz)

İşarat-ül İ'caz Tefsirinin Risale-i Nur'un Başlangıcı Olması[değiştir]

فَاِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ deki قُلْ حَسْبِىَ اللّٰهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ nün makam-ı cifrîsi şeddeli “lâm”lar birer “lâm” ve şeddeli “kâf” bir “kâf” sayılmak cihetiyle bin üç yüz yirmi dokuz (1329) ederek, Harb-i Umumî’nin başlangıcı zamanında Resaili’n-Nur’un başlangıcı olan İşaratü’l-İ’caz tefsirinin tarih-i telifine tam tamına tevafukla beraber, şeddeli “kâf” iki “kâf” sayılmak cihetiyle bin üç yüz kırk dokuz (1349) ederek Harb-i Umumî’nin verdiği sarsıntılar zamanında Resaili’n-Nur’un ‌حَسْبِىَ اللّٰهُ‌ diyerek ehl-i dünyadan hiçbir yerde himaye görmeden belki tehacüme hedef olmakla beraber çekinmeyerek yalnız başlarıyla müşkülat içinde envar-ı Kur’aniyeyi neşrettikleri aynı tarihe tam tamına tevafuku ise her cihetiyle ayn-ı şuur olan âyâtta elbette tesadüfî olamaz.

(1. Şua)

33 Söz'ün Risale-i Nur'un Mebdei Olması[değiştir]

Risale-i Nur'u tasrih eden تُقَادُ سِرَاجُ النُّورِ سِرًّا بَيَانَةً fıkrasından sonra Süryâni lisanıyla Esmâ-i Hüsnâ'dan istimdâd ve suver-i Kur'âniye ile münâcâtında tam otuz üç sûre ile Risale-i Nur'un mebdeî ve çekirdeği olan Otuz Üç Söz'ün adedine garip ve manidar işaret ettiğini...

(Fihrist Risalesi)

İnsanın Sanatının Başlangıcı ve İnsanlıkta Tekemmül Olması[değiştir]

Beşerin sanatı olan bir şey, bidayette çirkin ve gayr-ı muntazam olur, sonra yavaş yavaş intizama sokulur. Kur’an ise ilk zuhurunda gösterdiği halâveti, güzelliği, gençliği şimdi de öylece muhafaza etmektedir.

(İşarat-ül İ'caz)


Yalnız her şeyin bidayeti, acemilik cihetiyle mükemmel olmuyor. Bu ise birden yazdırıldı, elbette tam tekellüfsüz mükemmel bir suret verdirilmedi. Hal ve zaman müsaadesiz, sürat ve acemilik dolayısıyla fıtrî o sırr-ı tevafuk tamam gösterilemedi. İnşâallah sonra tekmil ettirilecektir.

...

مِنْ قَبْلِكَ deki مِنْ iptida manasını ifade eder. İptida ise bir intihaya bakar. İntiha, adem-i ihtiyaca delâlet eder. Öyle ise o hazret, Hâtemü’l-enbiya’dır ve âlem-i insaniyetin başka bir resule ihtiyacı yoktur.

(Rumuzat-ı Semaniye)


Üç kaideden tezahür eder.

1- Sultanlar daima halkın, cemaatin, ordunun sonunda çıkarlar.

2- Nev-i beşerde tekemmül vardır. Bu tekemmül kanunu, ikinci mürebbinin ve ikinci mükemmilin evvelki mürebbilerden daha ekmel olmasını iktiza eder.

3- Ale’l-ekser, halefin mahareti, selefinden daha ziyadedir.

İşte bu üç kaideden, Hazret-i Muhammed’in (asm) ekmel-i enbiya olduğu tezahür eder.

(İşarat-ül İ'caz)

Ubudiyetin Mebde ile Müntehayı Birleştirmesi[değiştir]

Ey nefis! Mükerreren söylediğimiz gibi insan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan meyve gibi en uzak ve en câmi’ ve umuma bakar ve umumun cihetü’l-vahdetini içinde saklar bir kalp çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenaya, dünyaya bakan bir mahluktur. Ubudiyet ise onun yüzünü fenadan bekaya, halktan Hakk’a, kesretten vahdete, müntehadan mebdee çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde ve münteha ortasında bir nokta-i ittisaldir.

(24. Söz)

Mebde ve Mead[değiştir]

Mekke’de birinci safta muhatap ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmileri olduğundan belâgatça kuvvetli bir üslub-u âlî ve îcazlı, mukni, kanaat verici bir icmal ve tesbit için tekrar lâzım geldiğinden ekseriyetçe Mekkî sureleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i’cazlı bir îcaz ile ifade ve tekrar ederek mebde ve meâdi, Allah’ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede belki bazen bir harfte ve takdim-tehir, tarif-tenkir ve hazf-zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli ispat eder ki ilm-i belâgatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar.

