https://nurpedia.org/api.php?action=feedcontributions&user=Turker&feedformat=atomNurpedia.org - İman ve İslam Hakikatlerine Dair Nur Ansiklopedisi - Kullanıcı katkıları [tr]2024-03-28T22:16:10ZKullanıcı katkılarıMediaWiki 1.40.0https://nurpedia.org/index.php?title=Cibali_Baba&diff=41483Cibali Baba2024-03-28T16:05:03Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Kabri Cibali'de Olanlar]]<br />
'''Cibali Baba''' ya da asıl adıyla '''Cebe Ali''' İstanbul'un fethinden önce İstanbul'da yaşayan, Vedud ismine mazhar olmuş ve duasıyla fethi geciktirmiş meczub bir evliyadır. Fatih İstanbul'u kuşattığında "Ya Rabbi! Gâvurcuklarımı koru." diye o isimle dua edince toplar tesir etmemiştir. Bunun üzerine Akşemseddin kırk gün çalışmış, Vedud ismine mazhariyette onu geçmiş ve onu makamından azletmiştir. Ancak bundan sonra İstanbul fethedilmiştir. Üstad Cibali Baba'yı zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken aslında meczub olan evliyaya misal olarak verir. İstanbul fethinde Haliç, Cibali kapısından sarıldığı için bu kapıya Cibali Kapısı adı verilmiştir. Fetihden önce şehid olduğu rivayet edilir.<ref name='a'>https://sorularlarisale.com/sultan-mehmed-fatihin-zamaninda-hikaye-edilen-meshur-ve-manidar-cibali-baba-kissasi-hakkinda-bilgi-verir-misiniz</ref><ref name='b'>https://www.evliyalar.net/cebe-ali-bey/</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Cebe Ali<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' <br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 1469<br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Haliç kenarında Cibali polis karakolu içinde, İstanbul<br />
<br />
'''Harita Konumu:''' [https://goo.gl/maps/R5cuwCeUTmWuf7Qh6]<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
Mühim ve mahrem bir mesele ve bir sırr-ı velayet<br />
<br />
Âlem-i İslâm’da Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen ehl-i hak ve istikamet fırka-i azîmesi, hakaik-i Kur’aniyeyi ve imaniyeyi istikamet dairesinde hüve hüvesine sünnet-i seniyeye ittiba ederek muhafaza etmişler. Ehl-i velayetin ekseriyet-i mutlakası, o daireden neş’et etmişler. Diğer bir kısım ehl-i velayet, Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in bazı desatirleri haricinde ve usûllerine muhalif bir caddede görünmüş. İşte şu kısım ehl-i velayete bakanlar iki şıkka ayrıldılar:<br />
<br />
Bir kısmı ise Ehl-i Sünnet’in usûlüne muhalif oldukları için velayetlerini inkâr ettiler. Hattâ onlardan bir kısmının tekfirine kadar gittiler.<br />
<br />
Diğer kısım ki onlara ittiba edenlerdir. Onların velayetlerini kabul ettikleri için derler ki: “Hak yalnız Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in mesleğine münhasır değil.” Ehl-i bid’adan bir fırka teşkil ettiler, hattâ dalalete kadar gittiler. Bilmediler ki Her hâdî zat, mühdî olamaz. Şeyhleri hatasından mazurdur, çünkü meczuptur. Kendileri ise mazur olamazlar.<br />
<br />
Mutavassıt bir kısım ise o velilerin velayetlerini inkâr etmediler fakat yollarını ve mesleklerini kabul etmediler. Diyorlar ki: “Hilaf-ı usûl olan sözleri, ya hale mağlup olup hata ettiler veyahut manası bilinmez müteşabihat misillü şatahattır.”<br />
<br />
Maatteessüf birinci kısım, hususan ulema-i ehl-i zahir, meslek-i Ehl-i Sünnet’i muhafaza niyetiyle, çok mühim evliyayı inkâr, hattâ tadlil etmeye mecbur olmuşlar. İkinci kısım olan taraftarları ise o çeşit şeyhlere ziyade hüsn-ü zan ettikleri için hak mesleğini bırakıp bid’ate hattâ dalalete girdikleri olmuş.<br />
<br />
İşte şu sırra dair, pek çok zaman zihnimi işgal eden bir halet vardı: Bir zaman ben, bir kısım ehl-i dalalete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim. Bedduama karşı müthiş bir kuvvet-i maneviye çıktı. Hem duamı geri veriyordu hem beni men’etti.<br />
<br />
Sonra gördüm ki o kısım ehl-i dalalet, hilaf-ı hak icraatında bir kuvve-i maneviyenin teshilatıyla, arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor. Muvaffak oluyor. Yalnız cebir ile değil belki velayet kuvvetinden gelen bir arzu ile imtizaç ettiği için ehl-i imanın bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telakki etmiyorlar.<br />
<br />
İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım, Fesübhanallah dedim. “Tarîk-ı haktan başka velayet bulunabilir mi? Hususan müthiş bir cereyan-ı dalalete ehl-i hakikat taraftar çıkar mı?” dedim. Sonra bir mübarek arefe gününde müstahsen bir âdet-i İslâmiyeye binaen Sure-i İhlas’ı yüzer defa tekrar ederek okuyup onun bereketiyle “Mühim Bir Suale Cevap” namında yazılan mesele ile beraber şöyle bir hakikat dahi rahmet-i İlahiye ile kalb-i âcizaneme gelmiş. Hakikat şudur ki:<br />
<br />
Sultan Mehmed Fatih’in zamanında hikâye edilen meşhur ve manidar “[[Cibali Baba]] kıssası” nevinden olarak bir kısım ehl-i velayet, zahiren muhakemeli ve âkıl görünürken, meczupturlar.<br />
<br />
Ve bir kısmı dahi bazen sahvede ve daire-i akılda görünür, bazen aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer.<br />
<br />
Şu kısımdan bir sınıfı ehl-i iltibastır, tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi halet-i sahvede tatbik eder, hata eder ve hata ettiğini bilmez.<br />
<br />
Meczupların bir kısmı ise indallah mahfuzdur, dalalete sülûk etmez.<br />
<br />
Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller, bid’at ve dalalet fırkalarında bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.<br />
<br />
İşte muvakkat veya daimî meczup olduklarından manen “mübarek mecnun” hükmünde oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için mükellef değiller. Ve mükellef olmadıkları için muaheze olunmuyorlar. Kendi velayet-i meczubaneleri bâki kalmakla beraber, ehl-i dalalete ve ehl-i bid’aya taraftar çıkarlar. Mesleklerine bir derece revaç verip bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye meş’umane bir sebebiyet verirler.<br />
<br />
([[Risale:26._Mektup#Dokuzuncu_Mesele|26. Mektup]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Cibali 1.png]]<br />
<br />
[[Dosya:Cibali 2.png]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
*[[Meczub]]<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Mehmed_Vehbi_%C3%87elik&diff=41482Mehmed Vehbi Çelik2024-03-21T20:28:52Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Dosya:Mehmet Vehbi Efendi.png|thumb|left]]<br />
[[Kategori:Kabri Konya Musalla Mezarlığında Olanlar]]<br />
'''Konyalı Hoca Vehbi Efendi''' 2. Meşrutiyetten sonra ve TBMM ilk açıldığında Konya mebusluğu yapmış ve Hülasatülbeyan isimli tefsirin sahibi Konyalı büyük bir alimdir. İngilizlerin İstanbul’u işgalinden sonra padişah ve Ankara ile görüşmek için seçilen heyette yer aldı. Sultan Vahdeddin'e düşmana karşı direnmeyi ve Anadolu’daki harekete destek vermeyi önerdi. Kuvâ-yi Milliye'de aktif olarak çalıştı. Bir ara Konya valisi olup Konya'yı İtalyanların işgalini önledi. Yeni açılan TBMM'de başkan vekilliği ve bir süre Şeriye ve Evkaf Vekilliği yaptı. Vahdeddin İngilizler’in himayesinde İstanbul’dan ayrıldıktan sonra onu padişahlıktan ve halifelikten azleden fetvayı verdi. 1923'te siyasetle iştigali bıraktı. Kendisini ilme vermesine rağmen zaman zaman baskılara uğradı ve gözetim altında bulunduruldu. Süleyman Kaya (Gaye) isimli bir nur talebesi 1940'lı yıllarda Vehbi Hocaya İhlas Risalesini okuttuktan sonra Vehbi Hocaefendi: “Allah senden razı olsun. Ben Müslümanlar arasındaki bu ihtilafları görüyordum. Acaba İslamiyet'te bir hakikatsizlik mi var diye şüpheye düşünüyordum. Bu İhlâs Risalesi beni kurtardı” demiştir.<ref name='b'>https://islamansiklopedisi.org.tr/mehmed-vehbi-efendi</ref><ref name='a'>Ağabeyler Anlatıyor-6, Ömer Özcan</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Hoca Vehbi<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' Hadim, Konya, 1862<ref name='b' /><br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 27 Kasım 1949<ref name='b' /><br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Konya Musalla Mezarlığı<ref name='b' /><br />
<br />
'''Harita Konumu:''' [https://maps.app.goo.gl/cCj5DhzBQMF42Sb27] <br />
<br />
==Eserleri==<br />
<br />
[[Hülasatül Beyan]] adlı 15 ciltlik Türkçe tefsir başta olmak üzere muhtelif eserler.<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
Dördüncüsü: Sâbık üç tevafuku yazdıktan sonra büyük Hâfız Ali’nin gayet güzel mektubuyla, Hulusi-i sâlis Abdullah Çavuş’un manidar mektubu ve Hulusi Bey’in ve Kâtip Osman’ın kıymetli mektuplarını aldım. Hâfız Ali’nin mektubunda yazdığı şu fıkra, Konya âlimlerinin Risale-i Nur’u yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve '''tefsir sahibi Hoca Vehbi'''’nin (rh) Risale-i İhlas karşısında mağlubiyetle beraber, Risale-i Nur’a karşı hayran ve takdirkâr olması münasebetiyle, Hâfız Ali demiş: “Risale-i Nur’un bir kerametidir, öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan hocanın en evvel İhlas Risaleleri eline geçmiş.”<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Sonraki_Mektuplar_(Kastamonu)#42._Par.C3.A7a|Kastamonu Lahikası]])<br />
----<br />
Başta, çok mübarek tefsirin çok muhterem ve kıymettar sahibi olan '''Hoca Vehbi Efendi''' olarak, Risale-i Nur’u takdir edip alâkadarlık gösteren bütün Konya ve civarı ulemalarını, bütün kazançlarıma ve dualarıma şerik ettim. Ve has kardeşlerim dairesi içinde isimlerini bildiğim zatları, isimleriyle dua vaktinde yâd ediyorum.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#6._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası-1]])<br />
----<br />
Sâniyen: Konyalı Sabri’nin Re’fet’e yazdığı mektubunu gördüm, ondan bildim ki bu Sabri, öteki Sabri gibi gayet hâlis ve samimi ve çalışkan bir Nurcudur. Bin bârekellah hem ona hem onu teşvik ve teşci eden ve hocaların yüzlerini ak eden Konya âlimlerine. Başta müfessir mübarek '''Hoca Vehbi''' olarak onlara ve oradaki Nur şakirdlerine çok selâm ederiz ve bu mübarek şuhur-u selâsede dualarını isteriz.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#37._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası-1]])<br />
----<br />
Üstadlarımdan birisi olan Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin (ks) mensuplarından olduğu anlaşılan eczacı Hacı Abdüllatif’in mektubundan anlaşılıyor ki bilerek, tam takdir ederek Nurlara hizmet edecektir. Zaten ben bekliyordum ki Mevlevîlerden bazı Nur kahramanları çıksın. İnşâallah birisi bu olacak. Ona çok selâm ederim. Hususi mektup yazmaya halim müsaade etmediği için gücenmesinler. Orada, Sabri ve mahdumları ve Nur şakirdlerine ve başta '''Hoca Vehbi Hazretleri''' olarak hocalarına çok selâm eder ve dualarını bekleriz.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#7._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası-1]])<br />
----<br />
Sâlisen: Nur santralı Sabri’nin (rh) Lâhika’ya girecek güzel mektubu ve Ali Osman ve Çilingir Ali’nin Nurların neşrindeki kudsî hizmetleri ve İbrahim Edhem’in Balıkesir vesair taraflarda tesirli faaliyeti ve onun irşadıyla çokların Nur dairesine girmesi ve Ahmed Fuad’ın da Eflani havalisinde Hasan Feyzi gibi faaliyeti ve şiddetli alâkası ve Konyalı Sabri’nin genç mekteplilerin çoklukla Nur dairesine girmelerine çalışması ve başta '''müfessir hacı ve hoca Vehbi Efendi''' ve Konya ulemasının Nurlara karşı hüsn-ü teveccühleri ve tasdikkârane münasebetleri ve ...<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#55._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası-1]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Mehmed Vehbi Çelik kabir 2.jpg]]<br />
<br />
[[Dosya:Mehmet Vehbi Efendi kabir.png]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Sabri_Hal%C4%B1c%C4%B1&diff=41481Sabri Halıcı2024-03-21T08:51:58Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Kabri Konya Musalla Mezarlığında Olanlar]]<br />
[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Denizli Hapsi]]<br />
[[Kategori:Afyon Hapsi]]<br />
[[Dosya:Sabri Halıcı.png|thumb|left]]<br />
'''Sabri Halıcı''' aslen Erzurumlu olup 1. Dünya savaşında ve İstiklal savaşında gazilik rütbesi almış ve daha sonra ailesiyle Konya'ya yerleşmiş ve uzun yıllar risaleler ile iman hizmetinden bulunmuş bir nur talebesidir. Bediüzzaman'ın en yakın talebelerinden Zübeyr Gündüzalp'in nurları tanımasında vesileliği olanlardandır. Konyalı alim Vehbi Efendiye İhlas risalesini vermiştir. 1943'te Denizli'de, 1948'de Afyon'da ve 1952'de Nazilli'de hapis yatmıştır.<ref name='a'>Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, Cilt: 1</ref><ref name='b'>Son Şahitler, Necmeddin Şahiner, Cilt 3</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Konyalı Sabri, Konya'lı Hacı Sabri <br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' Kığı, Erzurum, 1887 (1303)<ref name='a' /><br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 31 Mart 1979, Konya<ref name='c'>https://www.risalehaber.com/said-nursinin-talebesi-babam-sabri-halici-196290h.htm</ref><br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Musalla Mezarlığı, Konya<ref name='c' /><br />
<br />
'''Harita Konumu:''' [https://maps.app.goo.gl/2XAjLWcpdej7eHEW7]<br />
<br />
==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı==<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
İki ehemmiyetli sebep ve bir kuvvetli ihtara binaen ben bütün vazife-i müdafaatı buraya gelen ve gelecek Nur erkânlarına bırakmaya kalben mecbur oldum. Hususan (H,R,T,F,S) (*<ref>Hüsrev, Re’fet, Tahir, Feyzi, '''Sabri'''.</ref>)<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#22._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Sobamın ve Feyzilerin ve '''Sabri''' ve Hüsrev’in iki su bardakları parça parça olması dehşetli bir musibet geldiğini haber vermiştiler. Evet, bizim en kuvvetli nokta-i istinadımız olan hakiki tesanüd ve birbirinin kusuruna bakmamak ve Hüsrev gibi Nur kahramanından –benim yerimde ve Nur’un şahs-ı manevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından– hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir.<br />
<br />
Ben kaç gündür dehşetli bir sıkıntı ve meyusiyet hissettiğimden “Düşmanlarımız bizi mağlup edecek bir çare bulmuşlar.” diye çok telaş ederdim. Hem sobam hem hayalî ve ayn-ı hakikat müşahedem doğru haber vermişler.<br />
<br />
Sakın sakın sakın! Çabuk bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz. Vallahi bu hâdisenin bizim hapse girmemizden daha ziyade Kur’an ve iman hizmetimize –hususan bu sırada– zarar vermek ihtimali kavîdir.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#32._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim Hüsrev ve Mehmed Feyzi, '''Sabri'''!<br />
<br />
Ben sizlere bütün kanaatimle itimat edip istirahat-i kalple kabre girmek ve Nurların selâmetini size bırakmak bekliyordum ve hiçbir şey sizi birbirinden ayırmayacak biliyordum. Şimdi dehşetli bir planla, Nur’un erkânlarını birbirinden soğutmak için resmen bir iş’ar var.<br />
<br />
Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadakatiniz ve Nurlara şiddetli alâkanızın muktezası olarak feda edersiniz. Elbette gayet cüz’î ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyatınızı feda etmeye mükellefsiniz. Yoksa kat’iyen bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi Nur dairesinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum.<br />
<br />
Üç günden beri hiç görmediğim bir sıkıntı beni tekrar sarsıyordu. Şimdi kat’iyen bildim ki göze bir saç düşmek gibi az bir nazlanmak sizin gibilerin mabeyninde hayat-ı Nuriyemize bir bomba olur. Hattâ size bunu da haber vereyim: Geçen fırtına ile bizi alâkadar göstermeye çok çalışılmış. Şimdi, mabeyninizde az bir yabanilik atmaya çabalıyorlar.<br />
<br />
Ben sizin hatırınız için her birinizden on derece ziyade zahmet çektiğim halde, sizden hiçbirinizin kusuruna bakmamaya karar verdim. Siz dahi haklı ve haksız olsa benlik yapmamak, üstadımız olan şakirdlerin şahs-ı manevîsi namına istiyorum. Eğer o acib yerde beraber bulunmaktan gizli parmaklar karışıyorlar, biriniz Tahirî’nin koğuşuna gidiniz.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#41._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Rica ederim, üçünüzün hakkında birbirinden ziyade gücenmeye ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz. Çünkü Hüsrev’le Feyzi’de benim gibi insanlardan tevahhuş ve sıkılmak var. Hem birbirine bir derece meşrepçe ayrıdırlar. Ve '''Sabri''' ise akraba ve tarz-ı maişet cihetinde hayat-ı içtimaiye ile birkaç vecihte alâkadar ve ihtiyata mecburdur.<br />
<br />
İşte üçünüz bu ihtilaf-ı meslek ve meşrep haysiyetiyle o dağdağalı koğuşta ve sıkıntılı kalabalık içinde her halde tam tahammül ve sabır edemediğinizden ben telaş edip vesvese ediyorum. Çünkü pek az bir muhalefet, bu sırada pek zararı var.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#42._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Sâlisen: Avukata, reise okutmak için parçayı gönderdiniz mi? Hem Halil Hilmi, vahdet-i mesele itibarıyla yalnız '''Sabri'''’nin değil belki umumumuzun avukatıdır. Ben bu nazarla ona bakıyordum. Şimdi umumumuzun hesabına birinci avukatımıza tam yardım etsin.<br />
<br />
Râbian: Taşköprülü Sadık Bey’in mukaddimesini istinsah için '''Sabri'''’ye vermiştim. Eğer yazılmışsa tashihten geçen parça ona gönderilecek. Yeni yazılanın bir sureti bana gönderilsin. Hem Sadık’ın manzumeciğinin yanımda bir sureti var, sizde yoksa göndereceğim.<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#50._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim Re’fet, Mehmed Feyzi, '''Sabri'''!<br />
<br />
Ben şiddetli bir işaret ve manevî bir ihtarla sizin üçünüzden Risale-i Nur’un hatırı ve bu bayramın hürmeti ve eski hukukumuzun hakkı için çok rica ederim ki dehşetli yeni bir yaramızın tedavisine çalışınız. Çünkü gizli düşmanlarımız iki planı takip edip biri, beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkit ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır.<br />
<br />
Ben size ilan ederim ki Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir ki benim sobamın parçalanması gibi acib, sebepsiz bir hâdise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son işkence dahi bu manasız ve çok zararlı tesanüdsüzlüğünüzden geldiğine kanaatim var.<br />
<br />
Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bayramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#64._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Sâlisen: Mustafa Osman, Ceylan nasıl telakki ettiklerini ve hiç bulantı onlara vermediklerini ve daire-i Nur’da dahi fena tesir etmeyeceğini bana yazdılar. Kahraman Tahir’i gördüm. O da öyle telakki etmiş. Hüsrev ve Feyzileri ve '''Sabri'''’yi merak ettim.<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#85._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki çoktan beri beklediğim bir ciddi yardım, Konya ulemasından görülmeye başladı.<br />
<br />
Evet Risale-i Nur, medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış. Hakiki sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binaen, umum Anadolu’nun eskiden beri parlak ve faal bir medresesi Konya şehri olduğundan o mübarek medresenin şakirdleri kendi malları olan Risale-i Nur’a sahip çıkmaya ve sarılmaya başladığını '''Sabri'''’nin mektubundan anladım. Ve buraya, Konya’ya yakın geldiğime ruh u canımla memnun olup bana gelen bütün sıkıntılara sürur ile mukabele edip tahammül ediyorum.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#6._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Hâmisen: Bu saatte '''Konyalı Sabri''' de –Halil İbrahim ve Hasan Feyzi tarzında vasiyetnamem münasebetiyle– kısa fakat güzel bir kaside yazmış, üstadına çok ziyade kıymet vermiş. Kendi hüsn-ü zannının parlak âyinesinde, bu bîçare kardeşine fevkalâde ehemmiyet vermiş. Ve oranın âlimleri pek ciddi Nur’a çalışmalarını yazıyor.<br />
<br />
Ben de derim: O üstad namı verdiği ve çok kıymet verdiği şahıs ise Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi olabilir. Ben de onun namına kabul ettim, Lâhika’ya geçirdim hem size de bir suretini gönderdim.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#13._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Sâniyen: '''Konyalı Sabri''' sizin vasıtanız ile benimle muhabere etse daha maslahattır ve münasiptir. Çünkü ekserce siz benim bedelime istediğini yapabilirsiniz. Mesela, tashihat için oradaki âlimler tam yardım edebildikleri için orada tashihat yapılsın, etsinler. Siz benim tashihimden geçmiş bazı nüshaları, onlara gönderirsiniz.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#22._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Sâniyen: '''Konyalı Sabri'''’nin Re’fet’e yazdığı mektubunu gördüm, ondan bildim ki bu '''Sabri''', öteki Sabri gibi gayet hâlis ve samimi ve çalışkan bir Nurcudur. Bin bârekellah hem ona hem onu teşvik ve teşci eden ve hocaların yüzlerini ak eden Konya âlimlerine. Başta müfessir mübarek Hoca Vehbi olarak onlara ve oradaki Nur şakirdlerine çok selâm ederiz ve bu mübarek şuhur-u selâsede dualarını isteriz.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#37._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Sâniyen: İkinci gün, çok ziyade merak ve alâka peyda ettiğim dârülfünun gençlerinin, üniversite talebelerinin namına, şimdiden dokuz tane hakiki Nurcu ve küçük Salahaddinler ve Abdurrahmanlar nevinde dârülfünunun tenvirine ciddi çalıştıklarını bildiren bir mektup aldım. O küçük Abdurrahmanlar ise: Mustafa Oruç, Konyalı Ziya ve '''Sabri'''’nin mahdumu Feyzi ve Bahaeddin, Abdurrahîm ve Kastamonulu Ömer ve Aziz ve Şükrü ve '''Sabri''' gibi ciddi genç Nurcular; Nurlara sahip olmaları, merhum biraderzadem Abdurrahman ve Fuad yeniden on tane olarak dünyaya gelip vazife-i Nuriyeye başlaması gibi beni hem sevindirdi hem hastalığımı da hafifleştirdi.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#71._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Hattâ '''Sabri''' ile küçücük münakaşanız hem Risale-i Nur’a hem hakaik-i imaniyenin intişarına ehemmiyetli zarar verdiğini senden saklamam. Aynı vakitte burada hissettim, müteessir ve müteellim oldum. Sonra senin gibi ehl-i tahkik bir âlimin Risale-i Nur’a oraca ehemmiyetli bir hizmete vesile olacak '''Sabri''' oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i Nuriye beklerken bilakis üç cihetle Nur’a zarar geldiğini hissettim ve gördüm. “Acaba neden bu zarar olmuş?” diye iki üç gün sonra haber aldım ki '''Sabri''' manasız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. “Eyvah!” dedim “Yâ Rab! Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zatın münakaşasını musalahaya tebdil et.” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlas Lem’alarında denildiği gibi şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle belki Hristiyan’ın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor.<br />
<br />
Senin hamiyet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanızdan rica ediyorum ki '''Sabri''' ile geçen macerayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helâl et. Çünkü o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur. Evet o hemşehrimiz '''Sabri''', hakikaten Nur’a ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki bin hatasını affettirir. Sizin âlîcenablığınızdan o Nur hizmetleri hatırı için dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazarıyla bakmalısınız.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#2._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Üstadlarımdan birisi olan Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin (ks) mensuplarından olduğu anlaşılan eczacı Hacı Abdüllatif’in mektubundan anlaşılıyor ki bilerek, tam takdir ederek Nurlara hizmet edecektir. Zaten ben bekliyordum ki Mevlevîlerden bazı Nur kahramanları çıksın. İnşâallah birisi bu olacak. Ona çok selâm ederim. Hususi mektup yazmaya halim müsaade etmediği için gücenmesinler. Orada, '''Sabri''' ve mahdumları ve Nur şakirdlerine ve başta Hoca Vehbi Hazretleri olarak hocalarına çok selâm eder ve dualarını bekleriz.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#7._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
ziz, sıddık kardeşlerim Tahirî, '''Sabri''', Salahaddin, Mehmed, Mustafa!<br />
<br />
Evvela: Bu gelen şuhur-u selâsenin hürmetine ve Nur şakirdlerinin sadakat ve ihlaslarının hürmetine, çok ehemmiyetli, hakkımda bir sebeb-i itab ve tokat bir hâdiseyi tamire çalışacağız ve gücenmeyiniz. Şöyle ki:<br />
<br />
Bu gece hiç görmediğim bir itab, bir tazip suretinde manevî bir şiddetli ihtar ile denildi ki: “Dünyaya, zevke, keyfe tenezzül etmemekle Nurlardaki ihlas ve istiğnayı muhafazaya mükelleftin ve bu asırda يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا sırrıyla dünyayı dine tercih etmek ve bilerek elması şişeye tebdil etmek olan hastalığa, Nur vasıtasıyla çalışmaya vazifedardın. Yüz tecrübenizle de anladın ki insanların hediyeleri, ihsanları, yardımları, sana dokunuyor. Hattâ seni hasta ediyor; her gün eserini, tecrübesini görüyorsun. Senin en ziyade itimat ettiğin ve Risale-i Nur’un fedakâr kahramanlarının yüzlerini Risale-i Nur’un hizmetinden ziyade kendi istirahatine çevirmeye sebebiyet verdin ilh. diye daha manen çok söylenildi.” diye beni tam tekdir etti. Hattâ şimdi bir manevî tokattan dahi korkuyorum.<br />
<br />
Bu hâdisenin çare-i yegânesi: Bu otomobili alan sizler ilan edeceksiniz ki “Bu kardeşimiz Said, bunu kabul edemedi, manevî, dehşetli bir zarar hissetti.”<br />
<br />
İkincisi: Otomobil şimdi '''Konyalı Sabri'''’nin yanına gönderilmeli, oraya gitsin. O razı olmazsa Medresetü’z-Zehra erkânlarına gitsin. '''Sabri''' merak etmesin, her ay Nurlara onun hârika hizmeti, bir otomobil fiyatından ziyadedir. Onun için gücenmesin.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#22._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Sâlisen: Nur santralı Sabri’nin (rh) Lâhika’ya girecek güzel mektubu ve Ali Osman ve Çilingir Ali’nin Nurların neşrindeki kudsî hizmetleri ve İbrahim Edhem’in Balıkesir vesair taraflarda tesirli faaliyeti ve onun irşadıyla çokların Nur dairesine girmesi ve Ahmed Fuad’ın da Eflani havalisinde Hasan Feyzi gibi faaliyeti ve şiddetli alâkası ve '''Konyalı Sabri'''’nin genç mekteplilerin çoklukla Nur dairesine girmelerine çalışması ve başta müfessir hacı ve hoca Vehbi Efendi ve Konya ulemasının Nurlara karşı hüsn-ü teveccühleri ve tasdikkârane münasebetleri ve muallim Abdurrahman İhsan’ın hasbihal mektubundaki samimi ve ciddi Nur’a alâkadarlığı ve Tavşanlı Vaizi Osman’ın mektubunda pek samimi ve ciddi iki üç zatın Nur şakirdliğine kemal-i ciddiyetle girmeleri ve Eğirdir köylerinde Ali Osman’ın ve Halil İbrahim’in tasdikiyle çok hâlis Nurcuların yetişmesi ve Ankara Dârülfünununda Nur’a ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu’da mektep gençlerinden en evvel Nurlara giren ve Ankara’daki Abdurrahman’ın oğlu Vahdet’i himaye ve muhafazaya çalışan Araçlı Abdullah’ın mektubunda tam imanlı ve dindarane ve müjdekârane yazması ve orada okuyucuların çok olmasıyla ellerindeki risalenin kâfi olmadığına ve Konyalı arkadaşı Mehmed ile beraber gençler içerisinde Nur neşretmeleri ve Aydın tarafında inşâallah bir Ahmed Feyzi hükmünde Nurlarla gayet alâkadar Ali Akdağ’ın güzel ve samimi mektubundaki duaları ve tavsifleri ve Nur’un tesirlerini hissetmesi gibi fıkraların mealleri, bizi ve Nur dairesini tamamıyla mesrur ettiği gibi bu bayramda da büyük bir manevî hediye olarak kabul ediyoruz. Cenab-ı Hak onların umumundan razı olsun. Hususi ve ayrı ayrı mektup yazamadığımdan gücenmesinler.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#55._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Sâlisen: '''Konyalı Hacı Sabri''' kardeşimiz yanıma geldi. Ben, Sadık, Hayri, Mustafa hazır iken çok ehemmiyetli sohbetimiz, '''Hacı Sabri'''’ye mühim bir ders oldu. Bilhassa Medresetü’z-Zehra erkânlarının, hususan Hüsrev’in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâm’a hizmet-i imaniyeleri ve tahripçi dinsizlerin desiselerine set çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki farz-ı muhal binler seyyie olsa affettirir. Öyle ise başta Hüsrev olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkit etmemek ve kemal-i ihlas ve samimiyet ile onlara tesanüd ve tam kardeş olmak lâzımdır diye bu mealde bir ders oldu. İnşâallah '''Hacı Sabri''' de Hoca Sabri ve Rüşdü ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve Hüsrev’e tam kardeş olacak, meşrep ihtilafı daha tesir etmeyecek.<br />
<br />
([[Risale:Birinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#36._Parça|Emirdağ Lahikası 2]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Sabri Halıcı kabir 3.jpg]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
*[[Ömer Halıcı]]: Bediüzzaman'ın kurtulmasının ardından aynı gün uçağının düşmesi nedeniyle şehit olan ve "Ömer benim yerime şehid oldu" dediği şehit pilot oğlu.<br />
*[[Zübeyr Gündüzalp]]: Kendisine Nurları ilk defa tanıttığı nur talebesi.<br />
*[[Mehmed Salih Yeşiloğlu]]: Sabri Halıcı'nın Kendisiyle yaşadığı bir münakaşadan Üstad bir mektupta bahsetmiştir.<br />
*[[Feyzi Halıcı]]: Oğlu<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Dosya:Sabri_Hal%C4%B1c%C4%B1_kabir_3.jpg&diff=41480Dosya:Sabri Halıcı kabir 3.jpg2024-03-21T08:51:41Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div></div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Mehmed_Vehbi_%C3%87elik&diff=41479Mehmed Vehbi Çelik2024-03-21T08:49:40Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Dosya:Mehmet Vehbi Efendi.png|thumb|left]]<br />
[[Kategori:Kabri Konya Musalla Mezarlığında Olanlar]]<br />
'''Konyalı Hoca Vehbi Efendi''' 2. Meşrutiyetten sonra ve TBMM ilk açıldığında Konya mebusluğu yapmış ve Hülasatülbeyan isimli tefsirin sahibi Konyalı büyük bir alimdir. İngilizlerin İstanbul’u işgalinden sonra padişah ve Ankara ile görüşmek için seçilen heyette yer aldı. Sultan Vahdeddin'e düşmana karşı direnmeyi ve Anadolu’daki harekete destek vermeyi önerdi. Kuvâ-yi Milliye'de aktif olarak çalıştı. Bir ara Konya valisi olup Konya'yı İtalyanların işgalini önledi. Yeni açılan TBMM'de başkan vekilliği ve bir süre Şeriye ve Evkaf Vekilliği yaptı. Vahdeddin İngilizler’in himayesinde İstanbul’dan ayrıldıktan sonra onu padişahlıktan ve halifelikten azleden fetvayı verdi. 1923'te siyasetle iştigali bıraktı. Kendisini ilme vermesine rağmen zaman zaman baskılara uğradığı ve gözetim altında bulunduruldu. Süleyman Kaya (Gaye) isimli bir nur talebesi 1940'lı yıllarda Vehbi Hocaya İhlas Risalesini okuttuktan sonra Vehbi Hocaefendi: “Allah senden razı olsun. Ben Müslümanlar arasındaki bu ihtilafları görüyordum. Acaba İslamiyet'te bir hakikatsizlik mi var diye şüpheye düşünüyordum. Bu İhlâs Risalesi beni kurtardı” demiştir.<ref name='b'>https://islamansiklopedisi.org.tr/mehmed-vehbi-efendi</ref><ref name='a'>Ağabeyler Anlatıyor-6, Ömer Özcan</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Hoca Vehbi<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' Hadim, Konya, 1862<ref name='b' /><br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 27 Kasım 1949<ref name='b' /><br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Konya Musalla Mezarlığı<ref name='b' /><br />
<br />
'''Harita Konumu:''' [https://maps.app.goo.gl/cCj5DhzBQMF42Sb27] <br />
<br />
==Eserleri==<br />
<br />
[[Hülasatül Beyan]] adlı 15 ciltlik Türkçe tefsir başta olmak üzere muhtelif eserler.<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
Dördüncüsü: Sâbık üç tevafuku yazdıktan sonra büyük Hâfız Ali’nin gayet güzel mektubuyla, Hulusi-i sâlis Abdullah Çavuş’un manidar mektubu ve Hulusi Bey’in ve Kâtip Osman’ın kıymetli mektuplarını aldım. Hâfız Ali’nin mektubunda yazdığı şu fıkra, Konya âlimlerinin Risale-i Nur’u yazmakta ve takdir etmekte olduklarını ve '''tefsir sahibi Hoca Vehbi'''’nin (rh) Risale-i İhlas karşısında mağlubiyetle beraber, Risale-i Nur’a karşı hayran ve takdirkâr olması münasebetiyle, Hâfız Ali demiş: “Risale-i Nur’un bir kerametidir, öküze et ve arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana et verir. O arslan hocanın en evvel İhlas Risaleleri eline geçmiş.”<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Sonraki_Mektuplar_(Kastamonu)#42._Par.C3.A7a|Kastamonu Lahikası]])<br />
----<br />
Başta, çok mübarek tefsirin çok muhterem ve kıymettar sahibi olan '''Hoca Vehbi Efendi''' olarak, Risale-i Nur’u takdir edip alâkadarlık gösteren bütün Konya ve civarı ulemalarını, bütün kazançlarıma ve dualarıma şerik ettim. Ve has kardeşlerim dairesi içinde isimlerini bildiğim zatları, isimleriyle dua vaktinde yâd ediyorum.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#6._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası-1]])<br />
----<br />
Sâniyen: Konyalı Sabri’nin Re’fet’e yazdığı mektubunu gördüm, ondan bildim ki bu Sabri, öteki Sabri gibi gayet hâlis ve samimi ve çalışkan bir Nurcudur. Bin bârekellah hem ona hem onu teşvik ve teşci eden ve hocaların yüzlerini ak eden Konya âlimlerine. Başta müfessir mübarek '''Hoca Vehbi''' olarak onlara ve oradaki Nur şakirdlerine çok selâm ederiz ve bu mübarek şuhur-u selâsede dualarını isteriz.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#37._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası-1]])<br />
----<br />
Üstadlarımdan birisi olan Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin (ks) mensuplarından olduğu anlaşılan eczacı Hacı Abdüllatif’in mektubundan anlaşılıyor ki bilerek, tam takdir ederek Nurlara hizmet edecektir. Zaten ben bekliyordum ki Mevlevîlerden bazı Nur kahramanları çıksın. İnşâallah birisi bu olacak. Ona çok selâm ederim. Hususi mektup yazmaya halim müsaade etmediği için gücenmesinler. Orada, Sabri ve mahdumları ve Nur şakirdlerine ve başta '''Hoca Vehbi Hazretleri''' olarak hocalarına çok selâm eder ve dualarını bekleriz.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#7._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası-1]])<br />
----<br />
Sâlisen: Nur santralı Sabri’nin (rh) Lâhika’ya girecek güzel mektubu ve Ali Osman ve Çilingir Ali’nin Nurların neşrindeki kudsî hizmetleri ve İbrahim Edhem’in Balıkesir vesair taraflarda tesirli faaliyeti ve onun irşadıyla çokların Nur dairesine girmesi ve Ahmed Fuad’ın da Eflani havalisinde Hasan Feyzi gibi faaliyeti ve şiddetli alâkası ve Konyalı Sabri’nin genç mekteplilerin çoklukla Nur dairesine girmelerine çalışması ve başta '''müfessir hacı ve hoca Vehbi Efendi''' ve Konya ulemasının Nurlara karşı hüsn-ü teveccühleri ve tasdikkârane münasebetleri ve ...<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#55._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası-1]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Mehmed Vehbi Çelik kabir 2.jpg]]<br />
<br />
[[Dosya:Mehmet Vehbi Efendi kabir.png]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Dosya:Mehmed_Vehbi_%C3%87elik_kabir_2.jpg&diff=41478Dosya:Mehmed Vehbi Çelik kabir 2.jpg2024-03-21T08:48:38Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div></div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Ahmed_Galib_Keskin&diff=41477Ahmed Galib Keskin2024-03-21T08:46:49Z<p>Turker: /* İlgili Resimler/Fotoğraflar */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Kabri Konya Musalla Mezarlığında Olanlar]]<br />
[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Eskişehir Hapsi]]<br />
[[Kategori:Birinci Medrese-i Nuriye]]<br />
[[Dosya:Ahmed Galip Keskin.JPG|thumb|left]]<br />
'''Muallim Ahmed Galib Keskin''' Bediüzzaman Barla'ya geldiğinde öğretmenlik yapmaktaydı ve her iki eliyle de yazı yazabilme kabiliyetiyle Risale-i Nur'un tebyizinde çok hizmetleri olmuştur. Fransızca, Farsça, Arapça ve Kürtçe de bilen Ahmed Galib aynı zamanda hattat ve şair bir zattır. Eskişehir hapsine girmiştir. Bediüzzaman için bazı levhalar yazmıştır. Risale-i Nur'da Türkçe, Arapça ve Farsça manzumeleri vardır. <ref name='b'>Isparta kahramanları, Himmet Koçoğlu</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Ahmed Galib Kesgin<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' Ahlat, 8 Mart 1900<ref name='b' /><br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 14 Şubat 1940<ref name='b' /><br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Konya Musalla Mezarlığı<ref name='b' /><br />
<br />
'''Harita Konumu:''' [https://maps.app.goo.gl/jvwjFqSSPMrH3LPJ7]<br />
<br />
==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı==<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
Bediüzzaman Barla'ya geldiğinde ziyaretine gidenlerden biridir.<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
Sözler'in Tebyizinde Kıymettar Hizmeti Sebkat Eden '''Muallim Ahmed Galib''''in Fıkrasıdır<br />
<br />
“Elde Kur’an gibi bürhan-ı hakikat varken<br />
<br />
Münkiri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”<br />
