A'raf 179: Revizyonlar arasındaki fark

Nurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi sitesinden
Değişiklik özeti yok
Değişiklik özeti yok
 
7. satır: 7. satır:
[[Kategori:Kör, Sağır, Dilsiz Ayetleri]]
[[Kategori:Kör, Sağır, Dilsiz Ayetleri]]
[[Kategori:Hayvan Gibi Hatta Daha Sapıktırlar Ayetleri]]
[[Kategori:Hayvan Gibi Hatta Daha Sapıktırlar Ayetleri]]
[[Kategori:A'raf Suresinin Risale-i Nur'da Geçen Ayetleri]]
''Önceki Ayet: [[A'raf 178]] ← [[Kuran:A'raf|A'raf Suresi]] → [[A'raf 180]]: Sonraki Ayet''
''Önceki Ayet: [[A'raf 178]] ← [[Kuran:A'raf|A'raf Suresi]] → [[A'raf 180]]: Sonraki Ayet''



17.42, 17 Ağustos 2024 itibarı ile sayfanın şu anki hâli

Önceki Ayet: A'raf 178A'raf SuresiA'raf 180: Sonraki Ayet

Meali: 179- Andolsun, biz cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlarla görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.

Kur'an'daki Yeri: 9. Cüz, 173. Sayfa

Tilavet Notları:

Diğer Notlar:

Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği[değiştir]

Ey nefis! Ehl-i dünyaya, hususan ehl-i sefahete, hususan ehl-i küfre bakıp surî ziynet ve aldatıcı gayr-ı meşru lezzetlerine aldanıp taklit etme. Çünkü sen onları taklit etsen onlar gibi olamazsın. Pek çok sukut edeceksin. Hayvan dahi olamazsın. Çünkü senin başındaki akıl, meş’um bir âlet olur. Senin başını daima dövecektir.

Mesela, nasıl ki bir saray bulunsa büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lambası bulunur. O elektrikten teşaub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lambasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa bütün menziller, derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda büyük elektrik lambasıyla merbut olmayan küçük elektrik lambaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lambasının düğmesini çevirerek kapatsa sair menzillerde ışıklar bulunabilir. Onunla işini görebilir, hırsızlar istifade edemezler.

İşte ey nefsim! Birinci saray, bir Müslüman’dır. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lambasıdır. Eğer onu unutsa, el-iyazü billah kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemalâtın yeri ruhunda kalamaz, hattâ Rabb’ini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve latîfeler, karanlığa düşer ve kalbinde müthiş bir tahribat ve vahşet oluyor. Acaba bu tahribat ve vahşete mukabil hangi şeyi kazanıp ünsiyet edebilirsin? Hangi menfaati bulup o tahribat zararını onunla tamir edersin?

Halbuki ecnebiler, o ikinci saraya benzerler ki Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâmın nurunu kalplerinden çıkarsalar da kendilerince bazı nurlar kalabilir veya kalabilir zannederler. Onların manevî kemalât-ı ahlâkiyelerine medar olacak Hazret-i Musa ve İsa aleyhimesselâma bir nevi imanları ve Hâlıklarına bir çeşit itikadları kalabilir.

Ey nefs-i emmare! Eğer desen: “Ben, ecnebi değil hayvan olmak isterim.” Sana kaç defa söylemiştim: “Hayvan gibi olamazsın. Zira kafandaki akıl olduğu için o akıl geçmiş elemleri ve gelecek korkuları tokadıyla senin yüzüne, gözüne, başına çarparak dövüyor. Bir lezzet içinde bin elem katıyor. Hayvan ise elemsiz güzel bir lezzet alır, zevk eder. Öyle ise evvela aklını çıkar at, sonra hayvan ol. Hem كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ sille-i te’dibini gör.”

(24. Söz)


وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَاْلاِنْسَ اِلَّا لِيَعْبُدُونِ

(âyetinin gizli hazinelerinden bir tek cevheresinin beyanındadır.)

اِعْلَمْ Ey kendi nefsini ve vazife-i hayatını unutmuş ve insanın hikmet-i hilkatından gafil olmuş; ve Sani-i Hakîm'in şu müzeyyen masnuat içinde vaz' ettiği manalardan cahil kalmış Said! Bil ki: Şu âlemin binasının ve insan âleminin ona idhal edilmesinin meselini bilmek istersen, şu temsilî hikâyeyi dinle. Şöyle ki:

Bir zaman bir sultan varmış, onun pek çok esnaf-ı cevahirle dolu hazineleri varmış. Hem onun pek çok gizli defineleri varmış, hem sanayi-i garibede çok maharet ve ıttılaı varmış. Hem sayısız fünun-u acibeye ve hadsiz ulûm-u garibeye ilim ve marifeti varmış.