(11. Şua)


Evet hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acib bir mu’cizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde ve meâdin bürhanlarından en zahir bürhandır.

(İşaratül İ'caz)

Peygamberimizin İbtida ile İntihayı Birleştirmesi[değiştir]

Hem dininde bulunan bütün ibadatın bütün envaında en ileri olması ve herkesten ziyade takvada bulunması ve Allah’tan korkması ve fevkalâde daimî mücahedat ve dağdağalar içinde, tam tamına ubudiyetin en ince esrarına kadar müraat etmesi ve hiç kimseyi taklit etmeyerek ve tam manasıyla ve müptediyane fakat en mükemmel olarak hem iptida ve intihayı birleştirerek yapması; elbette misli görülmez ve görünmemiş.

(7. Şua)

Peygamberimizin Velayetinin Risaletine Mebde Olması[değiştir]

İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zatıyla ve esma-i hüsnanın a’zamî mertebede, nev-i insanın manen en a’zam bir ferdine, tecelli-i a’zam tezahür eder ki bu tezahür ve tecelli, mi’rac-ı Ahmedî (asm) sırrıdır ki onun velayeti, risaletine mebde olur.

...

İşte mi’rac, o hayt-ı münasebetin gılafı ve suretidir ki: Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış.

(31. Söz)

Peygamberimizin Kainatın Çekirdeği Olması[değiştir]

İkincisi: O zat, nasıl şu kâinatın çekirdeğidir? Dersiniz: Kâinat, onun nurundan halk olunmuş. Hem kâinatın en âhir ve en münevver meyvesidir. Bu ne demektir?

...

İkinci Müşkül: Ey makam-ı istima’daki insan! Şu ikinci işkâl ettiğin hakikat o kadar derindir, o kadar yüksektir ki akıl ona ne ulaşır ne de yanaşır; illâ nur-u iman ile görünür. Fakat bazı temsilat ile o hakikatin vücudu, fehme takrib edilir. Öyle ise bir nebze takribe çalışacağız.

İşte şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azîm bir şecere manasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflînin; anâsır dalları, nebatat ve eşcar yaprakları, hayvanat çiçekleri, insan meyveleri hükmünde görünür. Sâni’-i Zülcelal’in ağaçlar hakkında cari olan bir kanunu, elbette şu şecere-i a’zamda da cari olmak, mukteza-yı ism-i Hakîm’dir. Öyle ise mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin numunesini ve esasatını câmi’ olsun. Çünkü binler muhtelif âlemleri tazammun eden kâinatın çekirdek-i aslîsi ve menşei, kuru bir madde olamaz.

Madem şu şecere-i kâinattan daha evvel, o neviden başka şecere yok. Öyle ise ona menşe ve çekirdek hükmünde olan mana ve nur, elbette yine şecere-i kâinatta bir meyve libasının giydirilmesi, yine Hakîm isminin muktezasıdır. Çünkü çekirdek daima çıplak olamaz. Madem evvel-i fıtratta meyve libasını giymemiş. Elbette, âhirde o libası giyecektir.

Madem o meyve insandır. Ve madem insan içinde sâbıkan ispat edildiği üzere, en meşhur meyve ve en muhteşem semere ve umumun nazar-ı dikkatini celbeden ve arzın nısfını ve beşerin humsunun nazarını kendine hasreden ve mehasin-i maneviyesi ile âlemi, ya nazar-ı muhabbet veya hayretle kendine baktıran meyve ise Zat-ı Muhammediye aleyhissalâtü vesselâmdır. Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zatında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.

Ey müstemi! Şu acib kâinat-ı azîme, bir insanın cüz’î mahiyetinden halk olunmasını istib’ad etme. Bir nevi âlem gibi olan muazzam çam ağacını, buğday tanesi kadar bir çekirdekten halk eden Kadîr-i Zülcelal, şu kâinatı “Nur-u Muhammedî”den aleyhissalâtü vesselâm nasıl halk etmesin veya edemesin?

İşte şecere-i kâinat, şecere-i tûba gibi gövdesi ve kökü yukarıda, dalları aşağıda olduğu için; aşağıdaki meyve makamından, tâ çekirdek-i aslî makamına kadar, nurani bir hayt-ı münasebet var.

İşte mi’rac, o hayt-ı münasebetin gılafı ve suretidir ki: Zat-ı Ahmediye aleyhissalâtü vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-i ümmeti, ruh ve kalp ile o cadde-i nuranide, mi’rac-ı Nebevînin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidatlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.

