Rum 27

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
12.36, 2 Ağustos 2024 tarihinde Turker (mesaj | katkılar) tarafından oluşturulmuş 46168 numaralı sürüm

Önceki Ayet: Rum 26Rum SuresiRum 28: Sonraki Ayet

Meali: 27- İlkin mahlukunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur, ki bu, O'nun için pek kolaydır. Göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce sıfat O'nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir.

Kur'an'daki Yeri: 21. Cüz, 406. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Bir hadîs-i şerifte vârid olmuş ki:

اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ –اَوْ كَمَا قَالَ

Bu hadîs-i şerifi, bir kısım ehl-i tarîkat, akaid-i imaniyeye münasip düşmeyen acib bir tarzda tefsir etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sima-yı manevîsine bir suret-i Rahman nazarıyla bakmışlar. Ehl-i tarîkatın bir kısm-ı ekserinde sekr ve ehl-i aşkın çoğunda istiğrak ve iltibas olduğundan, hakikate muhalif telakkilerinde belki mazurdurlar. Fakat aklı başında olanlar, fikren onların esas-ı akaide münafî olan manalarını kabul edemez. Etse hata eder.

Evet, bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zat-ı Akdes-i İlahî’nin şeriki, naziri, zıddı, niddi olmadığı gibi

لَيْسَ كَمِثْلِهٖ شَىْءٌ وَهُوَ السَّمٖيعُ الْبَصٖيرُ

sırrıyla sureti, misli, misali, şebihi dahi olamaz. Fakat

وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

sırrıyla, mesel ve temsil ile şuunatına ve sıfât ve esmasına bakılır. Demek mesel ve temsil, şuunat nokta-i nazarında vardır.

Şu mezkûr hadîs-i şerifin çok makasıdından birisi şudur ki insan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. Evet, sâbıkan beyan ettiğimiz gibi kâinatın simasında bin bir ismin şuâlarından tezahür eden ism-i Rahman göründüğü gibi zemin yüzünün simasında rububiyet-i mutlaka-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahman gösterildiği gibi insanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin siması ve kâinatın siması gibi yine o ism-i Rahman’ın cilve-i etemmini gösterir demektir.

Hem işarettir ki: Zat-ı Rahmanu’r-Rahîm’in delilleri ve âyineleri olan zîhayat ve insan gibi mazharlar o kadar o Zat-ı Vâcibü’l-vücud’a delâletleri kat’î ve vâzıh ve zahirdir ki güneşin timsalini ve aksini tutan parlak bir âyine parlaklığına ve delâletinin vuzuhuna işareten “O âyine güneştir.” denildiği gibi “İnsanda suret-i Rahman var.” vuzuh-u delâletine ve kemal-i münasebetine işareten denilmiş ve denilir. Ve ehl-i vahdetü’l-vücudun mutedil kısmı “Lâ mevcude illâ hû” bu sırra binaen, bu delâletin vuzuhuna ve bu münasebetin kemaline bir unvan olarak demişler.

اَللّٰهُمَّ يَا رَحْمٰنُ يَا رَحٖيمُ بِحَقِّ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ اِرْحَمْنَا كَمَا يَلٖيقُ بِرَحٖيمِيَّتِكَ وَ فَهِّمْنَا اَسْرَارَ بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ كَمَا يَلٖيقُ بِرَحْمَانِيَّتِكَ اٰمٖينَ

(14. Lem'a, 2. Makam, 5. Sır)


بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ

فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حٖينَ تُمْسُونَ وَحٖينَ تُصْبِحُونَ

وَلَهُ الْحَمْدُ فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَعَشِيًّا وَحٖينَ تُظْهِرُونَ

يُخْرِجُ الْحَىَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَىِّ وَيُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ

وَمِنْ اٰيَاتِهٖٓ اَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ اِذَٓا اَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ

وَ مِنْ اٰيَاتِهٖٓ اَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ اَنْفُسِكُمْ اَزْوَاجًا لِتَسْكُنُٓوا اِلَيْهَا وَ جَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَ رَحْمَةً اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ

وَمِنْ اٰيَاتِهٖ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِلْعَالِمٖينَ

وَ مِنْ اٰيَاتِهٖ مَنَامُكُمْ بِالَّيْلِ وَ النَّهَارِ وَابْتِغَٓاؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهٖ اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ

وَ مِنْ اٰيَاتِهٖ يُرٖيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَ طَمَعًا وَ يُنَزِّلُ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً فَيُحْيٖى بِهِ الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ فٖى ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ

وَمِنْ اٰيَاتِهٖٓ اَنْ تَقُومَ السَّمَٓاءُ وَالْاَرْضُ بِاَمْرِهٖ ثُمَّ اِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْاَرْضِ اِذَٓا اَنْتُمْ تَخْرُجُونَ

وَ لَهُ مَنْ فِى السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ

وَ هُوَ الَّذٖى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعٖيدُهُ وَ هُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

İmanın bir kutbunu gösteren bu semavî âyât-ı kübranın ve haşri ispat eden şu kudsî berahin-i uzmanın bir nükte-i ekberi ve bir hüccet-i a’zamı, bu Dokuzuncu Şuâ’da beyan edilecek.

Latîf bir inayet-i Rabbaniyedir ki bundan otuz sene evvel Eski Said, yazdığı tefsir mukaddimesi Muhakemat namındaki eserin âhirinde “İkinci Maksat: Kur’an’da haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. نَخُو بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ deyip durmuş, daha yazamamış. Hâlık-ı Rahîm’ime delail ve emarat-ı haşriye adedince şükür ve hamdolsun ki otuz sene sonra tevfik ihsan eyledi.

Evet, bundan dokuz on sene evvel, o iki âyetten birinci âyet olan

فَانْظُرْ اِلٰٓى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللّٰهِ كَيْفَ يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

ferman-ı İlahî’nin iki parlak ve çok kuvvetli hüccetleri ve tefsirleri bulunan Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz’ü in’am etti, münkirleri susturdu.

Hem iman-ı haşrînin hücum edilmez o iki metin kalesinden dokuz ve on sene sonra ikinci âyet olan başta mezkûr âyât-ı ekberin tefsirini bu risale ile ikram etti. İşte bu Dokuzuncu Şuâ, mezkûr âyâtıyla işaret edilen dokuz âlî makam ve bir ehemmiyetli mukaddimeden ibarettir.

(9. Şua)


Kur’an’ın i’cazkârane îcazıdır. Kâh olur ki uzun bir silsilenin iki tarafını öyle bir tarzda zikreder ki güzelce silsileyi gösterir. Hem kâh olur ki bir kelimenin içine sarîhan, işareten, remzen, îmaen bir davanın çok bürhanlarını derceder.

Mesela وَمِنْ اٰيَاتِهٖ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ de âyât ve delail-i vahdaniyet silsilesini teşkil eden silsile-i hilkat-i kâinatın mebde ve müntehasını zikir ile o ikinci silsileyi gösterir, birinci silsileyi okutturuyor. Evet, bir Sâni’-i Hakîm’e şehadet eden sahaif-i âlemin birinci derecesi, semavat ve arzın asl-ı hilkatleridir. Sonra gökleri yıldızlarla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra güneş ve ayın teshiriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilaf ve deveranı içindeki silsile-i şuunattır. Daha gele gele tâ kesretin en ziyade intişar ettiği mahal olan simaların ve seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar…

Mademki en ziyade intizamdan uzak ve tesadüfün karışmasına maruz olan fertlerin simalarındaki teşahhusatta hayret verici bir intizam-ı hakîmane bulunsa, üzerinde gayet sanatkâr bir hakîmin kalemi işlediği gösterilse elbette intizamları zahir olan sair sahifeler kendi kendine anlaşılır, nakkaşını gösterir.

Hem madem koca semavat ve arzın asl-ı hilkatinde eser-i sanat ve hikmet görünüyor. Elbette kâinat sarayının binasında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâni’in sair eczalarında eser-i sanatı, nakş-ı hikmeti pek çok zahirdir. İşte şu âyet, hafîyi izhar, zahirîyi ihfa ederek gayet güzel bir îcaz yapmış.