<br />
Sözün özdür ey can, tekellüf değil<br />
<br />
Ledün ilminin zübde-i pâkidir<br />
<br />
Bu, sümme’t-tedarik tasannuf değil<br />
<br />
Bu bir hikmet-i nur-u irfandır<br />
<br />
Ki ehva ve lağv ve tefelsüf değil<br />
<br />
Müzekkî-i nefis ve musaffi-i ruh<br />
<br />
Mürebbi-i dildir, tasavvuf değil<br />
<br />
O Sözler bütün marifet şemsidir<br />
<br />
Sözüm doğrudur, bir teellüf değil<br />
<br />
İçin nurudur, lafza akseylemiş<br />
<br />
Bir iki satırda teradüf değil<br />
<br />
Mutabık lafızlar birbirine<br />
<br />
Bu aslâ tasannu, tesadüf değil<br />
<br />
Dizilmiş nizamla bütün harfleri<br />
<br />
Tevafuktur, aslâ tehalüf değil<br />
<br />
Bu bir cilve-i sırr-ı i’cazdır<br />
<br />
Ki Kur’an’dandır, tecevvüf değil<br />
<br />
Bu hüsn-ü tesadüf güzeldir güzel<br />
<br />
Bu babda ne dense tezauf değil<br />
<br />
Said-i Bedîüzzaman-ı Nursî<br />
<br />
Beyanı bedî’dir, taattuf değil<br />
<br />
Teselliye ermemiş elinde kalem<br />
<br />
Eder arz-ı dîdar, taharrüf değil<br />
<br />
İsabet buna savb-ı Hak’tan gelir<br />
<br />
Bu kasdî değildir, tasarruf değil<br />
<br />
Bunu görmeyen bed nazarlar için<br />
<br />
Telehhüf derim ben, teessüf değil<br />
<br />
Ki var manevî hayretim '''galiben'''<br />
<br />
Beyanım bu yolda tazarruf değil<br />
<br />
Tevafuk, sözünde ona çok mudur<br />
<br />
Tefevvuk, onun için teşerrüf değil<br />
<br />
Çok işte Hak onu muvaffak ede<br />
<br />
Tevafuk, makam-ı tevakkuf değil!<br />
<br />
'''Ahmed Galib'''<br />
<br />
(Rahmetullahi aleyh)<br />
<br />
Merhum Binbaşı Âsım Bey'in Fıkrasıdır<br />
<br />
Kasem ederim, doğrudur sözü özüyle beraber<br />
<br />
Bu hakikati kabul ve tasdik etmeyen bed-mâyeler<br />
<br />
Kalır dalalet ve vâdi-i hüsranda nice seneler<br />
<br />
Bunları irşad edip kurtarmaktır hüner<br />
<br />
Hidayet erişse eğer, o vakit boyun eğer<br />
<br />
Cümlenin ıslahını niyaz edip Hâlık’a yalvaralım<br />
<br />
Hep envar-ı Kur’aniye olan Sözler’i okuyup anlatalım<br />
<br />
Bu yolda bizler de feyz alıp dilşâd olalım<br />
<br />
Fenayı bekaya tebdilde rıza-yı Bâri’ye kavuşalım<br />
<br />
Sad-hezar tahsine lâyık bîbaha '''fıkra-i Galib'''<br />
<br />
Bu hakikatleri söylemekle olur şüphesiz galip.<br />
<br />
Binbaşı Âsım<br />
<br />
(Rahmetullahi aleyh)<br />
<br />
([[Risale:28._Mektup#S.C3.B6zler.27in_Tebyizinde_K.C4.B1ymettar_Hizmeti_Sebkat_Eden_Muallim_Ahmed_Galib.27in_F.C4.B1kras.C4.B1d.C4.B1r|Mektubat, 28. Mektup, 7. Mesele]])<br />
----<br />
On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde; bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur’an tevafuk suretinde bulunduğu halde birbirine hat çektik, mecmuunda Muhammed lafzı çıktı. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz Kur’an tevafukla beraber, mecmuunda lafzullah çıktı. Tevafukatta böyle bedî’ şeyler çok var.<br />
<br />
Bu hâşiyenin mealini gözümüzle gördük.<br />
<br />
Bekir, Tevfik, Süleyman, '''Galib''', Said<br />
<br />
([[Risale:28._Mektup#cite_ref-4|Mektubat, 28. Mektup, 7. Meselenin Hatimesi, Haşiye]])<br />
----<br />
'''Muallim Galib'''’dir (rh). Evet bu zat, sadıkane ve takdirkârane, risalelerin tebyizinde çok hizmet etti ve hiçbir müşkülat karşısında zaaf göstermedi. Ekser günlerde geliyordu, kemal-i şevk ile dinliyordu ve istinsah ediyordu. Sonra kendine, otuz lira ücret mukabilinde umum Sözler’i ve Mektubat’ı yazdırdı. Onun maksadı, memleketinde neşretmek ve hem hemşehrilerini tenvir etmek idi. Sonra bazı düşünceler neticesinde risaleleri tasavvur ettiği gibi neşretmedi, sandığa bıraktı. Birden elîm bir hâdise yüzünden bir sene gam ve gussa çekti. Risalelerin neşri ile ona adâvet edecek resmî birkaç düşmanlara bedel, zalim insafsız çok düşmanları buldu; bir kısım dostlarını kaybetti.<br />
<br />
([[Risale:10._Lem%27a#On_.C4.B0kincisi|Lem'alar, 10. Lem'a, 12. Tokat]])<br />
----<br />
Hâtimedeki Ahmed Galib Bey’in fıkrası hoştur. Bu fıkranın Hazret-i Kur’an’a ve mahzen-i esrar-ı İlahiyenin bir nevi nurlu reşehatı ve lemaatı olan Sözler’e nisbeti, güzelliğini artırmıştır. Allah bu gibi kardeşlerimizin adedini çok artırsın. Ve cümlesini, bu meyanda bu fakir-i pür-taksiri de muvaffakun bi’l-hayr buyursun, âmin!<br />
<br />
...<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi_Yedinci_Mektup%27un_Üçüncü_Zeyli_(Barla)#20. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
'''Ahmed Galib'''’in Sözler hakkında bir fıkrasıdır<br />
<br />
Âdem-i ilm-i hakikattir sözün,<br />
<br />
Tercüman-ı kenz-i vahdettir sözün.<br />
<br />
Hazret-i Hak’tan atâ-yı mahzdır,<br />
<br />
Neş’e-i Şît-i hüviyettir sözün.<br />
<br />
Ders-i hikmetten bütün ulvi beyan,<br />
<br />
Misl-i İdris, pür-hikmettir sözün.<br />
<br />
Mevc-i tufan-ı dalaletten siper,<br />
<br />
Keştî-i Nuh-u selâmettir sözün.<br />
<br />
Sarsar-ı ilhaddan inkaz eden,<br />
<br />
Şule-i Hûd-u hidayettir sözün.<br />
<br />
Tezkiyet-bahş-ı kulûb-ü mü’minîn,<br />
<br />
Salihdar-ı emanettir sözün.<br />
<br />
Vahdetin esrarını ilan eden,<br />
<br />
Ol Halil-veş asl-ı millettir sözün.<br />
<br />
Bahş-ı zemzem eyler, ehl-i hayrata,<br />
<br />
İsmail-i feyz-i hürmettir sözün.<br />
<br />
Mahz-ı tahkiktir, hayalattan alâ,<br />
<br />
Sırr-ı İshak-ı hakikattir sözün.<br />
<br />
Zümre-i Tağut’u hep berbat eder,<br />
<br />
Lût gibi rükn-ü salabettir sözün.<br />
<br />
Hep kelâmullah-ı nâtık şerhidir.<br />
<br />
Kenz-i i’caz-ı risalettir sözün.<br />
<br />
Din-i hakkın neşr ü tamimi için<br />
<br />
Fazl-ı İsrail-i kudrettir sözün.<br />
<br />
Hak cemaliyle kemalin gösteren,<br />
<br />
Hüsn-ü Yusuf’tan işarettir sözün.<br />
<br />
Yokluk içre, varlığa kaim olan,<br />
<br />
Sabr-ı Eyyüb-ü metanettir sözün.<br />
<br />
Mülhid firavunları gark eyleyen,<br />
<br />
Tûr-u Musa-i şeriattır sözün.<br />
<br />
Serteser mizan-ı hikmetle rasîn,<br />
<br />
Çün Şuayb-ı emn ü adalettir sözün.<br />
<br />
Ehl-i idlâli eden zîr ü zeber,<br />
<br />
Sanki Harun-u fesahattir sözün.<br />
<br />
Asker-i Calut-u küfrü mahveder,<br />
<br />
Savt-ı Davud-u hilafettir sözün.<br />
<br />
Marifet-i takva ve hikmet mülküne,<br />
<br />
Bir Süleyman-ı emarettir sözün.<br />
<br />
Hasılı dertlilere derman eder,<br />
<br />
Dest-i Lokman-ı hazakattir sözün.<br />
<br />
Ba’s-ü ba’de’l-mevte kaim hüccetin,<br />
<br />
Çün Üzeyr mazhariyettir sözün.<br />
<br />
Söz değil, özdür bütün tibyanınız,<br />
<br />
Vech-i Hakka hep işarettir sözün.<br />
<br />
Lübb-ü lüb marifettir mâhasal,<br />
<br />
Yüz yüze hakka itaattir sözün.<br />
<br />
Ehl-i şevke âb-ı hayat bahşeden,<br />
<br />
Hıdr-ı bahreyn-i velayettir sözün.<br />
<br />
Bâr-ı sıkletten ukûlü kurtaran,<br />
<br />
Nur-u İlyas-ı riyazettir sözün.<br />
<br />
Kulluğun efdalini izhar eden,<br />
<br />
Zülkifl-i ibadettir sözün.<br />
<br />
Set çeker kâfir olan ye’cüclere,<br />
<br />
Çünkü Zülkarneyn-i kudrettir sözün.<br />
<br />
Sırr-ı tesbihatı telkin eyleyen,<br />
<br />
Misl-i Yunus gavvas-ı hakikattir sözün.<br />
<br />
Rahmet-i Rahman’ı hep tezkâr eder,<br />
<br />
Hamd-i Zekeriyya-yı rahmettir sözün.<br />
<br />
Tâb ile şerh-i kitab-ı Hak eder,<br />
<br />
İlm-i Yahya-i verasettir sözün.<br />
<br />
Mürdeyi ihya, körü bînâ eder,<br />
<br />
Nefha-i İsa-yı fıtrattır sözün.<br />
<br />
Müjde-peyma-yı kulûb-ü ehl-i hak,<br />
<br />
Mâhî-i târîk-i fetrettir sözün.<br />
<br />
Ahmed’in mi’racını eyler beyan,<br />
<br />
Şerh-i ahkâm-ı nübüvvettir sözün.<br />
<br />
Hak Teâlâ daima pür-nur ede,<br />
<br />
Çünkü irfan-ı saadettir sözün.<br />
<br />
Şan-ı Üstadda ne dersen '''Galiba''',<br />
<br />
Az ki bir îma-yı hayrettir sözün.<br />
<br />
'''Ahmed Galib'''<br />
<br />
'''Ahmed Galib'''’in Sözler hakkındaki Arabî fıkrasıdır<br />
<br />
مُقٖيمُ السُّنَّةِ بِالْاِجْتِهَادِ ۞ قِوَامُ الدّٖينِ فٖى يَوْمِ الْفَسَادِ<br />
<br />
سَلَلْتَ السَّيْفَ عَلَى الَّذٖينَ ضَلُّوا ۞ عَنِ الْحَقِّ وَ هُمْ اَهْلُ الْعِنَادِ<br />
<br />
بَيَانُكَ كَانَ صَمْصَامًا شَدٖيدًا ۞ عَلٰى اَهْلِ الضَّلَالَةِ وَ الْاِرْتِدَادِ<br />
<br />
وَ نَادَيْتَ الْجَوَانِبَ هَلْ اَجَابُوا ۞ اِلٰى نَهْجِ الْحَقٖيقَةِ وَ السَّدَادِ<br />
<br />
اَجَابَ اَهْلُ قَلْبٍ طَائِعٖينَ ۞ وَ تَهْتَزُّ الْقُلُوبُ بِالْوَدَادِ<br />
<br />
لَاَنْتَ دَعَوْتَهُمْ سِرًّا وَ جَهْرًا ۞ لَقَدْ جَاؤُكَ مِنْ اَقْصَى الْبِلَادِ<br />
<br />
فَمَا اسْتَغْنَوْا عَنِ الْاٰيَاتِ طُرًّا ۞ لِاَنَّهُمْ اَتَوْكَ بِاِعْتِمَادٍ<br />
<br />
رَاَوْ فٖى نُطْقِكُمْ نُورًا جَلِيًّا ۞ فَيَوْمًا بَعْدَ يَوْمٍ مُسْتَزَادٌ<br />
<br />
فَتَحْتَ عَلَيْهِمْ اَبْوَابًا كَثٖيرًا ۞ مِنْ اَقْسَامِ الْعُلُومِ بِالرَّشَادِ<br />
<br />
جَزَاكَ اللّٰهُ مِنْ خَيْرٍ كَثٖيرٍ ۞ وَ اَعْطَاكَ الصَّفَا فٖى كُلِّ وَادٍ<br />
<br />
وَ يَحْفَظُ قَلْبَكُمْ مِنْ كُلِّ هَمٍّ ۞ وَ اٰثَارَكَ مِنْ طَوْرِ الْكَسَادِ<br />
<br />
يُرَوِّجُ نُطْقَكُمْ فٖى سُوقِ حِكْمَةٍ ۞ بِاَنْوَارٍ اِلٰى يَوْمِ التَّنَادِ<br />
<br />
اَلَا لَا تَرْتَعِبْ عَنْ دَعْوَةِ النَّاسِ ۞ فَبَشِّرْ قَلْبَهُمْ وَ اللّٰهُ هَادٖى<br />
<br />
([[Risale:Yirmi_Yedinci_Mektup%27un_Üçüncü_Zeyli_(Barla)#Ahmed_Galib.E2.80.99in_S.C3.B6zler_hakk.C4.B1nda_bir_f.C4.B1kras.C4.B1d.C4.B1r|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Cümlesine ale’l-husus isimleri zikrolunan '''Galib''', Hüsrev, Hâfız Ali, Süleyman Efendilere ve Nurların başkâtibi Şamlı Hâfız Tevfik, hasta olduğundan müteessir olduğum ve inşâallah iade-i âfiyet etmiş olan Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye ve sair mukarreblere selâm ve dualar ederim.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(1)_(Barla)#17. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
'''Galib'''’in Farisî fıkrası. Keramat-ı Gavsiye münasebetiyle yazmış<br />
<br />
كٖيسْتَمْ مَنْ چُو يَكٖى عَاجِز و بٖى تَاب و زَبُونْ § دِلْ حَزٖينْ سٖينَه پُرْ اٰلَام و سَرَمْ مَسْتِ جُنُونْ<br />
<br />
اَزْ غَمِ فِرْقَتِ دِلْدَارْ بَسٖى پُويَنْدَمْ § كَسْ نَمٖى بُودْ دِلِ زَارِ مَرَا رَاهْنُمُونْ<br />
<br />
سَالْهَا دَرْ اَلَمِ هَجْرْ پَرٖيشَانْ بُودَمْ § نَه يَكٖى يَارِ مُوَافِقْ نَه يَكٖى جَامِ سُكُونْ<br />
<br />
رَاهِ بِهْبُودِئِ مَنْ گُمْ شُدَه بُودْ اٰنْ بَاٰنْ § دَرْ سَرَمْ شَوْقِ جُنُونْ بُودْ شَب و رُوزْ فُزُونْ<br />
<br />
عَاقِبَتْ دَسْتِ قَضَا هَادِئِ بِهْبُودَمْ شُدْ § هِمَّتِ زُمْرَۀِ مَرْدَانِ خُدَا جِلْوَه نُمُونْ<br />
<br />
چِه نَوَازِشْ كِه : دِلَمْ يَافْتَه دَرْ سَايَۀِ پٖيرْ § شُدَمْ اَلْحَاصِلْ اَزْ دَوْلَت و لُطْفَشْ مَاْمُونْ<br />
<br />
بَخْتِ نَاسَازِ مَرَا سَازِئِ اِقْبَالْ رَسٖيدْ § دِلِ بٖيچَارَۀِ مَنْ شُدْ زِفُيُوضَشْ مَمْنُونْ<br />
<br />
نٖيسْتْ عَجَبْ خَاكِ سِيَهْ لَعْل شَوَدْ دَرْ پٖيشَشْ § نُورِ حَقَّسْتْ هَمَانْ اٖينْ نَه فِسَانَه نَه فُسُونْ<br />
<br />
دَرْ زَمٖينِ اَهْلِ حَقْ اَنْوَارِ تَجَلَّاىِ خُدَاسْتْ § پٖيشِشَانْ مَاضٖى و اٰتٖى هَمَه يَكْ نُقْطَۀِ نُونْ<br />
<br />
اٰنْچِه مَاضٖيسْتْ بِخٰوانَنْد بَدِلْ هَمْچُو كِتَابْ § حَال و اٰتٖى هَمَه يَكْ شٖيوَه شَوَدْ كُفّ و كُمُونْ<br />
<br />
دِلِ شَانْ اٰيٖينَۀِ اٰيَتِ لَوْحِ مَحْفُوظْ § زَانْ سَبَبْ نِهَانْ اَزْدِلِ شَانْ كُنْ فَيَكُونْ<br />
<br />
اٰنْچِه دٖيدَنْد و بِگُويَنْدْ خُدَا اٰمُوزَدْ § اٰلَت و قُدْرَتِ حَقَّنْدْ مُكَمَّلْ مَوْزُونْ<br />
<br />
هَانْ دَرْ نُسْخَۀِ تَوْرَاتْ ثَنَاىِ مَحْمُودْ § هَانْ دَرْ لَوْحِ زَبُورْ وَصْفِ مَسٖيحَا اَفْزُونْ<br />
<br />
وَصْفِ اَصْحَابِ مُحَمَّدْ هَمَه دَرْ اِنْجٖيلَسْتْ § اٖينْ چِه بٖينِشْ هَمَه اَزْ وَحْىِ خُدَاىِ بٖيچُونْ<br />
<br />
بَازْ دَرْ اَهْلِ وَلَايَتْ تُو بٖينٖى اٖينْ رَازْ § دَادَه اَزْ خَبَرِ اٰتٖى پَيَامِ مَقْرُونْ<br />
<br />
خَبَرِ گُلْشَنٖى مٖى دَادْ جَلَالِ رُومٖى § شَيْخِ اَكْبَرْ خَبَرِ مِصْرٖى دِهَدْ اَمْرِ يَكُونْ<br />
<br />
اَحْمَدِ جَامْ دِهَدْ اَزْ اَحْمَدِ فَارُوقٖى خَبَرْ § مَنْ كُدَامَشْ بِشُمَارَمْ كِه زِاَعْدَادْ فُزُونْ<br />
<br />
هَرْ يَكٖى گُفْتَه خَبَرْ رَمْز و اِشَارَتْ كَرْدَنْدْ § پٖيشِيَانْ اَزْ پَسِيَانْ دَادَه نِشَانِ سَيَكُونْ<br />
<br />
بَاخُصُوصْ مَرْدِ خُدَا حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ § غَوْثِ اَعْظَمْ قُطْبِ دَائِرَۀِ كُنْ فَيَكُونْ<br />
<br />
پَسْ اِشَارَتْ دِهَدْ اَزْحَالَتِ اٰتِىِ جِهَانْ § هَرْ چِه دٖيدَسْتْ بِگُفْتَسْتْ بَيَانِ مَسْنُونْ<br />
<br />
گُفْت دَرْ نَظْمِ تَجَلّٰى كِه شَوَمْ حِرْزِ مُرٖيدْ § اَزْشَرّ و فِتْنَه نِگَهْبَانِ مُرٖيدَمْ مَاْمُونْ<br />
<br />
كَرْدَه اَزْ فِتْنَۀِ جَنگٖيز و هُلَاگُو اِخْبَارْ § بِنْگَرَدْ لٖيكْ رُمُوزِ سُخَنَشْ تَا بِكُنُونْ<br />
<br />
خَبَرِ فِتْنَۀِ اٖينْ دَوْرِ زِنُطْقَشْ پَيْدَا § يَافْتَه اَزْ رَمْزِ اُو اَرْبَابِ يَقٖينْ سَرْ فُزُونْ<br />
<br />
فِتْنَۀِ دَوْرِ كُنُونْ چُونْكِه زِحَدْ اَفْزُونَسْتْ § زِشِرَارِ شَرّ و فِتْنَه شُدَه جَيْحُونِ هَامُونْ<br />
<br />
اَهْلِ دَانِشْ هَمَه سَرْ جَيْبِ قَبَا مٖيكَرْدَنْدْ § عَرْصَۀِ دٖينْ زِمَرْدَانْ شُدَه خَالٖى مَشْحُونْ<br />
<br />
دٖيدَۀِ دَهْرْ نَدٖيدَسْتْ بَدٖينْ دَغْدَغَه هٖيچْ § مٖى رَوَدْ رُودِ فِرَاتْ خَلْق هَمَه تَشْنَه نُمُونْ<br />
<br />
دَرْ هَمَه هٖيچْ عَصْر فِتْنَۀِ اٖينْ دَوْر نَبُودْ § اَكْثَرِ خَلْق شُدَه حَالِ زَمَانْرَا مَفْتُونْ<br />
<br />
مُلْحِدَانْ رُوزُ شَبْ اٖيجَادِ فِتَنْ مٖى كَرْدَنْدْ § زَهْرِ خَنْد نَكُنَدْ بَلْكِه بِگِرْيَدْ مَجْنُونْ<br />
<br />
بَرْ بَدٖينْ فِتْنَه و شَرْ حَضْرَتِ اُسْتَادِ سَعٖيدْ § جَبْهَه بِگِرِفْتْ خُوشَا مَرْدِ سَعَادَتْمَقْرُونْ<br />
<br />
تٖيغِ سَرْ تٖيزْ شُدَه دَرْ كَفِ اُو چُونْكِه قَلَمْ § كِلْكِ اُو زُمْرَۀِ اِلْحَادْ هَمَه كَرْدَه زَبُونْ<br />
<br />
هَيْبَتِ دٖينْ زِگُفْتَارِ خُوشَشْ پَيْدَا شُدْ § هَرْكِه اٖينْ نُورْ نَبٖينَدْ شَوَدْ اِذْعَانَشْ دُونْ<br />
<br />
كِلْكِ اُسْتَادْ اَزْ لَدُنْ بَسْطِ حَقَائِقْ مٖيكَرْدْ § تَا اَبَدْ اَزْ فَيْضِ عَيَانَشْ هَمَه جَانْ نُورِ عُيُونْ<br />
<br />
بِفَرْمُودْ مَگَرْ حَضْرَتِ غَوْثْ § دَرْحَقِّ حَضْرَتِ اُسْتَادْ شَوَدْ اَصْلِ مُتُونْ ( لَا تَخَفْ قُلْهُ )<br />
<br />
حَبَّذَا رَمْزِ كِه گُفْتْ حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ § نِعْمَ ذَا نُطْقِ كِه كَرْدَسْتْ سَعٖيدْ سَعْدِ نُمُونْ<br />
<br />
اٰنْ كِه دٖيدَسْتْ پَسَنْدَسْت بَيَانْ مٖى كَرْدَسْتْ § حَقْ پَسَنْدَسْت شَوَدْ تَشْنَۀِ فَيْضَشْ اَفْزُونْ<br />
<br />
بَعْد زٖينْ غَالِبِ بٖيچَارَه دُعَا مٖى گُويٖيمْ § بَادْ رَاضٖى زِسَعٖيدْ ذَاتِ خُدَاىِ بٖيچُونْ<br />
<br />
هِمَّتَشْ عَالٖى و فَيْضَشْ هَمَه اَعْلَا بَادَا § بِدِهَدْ حَضْرَتِ حَقْ نَشْئَۀِ غَيْرِ مَمْنُونْ<br />
<br />
تَا فَلَكْ دَائِر و اٖينْ اَرْضْ هَمٖى شُدْ سَائِرْ § عَظَّمَ اللهُ لَهُ الْاَجْرَ وَ قَرَّتْهُ عُيُونْ<br />
<br />
'''غَالِبْ'''<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(1)_(Barla)#Galib.E2.80.99in_Faris.C3.AE_f.C4.B1kras.C4.B1._Keramat-.C4.B1_Gavsiye_m.C3.BCnasebetiyle_yazm.C4.B1.C5.9F|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Sâniyen: Bu defa bize yazdığın Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) Risalesi çok hârika düşmüş. Kim ona bakıyor, bir zevk-i hakiki hisseder. Demek oluyor ki manevî hâlis samimi hisler, maddî nakışlar suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali olduğum vakit, kardeşim '''Galib''' dahi aynı hisse iştirak etti. Evet, bunun altında manevî tebessüm var diye senin hattını kendi hattına tercihle mukabele etti.<br />
<br />
...<br />
<br />
Kardeşimiz Ali Efendi’ye dahi çok selâm ve dua ediyorum. İnşâallah tam Hüsrev’e lâyık bir kardeş oluyor. Sair kardeşlere seni tevkil ediyorum, selâm ve dua ediyorum. Bu eyyam-ı mübarekede bana dua etsinler. '''Galib''' der: “Hüsrev’le manevî bir irtibat hissediyorum.” Çok selâm ediyor. Ve bilhassa saatçi Lütfü Efendi’ye pek çok selâm ve dua ederim. Cenab-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere Risalesi’nin hurufu adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin, âmin âmin âmin! Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim.<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(2)_(Barla)#Hüsrev’e hitaben yazılan bir mektuptur|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Dördüncü Kısmı hem uzundur hem bir tek nüshadır. Bu defa gönderemedim. O kısım doğrudan doğruya i’caz-ı Kur’an’ın bir âyinesidir ve çok da mühimdir. Otuz sekiz sahifedir. Başta Sabri, Süleyman, Hüsrev, Bekir, Tevfik, '''Galib''' sizlere selâm ederler.<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(2)_(Barla)#13. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
İşte kendi hattıma mukabil, sana iki nükte söyledim. İnşâallah başka bir vakit senin hatırın için büyük zahmet çekip birkaç satır yazacağım. '''Galib Bey'''’in iki eli var; sağ elini bana vermiş, benim hesabıma yazıyor, sol eli de kendine kalmış. Bu mektup o iki el ile yazılmıştır.<br />
<br />
Hazır Mesud, '''Galib''' ve Süleyman Efendiler, Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş selâm ediyorlar. Ben de başta Hüsrev, Bekir Bey umum kardeşlerimize selâm ediyorum. Bilhassa kayınpederiniz Hacı İbrahim Bey’e ve muhtereme hemşireme ve mübarek Bedreddin’e çok dua ediyorum.<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(2)_(Barla)#21. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Sen benimle ne kadar konuşmayı arzu ediyorsan belki ondan ziyade ben arzu ediyorum. Fakat maatteessüf müteaddid esbab tahtında sıkıntılı bir vaziyetteyim. Hattâ bir iki saatte bulduğum bir fırsat, yedi sekiz mektubu yazmaya çalışıyorum. Ara sıra benim yanıma gelen '''Galib''' dahi men’edildi. Yalnız bîçare Şamlı kaldı, o da her vakit gelemiyor.<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(2)_(Barla)#5 Şubat 1934|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Kardeşlerim, size latîf bir hikâye:<br />
<br />
Bir zaman Barla’da bir zat, ağaçtan bir kutuda cevizli bir tatlı bana göndermişti. Mukabilini verdiğim o bir buçuk kilo lokmalardan her gün altışar tane ben kendim yerdim ve bazen o kadar ve daha ziyade başkalara teberrük olarak verirdim. Sıddık Süleyman bu hâdiseyi belki tahattur eder. Bir aydan ziyade devam etti. Sonra merhum '''Galib Bey''' ile hesap ettik, onun beş altı misli bereket, içinde olduğuna kanaatimiz geldi. Ben o vakit dedim: “Bu zatta ehemmiyetli bir bereket, bir ihlas var.” Şimdi tahmin ve tahattur ediyorum ki o zat Hacı Hâfız imiş. O acib bereketin şimdi sırrı çıkmış. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Önceki_Mektuplar_(Kastamonu)#15. Parça|Kastamonu Lahikası]])<br />
----<br />
Şâyan-ı Hayret Bir Tefe’ül ve Mühim Bir İhbar-ı Gaybî<br />
<br />
Sabri, Süleyman, Bekir, '''Galib''' ve Tevfik’in fıkrasıdır. Hem Hüsrev, Hâfız Ali ve Re’fet ve Âsım’ın ve Kuleönü’nden Mustafaların fıkrasıdır.<br />
<br />