İşte o melik-i zîşan istedi ki; haşmet-i saltanatını ve servetinin şa'şaasını ve san'atının hârikalarını ve marifetinin garibelerini bütün herkesin başı üstünde izhar etsin. Yani kendi manevî kemal, cemal ve celalini iki vechile müşahede etsin:

Bir vechi: Bizzat kendi nazar-ı dakaik-âşinasıyla görsün.

Diğeri: Başkaların nazarlarıyla ve müşahedesiyle baksın.

İşte bu hikmete binaen o zat, çok menzil ve salonlara ayrılan cesim bir kasrı bina etti. Sonra o kasrı definelerinin türlü türlü cevahirleriyle murassa' bir şekilde tezyin edip süsledi. Sonra onu san'atının latif incelik ve tezyinatıyla nakışladı. Hem fünûn-u hikmetinin dekaikıyla tanzim etti; Ve ulûmunun âsâr-ı mu'cizekâranesiyle tevsim etti. Sonra kasrın içinde türlü türlü in'am ve nimetlerinin lezizleriyle sofralar kurdu. Ve hakeza, gizli kemalâtını izhar edecek her çeşit bedialarla bezedi.

Sonra kendi raiyetini o kasrı seyr ve tenezzühe davet etti. Ve onlara misli görülmemiş bir tarzda öyle bir ziyafet hazırladı ki; âdeta her bir lokma taam, yüzer latif san'atların birer enmuzeci ve nümunesidir. Sonra bir üstad-ı alim tayin etti. Tâ ki, kasrın içindeki o nakışların remizlerini ve o san'atların işaratını tarif etsin ve ne vechile o manzum murassaat ve mevzun cevahir, onların sahiblerinin kemalâtına delâlet ediyor, bildirsin. Hem ahaliye, adab-ı duhulü ve kasrın saniine karşı ne gibi muameleler lâzım geldiğini öğretsin.

İşte o üstad-ı alim dahi ahaliye karşı, gelecek şu tebligatta bulundu, dedi ki: Ey ahali! Benim melikim bu kasrı ve içindekilerini izhar etmesiyle kendini size tanıttırmak istiyor. Siz de onu güzelce tanıyınız. Hem bu türlü tezyinat ile kendini size sevdirmek ister. Siz de onun san'atını istihsan etmekle, kendinizi ona sevdiriniz. Ve şu sahavetperver ihsanatıyla muhabbetinizi celbetmek istiyor, siz dahi ona muhabbet ediniz. Hem size rahmet ve şefkatini gösteriyor, siz de ona teşekkür ediniz. Hem kendi cemal-i manevîsini size izhar etmek irade ediyor. Siz de ona karşı iştiyakınızı gösteriniz. Ve hakeza, ona ve o makama lâyık olacak tebligatı saraya dâhil olan ahaliye bildirdi. Fakat kasra giren ahali, iki güruha ayrıldılar:

Birinci güruh: Kasra girer girmez, etraflarına baktılar, dediler ki: "Bunda büyük bir iş var." Sonra o muallim üstada baktılar, dediler ki: "Esselâmü aleyke eyyühel üstad! Hakkan bu gibi hârika bir kasra senin gibi bir üstad-ı muallim lâzımdır; senin sultanın, seyyidin sana ne bildirmişse, lütfen bize de bildir. O üstad ise, sabıkan zikri geçen nutku onlara tekrar okudu. Bunlar da güzelce dinleyip iyice istifade ettiler.. ve o melikin marziyatı dairesinde hareket etmeye başladılar.

Sonra da o melik-i zîşan, onları tavsif edilmez bir başka saraya davet edip, kendi şan-ı saltanatına lâyık ve o itaatkâr raiyete şayetse ve o has kasra münasib bir şekilde onları ikramına garketti.

İkinci güruh ise, kasra girer girmez, yemeklerden başka hiçbir şeye bakmadılar. Körleşip sağırlaştılar. Hayvan gibi yiyerek uykuya daldılar. Hem içilmeyen bazı iksirlerden içtiler. Sarhoş olup bağırıp çağırmaya başladılar. O acip kasrın letaifini tedkik eden ahaliyi çok rahatsız ettiler. Sonra Melikin askerleri bunları tutup o edebsizlere lâyık olacak bir zindana attılar.