Elhak فَسُبْحَانَ اللّٰهِ حٖينَ تُمْسُونَ den tut, tâ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلٰى فِى السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ e kadar altı defa وَمِنْ اٰيَاتِهٖ وَمِنْ اٰيَاتِهٖ ile başlayan silsile-i berahin; bir silsile-i cevahirdir, bir silsile-i nurdur, bir silsile-i i’cazdır, bir silsile-i îcaz-ı i’cazîdir. Kalp istiyor ki şu definelerde gizli olan elmasları göstereyim. Fakat ne yapayım makam kaldırmıyor. Başka vakte ta’lik edip o kapıyı şimdi açmıyorum.

(25. Söz)


Risale-i Nur, âyetlerin âhirlerinde ekseriyetle gelen

اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدٖيرٌ

اِنَّ اللّٰهَ بِكُلِّ شَىْءٍ عَلٖيمٌ

وَهُوَ الْعَزٖيزُ الرَّحٖيمُ

وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

gibi tevhidi veya âhireti ifade eden fezlekeler ve hâtimelerde ne kadar yüksek bir belâgat ve meziyetler ve cezaletler ve nükteler bulunduğunu Yirmi Beşinci Söz’ün İkinci Şule’sinin İkinci Nur’unda o fezleke ve hâtimelerin pek çok nüktelerinden ve meziyetlerinden on tanesini beyan ederek o hülâsalarda bir mu’cize-i kübra bulunduğunu muannidlere de ispat etmiş.

Evet Kur’an, o teferruat-ı şer’iye ve kavanin-i içtimaiyenin beyanı içinde birden muhatabın nazarını en yüksek ve küllî noktalara kaldırıp, sade üslubu bir ulvi üsluba ve şeriat dersinden tevhid dersine çevirerek Kur’an’ı hem bir kitab-ı şeriat ve ahkâm ve hikmet hem bir kitab-ı akide ve iman ve zikir ve fikir ve dua ve davet olduğunu gösterip her makamda çok makasıd-ı irşadiye ve Kur’aniyeyi ders vermesiyle Mekkiye âyetlerin tarz-ı belâgatlarından ayrı ve parlak mu’cizane bir cezalet izhar eder.

(11. Şua, 10. Mesele)


On üç asırda yedi vecihle i’cazını muhafaza eden ve Yirmi Beşinci Söz’de ispat edildiği üzere kırk adet enva-ı i’cazıyla mu’cize olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın ihbarat-ı kat’iyesidir.

Evet, o Kur’an’ın nefs-i ihbarı, haşr-i cismanînin keşşafıdır ve şu tılsım-ı muğlak-ı âlemin ve şu remz-i hikmet-i kâinatın miftahıdır. Hem o Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın tazammun ettiği ve mükerreren tefekküre emredip nazara vaz’eylediği berahin-i akliye-i kat’iye binlerdir.

Ezcümle: Bir kıyas-ı temsilîyi tazammun eden وَ قَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ ve bir delil-i adalete işaret eden وَ مَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبٖيدِ gibi pek çok âyât ile haşr-i cismanîdeki saadet-i ebediyeyi gösterecek pek çok dürbünleri, nazar-ı beşerin dikkatine vaz’etmiştir. Kur’an’ın sair âyetler ile izah ettiği şu وَ قَدْ خَلَقَكُمْ اَطْوَارًا ve قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ deki kıyas-ı temsilînin hülâsasını Nokta Risalesi’nde şöyle beyan etmişiz ki:

Vücud-u insan, tavırdan tavıra geçtikçe acib ve muntazam inkılablar geçiriyor. Nutfeden alakaya, alakadan mudgaya, mudgadan azm ve lahme, azm ve lahmden halk-ı cedide yani insan suretine inkılabı, gayet dakik düsturlara tabidir. O tavırların her birisinin öyle kavanin-i mahsusa ve öyle nizamat-ı muayyene ve öyle harekât-ı muttarideleri vardır ki cam gibi altında bir kasd, bir irade, bir ihtiyar, bir hikmetin cilvelerini gösterir.

İşte şu tarzda o vücudu yapan Sâni’-i Hakîm, her sene bir libas gibi o vücudu değiştirir. O vücudun değiştirilmesi ve bekası için inhilal eden eczaların yerini dolduracak, çalışacak yeni zerrelerin gelmesi için bir terkibe muhtaçtır. İşte o beden hüceyreleri, muntazam bir kanun-u İlahî ile yıkıldığından yine muntazam bir kanun-u Rabbanî ile tamir etmek için rızık namıyla bir madde-i latîfeyi ister ki o beden uzuvlarının ayrı ayrı hâcetleri nisbetinde Rezzak-ı Hakiki, bir kanun-u mahsus ile taksim ve tevzi ediyor.