Latîf ve müjdeli bir tefe’ül: Üstad, '''Galib''' ve Süleyman, Ümmi Sinan divanında mesleğimize ve Sözler’e dair tefe’ül edildi, şu beyitler çıktı. Baktık “Sözler” lafzı, bütün divanında yalnız bu kafiyelerde görünüyor. Demek Sözler “hak söz” hem “nur söz” oluyor.<br />
<br />
Derim ki yardımcım Allah<br />
<br />
Şefaatçim Resulullah<br />
<br />
Ki bürhanım Kitabullah<br />
<br />
Budur bendeki hak söz<br />
<br />
Senin kapında kul çoktur<br />
<br />
Hesabı, haddi hiç yoktur<br />
<br />
Velâkin bir dahi yoktur<br />
<br />
Sinan-ı Ümmi gibi nur söz<br />
<br />
([[Risale:8._Lem%27a_(Sikke)#Şâyan-ı Hayret Bir Tefe’ül ve Mühim Bir İhbar-ı Gaybî|Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a]])<br />
----<br />
İşte hocamızın bu macera-yı hayatiyesi gösteriyor ki Hazret-i Şeyh’in müteveccih olduğu ve ehemmiyetle bahsettiği ve istikbalde gelecek müridi bu olmak için kuvvetli bir ihtimaldir. Hazret-i Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velayetçe kabul edilen üç evliya-yı azîmenin en a’zamı, o Hazret-i Gavs-ı Geylanî’dir. Ve demiş:<br />
<br />
اَفَلَتْ شُمُوسُ الْاَوَّلٖينَ وَ شَمْسُنَا اَبَدًا عَلٰى فَلَكِ الْعُلٰى لَا تَغْرُبُ<br />
<br />
fıkrasıyla ba’de’l-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymettar bir hizmet-i Kur’aniye bir müridinin vasıtasıyla olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir. Hazret-i Şeyh’in bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himaye-gerdesi olan şahıs; binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir îmadır.<br />
<br />
Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re’fet, Ali, Ahmed Hüsrev, Mustafa Efendi, Rüşdü, Lütfü, Şamlı Tevfik, '''Ahmed Galib''', Zühdü, Bekir Bey, Lütfü, Mustafa, Mustafa, Mesud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza (r. aleyhim)<br />
<br />
([[Risale:8._Lem%27a_(Sikke)#Beşinci vecih|Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a]])<br />
----<br />
Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, '''Galib''', Süleyman niyet edip açtık. Tefe’ül bu çıktı:<br />
<br />
نِگَرْ تَا گُلِسْتَان مَعْنَا شُگُفْت § بَرُو هٖيچْ بُلْبُلْ چُنٖينْ خُوشْ نَگُفْت<br />
<br />
عَجَبْ گَرْ بِمٖيرَدْ چُنٖينْ بُلْبُلٖى § كِه اَزْ اُسْتُخٰوانَشْ نَرُويَدْ گُلٖى<br />
<br />
Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”<br />
<br />
Bu meal, maksadımıza o kadar yakındır ki tabire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız; ebedî Kur’an cennetindendir, ondan gelmiştir.<br />
<br />
Mehmed Tevfik, '''Galib''', Süleyman, Hâfız Hâlid, Said (ra)<br />
<br />
([[Risale:8._Lem%27a_(Sikke)#Latîf Bir Tefe’ül|Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a]])<br />
----<br />
Hem ezcümle '''Muallim Galip''', üç dört sene evvel Barla'da iken muallimliği münasebeti ile haftada, bazan yirmi günde bir defa ayak üstünde görüşüyorduk. Bu zat hattattır. Hüsn-ü hattından kendime istifade etmek için kendime mahsus eskiden yazdığım İ'caz-ı Kur'ân ve Mu'cizat-ı Ahmediye risalesini yazdırdım. Odamda talik ettiğim bir-iki levhayı da bana yazdı.<br />
<br />
İşte münasebetimiz bu kadardır. Bu zatın şiire hevesi bulunduğundan, ben de şâir olmadığımdan, hiç bir risalemi Onuncu Söz'den başka vermedim. Onuncu Söz'ü de başkasına vermiş. Yanında hiç bir eserim bulunmadığı halde benim mevhum cürmümden elbette hakikî bir hisse ona ifraz edilmez. Bunun gibi çoklar var. Men-i muhakeme ile haklarında adaletin tecellisini bekliyorlar.<br />
<br />
([[Risale:Eskişehir_Mahkemesi_(1935)_(Müdafaalar)#Elhas.C4.B1l|Lem'alar, 27. Lem'a]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Ahmed Galip kabir 2.jpg]]<br />
<br />
[[Dosya:Ahmed Galip Keskin kabir.JPG]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Dosya:Ahmed_Galip_kabir_2.jpg&diff=41476Dosya:Ahmed Galip kabir 2.jpg2024-03-21T08:46:32Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div></div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Ahmed_Galib_Keskin&diff=41475Ahmed Galib Keskin2024-03-21T08:45:40Z<p>Turker: /* Şahsi Bilgiler */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Kabri Konya Musalla Mezarlığında Olanlar]]<br />
[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Eskişehir Hapsi]]<br />
[[Kategori:Birinci Medrese-i Nuriye]]<br />
[[Dosya:Ahmed Galip Keskin.JPG|thumb|left]]<br />
'''Muallim Ahmed Galib Keskin''' Bediüzzaman Barla'ya geldiğinde öğretmenlik yapmaktaydı ve her iki eliyle de yazı yazabilme kabiliyetiyle Risale-i Nur'un tebyizinde çok hizmetleri olmuştur. Fransızca, Farsça, Arapça ve Kürtçe de bilen Ahmed Galib aynı zamanda hattat ve şair bir zattır. Eskişehir hapsine girmiştir. Bediüzzaman için bazı levhalar yazmıştır. Risale-i Nur'da Türkçe, Arapça ve Farsça manzumeleri vardır. <ref name='b'>Isparta kahramanları, Himmet Koçoğlu</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Ahmed Galib Kesgin<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' Ahlat, 8 Mart 1900<ref name='b' /><br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 14 Şubat 1940<ref name='b' /><br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Konya Musalla Mezarlığı<ref name='b' /><br />
<br />
'''Harita Konumu:''' [https://maps.app.goo.gl/jvwjFqSSPMrH3LPJ7]<br />
<br />
==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı==<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
Bediüzzaman Barla'ya geldiğinde ziyaretine gidenlerden biridir.<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
Sözler'in Tebyizinde Kıymettar Hizmeti Sebkat Eden '''Muallim Ahmed Galib''''in Fıkrasıdır<br />
<br />
“Elde Kur’an gibi bürhan-ı hakikat varken<br />
<br />
Münkiri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir?”<br />
<br />
Sözün özdür ey can, tekellüf değil<br />
<br />
Ledün ilminin zübde-i pâkidir<br />
<br />
Bu, sümme’t-tedarik tasannuf değil<br />
<br />
Bu bir hikmet-i nur-u irfandır<br />
<br />
Ki ehva ve lağv ve tefelsüf değil<br />
<br />
Müzekkî-i nefis ve musaffi-i ruh<br />
<br />
Mürebbi-i dildir, tasavvuf değil<br />
<br />
O Sözler bütün marifet şemsidir<br />
<br />
Sözüm doğrudur, bir teellüf değil<br />
<br />
İçin nurudur, lafza akseylemiş<br />
<br />
Bir iki satırda teradüf değil<br />
<br />
Mutabık lafızlar birbirine<br />
<br />
Bu aslâ tasannu, tesadüf değil<br />
<br />
Dizilmiş nizamla bütün harfleri<br />
<br />
Tevafuktur, aslâ tehalüf değil<br />
<br />
Bu bir cilve-i sırr-ı i’cazdır<br />
<br />
Ki Kur’an’dandır, tecevvüf değil<br />
<br />
Bu hüsn-ü tesadüf güzeldir güzel<br />
<br />
Bu babda ne dense tezauf değil<br />
<br />
Said-i Bedîüzzaman-ı Nursî<br />
<br />
Beyanı bedî’dir, taattuf değil<br />
<br />
Teselliye ermemiş elinde kalem<br />
<br />
Eder arz-ı dîdar, taharrüf değil<br />
<br />
İsabet buna savb-ı Hak’tan gelir<br />
<br />
Bu kasdî değildir, tasarruf değil<br />
<br />
Bunu görmeyen bed nazarlar için<br />
<br />
Telehhüf derim ben, teessüf değil<br />
<br />
Ki var manevî hayretim '''galiben'''<br />
<br />
Beyanım bu yolda tazarruf değil<br />
<br />
Tevafuk, sözünde ona çok mudur<br />
<br />
Tefevvuk, onun için teşerrüf değil<br />
<br />
Çok işte Hak onu muvaffak ede<br />
<br />
Tevafuk, makam-ı tevakkuf değil!<br />
<br />
'''Ahmed Galib'''<br />
<br />
(Rahmetullahi aleyh)<br />
<br />
Merhum Binbaşı Âsım Bey'in Fıkrasıdır<br />
<br />
Kasem ederim, doğrudur sözü özüyle beraber<br />
<br />
Bu hakikati kabul ve tasdik etmeyen bed-mâyeler<br />
<br />
Kalır dalalet ve vâdi-i hüsranda nice seneler<br />
<br />
Bunları irşad edip kurtarmaktır hüner<br />
<br />
Hidayet erişse eğer, o vakit boyun eğer<br />
<br />
Cümlenin ıslahını niyaz edip Hâlık’a yalvaralım<br />
<br />
Hep envar-ı Kur’aniye olan Sözler’i okuyup anlatalım<br />
<br />
Bu yolda bizler de feyz alıp dilşâd olalım<br />
<br />
Fenayı bekaya tebdilde rıza-yı Bâri’ye kavuşalım<br />
<br />
Sad-hezar tahsine lâyık bîbaha '''fıkra-i Galib'''<br />
<br />
Bu hakikatleri söylemekle olur şüphesiz galip.<br />
<br />
Binbaşı Âsım<br />
<br />
(Rahmetullahi aleyh)<br />
<br />
([[Risale:28._Mektup#S.C3.B6zler.27in_Tebyizinde_K.C4.B1ymettar_Hizmeti_Sebkat_Eden_Muallim_Ahmed_Galib.27in_F.C4.B1kras.C4.B1d.C4.B1r|Mektubat, 28. Mektup, 7. Mesele]])<br />
----<br />
On Dokuzuncu Mektup’un On Sekizinci İşaret’inde; bir nüshada, bir sahifede dokuz Kur’an tevafuk suretinde bulunduğu halde birbirine hat çektik, mecmuunda Muhammed lafzı çıktı. O sahifenin mukabilindeki sahifede sekiz Kur’an tevafukla beraber, mecmuunda lafzullah çıktı. Tevafukatta böyle bedî’ şeyler çok var.<br />
<br />
Bu hâşiyenin mealini gözümüzle gördük.<br />
<br />
Bekir, Tevfik, Süleyman, '''Galib''', Said<br />
<br />
([[Risale:28._Mektup#cite_ref-4|Mektubat, 28. Mektup, 7. Meselenin Hatimesi, Haşiye]])<br />
----<br />
'''Muallim Galib'''’dir (rh). Evet bu zat, sadıkane ve takdirkârane, risalelerin tebyizinde çok hizmet etti ve hiçbir müşkülat karşısında zaaf göstermedi. Ekser günlerde geliyordu, kemal-i şevk ile dinliyordu ve istinsah ediyordu. Sonra kendine, otuz lira ücret mukabilinde umum Sözler’i ve Mektubat’ı yazdırdı. Onun maksadı, memleketinde neşretmek ve hem hemşehrilerini tenvir etmek idi. Sonra bazı düşünceler neticesinde risaleleri tasavvur ettiği gibi neşretmedi, sandığa bıraktı. Birden elîm bir hâdise yüzünden bir sene gam ve gussa çekti. Risalelerin neşri ile ona adâvet edecek resmî birkaç düşmanlara bedel, zalim insafsız çok düşmanları buldu; bir kısım dostlarını kaybetti.<br />
<br />
([[Risale:10._Lem%27a#On_.C4.B0kincisi|Lem'alar, 10. Lem'a, 12. Tokat]])<br />
----<br />
Hâtimedeki Ahmed Galib Bey’in fıkrası hoştur. Bu fıkranın Hazret-i Kur’an’a ve mahzen-i esrar-ı İlahiyenin bir nevi nurlu reşehatı ve lemaatı olan Sözler’e nisbeti, güzelliğini artırmıştır. Allah bu gibi kardeşlerimizin adedini çok artırsın. Ve cümlesini, bu meyanda bu fakir-i pür-taksiri de muvaffakun bi’l-hayr buyursun, âmin!<br />
<br />
...<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi_Yedinci_Mektup%27un_Üçüncü_Zeyli_(Barla)#20. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
'''Ahmed Galib'''’in Sözler hakkında bir fıkrasıdır<br />
<br />
Âdem-i ilm-i hakikattir sözün,<br />
<br />
Tercüman-ı kenz-i vahdettir sözün.<br />
<br />
Hazret-i Hak’tan atâ-yı mahzdır,<br />
<br />
Neş’e-i Şît-i hüviyettir sözün.<br />
<br />
Ders-i hikmetten bütün ulvi beyan,<br />
<br />
Misl-i İdris, pür-hikmettir sözün.<br />
<br />
Mevc-i tufan-ı dalaletten siper,<br />
<br />
Keştî-i Nuh-u selâmettir sözün.<br />
<br />
Sarsar-ı ilhaddan inkaz eden,<br />
<br />
Şule-i Hûd-u hidayettir sözün.<br />
<br />
Tezkiyet-bahş-ı kulûb-ü mü’minîn,<br />
<br />
Salihdar-ı emanettir sözün.<br />
<br />
Vahdetin esrarını ilan eden,<br />
<br />
Ol Halil-veş asl-ı millettir sözün.<br />
<br />
Bahş-ı zemzem eyler, ehl-i hayrata,<br />
<br />
İsmail-i feyz-i hürmettir sözün.<br />
<br />
Mahz-ı tahkiktir, hayalattan alâ,<br />
<br />
Sırr-ı İshak-ı hakikattir sözün.<br />
<br />
Zümre-i Tağut’u hep berbat eder,<br />
<br />
Lût gibi rükn-ü salabettir sözün.<br />
<br />
Hep kelâmullah-ı nâtık şerhidir.<br />
<br />
Kenz-i i’caz-ı risalettir sözün.<br />
<br />
Din-i hakkın neşr ü tamimi için<br />
<br />
Fazl-ı İsrail-i kudrettir sözün.<br />
<br />
Hak cemaliyle kemalin gösteren,<br />
<br />
Hüsn-ü Yusuf’tan işarettir sözün.<br />
<br />
Yokluk içre, varlığa kaim olan,<br />
<br />
Sabr-ı Eyyüb-ü metanettir sözün.<br />
<br />
Mülhid firavunları gark eyleyen,<br />
<br />
Tûr-u Musa-i şeriattır sözün.<br />
<br />
Serteser mizan-ı hikmetle rasîn,<br />
<br />
Çün Şuayb-ı emn ü adalettir sözün.<br />
<br />
Ehl-i idlâli eden zîr ü zeber,<br />
<br />
Sanki Harun-u fesahattir sözün.<br />
<br />
Asker-i Calut-u küfrü mahveder,<br />
<br />
Savt-ı Davud-u hilafettir sözün.<br />
<br />
Marifet-i takva ve hikmet mülküne,<br />
<br />
Bir Süleyman-ı emarettir sözün.<br />
<br />
Hasılı dertlilere derman eder,<br />
<br />
Dest-i Lokman-ı hazakattir sözün.<br />
<br />
Ba’s-ü ba’de’l-mevte kaim hüccetin,<br />
<br />
Çün Üzeyr mazhariyettir sözün.<br />
<br />
Söz değil, özdür bütün tibyanınız,<br />
<br />
Vech-i Hakka hep işarettir sözün.<br />
<br />
Lübb-ü lüb marifettir mâhasal,<br />
<br />
Yüz yüze hakka itaattir sözün.<br />
<br />
Ehl-i şevke âb-ı hayat bahşeden,<br />
<br />
Hıdr-ı bahreyn-i velayettir sözün.<br />
<br />
Bâr-ı sıkletten ukûlü kurtaran,<br />
<br />
Nur-u İlyas-ı riyazettir sözün.<br />
<br />
Kulluğun efdalini izhar eden,<br />
<br />
Zülkifl-i ibadettir sözün.<br />
<br />
Set çeker kâfir olan ye’cüclere,<br />
<br />
Çünkü Zülkarneyn-i kudrettir sözün.<br />
<br />
Sırr-ı tesbihatı telkin eyleyen,<br />
<br />
Misl-i Yunus gavvas-ı hakikattir sözün.<br />
<br />
Rahmet-i Rahman’ı hep tezkâr eder,<br />
<br />
Hamd-i Zekeriyya-yı rahmettir sözün.<br />
<br />
Tâb ile şerh-i kitab-ı Hak eder,<br />
<br />
İlm-i Yahya-i verasettir sözün.<br />
<br />
Mürdeyi ihya, körü bînâ eder,<br />
<br />
Nefha-i İsa-yı fıtrattır sözün.<br />
<br />
Müjde-peyma-yı kulûb-ü ehl-i hak,<br />
<br />
Mâhî-i târîk-i fetrettir sözün.<br />
<br />
Ahmed’in mi’racını eyler beyan,<br />
<br />
Şerh-i ahkâm-ı nübüvvettir sözün.<br />
<br />
Hak Teâlâ daima pür-nur ede,<br />
<br />
Çünkü irfan-ı saadettir sözün.<br />
<br />
Şan-ı Üstadda ne dersen '''Galiba''',<br />
<br />
Az ki bir îma-yı hayrettir sözün.<br />
<br />
'''Ahmed Galib'''<br />
<br />
'''Ahmed Galib'''’in Sözler hakkındaki Arabî fıkrasıdır<br />
<br />
مُقٖيمُ السُّنَّةِ بِالْاِجْتِهَادِ ۞ قِوَامُ الدّٖينِ فٖى يَوْمِ الْفَسَادِ<br />
<br />
سَلَلْتَ السَّيْفَ عَلَى الَّذٖينَ ضَلُّوا ۞ عَنِ الْحَقِّ وَ هُمْ اَهْلُ الْعِنَادِ<br />
<br />
بَيَانُكَ كَانَ صَمْصَامًا شَدٖيدًا ۞ عَلٰى اَهْلِ الضَّلَالَةِ وَ الْاِرْتِدَادِ<br />
<br />
وَ نَادَيْتَ الْجَوَانِبَ هَلْ اَجَابُوا ۞ اِلٰى نَهْجِ الْحَقٖيقَةِ وَ السَّدَادِ<br />
<br />
اَجَابَ اَهْلُ قَلْبٍ طَائِعٖينَ ۞ وَ تَهْتَزُّ الْقُلُوبُ بِالْوَدَادِ<br />
<br />
لَاَنْتَ دَعَوْتَهُمْ سِرًّا وَ جَهْرًا ۞ لَقَدْ جَاؤُكَ مِنْ اَقْصَى الْبِلَادِ<br />
<br />
فَمَا اسْتَغْنَوْا عَنِ الْاٰيَاتِ طُرًّا ۞ لِاَنَّهُمْ اَتَوْكَ بِاِعْتِمَادٍ<br />
<br />
رَاَوْ فٖى نُطْقِكُمْ نُورًا جَلِيًّا ۞ فَيَوْمًا بَعْدَ يَوْمٍ مُسْتَزَادٌ<br />
<br />
فَتَحْتَ عَلَيْهِمْ اَبْوَابًا كَثٖيرًا ۞ مِنْ اَقْسَامِ الْعُلُومِ بِالرَّشَادِ<br />
<br />
جَزَاكَ اللّٰهُ مِنْ خَيْرٍ كَثٖيرٍ ۞ وَ اَعْطَاكَ الصَّفَا فٖى كُلِّ وَادٍ<br />
<br />
وَ يَحْفَظُ قَلْبَكُمْ مِنْ كُلِّ هَمٍّ ۞ وَ اٰثَارَكَ مِنْ طَوْرِ الْكَسَادِ<br />
<br />
يُرَوِّجُ نُطْقَكُمْ فٖى سُوقِ حِكْمَةٍ ۞ بِاَنْوَارٍ اِلٰى يَوْمِ التَّنَادِ<br />
<br />
اَلَا لَا تَرْتَعِبْ عَنْ دَعْوَةِ النَّاسِ ۞ فَبَشِّرْ قَلْبَهُمْ وَ اللّٰهُ هَادٖى<br />
<br />
([[Risale:Yirmi_Yedinci_Mektup%27un_Üçüncü_Zeyli_(Barla)#Ahmed_Galib.E2.80.99in_S.C3.B6zler_hakk.C4.B1nda_bir_f.C4.B1kras.C4.B1d.C4.B1r|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Cümlesine ale’l-husus isimleri zikrolunan '''Galib''', Hüsrev, Hâfız Ali, Süleyman Efendilere ve Nurların başkâtibi Şamlı Hâfız Tevfik, hasta olduğundan müteessir olduğum ve inşâallah iade-i âfiyet etmiş olan Muhacir Hâfız Ahmed Efendi’ye ve sair mukarreblere selâm ve dualar ederim.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(1)_(Barla)#17. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
'''Galib'''’in Farisî fıkrası. Keramat-ı Gavsiye münasebetiyle yazmış<br />
<br />
كٖيسْتَمْ مَنْ چُو يَكٖى عَاجِز و بٖى تَاب و زَبُونْ § دِلْ حَزٖينْ سٖينَه پُرْ اٰلَام و سَرَمْ مَسْتِ جُنُونْ<br />
<br />
اَزْ غَمِ فِرْقَتِ دِلْدَارْ بَسٖى پُويَنْدَمْ § كَسْ نَمٖى بُودْ دِلِ زَارِ مَرَا رَاهْنُمُونْ<br />
<br />
سَالْهَا دَرْ اَلَمِ هَجْرْ پَرٖيشَانْ بُودَمْ § نَه يَكٖى يَارِ مُوَافِقْ نَه يَكٖى جَامِ سُكُونْ<br />
<br />
رَاهِ بِهْبُودِئِ مَنْ گُمْ شُدَه بُودْ اٰنْ بَاٰنْ § دَرْ سَرَمْ شَوْقِ جُنُونْ بُودْ شَب و رُوزْ فُزُونْ<br />
<br />
عَاقِبَتْ دَسْتِ قَضَا هَادِئِ بِهْبُودَمْ شُدْ § هِمَّتِ زُمْرَۀِ مَرْدَانِ خُدَا جِلْوَه نُمُونْ<br />
<br />
چِه نَوَازِشْ كِه : دِلَمْ يَافْتَه دَرْ سَايَۀِ پٖيرْ § شُدَمْ اَلْحَاصِلْ اَزْ دَوْلَت و لُطْفَشْ مَاْمُونْ<br />
<br />
بَخْتِ نَاسَازِ مَرَا سَازِئِ اِقْبَالْ رَسٖيدْ § دِلِ بٖيچَارَۀِ مَنْ شُدْ زِفُيُوضَشْ مَمْنُونْ<br />
<br />
نٖيسْتْ عَجَبْ خَاكِ سِيَهْ لَعْل شَوَدْ دَرْ پٖيشَشْ § نُورِ حَقَّسْتْ هَمَانْ اٖينْ نَه فِسَانَه نَه فُسُونْ<br />
<br />
دَرْ زَمٖينِ اَهْلِ حَقْ اَنْوَارِ تَجَلَّاىِ خُدَاسْتْ § پٖيشِشَانْ مَاضٖى و اٰتٖى هَمَه يَكْ نُقْطَۀِ نُونْ<br />
<br />
اٰنْچِه مَاضٖيسْتْ بِخٰوانَنْد بَدِلْ هَمْچُو كِتَابْ § حَال و اٰتٖى هَمَه يَكْ شٖيوَه شَوَدْ كُفّ و كُمُونْ<br />
<br />
دِلِ شَانْ اٰيٖينَۀِ اٰيَتِ لَوْحِ مَحْفُوظْ § زَانْ سَبَبْ نِهَانْ اَزْدِلِ شَانْ كُنْ فَيَكُونْ<br />
<br />
اٰنْچِه دٖيدَنْد و بِگُويَنْدْ خُدَا اٰمُوزَدْ § اٰلَت و قُدْرَتِ حَقَّنْدْ مُكَمَّلْ مَوْزُونْ<br />
<br />
هَانْ دَرْ نُسْخَۀِ تَوْرَاتْ ثَنَاىِ مَحْمُودْ § هَانْ دَرْ لَوْحِ زَبُورْ وَصْفِ مَسٖيحَا اَفْزُونْ<br />
<br />
وَصْفِ اَصْحَابِ مُحَمَّدْ هَمَه دَرْ اِنْجٖيلَسْتْ § اٖينْ چِه بٖينِشْ هَمَه اَزْ وَحْىِ خُدَاىِ بٖيچُونْ<br />
<br />
بَازْ دَرْ اَهْلِ وَلَايَتْ تُو بٖينٖى اٖينْ رَازْ § دَادَه اَزْ خَبَرِ اٰتٖى پَيَامِ مَقْرُونْ<br />
<br />
خَبَرِ گُلْشَنٖى مٖى دَادْ جَلَالِ رُومٖى § شَيْخِ اَكْبَرْ خَبَرِ مِصْرٖى دِهَدْ اَمْرِ يَكُونْ<br />
<br />
اَحْمَدِ جَامْ دِهَدْ اَزْ اَحْمَدِ فَارُوقٖى خَبَرْ § مَنْ كُدَامَشْ بِشُمَارَمْ كِه زِاَعْدَادْ فُزُونْ<br />
<br />
هَرْ يَكٖى گُفْتَه خَبَرْ رَمْز و اِشَارَتْ كَرْدَنْدْ § پٖيشِيَانْ اَزْ پَسِيَانْ دَادَه نِشَانِ سَيَكُونْ<br />
<br />
بَاخُصُوصْ مَرْدِ خُدَا حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ § غَوْثِ اَعْظَمْ قُطْبِ دَائِرَۀِ كُنْ فَيَكُونْ<br />
<br />
پَسْ اِشَارَتْ دِهَدْ اَزْحَالَتِ اٰتِىِ جِهَانْ § هَرْ چِه دٖيدَسْتْ بِگُفْتَسْتْ بَيَانِ مَسْنُونْ<br />
<br />
گُفْت دَرْ نَظْمِ تَجَلّٰى كِه شَوَمْ حِرْزِ مُرٖيدْ § اَزْشَرّ و فِتْنَه نِگَهْبَانِ مُرٖيدَمْ مَاْمُونْ<br />
<br />
كَرْدَه اَزْ فِتْنَۀِ جَنگٖيز و هُلَاگُو اِخْبَارْ § بِنْگَرَدْ لٖيكْ رُمُوزِ سُخَنَشْ تَا بِكُنُونْ<br />
<br />
خَبَرِ فِتْنَۀِ اٖينْ دَوْرِ زِنُطْقَشْ پَيْدَا § يَافْتَه اَزْ رَمْزِ اُو اَرْبَابِ يَقٖينْ سَرْ فُزُونْ<br />
<br />
فِتْنَۀِ دَوْرِ كُنُونْ چُونْكِه زِحَدْ اَفْزُونَسْتْ § زِشِرَارِ شَرّ و فِتْنَه شُدَه جَيْحُونِ هَامُونْ<br />
<br />
اَهْلِ دَانِشْ هَمَه سَرْ جَيْبِ قَبَا مٖيكَرْدَنْدْ § عَرْصَۀِ دٖينْ زِمَرْدَانْ شُدَه خَالٖى مَشْحُونْ<br />
<br />
دٖيدَۀِ دَهْرْ نَدٖيدَسْتْ بَدٖينْ دَغْدَغَه هٖيچْ § مٖى رَوَدْ رُودِ فِرَاتْ خَلْق هَمَه تَشْنَه نُمُونْ<br />
<br />