Ey kardeş! Elbette bilirsin ki; o melik, bu kasrı birinci güruhun iz'an ettikleri maksadlar için yapmıştır. Ve bu maksadların husulü ise, şu üstadın vücuduna ve insanların onu dinlemesine bağlıdır. "Eğer bu üstad olmasaydı, o melik şu kasrı bina etmezdi" dense, haktır ve hakikattır. Hem denilebilir ki; insanlar, bu üstad-ı mübelliğin talimatını dinlemedikleri vakit, o melik şu kasrı tahrib edip tebdil edecektir.

İşte eğer temsilin sırrını fehmettin ise bak, hakikatın suretini de gör: Amma o kasır ise tavanı mütebessim yıldızlarla tenvir edilmiş ve tabanı güna-gûn çiçeklerle tezyin edilmiş olan şu âlemdir.

Amma o melik ise ezel ve ebed sultanıdır ki,

تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوٰي عَلَي الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِاَمْرِهِ

ile muttasıf zîhaşmet ve zîkudret bir Malik-el Mülk-i Zülcelal-i Ve-l İkram'dır. Ve o saraydaki menziller ise, her birisi kendine münasib bir şekilde tezyin edilmiş olan âlemlerdir. Ve temsildeki sanayi-i garibe ise melikin mu'cizat-ı kudretidirler. Ve o saraydaki taamlar ise, Cenab-ı Rahman-ı Rahim'in semerat-ı rahmetinin hârikalarıdır.. Ve o matbah ve ocak ise, karnında ateş bulunan arz ve ruy-i arzdır. Ve o gizli define ve cevahiri ise, esma-i kudsiye ile cilveleridir. Ve o kasırdaki nakışlar ve onların remizleri ise, mevzun, ölçülü olan masnuat'ın manzumeleri ve nakkaşlarının esmasına olan delâletleridir.

Ve o muallim üstad ile avane ve şakirdleri ise, Seyyidimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ile sair peygamberan-ı izam (A.S.) ve evliya-i kiramdırlar (R.A.) Ve o kasırdaki melikin askerleri ise, melaike-i kiramdır (aleyhimüssalatü vesselâm).. Ve o seyr ve ziyafete davet edilen misafirler ise, insan ile hâşiyeleri olan hayvanata işarettir.

Ve o iki güruhtan birinci güruh ise, kâinat kitabının âyetlerinin meanisini derkedip, ehline tefsir eden ehl-i iman ve Kur'an'dır.

İkinci güruh ise, ehl-i küfür ve tuğyandır ki, nefis ve şeytana tabi' olup sağır, dilsiz ve körlerdir ki;

كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّ

hayvandan yüz derece aşağı bir surette, yalnız bu dünya hayatını anlayan bedbahtlardır.

Evet süada-yı ebrar olan ehl-i iman, şu kasr-ı kâinata dâhil oldukları vakit, Rabbini Cevşen-ül Kebir ve emsaliyle tavsif eden bir abd-i resule ve risaletiyle Kur'an-ı Kerim'e dellallık eden bir mübelliğ-i kerime kulak vererek; ve Kur'anın ahkâmına karşı "semi'na ve ata'na" diyerek saltanat-ı rububiyetin mehasinine nâzırlık makamına çıkıp, o saltanata karşı tekbirlerle tesbihhan oldular.

Sonra, esma-i kudsiye cilvelerinin bedayiine dellallık makamında tesbih ve tahmid vazifesini eda ettiler; Ve havas ve duygularının zevkleriyle rahmet hazinelerinin müddeharatını fehmederek şâkirane hamdettiler.

Sonra, kâinatta mütecelli olan esma-i hüsnanın definelerindeki cevherlerini, cihazatlarının idrâk terazisiyle bilip, takdis ve medih vazifesini edaya başladılar.

Sonra, kalem-i kudretin mektubatını mütalaa etmek makamında istihsan ve tefekkür vazifesine girdiler.

Sonra, fıtratın letaifini müşahede ederek, seyr ü tenezzüh makamında, onların Fâtırlarına müştakane muhabbet etmeye başladılar.

Sonra, Sani-i Zülcelal'i mu'cizat-ı san'atıyla tanıttıran garib san'atına karşı hayret içinde bir marifetle mukabele edip

سُبْحَانَكَ مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ بِمُعْجِزَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ

dediler.

(5. Ders, Mesnevi-i N. (Badıllı))

Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler[değiştir]

İlgili Maddeler[değiştir]