Şimdi o Rezzak-ı Hakîm’in gönderdiği o madde-i latîfenin etvarına bak, göreceksin ki o maddenin zerratı bir kafile gibi küre-i havada, toprakta, suda dağılmış iken birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i kasdîyi işmam eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güya onlardan her bir zerre, bir vazife ile bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi gayet muntazam toplanıyorlar.

Hem gidişatından görünüyor ki bir Fâil-i Muhtar’ın bir kanun-u mahsusu ile sevk edilip, cemadat âleminden mevalide, yani zîhayat âlemine girerler. Sonra nizamat-ı muayyene ve harekât-ı muttaride ile ve desatir-i mahsusa ile rızık olarak bir bedene girip; o beden içinde dört matbahta pişirildikten sonra ve dört inkılabat-ı acibeyi geçirdikten sonra ve dört süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktarına yayılarak bütün muhtaç olan azaların muhtelif, ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre Rezzak-ı Hakiki’nin inayetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler.

İşte o zerrattan hangi zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan göreceksin ki basîrane, muntazamane, semîane, alîmane sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır tabiat, şuursuz esbab, hiç ona karışamaz. Çünkü her birisi unsur-u muhitten tut, tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise o tavrın kavanin-i muayyenesi ile güya ihtiyaren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş ise öyle muntazam adım atıyor ki bilbedahe bir Sâik-i Hakîm’in emriyle gidiyor gibi görünüyor.

İşte böyle muntazam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya gitgide hedef ve maksadından ayrılmayarak tâ makam-ı lâyıkına, mesela, Tevfik’in göz bebeğine emr-i Rabbanî ile girer, oturur, çalışır.

İşte bu halde, yani erzaktaki tecelli-i rububiyet gösteriyor ki iptida o zerreler muayyen idiler, muvazzaf idiler, o makamlar için namzet idiler. Güya her birisinin alnında ve cephesinde “Filan hüceyrenin rızkı olacak.” yazılı gibi bir intizamın vücudu, her adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin yazılı olmasına işaret eder.

Acaba mümkün müdür ki bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhit bir hikmet ile rububiyet eden ve zerrattan tâ seyyarata kadar bütün mevcudatı kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mizan dairesinde döndüren Sâni’-i Zülcelal “neş’e-i uhra”yı yapmasın veya yapamasın!

İşte çok âyât-ı Kur’aniye, şu hikmetli “neş’e-i ûlâ”yı nazar-ı beşere vaz’ediyor. Haşir ve kıyametteki “neş’e-i uhra”yı ona temsil ederek istib’adı izale eder. Der: قُلْ يُحْيٖيهَا الَّذٖٓى اَنْشَاَهَٓا اَوَّلَ مَرَّةٍ Yani “Sizi hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmiş ise odur ki sizi âhirette diriltecektir.”

Hem der ki: وَهُوَ الَّذٖى يَبْدَؤُا الْخَلْقَ ثُمَّ يُعٖيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ Yani “Sizin haşirde iadeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır.” Nasıl ki bir taburun askerleri, istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları; yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de bir bedende birbiriyle imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peyda eden zerrat-ı esasiye, Hazret-i İsrafil aleyhisselâmın Sûr’u ile Hâlık-ı Zülcelal’in emrine “Lebbeyk!” demeleri ve toplanmaları; aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür.

Hem bütün zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde olan ve hadîste “Acbü’z-zeneb” tabir edilen ecza-i esasiye ve zerrat-ı asliye, ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni’-i Hakîm, beden-i insanîyi onların üstünde bina eder.

(29. Söz)


İşte hakaik-i eşyanın esma-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakiki hakaik, o esmanın cilveleri olduğunu ve her şeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâni’ini zikir ve tesbih ettiğini anla. وَ اِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهٖ nin bir manasını bil ve سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ ظُهُورِهٖ de. Ve âyetlerin âhirlerinde olan

وَ هُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

وَ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحٖيمُ

وَ هُوَ الْعَلٖيمُ الْقَدٖيرُ

gibi zikir ve tekrarlarındaki bir sırrı fehmet.