دَرْ هَمَه هٖيچْ عَصْر فِتْنَۀِ اٖينْ دَوْر نَبُودْ § اَكْثَرِ خَلْق شُدَه حَالِ زَمَانْرَا مَفْتُونْ<br />
<br />
مُلْحِدَانْ رُوزُ شَبْ اٖيجَادِ فِتَنْ مٖى كَرْدَنْدْ § زَهْرِ خَنْد نَكُنَدْ بَلْكِه بِگِرْيَدْ مَجْنُونْ<br />
<br />
بَرْ بَدٖينْ فِتْنَه و شَرْ حَضْرَتِ اُسْتَادِ سَعٖيدْ § جَبْهَه بِگِرِفْتْ خُوشَا مَرْدِ سَعَادَتْمَقْرُونْ<br />
<br />
تٖيغِ سَرْ تٖيزْ شُدَه دَرْ كَفِ اُو چُونْكِه قَلَمْ § كِلْكِ اُو زُمْرَۀِ اِلْحَادْ هَمَه كَرْدَه زَبُونْ<br />
<br />
هَيْبَتِ دٖينْ زِگُفْتَارِ خُوشَشْ پَيْدَا شُدْ § هَرْكِه اٖينْ نُورْ نَبٖينَدْ شَوَدْ اِذْعَانَشْ دُونْ<br />
<br />
كِلْكِ اُسْتَادْ اَزْ لَدُنْ بَسْطِ حَقَائِقْ مٖيكَرْدْ § تَا اَبَدْ اَزْ فَيْضِ عَيَانَشْ هَمَه جَانْ نُورِ عُيُونْ<br />
<br />
بِفَرْمُودْ مَگَرْ حَضْرَتِ غَوْثْ § دَرْحَقِّ حَضْرَتِ اُسْتَادْ شَوَدْ اَصْلِ مُتُونْ ( لَا تَخَفْ قُلْهُ )<br />
<br />
حَبَّذَا رَمْزِ كِه گُفْتْ حَضْرَتِ عَبْدُ الْقَادِرْ § نِعْمَ ذَا نُطْقِ كِه كَرْدَسْتْ سَعٖيدْ سَعْدِ نُمُونْ<br />
<br />
اٰنْ كِه دٖيدَسْتْ پَسَنْدَسْت بَيَانْ مٖى كَرْدَسْتْ § حَقْ پَسَنْدَسْت شَوَدْ تَشْنَۀِ فَيْضَشْ اَفْزُونْ<br />
<br />
بَعْد زٖينْ غَالِبِ بٖيچَارَه دُعَا مٖى گُويٖيمْ § بَادْ رَاضٖى زِسَعٖيدْ ذَاتِ خُدَاىِ بٖيچُونْ<br />
<br />
هِمَّتَشْ عَالٖى و فَيْضَشْ هَمَه اَعْلَا بَادَا § بِدِهَدْ حَضْرَتِ حَقْ نَشْئَۀِ غَيْرِ مَمْنُونْ<br />
<br />
تَا فَلَكْ دَائِر و اٖينْ اَرْضْ هَمٖى شُدْ سَائِرْ § عَظَّمَ اللهُ لَهُ الْاَجْرَ وَ قَرَّتْهُ عُيُونْ<br />
<br />
'''غَالِبْ'''<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(1)_(Barla)#Galib.E2.80.99in_Faris.C3.AE_f.C4.B1kras.C4.B1._Keramat-.C4.B1_Gavsiye_m.C3.BCnasebetiyle_yazm.C4.B1.C5.9F|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Sâniyen: Bu defa bize yazdığın Mu’cizat-ı Ahmediye (asm) Risalesi çok hârika düşmüş. Kim ona bakıyor, bir zevk-i hakiki hisseder. Demek oluyor ki manevî hâlis samimi hisler, maddî nakışlar suretinde kendini hissettiriyor. Bu sırra ben muttali olduğum vakit, kardeşim '''Galib''' dahi aynı hisse iştirak etti. Evet, bunun altında manevî tebessüm var diye senin hattını kendi hattına tercihle mukabele etti.<br />
<br />
...<br />
<br />
Kardeşimiz Ali Efendi’ye dahi çok selâm ve dua ediyorum. İnşâallah tam Hüsrev’e lâyık bir kardeş oluyor. Sair kardeşlere seni tevkil ediyorum, selâm ve dua ediyorum. Bu eyyam-ı mübarekede bana dua etsinler. '''Galib''' der: “Hüsrev’le manevî bir irtibat hissediyorum.” Çok selâm ediyor. Ve bilhassa saatçi Lütfü Efendi’ye pek çok selâm ve dua ederim. Cenab-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere Risalesi’nin hurufu adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin, âmin âmin âmin! Maksadım, ona o risaleyi yazdırmak, onu has talebeler dairesine idhal etmekti. Yoksa ona o zahmeti vermezdim.<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(2)_(Barla)#Hüsrev’e hitaben yazılan bir mektuptur|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Yirmi Dokuzuncu Mektup’un Dördüncü Kısmı hem uzundur hem bir tek nüshadır. Bu defa gönderemedim. O kısım doğrudan doğruya i’caz-ı Kur’an’ın bir âyinesidir ve çok da mühimdir. Otuz sekiz sahifedir. Başta Sabri, Süleyman, Hüsrev, Bekir, Tevfik, '''Galib''' sizlere selâm ederler.<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(2)_(Barla)#13. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
İşte kendi hattıma mukabil, sana iki nükte söyledim. İnşâallah başka bir vakit senin hatırın için büyük zahmet çekip birkaç satır yazacağım. '''Galib Bey'''’in iki eli var; sağ elini bana vermiş, benim hesabıma yazıyor, sol eli de kendine kalmış. Bu mektup o iki el ile yazılmıştır.<br />
<br />
Hazır Mesud, '''Galib''' ve Süleyman Efendiler, Mustafa Çavuş, Abdullah Çavuş selâm ediyorlar. Ben de başta Hüsrev, Bekir Bey umum kardeşlerimize selâm ediyorum. Bilhassa kayınpederiniz Hacı İbrahim Bey’e ve muhtereme hemşireme ve mübarek Bedreddin’e çok dua ediyorum.<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(2)_(Barla)#21. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Sen benimle ne kadar konuşmayı arzu ediyorsan belki ondan ziyade ben arzu ediyorum. Fakat maatteessüf müteaddid esbab tahtında sıkıntılı bir vaziyetteyim. Hattâ bir iki saatte bulduğum bir fırsat, yedi sekiz mektubu yazmaya çalışıyorum. Ara sıra benim yanıma gelen '''Galib''' dahi men’edildi. Yalnız bîçare Şamlı kaldı, o da her vakit gelemiyor.<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(2)_(Barla)#5 Şubat 1934|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Kardeşlerim, size latîf bir hikâye:<br />
<br />
Bir zaman Barla’da bir zat, ağaçtan bir kutuda cevizli bir tatlı bana göndermişti. Mukabilini verdiğim o bir buçuk kilo lokmalardan her gün altışar tane ben kendim yerdim ve bazen o kadar ve daha ziyade başkalara teberrük olarak verirdim. Sıddık Süleyman bu hâdiseyi belki tahattur eder. Bir aydan ziyade devam etti. Sonra merhum '''Galib Bey''' ile hesap ettik, onun beş altı misli bereket, içinde olduğuna kanaatimiz geldi. Ben o vakit dedim: “Bu zatta ehemmiyetli bir bereket, bir ihlas var.” Şimdi tahmin ve tahattur ediyorum ki o zat Hacı Hâfız imiş. O acib bereketin şimdi sırrı çıkmış. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Önceki_Mektuplar_(Kastamonu)#15. Parça|Kastamonu Lahikası]])<br />
----<br />
Şâyan-ı Hayret Bir Tefe’ül ve Mühim Bir İhbar-ı Gaybî<br />
<br />
Sabri, Süleyman, Bekir, '''Galib''' ve Tevfik’in fıkrasıdır. Hem Hüsrev, Hâfız Ali ve Re’fet ve Âsım’ın ve Kuleönü’nden Mustafaların fıkrasıdır.<br />
<br />
Latîf ve müjdeli bir tefe’ül: Üstad, '''Galib''' ve Süleyman, Ümmi Sinan divanında mesleğimize ve Sözler’e dair tefe’ül edildi, şu beyitler çıktı. Baktık “Sözler” lafzı, bütün divanında yalnız bu kafiyelerde görünüyor. Demek Sözler “hak söz” hem “nur söz” oluyor.<br />
<br />
Derim ki yardımcım Allah<br />
<br />
Şefaatçim Resulullah<br />
<br />
Ki bürhanım Kitabullah<br />
<br />
Budur bendeki hak söz<br />
<br />
Senin kapında kul çoktur<br />
<br />
Hesabı, haddi hiç yoktur<br />
<br />
Velâkin bir dahi yoktur<br />
<br />
Sinan-ı Ümmi gibi nur söz<br />
<br />
([[Risale:8._Lem%27a_(Sikke)#Şâyan-ı Hayret Bir Tefe’ül ve Mühim Bir İhbar-ı Gaybî|Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a]])<br />
----<br />
İşte hocamızın bu macera-yı hayatiyesi gösteriyor ki Hazret-i Şeyh’in müteveccih olduğu ve ehemmiyetle bahsettiği ve istikbalde gelecek müridi bu olmak için kuvvetli bir ihtimaldir. Hazret-i Şeyh’in vefatından sonra hayatta oldukları gibi tasarrufu ehl-i velayetçe kabul edilen üç evliya-yı azîmenin en a’zamı, o Hazret-i Gavs-ı Geylanî’dir. Ve demiş:<br />
<br />
اَفَلَتْ شُمُوسُ الْاَوَّلٖينَ وَ شَمْسُنَا اَبَدًا عَلٰى فَلَكِ الْعُلٰى لَا تَغْرُبُ<br />
<br />
fıkrasıyla ba’de’l-memat dua ve himmetiyle müridlerinin arkasında ve önünde bulunmasıyla, böyle hârika keramet-i acibe ile meşhur bir zat, elbette böyle bir zamanda kıymettar bir hizmet-i Kur’aniye bir müridinin vasıtasıyla olacağını onun görmesi ve göstermesi şe’nindendir. Hazret-i Şeyh’in bahsettiği ehemmiyetli müridi ve talebesi ve himaye-gerdesi olan şahıs; binden sonra, on dördüncü asırda geleceğine bir îmadır.<br />
<br />
Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re’fet, Ali, Ahmed Hüsrev, Mustafa Efendi, Rüşdü, Lütfü, Şamlı Tevfik, '''Ahmed Galib''', Zühdü, Bekir Bey, Lütfü, Mustafa, Mustafa, Mesud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza (r. aleyhim)<br />
<br />
([[Risale:8._Lem%27a_(Sikke)#Beşinci vecih|Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a]])<br />
----<br />
Şeyh Sa’dî-i Şirazî’nin “Bostan”ından Sözler hakkında ben, Hâfız Hâlid, '''Galib''', Süleyman niyet edip açtık. Tefe’ül bu çıktı:<br />
<br />
نِگَرْ تَا گُلِسْتَان مَعْنَا شُگُفْت § بَرُو هٖيچْ بُلْبُلْ چُنٖينْ خُوشْ نَگُفْت<br />
<br />
عَجَبْ گَرْ بِمٖيرَدْ چُنٖينْ بُلْبُلٖى § كِه اَزْ اُسْتُخٰوانَشْ نَرُويَدْ گُلٖى<br />
<br />
Meali: Yani “Gel, bak, güller bağı şeklinde hakikat gülleri açılmış. Böyle hakikat bahçesinde hiçbir bülbül, böyle şirin, hoş nağme etmemiştir. Nasıl oluyor ki böyle bir bülbül öldükten sonra onun kemiklerinden güller açılmasın.”<br />
<br />
Bu meal, maksadımıza o kadar yakındır ki tabire lüzum yoktur. Yalnız gülistanımız; ebedî Kur’an cennetindendir, ondan gelmiştir.<br />
<br />
Mehmed Tevfik, '''Galib''', Süleyman, Hâfız Hâlid, Said (ra)<br />
<br />
([[Risale:8._Lem%27a_(Sikke)#Latîf Bir Tefe’ül|Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a]])<br />
----<br />
Hem ezcümle '''Muallim Galip''', üç dört sene evvel Barla'da iken muallimliği münasebeti ile haftada, bazan yirmi günde bir defa ayak üstünde görüşüyorduk. Bu zat hattattır. Hüsn-ü hattından kendime istifade etmek için kendime mahsus eskiden yazdığım İ'caz-ı Kur'ân ve Mu'cizat-ı Ahmediye risalesini yazdırdım. Odamda talik ettiğim bir-iki levhayı da bana yazdı.<br />
<br />
İşte münasebetimiz bu kadardır. Bu zatın şiire hevesi bulunduğundan, ben de şâir olmadığımdan, hiç bir risalemi Onuncu Söz'den başka vermedim. Onuncu Söz'ü de başkasına vermiş. Yanında hiç bir eserim bulunmadığı halde benim mevhum cürmümden elbette hakikî bir hisse ona ifraz edilmez. Bunun gibi çoklar var. Men-i muhakeme ile haklarında adaletin tecellisini bekliyorlar.<br />
<br />
([[Risale:Eskişehir_Mahkemesi_(1935)_(Müdafaalar)#Elhas.C4.B1l|Lem'alar, 27. Lem'a]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Ahmed Galip Keskin kabir.JPG]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Feyzi_Hal%C4%B1c%C4%B1&diff=41474Feyzi Halıcı2024-03-21T08:43:26Z<p>Turker: "Kategori:Kabri Konya Musalla Mezarlığında Olanlar Kategori:Şahıs Kategori:Eksik ==Şahsi Bilgiler== '''Diğer İsimleri:''' '''Doğum Yeri ve Tarihi:''' 01.07.1924 '''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 09.10.2017 '''Kabrinin Yeri:''' Musalla Mezarlığı, Konya<ref name='c' /> '''Harita Konumu:''' [https://maps.app.goo.gl/hjRt6Ldg5P6Ccpro7] ==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı== ==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri== ==Risale..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Kabri Konya Musalla Mezarlığında Olanlar]]<br />
[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Eksik]]<br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' <br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' 01.07.1924<br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 09.10.2017<br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Musalla Mezarlığı, Konya<ref name='c' /><br />
<br />
'''Harita Konumu:''' [https://maps.app.goo.gl/hjRt6Ldg5P6Ccpro7]<br />
<br />
==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı==<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
Sâniyen: İkinci gün, çok ziyade merak ve alâka peyda ettiğim dârülfünun gençlerinin, üniversite talebelerinin namına, şimdiden dokuz tane hakiki Nurcu ve küçük Salahaddinler ve Abdurrahmanlar nevinde dârülfünunun tenvirine ciddi çalıştıklarını bildiren bir mektup aldım. O küçük Abdurrahmanlar ise: Mustafa Oruç, Konyalı Ziya ve Sabri’nin mahdumu '''Feyzi''' ve Bahaeddin, Abdurrahîm ve Kastamonulu Ömer ve Aziz ve Şükrü ve Sabri gibi ciddi genç Nurcular; Nurlara sahip olmaları, merhum biraderzadem Abdurrahman ve Fuad yeniden on tane olarak dünyaya gelip vazife-i Nuriyeye başlaması gibi beni hem sevindirdi hem hastalığımı da hafifleştirdi.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#71._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Feyzi Halıcı kabir.jpg]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
*[[Ömer Halıcı]]: Bediüzzaman'ın kurtulmasının ardından aynı gün uçağının düşmesi nedeniyle şehit olan ve "Ömer benim yerime şehid oldu" dediği şehit pilot kardeşi.<br />
*[[Sabri Halıcı]]: babası.<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Dosya:Feyzi_Hal%C4%B1c%C4%B1_kabir.jpg&diff=41473Dosya:Feyzi Halıcı kabir.jpg2024-03-21T08:40:26Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div></div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C4%B0kinci_K%C4%B1s%C4%B1m_Mektuplar_(Emirda%C4%9F-1)&diff=41472Risale:İkinci Kısım Mektuplar (Emirdağ-1)2024-03-21T08:40:17Z<p>Turker: /* 71. Parça */</p>
<hr />
<div>[[Category:Emirdağ Lahikası-1]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Birinci Kısım Mektuplar (Emirdağ-1)|Birinci Kısım Mektuplar]] &larr; [[Risale:Emirdağ Lahikası-1|Emirdağ Lahikası-1]] &rarr; [[Risale:Üçüncü Kısım Mektuplar (Emirdağ-1)|Üçüncü Kısım Mektuplar]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Nur-u Muhammedîye ve sahabeye bakan dört sahife çok güzeldir. Âhirinde, Risale-i Nur’a ve dolayısıyla bize bakan kısımlar Hasan Feyzi’nin hüsn-ü zannı pek fazla gitmiş. Gerçi o âhir-i kasidesinde Risale-i Nur’un hakikatini ve şahs-ı manevîsini murad etmiş. Yine ta’dile muhtaç gördüm. Bazı kelimeleri ilâve ve birkaçını tebdil ettiğim halde, yine ondan benim hisseme düşen, bin derece haddimden ziyadedir diye titredim.<br />
<br />
Fakat madem şakirdleri şevke ve gayrete getiriyor, size havale ediyorum. Siz hem bu zamandaki vehhamlıları hem mesleğimizin muktezası olan mahviyet ve ihlas ve terk-i enaniyet noktalarını nazara alınız, münasip gördüğünüz kelimeleri ta’dil ediniz. Bu fütur zamanında ehemmiyetli bir kamçı-yı teşviktir, arkadaşlara gönderebilirsiniz.<br />
<br />
Hem o kıymetli kardeşimiz, merhum Hâfız Ali’nin (rh) vârisi ve halefi yerinde Risale-i Nur’a fevkalâde irtibat ve sadakatle bağlıdır. Benim ta’dilimden gücenmesin.<br />
<br />
Gayet samimi bir kanaatle ve kuvvetli bir itimat ile ve derin bir ilimle ve parlak bir iman ile Risale-i Nur’un mahiyetini iki defadır tarif eden Risale-i Nur’un has şakirdlerinden ve ehemmiyetli eski muallimlerden Hasan Feyzi’nin Sikke-i Tasdik-i Gaybî’den aldığı bir ilham ile Risale-i Nur hakkında ve o nurun menbaı ve esası olan nur-u Muhammedî (asm) ve hakikat-i Kur’an ve sırr-ı iman tarifinde bu kasideyi yazmıştır.<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#4|{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ}}]]<br />
<br />
[[Saf 8|{{Arabi|يُرٖيدُونَ لِيُطْفِؤُا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِهٖ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ}}]]<br />
<br />
Ahmed yaratılmış o büyük nur-u Ehad’den<br />
<br />
Her zerrede nurdur o ezelden hem ebedden<br />
<br />
Bir nur ki odur hem yüce hem lâyetenahî<br />
<br />
Ol Fahr-i Cihan Hazret-i Mahbub-u İlahî<br />
<br />
Parlattı cihanı bu güzel nur-u Muhammed (asm)<br />
<br />
Halk olmasa olmaz idi bir zerre ve bir fert<br />
<br />
Ol nuru ânın, her yeri her zerreyi sarmış<br />
<br />
Baştan başa her dem bu kesif zulmeti yarmış<br />
<br />
Bir nur ki odur sade ve hem lâyetezelzel<br />
<br />
Ârî ve berî cümleden üstün ve mükemmel<br />
<br />
Bir nur ki bütün zerrede ancak o nümayan<br />
<br />
Bir nur ki verir kalplere hem aşk ile iman<br />
<br />
Bir nur ki eğer olmasa ol nur hele bir an<br />
<br />
Baştan başa zulmette kalır hem de bu ekvan<br />
<br />
Bir nur ki değil öyle muhat hem dahi mahsur<br />
<br />
Bir nur ki eder kalbi de pür-nur, çeşmi de pür-nur<br />
<br />
Bir lem’adır andan, şu büyük şems ve kamerler<br />
<br />
Hep işte o nurdan bu acayip koca âlem<br />
<br />
Halk oldu o nurdan yine cennetle cehennem<br />
<br />
Şek yok ki o nurdur okunan Hazret-i Kur’an<br />
<br />
Ol nur-u ezel hem sebeb-i hilkat-i insan<br />
<br />
Her şeye odur mebde ve asıl ve esas hem<br />
<br />
Ondan görünür nev-i beşer böyle mükerrem<br />
<br />
Bir zerre değil, bahr-i muhit o bahr-i münirden<br />
<br />
Hem nasıl beşer hiç kalıyor hepsi de birden<br />
<br />
Şek yok ki cihan, katre-i nurundan o nurun<br />
<br />
Şek yok ki bu can, zerre-i nurundan o nurun<br />
<br />
Sönsün diye üflense o, derya gibi kaynar<br />
<br />
Söndürmeye hem kimde aceb zerre mecal var<br />
<br />
Söndürmeye kalkmıştı asırlar dolu küffar<br />
<br />
Kahreyledi her hepsini ol Hazret-i Kahhar<br />
<br />
Hep sönmüş asırlar, yanıyor sönmeden ol<br />
<br />
Tarihe sorun, kimdir o nur hem kim imiş menfur<br />
<br />
Alnında yanan nur-u Muhammed’di Halil’in<br />
<br />
Yetmezdi gücü, bakmaya her çeşm-i alîlin<br />
<br />
Görseydi Resul’ün o güzel nurunu, Nemrut<br />
<br />
Yakmazdı o dem, nârını ol kâfir-i matrud<br />
<br />
Bir sivrisinek öldürüyor o şah-ı cihanı (!)<br />
<br />
Atmıştı Halil’i ateşe çünkü o cani<br />
<br />
Bir perde açıp söyledi Hak gizli kelâmdan<br />
<br />
Ol ateşe bahseyledi hem berd ü selâmdan<br />
<br />
“Dostum ve resulüm yüce İbrahim’i ey nâr<br />
<br />
At âdetini, yakma bugün, sen onu zinhar!”<br />
<br />
Bir gizli hitap geldi de ol dem yine Hak’tan<br />
<br />
Bir abd-i mükerrem dahi kurtuldu bıçaktan<br />
<br />
Ol nurdan için Yunus’u hıfzeyledi ol hut<br />
<br />
Ol nur ile kahreyledi hem kavmini ol Lût<br />
<br />
Ol hüsn-ü cemal, eyledi âlemleri hayran<br />
<br />
Nerden onu bulmuş, acaba Yusuf-u Ken’an<br />
<br />
Hikmet nedir, ol dertlere sabreyledi Eyyüb<br />
<br />
Hem sırrı nedir, Yusuf için ağladı Yakub<br />
<br />
Öldükçe dirildikçe neden duymadı bir his<br />
<br />
Ol namlı nebi, şanlı şehit Hazret-i Cercis<br />
<br />
Hasretle neden ağladılar Âdem ve Havva<br />
<br />
Kimdendi bu yıllarca süren koskoca dava<br />
<br />
Hem âh, neden terk edilip ravza-i cennet<br />
<br />
Bir dâr-ı karar oldu neden âlem-i mihnet<br />
<br />
Nur şehri olan Tûr’da o dem Hazret-i Musa<br />
<br />
Esrar-ı kelâm hep çözülüp buldu tecella<br />
<br />
Bir parça Zebur’dan okusa Hazret-i Davud<br />
<br />
Başlardı hemen sanki büyük mahşer-i mev’ûd<br />
<br />
Bilmem ki neden, hep işiten âh! diye inler<br />
<br />
Bilmem ki neden, yel ve sular hep onu dinler<br />
<br />
Mahluku bütün kendine râm etti Süleyman<br />
<br />
Nerdendi bu kuvvet, ona kimdendi bu ferman<br />
<br />
Yellerle uçan şanlı büyük taht-ı mukaddes<br />
<br />
Esrar-ı ezelden o da duymuş yine bir ses<br />
<br />
Ol hangi acib sır ki çıkar göklere [[İsa (as)|İsa]]<br />
<br />
Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yuda<br />
<br />
Nur derdi için tahtını terk eyledi [[İbrahim Edhem|Edhem]]<br />
<br />
Bir başkasının tahtı olur derdine merhem<br />
<br />
Çok şahs-ı veli, nur ile hem etti kanaat<br />
<br />
Çok şahs-ı denî, nur ile hem buldu keramet<br />
<br />
Her hepsi de [[Kelebek|pervanesi]], üftadesi nurun<br />
<br />
Her hepsi muamma, gücü yetmez bu şuurun<br />
<br />
Fillerle varıp Kâbe’ye hem Ebrehe zalim<br />
<br />
İsterdi ki yapsın nice bin türlü mezalim<br />