Hem sâbıkan ispat edildiği üzere şu kâinatın Sâni’i, birinci işkâlin cevabında gösterilen makasıd için şu kâinatı, bir saray suretinde yapmış ve tezyin etmiştir. O makasıdın medarı, Zat-ı Ahmediye (asm) olduğu için kâinattan evvel Sâni’-i kâinat’ın nazar-ı inayetinde olması ve en evvel tecellisine mazhar olmak lâzım geliyor. Çünkü bir şeyin neticesi, semeresi; evvel düşünülür. Demek vücuden en âhir, manen de en evveldir. Halbuki Zat-ı Ahmediye (asm) hem en mükemmel meyve hem bütün meyvelerin medar-ı kıymeti ve bütün maksatların medar-ı zuhuru olduğundan en evvel tecelli-i icada mazhar, onun nuru olmak lâzım gelir.

(31. Söz)

Cenab-ı Allah'ın Sıfatının Mebdeinin Şuun-u Zatiyesi Olması[değiştir]

Ve o evsafın kemali, bilbedahe şuunat-ı zatiyenin kemaline delâlet eder. Çünkü sıfâtın mebdeleri, o şuun-u zatiyedir.

(32. Söz)

Ölümün Baki Hayatın Başlangıcı Olması[değiştir]

Yani mevti veren odur. Yani hayatı veren o olduğu gibi hayatı alan, mevti veren dahi yine odur. Evet mevt, yalnız tahrip ve sönmek değildir ki esbaba verilsin, tabiata havale edilsin. Belki nasıl bir tohum zahiren ölüp çürüyor fakat bâtınen bir sümbülün hayatına ve yoğurmasına yani cüz’î tohumluk hayatından, küllî sümbül hayatına geçiyor. Öyle de mevt dahi zahiren bir inhilal ve bir intıfa göründüğü halde, hakikatte insan için hayat-ı bâkiyeye unvan ve mukaddime ve mebde oluyor. Öyle ise hayatı veren ve idare eden Kadîr-i Mutlak, yine elbette mevti dahi o icad eder.

(20. Mektup)

Bediüzzaman'ın Sergüzeşte-i Hayatının Bu Zamanda Hizmet-i İmaniyeye Mebde Olması[değiştir]

Nasıl ki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde oluyor. Kudret-i İlahî o acib ağacı o çekirdekten halk ediyor. Milyondan ancak bir hisse o çekirdekte bulunurken, o çekirdek kader kalemiyle yazılan manevî bir fihriste olmuş. Yoksa bir köy kadar fabrikalar lâzımdır ki o acib ağaç, dal ve budaklarıyla teşkil edilsin. İşte azamet ve kudret-i İlahînin bir delili de budur ki bir zerreden dağ gibi şeyleri halk eder.

İşte aynen bunun gibi, hiçbir mahviyet ve tevazu niyetiyle olmayarak, bütün kanaatimle ilan ediyorum ki: Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlahiye ile bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde olmak için Kur’an’dan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş.

(Emirdağ L. 2)

İmam-ı Mübin ve Eşyanın Mebadileri[değiştir]

Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir unvanıdır. Yani eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet sanatkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyorlar. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Mesela bir çekirdek, bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.

Elhasıl, madem İmam-ı Mübin, mazi ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal budak salan şecere-i hilkatin bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu manadaki İmam-ı Mübin, kader-i İlahînin bir defteri, bir mecmua-i desatiridir. O desatirin imlası ile ve hükmü ile zerrat, vücud-u eşyadaki hidematına ve harekâtına sevk edilir.

(10. Mektup)

İşlerin Başındaki Tevekkül ve Netice Noktasındaki Tefviz[değiştir]

Tertib-i mebâdide tevekkül, tembelliktir. Terettüb-ü netice noktasındaki tefviz, tevekkül-ü şer’îdir.

(Lemeat)

Hz. Adem'in Fıtratının Tüm Kemalatın Mebadisini İçermesi[değiştir]

Yani Cenab-ı Hak Âdem’i (as) bütün kemalâtın mebâdisini tazammun eden âlî bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidat ile halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvi bir vicdan ve ihatalı on duygu ile teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir.

(İşaratül İ'caz)


Hem mesela وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَاHazret-i Âdem aleyhisselâmın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır.” diyor. İşte sair enbiyanın mu’cizeleri, birer hususi hârika-i beşeriyeye remzettiği gibi bütün enbiyanın pederi ve divan-ı nübüvvetin fatihası olan Hazret-i Âdem aleyhisselâmın mu’cizesi umum kemalât ve terakkiyat-ı beşeriyenin nihayetlerine ve en ileri hedeflerine, sarahate yakın işaret ediyor.