Eğer bir çiçekte esmayı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmayı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.

(32. Söz)


(Hulusi Bey’e yazılmıştır.)

بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ

Sual: İmam-ı Gazalî’nin “Neş’e-i uhra, neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir.” demesinin sebebi?

Elcevap: Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazalî’nin neş’e-i uhra neş’e-i ûlâya bütün bütün muhaliftir demesi, mahiyet ve cinsiyet itibarıyla değildir. Çünkü هُوَ الَّذٖى يَبْدَؤُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعٖيدُهُ ve يُحْيِى الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَ كَذٰلِكَ تُخْرَجُونَ gibi çok âyetlerin sarahatine muhalif olur. O muhalefet, keyfiyet ve suret itibarıyladır. Hem de umûr-u uhreviyenin mertebece fevkalâde yüksek olmasına işarettir. Hem de Gazalî’nin haşr-i cismanî ile beraber haşr-i ruhanînin dahi vuku bulmasına bazı ehl-i bâtına taklit ve mümaşat cihetiyle bir işaretidir.

(Barla Lahikası)


اِعْلَمْ Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,

وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.

Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.

Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.

Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.

Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder.

Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.

Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.

Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..

(Şemme, Mesnevi-i N. (Badıllı))


اِعْلَمْ Bil ey maziyi teyakkun ile şeksiz kabul edip, âtî hakkında şek eden adam! Hayalen nefsinle iki asır evveline git. Ve kendini şecere-i nesebin ortasında duran bir dedenin yerinde farzet! Sonra da mazide mevcud olan kendi ecdadına bak! Ve sonra senden teselsül edip sana doğru gelmekte ve mümkinat-ı istikbaliye olan kendi evladına nazar et! Acaba bu her iki cenah ortasında bir tefavüt görecek misin? Hâyır! ne intizamda, ne de tesadüfün vücudunu vehimlendirecek bir şeyde tefavüt görmeyeceksin. Belki birinci cenah, nasıl ki bir ilim ve ittikan ile masnu' olup Sanii onu gördüğü gibi, ikinci cenah dahi, vücuda gelmezden evvel Saniinin meşhudu olup, onu da san'atkârane icad edeceğinde şübhe yoktur.

Ve binaenaleyh cedlerinin diriltilip iade edilmesi, evladının icadından daha garib değildir. Belki bu, ondan daha ehvendir. Bu hakikata işareten Cenab-ı Hak, Kur'an'da azamet ve izzetiyle ferman etmiş:

وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ

Yani bu, ondan daha çok ona kolaydır.

İşte bu küçücük cüz'î misale, küll ve küllî işleri kıyas et. Tâ ki mazideki vukuatın birer mu'cize olduğunu gördüğün gibi; elbette bunları halkeden Sani, mümkinat-ı istikbaliyeye de kadir ve istikbalin bütün tafsilatına alim ve onun her tarafını muhit ve basir bulunduğunu şehadet ettiğini anlayıp bilesin!..

(Şu'le, Mesnevi-i N. (Badıllı))


Hem dahi bil ki! Faik bir cemali bulunan herkesin, en hakikî lezzeti; kendi cemalini müşahede etmektir. Bu da iki tarzda olur:

Birisi: Bizzat kendi şuhuduyla görmek.. Diğeri: mahlukatına kendi masnuatını irae etmek suretiyle onları şâhid göstererek müşahede etmektir. Amma başkasını mülahaza etmek suretiyle, onlara nisbet ile hasıl olan bir tefevvukun lezzeti ise, gayr-ı zatîdir. Belki arazî ve zaif bir surettir. Ve umur-u nisbiye ve izafiyeye mahsus karışık bir şeydir.

Fakat lizatihî mahbub olan mücerred, sermedî bir kemal-i zatî ve cemal-i hakikî sahibi ki,

لَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي

hakikatıyla muttasıf olan bir zat, bize kendi Resulünün lisanından haber vermiştir ki:

اِنَّهُ خَلَقَ الْخَلْقَ لِيُعْرَفَ

Yani bütün mahlukatı aynalar tarzında tasvir etmiş, tâ ki, lizatihî ve bizatihî mahbub olan kendi mukaddes cemalinin tecelliyatını o aynalarda müşahede etsin.

(Şu'le, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]