<br />
İsterdi ki o beyt yıkılıp şöhreti sönsün<br />
<br />
Halk Kâbe’yi terk ederek kiliseye dönsün<br />
<br />
İsterdi ki çeksin doğacak nura bir set<br />
<br />
Hem doğmadan ölsün diye Mahbub-u Müebbed<br />
<br />
Günlerce gidip Kâbe’ye hem yaklaşan ordu<br />
<br />
Birdenbire bir tehlike sezmiş gibi durdu<br />
<br />
Süratle gelip bir sürü kuş, semt-i bahirden<br />
<br />
Taş harbine başlar pek acib hepsi birden<br />
<br />
İndikçe havadan o muamma gibi taşlar<br />
<br />
Cansız yıkılıp yerlere yatmış nice başlar<br />
<br />
Şahıyla beraber kocaman orduyu Mevla<br />
<br />
Olsun diye Mahbub’a nişan, eyledi mevta<br />
<br />
Hem kavm-i Kureyş, söndürelim derken o nuru<br />
<br />
Erkek ve kadın, cümlesinin kaçtı huzuru<br />
<br />
Müşrik ve muvahhid, iki fırka olup urban<br />
<br />
Yıllarca dökülmüş yine kan üstüne bir kan<br />
<br />
Şakk etti kamer, Fahr-i Beşer, ol yüce Server<br />
<br />
Her yerde ve her anda onun nuru muzaffer<br />
<br />
Kur’an’dı kavli, nurdu yolu, ümmeti mutlu<br />
<br />
Ümmet olanın kalbi bütün nur ile doldu<br />
<br />
Çekmezdi keder, ol sözü cevher, özü kevser<br />
<br />
Ol Sure-i Kevser, dedi a’dasına “ebter!”<br />
<br />
Ol Şems-i Ezel’den kaçınan ol kuru başlar<br />
<br />
Gayya-i cehennemde bütün yakmış ateşler<br />
<br />
Bitmişti nefes, çıkmadı ses, bıktı da herkes<br />
<br />
Ol nura varıp baş eğerek hem dediler pes<br />
<br />
İdraki olan kafile ayrıldı Kureyş’ten<br />
<br />
Feyz almak için doğmuş olan şanlı güneşten<br />
<br />
Ol kevser-i Ahmed’den içip her biri tas tas<br />
<br />
Olmuştu o gün sanki mücella birer elmas<br />
<br />
Ol başlara taç, derde ilaç, mürşid-i âlem<br />
<br />
Eylerdi nazar bunlara nuruyla demâdem<br />
<br />
Bunlardı o a’dayı boğan bir alay arslan<br />
<br />
Hak uğruna, nur uğruna olmuş çoğu kurban<br />
<br />
Bunlardan o gün ehl-i nifak cümle kaçardı<br />
<br />
Müşrik ise ol aklı anın kalmaz uçardı<br />
<br />
Bunlardı o Peygamberin ashabı ve âli<br />
<br />
Dünyada ve ukbada da hem şanları âlî<br />
<br />
Tavsif ediyor bunları hep şöylece Kur’an:<br />
<br />
Sulh vakti koyun, kavgada kükrek birer arslan<br />
<br />
Hep yüzleri pâk, sözleri hak, yolları haktı<br />
<br />
Merkepleri yeller gibi Düldül’dü, Burak’tı<br />
<br />
Bir cezbe-i “Yâ Hay!” ile seller gibi aktı<br />
<br />
A’daya varıp her biri şimşek gibi çaktı<br />
<br />
Bunlardı o gün halka-i tevhidi kuranlar<br />
<br />
Bunlardı o gün baltalayıp küfrü kıranlar<br />
<br />
Bunlardı mübarek yüce cemiyet-i şûra<br />
<br />
Bunlardı o nurdan dizilen halka-i kübra<br />
<br />
Bunlardı alan Suriye, Irak, ülke-i Kisra<br />
<br />
Bunlarla ziyadar o karanlık koca sahra<br />
<br />
Bunlardı veren hasta, alîl gözlere bir fer<br />
<br />
Bunlardı o tarihe geçen şanlı gazanfer<br />
<br />
Her hepsi de bir zerre-i nuru o Habib’in<br />
<br />
Her an görünür gözlere ondan nice yüz bin<br />
<br />
Nur altına girmiş bulunan türlü cemaat<br />
<br />
Hem buldu beka hem de bütün gördü adalet<br />
<br />
Ecdad-ı izamın o büyük ruhları küskün<br />
<br />
Zira ne küfürler okunur onlara her gün<br />
<br />
Yağmıştı o gün âh ne kederler ne elemler<br />
<br />
Âciz onu hep yazmaya, eller ve kalemler<br />
<br />
Binlerce yetimin yıkılan kalbini sen yap<br />
<br />
Affet yeter artık, o Habib aşkına yâ Rab!<br />
<br />
Derken yeter artık, bizi affet güzel Allah<br />
<br />
Sarsıldı cihan, öldü de bir gümgüme nâgâh<br />
<br />
Buz parçası halinde bulut, bir yere düşmüş<br />
<br />
Erkek ve kadın hepsi de ol semte üşüşmüş<br />
<br />
Ol nurdan gelen Risalei’n-Nur<br />
<br />
Hallak-ı Rahîm eyledi mahlukunu mesrur<br />
<br />
Zulmet dağılıp başladı bir yepyeni gündüz<br />
<br />
Bir neşe duyup sustu biraz ağlayan o göz<br />
<br />
Bir dem bile düşmezken onun âhı dilinden<br />
<br />
Kurtuldu, yazık dertli beşer derdin elinden<br />
<br />
Ol taze güneş, ülkeye serptikçe ışıklar<br />
<br />
Hep şâd olacak, şevk bulacak kalbi kırıklar<br />
<br />
Her kalbe sürur, her göze nur doldu bu günden<br />
<br />
Bir müjde verir sanki o bir şanlı düğünden<br />
<br />
Arz eyleyelim ol yüce Allah’a şükürler<br />
<br />
Kalkar bu kahr u cehl ve dalal, şirk ve küfürler<br />
<br />
Ol nur-u hüda saldı ziya, kalbe safa hem<br />
<br />
Gösterdi beka, göçtü fena, buldu vefa hem<br />
<br />
Çıkmıştı şakî, geldi nakî, gördü adâvet<br />
<br />
Eylerdi nefiy, oldu hafî nur-u hidayet<br />
<br />
Allah’a şükür, kalkmada hep cümle karanlık<br />
<br />
Allah’a şükür, dolmada hep kalbe ferahlık<br />
<br />
Allah’a şükür, işte bugün perde açıldı<br />
<br />
Âlemlere artık yine bir neşe saçıldı<br />
<br />
Artık bu sönük canlara can üfledi canan<br />
<br />
Artık bu gönül derdine ol eyledi derman<br />
<br />
Bir fasl-ı bahar başladı illerde bu günden<br />
<br />
Bir sohbet-i gül başladı dillerde bu günden<br />
<br />
Benden bana ben gitmek için Risale-i Nur diye koştum<br />
<br />
Nur derdine düştüm de denizler gibi coştum<br />
<br />
Bir zerrecik olsun bulayım der de ararken<br />
<br />
Düştüm yine derya gibi bir nura bugün ben<br />
<br />
Verdim ona ben gönlümü baştan başa artık<br />
<br />
Maşukum odur şimdi benim, ben ona âşık<br />
<br />
Ol nur-u ezel hem kararan kalplere lâyık<br />
<br />
Ol nurdan alır feyzini hem cümle halâyık<br />
<br />
Kahreyledi ol zulmeti Risale-i Nur’a akanlar<br />
<br />
Nur kahrına uğrar, ona hasmane bakanlar<br />
<br />
Küfrün bütün alayı hücum etse de ey nur<br />
<br />
Etmez seni dûr, kendi olur belki de makhur<br />
<br />
Sensin yine hazır, yine sensin bize nâzır<br />
<br />
Ey nur-u Rahîm, ey ebedî bir cilve-i kudret-i Fâtır<br />
<br />
Bir neşe duyurdun imanla sırr-ı ezelden<br />
<br />
Bir müjde getirdin bize ol namlı güzelden<br />
<br />
Mademki içirdin bize ol âb-ı hayattan<br />
<br />
Bir zerre kadar kalmadı havf şimdi memattan<br />
<br />
Hasret yaşadık nuruna yıllarca bütün biz<br />
<br />
Masum ve alîl, türlü bela çekti sebepsiz<br />
<br />
Yıllarca akan, kan dolu gözyaşları dinsin<br />
<br />
Zalim yere batsın, o zulüm bir yere sinsin<br />
<br />
Yıllarca, asırlarca bu nurun yine yansın<br />
<br />
Öksüz ve yetim, dul ve alîl hepsi de kansın<br />
<br />
Ey nur gülü, nur çehreni öpsem dudağından<br />
<br />
Kalp bahçesinin kalbine diksem budağından<br />
<br />
Her dem kokarak hem o güzel rayihasından<br />
<br />
Çıksam yine ben âlem-i fâni tasasından<br />
<br />
Nur güllerin açsın, yine miskler gibi tütsün<br />
<br />
Sinemde bu can bülbülü tevhid ile ötsün<br />
<br />
Sensin bize bir neşe veren ol gül-ü hâlis<br />
<br />
Sensin bize hem cümleden a’lâ, dahi muhlis<br />
<br />
Ey Nur-u Risalet’ten gelen bir bürhan-ı Kur’an<br />
<br />
Ey sırr-ı Furkan’dan çıkan hüccet-i iman<br />
<br />
Sendin bize matlub, yine sendin bize mev’ûd<br />
<br />
Sayende bugün herkes olur zinde ve mesud<br />
<br />
Her an seni bekler ve sayıklardı bu dünya<br />
<br />
Hak kendini gösterdi, bugün bitti o rüya<br />
<br />
Bin üç yüz senedir toprağa dönmüş nice milyar<br />
<br />
Mü’min ve muvahhid seni gözlerdi hep ey yâr<br />
<br />
Her hepsi de senden yana söylerdi kelâmı<br />
<br />
Her hepsi de her an sana eylerdi selâmı<br />
<br />
Yüzlerce senet hem nice yüzlerce işaret<br />
<br />
Eyler bu mukaddes koca davaya şehadet<br />
<br />
En başta gelen şahid-i adl Hazret-i Kur’an<br />
<br />
Göstermiş ayânen otuz üç yerde o bürhan<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#24|{{Arabi|يَا مُدْرِكًا}}]] nin kalbine gömmüş Esedullah<br />
<br />
Çok sır ki bilenler oluyor hep sana âgâh<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#25|{{Arabi|كُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ}}]] demiş ol pîr-i muazzam<br />
<br />
Binlerce veli hem yine yapmış buna bin zam<br />
<br />
Mu’cizdir o söz, haktır o öz, görmedi her göz<br />
<br />
Artık bu muammaları gel sen bize bir çöz<br />
<br />
Altıncı Söz’ün aldı bütün fiil ü sıfâtı<br />
<br />
Verdim de arındım ona hem zat u hayatı<br />
<br />
Müflis ve fakir bekliyordum şimdi kapında<br />
<br />
Tevhide eriştir beni, gel varını sun da<br />
<br />
Ben ben diye yazdımsa da sensin yine ol ben<br />
<br />
Hiçten ne çıkar hem bana benlik yine senden<br />
<br />
Nur aşkına, Hak aşkına, dost aşkına ey nur<br />
<br />
Nurunla ve sırrınla bugün kıl bizi mesrur<br />
<br />
Ey nur-u Ezel’den gelen nur-u Muhammed (asm)<br />
<br />
Ey sırr-ı imandan gelen nur-u müebbed<br />
<br />
Binlerce yetimin duyulan âhını bir kes<br />
<br />
Sarsar o büyük arşı da vallah bu çıkan ses<br />
<br />
Vallah cemilsin, yeter artık bu celalin<br />
<br />
Göster bize ey nur-u Muhammed, bir kere cemalin<br />
<br />
Emmare olan nefsimizin emrine uyduk<br />
<br />
Mahbubuna uyduk, hepimiz ümmeti olduk<br />
<br />
Ver bizlere sen nur ile îkan, yine ey nur-u Kur’an<br />
<br />
Saç nurunu hem feyzini her an, yine ey nur-u iman<br />
<br />
Hep isteğimiz aşk ile iman, yine ey nur-u İlahî<br />
<br />
Rahm et bizi gark etmeye tufan, yine ey nur-u Rahmanî<br />
<br />
Her yerde okunsun da bu Kur’an, yine ey nur-u Sübhanî<br />
<br />
Ağlatma yeter, et bizi handan, yine ey nur-u Rabbanî<br />
<br />
Sen nur-u Bedî’, nur-u Rahîm’sin bize lütfet<br />
<br />
Ol Ravza-i Pâk-i Ahmed’i (asm) göster bize himmet et<br />
<br />
Artık olalım hep ona kurban, yine ey nur-u Samedanî<br />
<br />
Tâ haşre kadar cennet-i canan, yine ey nur-u imanî<br />
<br />
İslâm’a zafer ver, bizi kurtar, bizi güldür<br />
<br />
A’damızı et hâk ile yeksan, yine ey nur-u Furkanî<br />
<br />
Her belde-i İslâm ile olsun bu yeşil yurt<br />
<br />
Ol Fahr-i Cihan, Âl-i Abâ hakkı için yâ Rab<br />
<br />
Hıfzet bizi âfat u beladan, yâ Nure’l-Envar, bihakkı ismike’n-Nur!<br />
<br />
Âciz, bîçare talebeniz<br />
<br />
Hasan Feyzi (rahmetullahi aleyh)<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Gayet ehemmiyetli bir meseleyi –bundan evvel size icmalen beyan ettiğim meseleyi– tekrar size söylememe kuvvetli, manevî bir ihtar aldım. Şöyle ki:<br />
<br />
Perde altındaki düşmanımız münafıklar, şimdiye kadar yaptıkları gibi adliyeyi ve siyaset ve idareyi zahirî dinsizliğe âlet edip bize hücumları akîm kaldığı ve Risale-i Nur’un fütuhatına menfaati olan eski planlarını bırakıp daha münafıkane ve şeytanı da hayrette bırakacak bir plan çevirdiklerine dair buralarda emareleri göründü. O planların en mühim bir esası; has, sebatkâr kardeşlerimizi soğutmak, fütur vermek, mümkün ise Risale-i Nur’dan vazgeçirmektir.<br />
<br />
Bu noktada o kadar acib yalanları ve desiseleri istimal ediyorlar ki Isparta ve havalisi, Gül ve Nur Fabrikasının kahraman şakirdleri gibi çelik ve demir gibi bir sebat ve sadakat ve metanet lâzım ki dayanabilsin. Bazı da dost suretinde hulûl edip korkutmak mümkünse habbeyi kubbe edip evham veriyorlar. “Aman, aman Said’e yanaşmayınız! Hükûmet takip ediyor.” diye zayıfları vazgeçirmeye çalışıyorlar. Hattâ bazı genç talebelere, hevesatlarını tahrik için bazı genç kızları musallat ediyorlar. Hattâ Risale-i Nur erkânlarına karşı da benim şahsımın kusuratını, çürüklüğünü gösterip; zahiren dindar ehl-i bid’adan bazı şöhretli zatları gösterip “Biz de Müslüman’ız, din yalnız Said’in mesleğine mahsus değil.” deyip bize karşı perde altında cephe alan zındıklara ve anarşilik hesabına o safdil ehl-i diyanet ve hocaları âlet edip istimal ediyorlar. İnşâallah bunların bu planları da akîm kalacak. Böyle heriflere dersiniz:<br />
<br />
“Biz, Risale-i Nur’un şakirdleriyiz. Said de bizim gibi bir şakirddir. Risale-i Nur’un menbaı, madeni, esası da Kur’an’dır. Yirmi senedir emsalsiz tetkikat ve takibatla beraber, kıymetini ve galebesini en muannid düşmana da ispat etmiştir. Onun tercümanı ve bir hizmetkârı olan Said ne halde olursa olsun hattâ Said de –El-iyazü billah– Risale-i Nur’un aleyhine dönse bizim sadakatimiz ve alâkamızı inşâallah sarsmayacak.” deyip o kapıyı kaparsınız.<br />
<br />
Fakat mümkün olduğu kadar Risale-i Nur’la meşgul olmak, elinden gelirse yazmak ve mübalağalı propagandalara hiç ehemmiyet vermemek ve eskisi gibi tam ihtiyat etmek gerektir.<br />
<br />
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
Bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâm’ın teveccühünü ve hamiyetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek, perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirmek isteyenler, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp der: “Risale-i Nur şakirdleri, dini siyasete âlet eder; emniyete zarar vermek ihtimali var.”<br />
<br />
Halbuki bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde hizmeti ve umum âlem-i İslâm’a taalluk edecek hakaiki câmi’ olduğu, otuz üç âyât-ı Kur’aniyenin işaretiyle ve İmam-ı Ali’nin (ra) üç keramet-i gaybiyesiyle ve Gavs-ı A’zam’ın kat’î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur’un siyasetle alâkası yoktur. Fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için küfr-ü mutlakın altı olan anarşilik ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder. Emniyeti ve asayişi ve hürriyeti ve adaleti temin eder. Risale-i Nur’a daha vatana, idareye zararı dokunmak bahanesiyle tecavüz edilmez. Daha kimseyi o bahane ile inandıramazlar.<br />
<br />
Fakat cepheyi değiştirip din perdesi altında bazı safdil hocaları veya bid’a taraftarları veya enaniyetli sofi-meşreplileri, bazı kurnazlıklar ile Risale-i Nur’a karşı iki sene evvel İstanbul’da ve Denizli civarında olduğu gibi istimal etmeye münafıklar belki çabalayacaklar. İnşâallah muvaffak olamazlar.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
Kardeşlerim!<br />
<br />
Şimdi tam tahakkuk etti ki resmen bana ihanet ve hakaret etmek, onunla teveccüh-ü âmmeyi hakkımda kırmak için gizli bir tedbir kurulmuş. Benim bütün dostlarımı –perde altında– soğutmak ve ürkütmeye çalışıyorlar. Halbuki Sikke-i Tasdik-i Gaybî onların bütün propagandalarını zîr ü zeber ediyor. Gerçi böyle dinsizlik hesabına bana olan hakaret, bir derece beni sıkıyor; Eski Said’den kalma bazı damarlarıma dokunuyor. Fakat Risale-i Nur’un hârika fütuhatı ve şakirdlerinin ehl-i hakikat nazarında ve ruhanî ve melaikeler yanında hürmet ve merhametle karşılanmaları, benim şahsıma gelen ihanet ve hakaretlerin sivrisinek kanadı kadar ehemmiyeti kalmaz.<br />
<br />
O bedbaht ehl-i ihanet, dindarlık cihetiyle, ehl-i din ve ehl-i ulûm-u diniyenin hürmetini kırmak dine bir ihanet olduğu cihetinde, ruhanî ve melaikelerin ve ehl-i iman ve ehl-i hakikatin nazarında mel’un olduğu gibi; binden ancak bir iki serserinin veya zındığın âferinini kazanırlar.<br />
<br />
O bedbahtlar bana hakaret etmekle, güya Risale-i Nur’un nüfuzunu kırıyor; şahsımı menba zannedip beni çürütmekle, Risale-i Nur sukut edecek gibi ahmakane bir zan ile şahsıma tecavüz oluyor.<br />
<br />
Ben de derim: Ey bana dinsizlik hesabına ihanet ve hakaret eden bedbahtlar! Kat’iyen size haber veriyorum; yakında –tövbe etmemek şartıyla– hiç çare-i halâs yok ki ecel celladıyla sen, idam-ı ebedî ile ölüm darağacı ile asılacaksın! Şeraretli ruhun dahi ebedî bir haps-i münferidde mahkûm olmakla beraber, ehl-i iman ve ruhanîlerin nefret ve lanetini kazanacaksın! –Tövbe etmemek şartıyla– benim intikamım, senden pek muzaaf bir surette alınıyor bildiğimden hiddet değil hattâ sana acıyorum!<br />
<br />
Amma Risale-i Nur’un, senin gibi sinekler kadar ehemmiyeti olmayanların perde çekmesi, zerre kadar nüfuzunu kıramaz. Yüz binler adam onunla imanlarını kurtardıkları için ruh u canla hürmet ve perestiş ederler.<br />
<br />
Amma şahsımın teessürü ise kat’iyen size haber veriyorum ki bir iki dakika asabiyetle bir teessüratıma mukabil, birden öyle bir teselli buluyorum ki bin derece sizlerin hakaret ve ihaneti ziyadeleşse o teselliyi kıramaz.<br />
<br />
Çünkü Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle, dinsizlik hesabına bize hücum edenler, ebedî azaplar ve haps-i münferidde ve idam-ı ebedî ile ihanetini gördükleri gibi; Risale-i Nur’la imanını kurtaran şakirdleri, ölümle terhis tezkeresi ve saadet-i ebediye vesikasını alıp ebedî bir hürmet ve merhamet ve ikrama mazhar olacaklarını, feylesofları susturan binler hüccetlerle beyan etmişiz.<br />
<br />
Hem bu Yeni Said, Eski Said gibi kendine hürmet ve teveccüh kazanmak ve şan ve şeref bulmak; kat’iyen aleyhindedir, kat’iyen kabul etmez. Onun için yirmi senedir inzivayı tercih etmiş.<br />
<br />
Eğer asayiş ve idare hesabına nüfuzunu kırmak ve umumun nazarında çürütmek için yapıyorsanız pek büyük bir hata ediyorsunuz. İki sene üç mahkeme, yirmi senelik hayatımın yüz yirmi eserinde, yüz yirmi bin Risale-i Nur şakirdlerinden mûcib-i ihtilal ve medar-ı mes’uliyet ve vatan ve millet aleyhinde hiçbir şey bulmadıklarına beraetimizle ve Risale-i Nur eczalarının bütününü iade etmeleriyle gösterdiği cihetle, kat’iyen size beyan ediyorum ki:<br />
<br />
Dinsizlik hesabına bizi ezen sizler; vatan ve millet, asayiş ve idare aleyhinde ve anarşilik lehinde ve müthiş bir ecnebi hesabına beni sıkıştırıp bir sarsıntı çıkarıp o cereyanın müdahalesini istiyorsunuz. Onun için bütün ihanet ve hakaretlerinize beş para kıymet vermem; asayiş, idare lehinde, sabır ve tahammüle karar verdim.<br />
<br />
Elbette dünya daimî olmadığı gibi hâdisatı da fırtınalı, daima değişir. Birkaç saat cinayetlerle, dünyevî ve uhrevî binler zakkum ve azap neticeleri var. O zaman, faydasız “Yüz binler teessüf!” diyeceksiniz.<br />
<br />
Ben, resmî makamata ve bizimle tam alâkadar vazifedarlara yazdığım gibi sizin gibi bedbahtlara dahi derim: Biz, Risale-i Nur’la bu memleketin ve istikbalinin en büyük iki tehlikesini def’etmeye çalışıyoruz ve bilfiil çok emarelerle hattâ mahkemede de kısmen ispat etmişiz.<br />
<br />
Birinci tehlike: Bu memlekette, hariçten kuvvetli bir surette girmeye çalışan anarşiliğe karşı set çekmek.<br />
<br />
İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanların nefretlerini kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
Afyon Emniyet Müdürüne derim ki:<br />
<br />
Müdür Bey! Dünyada, eski zamandan beri görülmemiş bu derece kanunsuz ve manasız ve maslahatsız tecavüzler bana geldiği halde neden aldırmıyorsunuz? Bir misali:<br />
<br />