(20. Söz)

Peygamberlerin İbtidai Ümmetlere Dersleri[değiştir]

İşte şu sırdandır ki haşir ve kıyameti en a’zam mertebede, en ekmel tafsilatla Kur’an zikrediyor ve ism-i a’zamın mazharı olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm ders veriyor. Ve eski peygamberler ise hikmet-i irşadın iktizasıyla, bir derece basit ve iptidaî bir halde olan ümmetlerine, haşri en a’zam bir derecede, en geniş bir tafsilatla ders vermemişler.

(24. Söz)


Enbiya-i sâlife zamanında, tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba hem şiddetli ve efkârca iptidaî ve bedeviyete yakın olduğundan, o zamandaki şeriatlar, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir. Hattâ bir kıtada bir asırda, ayrı ayrı peygamberler ve şeriatlar bulunurmuş.

Sonra Âhir Zaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden çok inkılabat ve ihtilatat ile akvam-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, bir tek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.

Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiye de giymediğinden mezhepler taaddüd etmiştir.

(27. Söz)


Eski zaman peygamberleri ümmetlerine Kur’an gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler beşerin bedeviyet ve tufuliyet devri olmasıdır. İptidaî derslerde izah az olur.

(11. Şua)

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Resimler/Fotoğraflar[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]

  • Fatiha Suresi: Kur'an'ın başlangıcı olan sure
  • Son: Başlangıcı zıddı, münteha
  • Mebde: İlke anlamında bir felsefe terimi
  • Evvel: Varlığının başlangıcı olmayan, olmadığı bir zaman tasavvur edilemeyen anlamında Cenab-ı Allah'ın bir ismi.
  • Huruf-u Mukattaa: Kur’an’da 29 sûrenin başında 30 ayette yer alan ve isimleriyle telaffuz edilen harflerin ortak adı.
  • İşaratül İ'caz: Risale-i Nur'un başlangıcı olan tefsir
  • Yasin 79: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” diyen insana “Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise o diriltecek.” cevabının verildiği ayet.

Kaynakça[değiştir]

  1. Besmele'de şeddeli ر bir sayılmak itibarıyla, اِقْرَاْ ile beraber ebcedî makamı bin küsur adet olduğundan ve her şeyde besmele bulunduğundan bu makamdaki üç yüz adedimiz, binden sonraki üç yüzdür.
    Evet بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ in makam-ı ebcedîsi dokuz yüz doksan dokuzdur (999), hurufu on dokuzdur. Çünkü بِسْمِ اللّٰهِ kaide-i sarfiyece bir müteallak ister. Makam itibarıyla o müteallak taayyün eder. Kur'an-ı Hakîm'de müteallakı اِقْرَاْ lafzıdır. Yani اِقْرَاْ بِسْمِ اللّٰهِ yani "Allah'ın namıyla oku." Sure-i El-Alak'ta o müteallak zahire çıkmış, surenin başına girmiş.
    İşte bu hesapla şeddeli harfler birer sayılsa, çünkü tekellümde birdir. O vakit: اَلرَّحْمٰنْ Bir ر iki yüz; ن،م doksan; ح , iki (elif) ondur. Cem'an yekûnü üç yüzdür (300). اَلرَّحٖيمِ 'in ر sı iki yüz; م،ى elli; (elif) bir; ح sekiz: İki yüz elli dokuz (259).
    Demek اَلرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ beş yüz elli dokuz (559) eder.
    اَللّٰهْ lafzı, lâm-ı müşeddede bir sayıldığından ل otuz, ه beş, iki (elif) otuz yedi: Beş yüz doksan altı (596).
    بِسْمِ o da yüz iki: Altı yüz doksan sekiz (698).
    Müteallak olan اِقْرَاْ üç yüz iki: Mecmuu 1000 adettir.
    Eğer Bismillah'taki hemze-i Allah sayılmazsa, 999 eder.
    Madem her bir suver-i Kur'aniyede Bismillah zikrediliyor ve madem her mübarek şeyde besmele ile emredilmiş ve madem şu surede اِقْرَاْ lafzı zahire çıkmış ve madem her bir âyât-ı Kur'aniye mübarektir, manen besmele ister ve ona istinad eder.
    Elbette üç yüz elli bir (351), üç yüz kırk iki (342) gibi adetler bu surette bin üç yüzdür (1300) ve "Binden sonraki adettir." denilir.
    لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