Camiye, hâlî zamanda, cemaat hayrına sahip olmak için, bazı bir iki adamdan başka kimseyi yanıma kabul etmediğim halde, resmen “Kat’iyen camiye gitmeyeceksiniz!” deyip bu gurbette, hastalık ve ihtiyarlık ve yoksulluk içinde bu ihanet hangi kanunladır? Hangi maslahat var? Haberim olmadan, caminin hâlî bir yerinde iki üç tahta, bir kilimle beni üşütmemek fikriyle bir zatın yaptığı iki kişilik bir settare yüzünden, ehemmiyetli bir mesele şeklinde hem bana hem umum halka manasız telaş vermek hangi kanunladır? Hangi maslahat var? Soruyorum.<br />
<br />
Bana bu ihanetleri yapanların hiçbir bahaneleri yoktur. Yalnız teveccüh-ü âmmeyi bahane edip: “Bu menfî adama neden hürmet ediyorsunuz?”<br />
<br />
Ben de derim: Bütün dostlarım biliyorlar ki ben, şahsıma karşı hürmeti ve teveccüh-ü âmmeyi istemiyorum, reddediyorum. Benim hakkımda başkalarının hüsn-ü zannını kabul etmediğim halde, hangi kanun beni mes’ul eder ki ihtiyarım ve rızam haricinde, başkasının hüsn-ü zannıyla bana ihanet ediliyor.<br />
<br />
Farz-ı muhal olarak bu teveccüh-ü âmme hakikat de olsa; vatana, millete faydası var, zararı olmaz. Hem eğer bir parçasını ben de kabul etsem bu ihtiyarlık, hastalık, yoksulluk ve soğuk bir oda içerisinde, dehşetli bir haps-i münferidde, zarurî hizmetlerimi görmek için bir iki insanın dostluğunu kabul etmekliğimde hangi fenalık var? Hangi kanun bunu men’eder? Bir iki işçi çocuktan başka benimle temas ettirmemek hangi kanunladır? O işçi çocuklar her vakit bulunmadığı için kendim işimi göremiyorum.<br />
<br />
Bu dehşetli vaziyeti elbette bu memlekette inzibat ve hükûmet ve idare adamları nazar-ı ehemmiyete almak borçlarıdır. Cidden alâkadar eder diye size beyan ediyorum. İnsaf ve vicdanınıza havale ediyorum.<br />
<br />
Emirdağı’nda bir tecrid-i mutlakta Said Nursî<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki çoktan beri beklediğim bir ciddi yardım, Konya ulemasından görülmeye başladı.<br />
<br />
Evet Risale-i Nur, medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış. Hakiki sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binaen, umum Anadolu’nun eskiden beri parlak ve faal bir medresesi Konya şehri olduğundan o mübarek medresenin şakirdleri kendi malları olan Risale-i Nur’a sahip çıkmaya ve sarılmaya başladığını Sabri’nin mektubundan anladım. Ve buraya, Konya’ya yakın geldiğime ruh u canımla memnun olup bana gelen bütün sıkıntılara sürur ile mukabele edip tahammül ediyorum.<br />
<br />
Başta, çok mübarek tefsirin çok muhterem ve kıymettar sahibi olan Hoca Vehbi Efendi olarak, Risale-i Nur’u takdir edip alâkadarlık gösteren bütün Konya ve civarı ulemalarını, bütün kazançlarıma ve dualarıma şerik ettim. Ve has kardeşlerim dairesi içinde isimlerini bildiğim zatları, isimleriyle dua vaktinde yâd ediyorum.<br />
<br />
Risale-i Nur şakirdlerindeki şirket-i maneviye itibarıyla, benim çok noksan kazancımdan hisse aldıkları gibi; bütün şakirdlerin bütün kazançlarından da hisseler almaya yol açıldığını, benim tarafımdan selâmımı hürmetlerimle onlara tebliğ ediniz.<br />
<br />
Isparta kahramanları gibi Konya’nın mübarek âlimleri Risale-i Nur’a sahip çıktıklarından daha dünyaca, vazife-i Nuriyeye bir endişem kalmadı. O mübarek ve kuvvetli ellere Risale-i Nur’u emanet edip rahat-ı kalp ile kabrime gidebilirim.<br />
<br />
Sâniyen: Elhak, az bir zamanda Risale-i Nur’a pek çok faydası dokunan ve on seneden beri Risale-i Nur’a çalışmış gibi haslar dairesinde bulunan Mustafa Osman’ın, Emirdağı’ndaki kardeşlerine, yangın münasebetiyle geçmiş olsun makamında nev-i beşer yangınını bahsedip güzel bir mektup yazmış. Onun mektubunun bir kısmını hem Lâhika’da hem Sikke-i Gaybiye’de kaydediyoruz, sonra suretini size göndereceğiz.<br />
<br />
Benim tarafımdan hem ona hem yanındakilere hem vasıta-i muhabere olduğu Kastamonu ve İnebolu’daki kardeşlerimize pek çok selâmlarla beraber; hattı güzel, vakti müsait olanlar, Isparta ve civarı gibi Asâ-yı Musa mecmuasını yazsalar çok münasip olur. Bu vazife-i Nuriye inşâallah matbaanın çok fevkinde iş görecek.<br />
<br />
Sâlisen: Hâfız Emin’in Risale-i Nur’a çok hizmeti var. Onun kasabası olan Küre, geçen hâdiseden evvel Nuri, Hakkı, İhsan ve merhum Muallim Osman gibi zatların himmetiyle bir medrese-i Nuriye hükmüne geçip parlak bir surette Nur’a çalışıyordu. İnşâallah o kıymettar hizmeti, mümkün oldukça yine yapacak. Gerçi geçen musibette en ziyade onlar üzüldüler fakat ona mukabil Risale-i Nur’un geniş muzafferiyetinde o kasabanın ve o fedakâr kardeşlerimizin hisseleri çok ehemmiyetlidir.<br />
<br />
Hâfız Emin mektubunda diyor ki: “Ben mahkemeden kitaplarımı alamadım. Size gelmiş mi, gelmemiş mi?” diye benden soruyor. Siz ona selâmımla beraber yazınız ki: Seninki bana gelmediği gibi sana İstanbul’a gönderdiğim kitaplarımdan da hiçbirisi elime geçmedi. Ve bilhassa İstanbul’a gönderdiğim “büyük kitap” namında içinde yirmi risaleden ziyade bulunan mecmuayı çok araştırdımsa da bulamadım. Fakat madem Risale-i Nur kendi kendine intişar ediyor ve muhtaç olanlara kendini okutturuyor, Hâfız Emin’e ve bizlere sevap kazandırıyor. Hâfız Emin de benim gibi kitaplarının başka ellerde gezmesinden memnun olmalı.<br />
<br />
Hem Küre’de erkek ve hanım ne kadar Risale-i Nur’la alâkadar varsa onlara selâm ediyorum. Eskisi gibi şimdi de Küre’ye bir medrese-i Nuriye nazarıyla bakıyorum. Hususan İhsan Abdurrahman’a selâm ediyorum, ne haldedir? İnşâallah eski parlak hizmeti devam ediyor. Tam bir Abdurrahman olduğunu ispat ettiği gibi devam edecek.<br />
<br />
Umum kardeşlerimize birer birer selâm ve dua ediyoruz.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Hadsiz şükür olsun ki Risale-i Nur yerine beni sıkıyorlar, benimle meşgul oluyorlar. Hiç merak etmeyiniz [[Bakara 216|{{Arabi|عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ}}]] sırrıyla inşâallah bu yeni hâdisede dahi bir hayır olacak.<br />
<br />
Hâdise budur: Ceylan’ı ve iki arkadaşları –ki bana hizmet ediyorlardı– yanıma gelmelerini men’ettiler. Anahtarı onlardan aldılar, bekçilere verdiler. O bekçilerden birisi geliyor, su ve ekmek gibi işlerimi görüyor. Ben bunun sebebini bilemedim. Fakat bu kasabada bir parti münazaası var. Çocuğun bir amcası (Hâşiye<ref>Merhum Abdullah Çalışkan’dır. Demokrat Partiye, muhalefette iken intisap etmişti.</ref>) bir taraftadır, onun muarızları yapıyor ihtimali var.<br />
<br />
Hem her tarafta Risale-i Nur’un fütuhatı ve hariçten gelen anarşistlik müdahalesi sebebiyet verdi zannederim. Ve Sandıklı’da elde edilen mektubatla, bir vasıta-i muhabere olması bahanesiyle bu sıkıntıyı verdiler.<br />
<br />
Siz hiç telaş etmeyiniz, bunun da hiç ehemmiyeti yoktur. Siz, yine eski gibi bana yazarsınız. Fakat ben, kendim çok yazamıyorum. Güya beni, ihanet ve hakaretle çürütmekle Risale-i Nur’un fütuhatına set çekilecek. Divaneliklerinden, üflemekle milyonlar elektrik kuvvetinde bulunan Risale-i Nur gibi bir hakikat güneşi sönecek diye –ziyade sevabı bana kazandırmak için– beni fazla sıkıyorlar.<br />
<br />
Medar-ı ibret ve dikkat bir tevafuktur ki dün, çocukla pederini zabıta celbedip ifadelerini aldığı aynı dakikada, ehemmiyetli bir vukuatı, telefon-u zabıta haber vererek bütün erkânı telaşa düşürttü. Mahall-i vak’aya gitmeye mecbur oldular. Manen onlara denildi: “Siz, sinek kanadı kadar zararı olmayanı bırakınız; [[kartal]]lar belki ejderhalar gibi zararlara bakınız.”<br />
<br />
Hem camiden men’ hâdisesinin aynı vaktinde, men’e emir veren yeni kaymakam, Afyon’da ameliyata maruz kaldı. Lisan-ı haliyle ona denildi: “Ölüm var! Onun idamından kurtulmasına çalışanı tazyik değil belki çok takdir ve tahsin etmek gerektir.”<br />
<br />
Umum kardeş ve hemşirelerime birer birer selâm ve dua ederim ve dualarını isterim.<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#5|{{Arabi|اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى}}]]<br />
<br />
Kardeşiniz Said Nursî<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim ve mübarek vârislerim ve emin vekillerim!<br />
<br />
Evvela: Size kat’î haber veriyorum ki hakkımızda ve Risale-i Nur hizmetinde, inayet-i Rabbaniye ve tevfikat-ı Samedaniye devam ediyor. Zahiren çirkin perdeler altında, gayet güzel neticeler var. Bir zararımıza bedel, yüz menfaat bizlere ihsan ediliyor. Onun için geçici, muvakkat sıkıntılara ve sarsıntılara ehemmiyet vermemek lâzımdır.<br />
<br />
Sâniyen: Mümkün olduğu kadar Asâ-yı Musa mecmuasını yazmakta fütur ve tevakkuf verilmesin. O kudsî birinci vazifenin pek çok ehemmiyeti var. Ve [[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#26|{{Arabi|بِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ}}]] onun hakkında İmam-ı Ali (ra) demiş.<br />
<br />
Size iki Ali’nin on dört parça mübarek risalelerini tashih edip posta ile gönderdim. Burada hem beni hem talebeleri şevk ile tam çalıştırdılar. Kastamonu’da imdadıma geldikleri gibi burada dahi o iki kahraman yine imdadıma yetiştiler.<br />
<br />
Sâlisen: Ben burada gerçi pek çok sıkılıyorum. Fakat sizlerin fütursuz çalışmanızı düşündükçe ve iştiyakla beklediğim mülayimane ve tesellikâr mektuplarınızı gördükçe o sıkıntılar gider, bazen sevinçlere inkılab ederler.<br />
<br />
Benim mektuplarımı yazan, şimdilik yanıma gerçi gelemiyor fakat şahsî hizmetten başka, Risale-i Nur’a ait üç dört vazifesi var. Onları mükemmel yapıyor. Hem benim hususi işlerimi de kapıya gelip anlar, gider; onları da yapar.<br />
<br />
Râbian: Sair yerlerdeki kardeşlerimiz Asâ-yı Musa yazmasına başlamışlar mı? Bu birinci vazifeyi eskiden yapan ve yanında mevcud bulunan zatlar, bir cilt içine alıp ikinci vazife-i imaniye olan Mu’cizatları zeylleriyle beraber tedarikine başlasınlar veyahut geri kalanlara yardım etsinler. Elinden geldiği kadar güzel ve tashihli yazılmalı.<br />
<br />
Hâmisen: Âlimlerden sonra muallimler dahi risaleye ihtiyaçlarını hissetmeye başladıklarına çok emareler var. Bir emare budur:<br />
<br />
İstanbul’da din konferansında okumak niyetiyle Âyetü’l-Kübra Risalesi’ni istemeleridir.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
Re’fet Kardeş!<br />
<br />
Sen de çok safalar geldin ve Risale-i Nur yazısı ile meşguliyetin beni cidden sevindirdi. Hulusi ve Sabri gibi senin de suallerinin Risale-i Nur’da ehemmiyetli neticeleri ve tatlı meyveleri var. Senin yanında bulunan ve risalelerde kaydedilmeyen ilmî parçaları münasip yerlerde veya Lâhika’da yazarsınız.<br />
<br />
Kardeşlerim! Asâ-yı Musa mecmuasının yazmasında bir tedbir hatırıma geldi. Taksimü’l-a’mal ile beş altı zat, aynı kıtada her biri bir kısmını yazsın; daha çabuk ve daha kolay olur. Hem usandırmaz hem –büyüklüğü için– yazmak cesaretini kırmaz. Tahmin ederim ki bu çok ehemmiyetli vazife-i Nuriye tam ileri gitmemesi bu sebeptendir. Yazısı güzel olanlar, herhalde bu yeni tedbir ile o vazifeye çalışmalı.<br />
<br />
Kardeşlerim! Çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalahakârane davranınız, enaniyetlerine dokunmayınız, bid’at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken mübtedilerle uğraşıp onları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir.<br />
<br />
Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rast gelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların ellerinde bir senet olur. İstanbul’da ihtiyar hocanın hücumu ne kadar zarar verdiğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risale-i Nur lehine çevirmeye çalışınız.<br />
<br />
Umum kardeşlerime birer birer selâm…<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
Çok aziz, sıddık, kahraman, bahtiyar Emirdağlı kardeşlerim!<br />
<br />
Geçirdiğiniz çok büyük âfeti müş’ir, mübarek efendimiz hazretlerinin, çok ehemmiyetli ve çok kıymetli ve perde altında çok müjdeli lütufnamelerini aldık. Her birerlerinize, hususan bu yangında daha çok tehlike atlatan kardeşlerime, bura ve bu civar talebeleri namına büyük geçmiş olsun der ve bu vesile ile dehşetli küfr-ü mutlak yangınının mahallemizi sardığı ve kızıl kıvılcımlarının saçaklarımıza sıçramak üzere olduğu bir hengâmda, umum ehl-i iman ve hususan Nurcular namına, o maddî yangında çocuk Ceylan’ın ağlamakla meded istemesi gibi bir manevî Ceylan olarak, o büyük ve çok müşfik Üstada “Meded! Biz yanıyoruz, mahvolduk!” diye niyaz eylerim.<br />
<br />
Bu Emirdağ yangınında, günün en çok nüfuzuna sahip kızıl Rusya’dan çıkarak, kızıl ateşler ve kızıl kıvılcımlar saçan ve birer birer dünya şehrinin mahallelerini saran ve oraları yakıp kavuran, bazı yerlerde de nifak ve şikak ateşleri saçarak, kardeşine “Kardeşini öldür.” diye bağıran ve en nihayette âlem-i Hristiyaniyeti yakıp kavurup harman gibi savurduktan sonra âlem-i İslâm mahallesini saran ve evimizin saçaklarına kıvılcımları sıçrayan ve çok büyük ve çok dehşetli bir bela olan komünizm ve bu azîm yangında itfaiye vazifesini üzerine alan Risale-i Nur’a ve Risale-i Nur’un günün en büyük mutfîsi, en büyük tahassungâhı ve en büyük melcei ve penahı ve onun şahs-ı manevîsinin dualarının bârgâh-ı ehadiyette kabul olduğuna sarîh bir işaret var. Ve âdeta ona hücum edenlere ve etmek isteyenlere karanlık gecede kırmızı diliyle şöyle hitap ediyor:<br />
<br />
Ey Fahr-i Âlem’in gösterdiği doğru yoldan şaşanlar! Dünyanın fâni metalarıyla gururlanıp taşanlar ve ey dünyamıza zararı olur korkusu ile nur-u Kur’an’dan kaçanlar! Sizler, dünyanızın uçurumlara gittiği zannıyla, o bâki ve tatlı sandığınız fâni ve hakikatte çok acı lezzetlerinizin zeval bulmak, şedit ve elîm elem ve ızdıraplara tahavvül etmek üzere olduğunu tahmin ederek manasızca radyoların başına koşuyorsunuz. Bu koşmakta ve bu dedikoduları dinlemekte ne fayda var?<br />
<br />
Zeval bulucu lehviyat ve lezaizle körleşmiş, bakan gözleriniz artık yeter biraz hakikati görsün, sağırlaşmış duyan kulaklarınız, biraz hakikati duysun ki bu acib ve dehşetli ve hiç misli görülmemiş devirde, hususan ehl-i imanın çok sarsıntılar geçirdiği ve çok dehşetli düşmanlar karşısında bulunduğu ve küfr-ü mutlak ateşinin mahallemizi sardığı bir zamanda ancak ve ancak günümüzün en müstahkem, kavî, yıkılmaz, sarsılmaz tahkimatı olan Risale-i Nur’un nurani siperlerine iltica etmekle ve onun daire-i kudsiyesine dehalet etmekle kurtulacak ve imanınızı kurtararak, idam-ı ebedî zannettiğiniz ölümü, bir hayat-ı bâkiyeye tebdil edeceksiniz.<br />
<br />
Ve işte o Nur’un mübarek tercümanının ve mübarek şahs-ı manevîsinin [[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#27|{{Arabi|اَجِرْنَا وَ اَجِرْ وَالِدَيْنَا وَ اَجِرْ طَلَبَةَ رَسَائِلِ النُّورِ وَوَالِدَيْهِمْ مِنَ النَّارِ}}]] ve emsali dualarının kabulüyle, şefaatiyle ve hürmetine, benim dehşetli fakat cehennem ateşi yanında hiç ehemmiyeti olmayan ateşimden, onun şakirdlerinin, hâdimlerinin ve risalelerinin muhafızı bulunan mağazaları nasıl âzad olmuş, kurtulmuş ise sizler de o mübarek şakirdler gibi o mübarek daire-i kudsiyeye dehalet ettiğinizde; dünyevî ve uhrevî dehşetli ateşlerden kurtulacak ve evlad ü iyalinizin bir nevi çobanı olmak hasebiyle, o sevgililerinizi de kurtaracaksınız. Ve her birerleriniz maddî ve manevî felâh ve saadete nâil olacaksınız.<br />
<br />
Bakıp da görmeyen ve görüp de görmek istemediğinizden kapadığınız gözlerinizi açınız, görünüz ve azîm tehlikelerin çok yakın olduğunu ihsas ve telaş ve ızdırabınızı artırmaktan başka bir işe yaramayan dünya havadislerini veren radyo başına değil, ayaklarınızdaki bütün derman ve kuvvetinizle Risale-i Nur başına ve onun neticesi emniyet, selâmet ve saadet olan nurani dairesine koşunuz.<br />
<br />
Bizlere de: Ey Nurcular! Allah’ın sizlere ihsan ettiği ezelî lütfuna karşı secdeden başlarınızı kaldırmayınız. Gecenin soğuğuna aldırmayınız. Sizlere lütfunu hiçbir hususta esirgemeyen Rabb-i Rahîm’e, gecenin bu mübarek saatlerinde kalkarak vazife-i şükrü eda ediniz. Ve bazıların düştüğü, istikbali düşünmek derdiyle akl-ı maaşı sarsan hâdiseler karşısında titremeyiniz, korkmayınız; Nur’un kudsî kerameti ve imdadını müşahede ediniz. Dünya fânidir, binler sene yaşamak olsa bâki olan hayat-ı uhreviyenin yanında, hiç-ender hiç mesabesindedir. Fakat fâni olmakla beraber, bâki hayatın bâki meyvelerini verecek bir mezraasıdır. Fırtınaların şiddeti, havanın dehşeti sizleri sarsmasın, korkutmasın. Bu mübarek mezraaya en mübarek ve nurani ve verimli ve bereketli olan Nur tohumlarını ekiniz. Zira “Eken biçer.” atalarımızdan kalma mübarek bir sözdür.<br />
<br />
Ey Nurcular! Sizin hakiki vazifeniz, dünyaya bakmak değildir. Farz-ı muhal olarak dünyaya da bakılsa bakınız ve görünüz ve zuhuru muhtemel dehşetli yangınlar sebebiyle ve o yüzden karşılaşmanız ihtimali bulunan tehlikeler dolayısıyla kat’iyen sarsılmayınız, fütur getirmeyiniz. Çalışınız, çalışınız, çalışınız ve kat’iyen inanınız ki Nur’un şefaati, Nur’un duası, Nur’un himmeti sizleri kurtaracaktır. İşte bu davanın şahidi Emirdağlı Nurcuların dehşetli ateşten zararsız kurtulmalarıdır. Şimdiden umumunuza müjdeler olsun.<br />
<br />
Kardeşiniz Mustafa Osman<br />
<br />
==Vasiyetnamemdir==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim ve vârislerim!<br />
<br />
Ecel gizli olmasından vasiyetname yazmak sünnettir. Benim metrûkâtım ve Risale-i Nur’dan olan benim hususi kitaplarım ve güzel ciltlenmiş mecmualarım vesair şeylerimin bütününü, Gül ve Nur Fabrikalarının heyetine, başta Hüsrev ve Tahirî olarak o heyetten on iki (*<ref>Kardeşim Abdülmecid, Zübeyr, Mustafa Sungur, Ceylan, [[Mehmed Kaya]], Hüsnü, Bayram, Rüşdü, Abdullah, Ahmed Aytimur, Âtıf, Tillolu Said, Mustafa, Mustafa, Seyyid Salih.</ref>) kahraman kardeşlerime vasiyet ediyorum. Onlara bırakıyorum ki emr-i hak olan ecelim geldiği zaman, benim arkamda o metrûkâtım, benim bedelime o sadık ve mübarek ellerde hizmet-i Nuriye ve imaniyede çalışsın ve istimal edilsin.<br />
<br />
Kardeşlerim! Bu vasiyetten telaş etmeyiniz. Ben, teessürattan ve dokuz defa zehirlenmekten, pek çok zayıf olmakla beraber; gizli münafıkların desiselerle müteaddid sû-i kasdları için bu vasiyeti yazdım. Merak etmeyiniz, inayet-i Rabbaniye ve hıfz-ı İlahî devam ediyor.<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#5|{{Arabi|اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى}}]]<br />
<br />
Kardeşiniz Said Nursî<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim ve hizmet-i imaniyede azimkâr arkadaşlarım!<br />
<br />
Evvela: Birinci vazife-i Nuriye inşâallah matbaanın pek çok fevkinde iş görecek. Hem şimdi de şakirdlerine büyük sevaplar ve kuvvetli iman hizmetleri veriyor. Acaba bu vazife ileri gidiyor mu yoksa bu kışın ağır şeraitiyle geri mi kalıyor?<br />
<br />
İkinci vazife de; “Onuncu Söz” zeylleriyle beraber, iki Mu’cizat risaleleri ve zeyllerinin âhirinde bulunmak lâzımdır. Birinci vazifesini bitirenler, yine mevcudu varsa bir cilt içine almaya çalışsınlar yoksa tedarik etsinler. Çünkü âlem-i İslâm, şimdiki intibahı, vahdet-i İslâm’a çalışması, herhalde Risale-i Nur gibi eserleri arayacak ve büyük dairelerin geniş nazarlarına elbette büyük mecmualar lâzımdır.<br />
<br />
Sâniyen: Sizin bana yardımınız iki cihetle pek zahir ve pek büyüktür:<br />
<br />
Birincisi: Sizin fütursuz hizmet-i Nuriyede çalışmanız, benim bütün musibetlerimi ve sıkıntılarımı hiçe indiriyor bilakis sürurlara kalbediyor.<br />
<br />
İkinci Cihet: Kat’iyen biliniz ki duanız, onların ağır ve işkenceli zulümlerini, benim hakkımda inayetkâr, maslahattar merhametlere çevirmesine sebep olduğuna kat’iyen şüphem kalmadı. Ezcümle:<br />
<br />
Memurları ve halkları benden ürkütmeleri, beni büyük hatalardan ve tasannulardan ve ihlasa münafî haletlerden ve vaktimi zayi etmekten kurtarıp kader-i İlahî’nin hakkımda, zulm-ü beşerî içinde tam adaletini ve inayetini gösterdi. Buna kıyasen, başıma ne gelse altında bir rahmet var. Yalnız benim ile meşgul olmaları için on dirhem zarar, Risale-i Nur’un on bin lirasını kurtarıyor. Onun için siz hiç beni merak etmeyiniz. Hattâ bazen damarlarıma dokunduracak tarzdaki ihanetlerine karşı beddua etmek isterken, onların yakında ölüm idamıyla kabr-i haps-i münferidde azapları ve bu ihanetlerinin neticesinde bana ait maslahatları ve hizmetimize menfaatleri düşündükçe bedduadan vazgeçiyorum.<br />
<br />
Sâlisen: Her hafta bir iki mektubunuz bana hem şifa hem medar-ı teselli ve manevî bir sohbetle sizin ile görüşmeye vesile olmasından, kemal-i şevk ile postayı bekliyorum.<br />
<br />
Umumunuza birer birer selâm ve dua…<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim ve hakikat yolunda hakperest arkadaşlarım!<br />
<br />
Bu defa sizin beş altı mübarek mektuplarınıza yalnız bir tek müşevveş mektupla cevap vermemden gücenmeyiniz.<br />
<br />
Evvela: Halil İbrahim’in mektubu, şahsıma verdiği fevkalâde meziyetler için kabul etmemek mesleğimizce lâzım gelirken, iki manidar tevafuku bana hem kendini kabul ettirdi hem Lâhika’ya girdi. Fakat şahsıma ait kısmını bazen tayyettim ve bazısının üstünde “Risale-i Nur” kelimesini yazdım, ibaredeki suallerine cevap oldu.<br />
<br />
Birinci tevafuk: Hakkımda teveccüh-ü âmmeyi kırmak için bir yüzbaşı bana karşı beş vecihle kanunsuz hakaret ve ihanet ettiği aynı zamanda, belki aynı saatte, yüz tane böyle yüzbaşıdan ehl-i hakikat nazarında daha ehemmiyetli ve Risale-i Nur’un erkânından bir kardeşimiz, bu yeni mektubu, haddimden yüz derece ziyade ihtiram verip o gibi ihanetleri hiçe indirerek yazmış. Hem şakirdlerin erkân-ı mühimmesinden dört zat, aynı meseleye iştirak edip imza basmışlar. Ben de bu garib tevafukun hatırı için mesleğime muhalif olan senakârane mektubu kabul edip ta’dil ederek Lâhika’ya geçirdim ve size de müsveddesini gönderdim.<br />
<br />
İkinci tevafuk: Ben gece Asâ-yı Musa Risalesi’ni yazanları düşündüm ve yeni mektuplarda o noktada bahis aradım. Bu ağır kışta ve ara sıra bana münafıkların ilişmeleri, bunlara fütur vermek ihtimali var. Bu yazıcılara bir kamçı-yı teşvik lâzım. Nasıl ki Hasan Feyzi ve Halil İbrahim’in edibane iki tarifnameleri çokları yazıya şevk ile sevk ettiler diye bir teşvik vesilesini aradım; birden, sabahta benim ölümümü mevzu yapan ve şakirdleri korkutan ve sa’yde ve yazıda acele etmelerine medar o mektubu aldım, dedim: İbrahim Halil’in sadakati, keramet derecesine çıkmış.<br />
<br />
Sâniyen: Feyzi ve Emin’in mektubu, benim çok endişelerimi izale etti. Evet, bu iki kardeşimizin sadakatleri ve hizmetleri ve Risale-i Nur’a sahabetlerinin çok ehemmiyeti var. Ve hapishanede dokuz ayda, dokuz sene kadar kıymettar hizmet eden Hilmi ve Sadık ve İhsan ve Beşkardeş namında Risale-i Nur’a kalemiyle çok hizmet eden ihtiyar Tahsin gibi ve Feyzi ve Emin’in mektubunda işaret edilen umum o civarda çok alâkadar olduğum kardeşlerimin hizmet-i Nuriyede devamları, beni sürurla ağlattırdı.<br />
<br />
Fakat öz kardeşim Abdülmecid, beni çok merak ediyor; görüşemediğim buranın müftüsünden halimi anlamaya çalışıyor. Bundan sonra Feyzi ve Emin’in üçüncüsü Abdülmecid olsun. Safranbolu kahramanlarından aldıkları lüzumlu mektupları ona da göndersinler.<br />
<br />
Hem benim tarafımdan ona yazsınlar ki: Eski Said’in birinci talebesi bulunduğun gibi Yeni Said’in dahi Hulusi ile beraber yine birinci safta talebelerisiniz.<br />
<br />
Hem benim hakkımda musibet ve fena haberleri aldığı vakit, merhum pederim Mirza (rh) gibi olsun, merhume validem Nuriye (rh) gibi olmasın. Çünkü eski zamanda, dağdağalı hayatımda hakkımda acib havadisler peder ve valideme ihbar ediliyordu. “Sizin oğlunuz öldü veya vuruldu veya hapse girdi.” gibi fena haberleri babam işittikçe keyifleniyordu, gülüyordu. Derdi: “Mâşâallah, oğlum yine bir ehemmiyetli iş, bir kahramanlık göstermiştir ki herkes ondan bahsediyor.” Validem ise onun süruruna karşı şiddetle ağlıyordu. Sonra zaman, babamın haklı olduğunu çok defa gösteriyordu.<br />
<br />
Sâlisen: Lütfü’nün sebatkâr ve pek ciddi vârisi Abdullah Çavuş ve İslâmköylü merhum Hâfız Ali’nin şakird ve vârislerinden Mustafa’nın mektuplarını umum Nur Fabrikasının kahramanları hesabına kabul ettim. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükür olsun ki o köyleri de Sava ve Kuleönü gibi bir medrese-i nuriye hükmüne getirmiş.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Sizin bu defa müteaddid mektuplarınıza, rahatsızlık mecburiyetiyle, bir tek mektupla iktifa ediyorum.<br />
<br />
Evvela: Risale-i Nur’un kahramanı Hüsrev, benim bedelime ölmek ve benim yerimde hasta olmak samimi ve ciddi istiyor. Ben de derim: Telif zamanı değil, şimdi neşir zamanıdır. Senin yazın, benim yazımdan ne derece ziyade ve neşre faydalı ise hayatın dahi hizmet-i Nuriyede benim bu azaplı hayatımdan o derece faydalıdır. Eğer benim elimden gelseydi hayatımdan ve sıhhatimden size memnuniyetle verirdim.<br />
<br />
Sâniyen: Şehit merhum Hâfız Ali’nin tam bir vârisi Hasan Feyzi’nin, Denizli hesabına ve o civarda ciddi kardeşlerimizin namına yazdığı parlak kaside ve dördüncü şehnamesi ve orada dahi şakirdlerin faaliyetle Nur’a çalışmaları; benim zehirli, şiddetli hastalığıma bir merhem oldu. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hadsiz şükür olsun, Denizli’yi ikinci bir Isparta ve büyük bir İslâmköyü yapıyor.<br />
<br />
Evet hâkim-i âdil, Muharrem ve Feyzi ve Hâfız Mustafa, bir iki senede, yirmi sene kadar hizmet-i Nuriyeyi yaptılar; Nur’un şakirdlerini ebede kadar minnettar eylediler. Cenab-ı Hak onlardan ve beraberlerinde Nur’a hizmet edenlerden ebeden razı olsun, âmin!<br />
<br />
Sâlisen: Medrese-i Nuriyenin kahramanlarından ve Barlalı Marangoz Mustafa Çavuş ve Hâfız Mehmed’in tam vârisi Marangoz Ahmed’in Medrese-i Nuriye namına pek samimi ve hazîn taziyenamesi, beni sürurla ağlattırdı.<br />
<br />
Ben de derim: Madem o mübarek medresede küçük ve büyük çok Saidler var; ihtiyar, âciz, vazifesi bitmiş bir Said noksan olsa ehemmiyeti yok. Hayat-ı bâkiyede madem beraberiz, bir muvakkat müfarakat olsa da sizi müteessir etmesin.<br />
<br />
Râbian: Hâkim-i âdilden sonra en ziyade hakiki adalete çalışıp Risale-i Nur’un serbestiyetine hizmet eden م ح ر م en hâlis şakirdler içinde ve benim öz kardeşim ve birinci talebem Molla Mehmed ismiyle onun namı, dualarımda ve manevî kazançlarımda beraberdirler.<br />
<br />
Hâmisen: Bu saatte Konyalı Sabri de –Halil İbrahim ve Hasan Feyzi tarzında vasiyetnamem münasebetiyle– kısa fakat güzel bir kaside yazmış, üstadına çok ziyade kıymet vermiş. Kendi hüsn-ü zannının parlak âyinesinde, bu bîçare kardeşine fevkalâde ehemmiyet vermiş. Ve oranın âlimleri pek ciddi Nur’a çalışmalarını yazıyor.<br />
<br />
Ben de derim: O üstad namı verdiği ve çok kıymet verdiği şahıs ise Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi olabilir. Ben de onun namına kabul ettim, Lâhika’ya geçirdim hem size de bir suretini gönderdim.<br />
<br />
Merak etmeyiniz, hastalığım gittikçe hafifleşiyor. Ispartalı Mustafa namında bir kardeşimizin samimi fakat garib bir mektubu içinde vardı. Bu zat hangi Mustafa’dır, bilemedim. Ona da çok selâm ederim. Acib rüyası hayırdır, şimdi tabir edemem.<br />
<br />
Umum kardeş ve hemşirelerimize birer birer selâm ve dua ederiz, makbul dualarını isteriz.<br />
<br />
Hasan Feyzi’nin güzel kasidesini, bazı kelimeleri ilâve ile Lâhika’ya geçirdik ve size de gönderdik.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
Çok aziz, çok sıddık ve sadık kardeşlerim ve Risale-i Nur cihetinde emin ve hâlis vârislerim!<br />
<br />
Çok manidar ve kuvvetli bir tevafuk ve şakirdlerin sadakatlerine delil, bir zahir keramet-i Nuriyeyi beyan etmeme bir ihtar aldım. Şöyle ki:<br />
<br />
Ben vasiyetnamemi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar, benim itimat ettiğim hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten men’ettikleri aynı vakitte, fırsat bulup tanımadığım birisiyle, sâbık dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular.<br />
<br />
Hem aynı zamanda, Tunuslu ve âlim kardeşlerimizden ve buraya kadar geçen sene beni görmek için gelip görüşmeden giden Hoca Haşmet, Yozgat’tan buraya yazıyor ki: “Said vefat etmiş, Risale-i Nur’un yüz otuz risalesi muhafaza edilsin. Tâ ki ileride tabedeceğiz.”<br />
<br />
Hem aynı zamanda Halil İbrahim’in vefatım hakkında bir hazîn mersiye hükmündeki parlak mektubu, şakirdleri ağlattırdı.<br />
<br />
Hem bu zamana pek yakın Hüsrev’in kendi âdetine muhalif benim vefatıma dair bir iki mektubunda, iki üç gün ömür gibi tabirlerle ecelime işaretleri, bir parça beni müteessir etti. Acaba ben gidiyorum diye endişe ettim.<br />
<br />
Hem bu aynı hengâmlarda, en ziyade hayat-ı dünyeviyedeki vazifemi düşünüp vefatımdan sonra şakirdler bu dehşetli zamanda benim bedelime de o vazifeyi yapacaklar mı diye çok merak ederken; birden Denizli, Milas, Isparta, İnebolu, ümidimin yüz derece fevkinde ve öyle bir sahabetkârane ve iltizam-perverane o vazifeye koşup başkaları da ve muallim ve âlimleri koşturdular ki beni hayret hayret içinde bıraktılar.<br />
<br />
Elhasıl: Bu beş cihetteki tevafuk, zahir bir keramet-i Nuriyedir.<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#28|{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى}}]]<br />
<br />
Kardeşlerim!<br />
<br />
Merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrad-ı Bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehirin tehlikesine galebe etti; tehlike devresi geçti fakat hastalık devam ediyor.<br />
<br />
Umum kardeşlerime birer birer selâm ve selâmetlerine dua edip şüphesiz makbul olan dualarını isterim. Ve İnebolu’da ve civarında hem çok hanımların hem küçük yavrularının Risale-i Nur’u yazmaya başlamalarını ve Kur’an dersini çok masumların almasını bütün ruh u canımla tebrik ederiz.<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#5|{{Arabi|اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى}}]]<br />
<br />
Duanıza muhtaç kardeşiniz Said Nursî<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
Kardeşlerim!<br />
<br />
Siz müteessir olmayınız hem merak etmeyiniz. Yalnız, dua ile bana yardım ediniz. Çünkü birkaç gündür sol kolum çok ağrıyor, gece rahatsız ediyor. Kimseyi yanıma bırakmadığımdan oda içindeki zarurî işlerimi zahmetle yapabilirim. Zannederim eskiden beri bende bulunan kulunç illetinin bir şubesidir ki buranın mizacıma çok dokunan maddî havası ve kışı, o insafsızların evhamı, tazyikatları ve manevî kışı, damarıma dokunur. Âdeta bir yarım nüzul isabeti gibi ızdırap çektim. Fakat lillahi’l-hamd sizin makbul dualarınız, o tehlikeyi de hafif bir surete çevirdi. İnşâallah o suret de geçer; çok sevaplı faydası, yerinde kalır.<br />
<br />
Kardeşlerim!<br />
<br />
Salahaddin’in yazısına göre, o havalide dahi Asâ-yı Musa mecmuası çok faaliyettedir, fütuhat yapıyor. Demek, o tarafta o çok ehemmiyetli vazife-i Nuriyeyi yapıyor. Yüz bin elhamdülillah, yazanlara da yüz mâşâallah, bârekellah!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Hadsiz şükür olsun ki Isparta, tam bir Medresetü’z-Zehra ve Camiü’l-Ezher olacağını ve olmaya başladığını, kahraman talebelerinin bu ağır şerait altında sarsılmadan faaliyetleri ispat ediyor. Diyanetçe ve Kur’an ve Risale-i Nur’a müştakane çalışmaları, hattâ Aliköyü’nde Alilerin gayretiyle çok çocukların talebeliğe girmeleri ve diğer bir köyün umum gençleri gecede Kur’an’a çalışmaları ve camiler cemaatle dolmaları, Nur şakirdlerinin çektikleri bütün sıkıntıları hiçe indiriyor.<br />
<br />
Sâniyen: Fevkalâde sadakat ve alâka taşıyan Halil İbrahim’in bu dördüncü şehnamesi, benim Nur’a hâdimliğim noktasında haddimin pek fevkindeki tarifnamesi gerçi çok güzeldir fakat Risale-i Nur’dan ziyade benim şahsıma baktığı cihetiyle, şimdilik size göndermedim, ta’dilden sonra gönderilecek. Hem ona hem onun rüfekalarına bilhassa selâm ederiz.<br />
<br />
Sâlisen: Siz bana karşı sû-i kasdlara merak etmeyiniz, belki bir cihette memnun olunuz ki Risale-i Nur ve şakirdleri yerinde, benim cüz’î ve vazifesi bitmiş olan şahsıma hücum ediyorlar, tazip ederler. Bugünlerde buranın büyük memurları, çekinmeyerek bazılara demiş: “Said’in vücudu ortadan kalkmalı.” İşte gizli düşmanlarım, bunun bu gibi fikirlerinden istifade ederek, mutemed hizmetçilerimi dağıtmakla fırsat bulup beni zehirlediler. Ve bu gibi memurlardan kuvvet alıyorlar. Fakat hıfz ve inayet-i İlahiye, bu sû-i kasdları da akîm bıraktı. İnşâallah daima inayet himayet edecek, bütün planlarını akîm bıraktı, bırakacak.<br />
<br />
==Dâhiliye Vekili İle Hasbihalden Bir Parçadır==<br />
<br />
Hiçbir tarihte ve zemin yüzünde emsali vuku bulmayan bir zulme ve on vecihle kanunsuz bir gadre ve tazyike hedef olmuşum. Şöyle ki:<br />
<br />
Hem şiddetli sû-i kasd eseri olarak zehirlenmeden hasta hem gayet zayıf, yetmiş bir yaşında ihtiyar hem kimsesiz, acınacak bir gurbette hem sako hem fanila ve pabucunu satmakla maişetini temin eden fakirü’l-hal hem yirmi beş sene münzevi olmasından, binden ancak tam sadık bir adam ile görüşebilen bir merdüm-giriz, mütevahhiş hem yirmi sene hayatını ve eserlerini üç mahkeme ve Ankara Ehl-i Vukufu inceden inceye tetkikten sonra bi’l-ittifak beraetine ve eserleri vatana, millete zararsız olarak menfaatli olmasına karar verilmiş bir masum hem Eski Harb-i Umumî’de ehemmiyetli hizmet etmiş bir evlad-ı vatan hem şimdi bu milleti, bu vatanı anarşilikten ve ecnebi ifsadlarından kurtarmak için meydandaki tesirli âsârıyla bütün kuvvetiyle çalışan bir hamiyet-perver ve mahkemede yetmiş şahitle ispat edildiği gibi yirmi beş senede bir gazeteyi okumayan, merak etmeyen ve yedi sene harb-i umumîye bakmayan, sormayan, bilmeyen ve eserlerinde kuvvetli delillerle siyasetten bütün bütün alâkasını kestiğini ispat eden ve dünyanıza karışmadığını adliyeleriniz resmen itiraf ettiği bir zararsız adam hem âhiretine ve ihlasına zarar gelmemek için şiddetle teveccüh-ü âmmeden kaçan ve kardeşlerinin onun hakkındaki hüsn-ü zanlarından ve medihlerinden çekinen, beğenmeyen bu bîçare Said’e; başta Dâhiliye Vekili olan sen, Afyon Valisini ve Emirdağ Zabıtasını musallat edip her gün bir ay haps-i münferid azabını çektirmek ve tecrid-i mutlak içinde tek başıyla bir haps-i münferidde durmaya mecbur etmek, hangi maslahatınız iktiza eder? Hangi kanun bu dehşetli gadre müsaade eder diye hukuk-u umumiyeyi muhafaza eden adliyenin yüksek dairesi vasıtasıyla Dâhiliye Vekili’ne beyan ediyorum.<br />
<br />
Zulmen bütün hukuk-u medeniyeden ve insaniyeden ve yaşamak hakkından mahrum edilen Said Nursî<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim ve benim hakkımda bu gurbette samimi akrabalarım Osman, Mehmed, Hasan Efendiler!<br />
<br />
Sizin hâlisane, bana ve Risale-i Nur’a karşı hiç unutulmayacak hizmetinize bir mükâfat-ı âcile olarak Hasan Feyzi ve sair talebelerin, Çalışkan Hanedanına karşı fevkalâde teveccühleri ve umum memlekette sizin şerefinizi neşretmeleri ve ehl-i hakikati size dost yapmakları cihetiyle; benden ziyade Risale-i Nur ve şakirdlerini himaye ve muhafaza etmek ve ehl-i siyasetin ve beni zehirleyen düşmanlarımın desiselerinden kurtarmak için gayet derecede bir ihtiyat, tam bir sadakat ve benim yerimde tam bir dikkat ile mükellefsiniz. Yoksa az bir hata, yalnız bana değil belki binler masum şakirdlere ve şimdi parlayan şerefinize dokunacak. Benim vaziyetim ve verilen sıkıntılar altı vecihle kanunsuz olmasından, ileride mes’uliyetten kurtarmak için insafsız ve kanunsuz beni tazip edenler, kendilerine bir bahane, bir vesile arıyorlar. Pek çok dikkatli olmanız lâzımdır.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Bir iki gün evvel hasbihalin bir parçası size gönderilmiş. Tâ siz onu esas tutup lüzum olduğu zaman ya istida veya o vekile ve mahkemeye vermek veya başka makamata o parça ile müracaat etmek ve kardeşlerimiz dahi o esas üzerine kendilerini münafıklara karşı müdafaa etmek için size gönderilmiş. Demek, şimdiye kadar bana garazla işkenceli sıkıntıları verdiren, en başta o imiş. Her ne ise… Siz meşveretle ne lâzımsa yaparsınız. Fakat ihtiyatla, telaşsız, velveleye vermemek lâzım.<br />
<br />
Sâniyen: Bu defa görüşmediğim buranın korkak müftüsü vasıtasıyla, Hulusi’nin Kars’tan bir mektubunu biraderzadem Nihad’ın mektubuyla aldım. Elhak o kardeşimiz, daima fevkalâde sadakatini ve Nurlara kuvvetli alâkasını muhafaza ediyor. Manidar bir tevafuktur ki bilmediğim halde, Nihad’ın orada bulunması ihtimaliyle, Sabri’ye ait fıkrada demiştim ki: Nihad Kars’ta ise Hulusi ile görüşür mealinde burada söylediğim ve sonra size yazdığım aynı zamanda, o ikisi şimdiye kadar sükût ettikleri halde, beraber bana mektup yazıyorlar.<br />
<br />
Sâlisen: Re’fet kardeşimizin kemal-i sadakat ve alâkasını ve Hulusi gibi Nurların bir kumandanı olduğunu gösteren mektubu, Hulusi’nin mektubunu aldığım zamanına tevafuku, latîf ve sürurlu oldu. O ikisi Lâhika’ya girsin. Ve Re’fet’in masumlara Kur’an okutması ve kendisi Lem’alar ile yazmak ve okumakla meşgul olması ve benim hastalığımın şifasına o masumlarla dua etmeleri, bir merhem gibi hastalığıma ferah ve hiffet verdi.<br />
<br />
Ve râbian: Yazıda merhum Âsım’a benzeyen Yakub Cemal’in hayatta olduğunu ve hayatta ise Nurlar ile o güzel kalemi ile hizmet ediyor mu bilemediğim için çok defa hazînane ve müteessifane düşünüyordum. Hadsiz şükür olsun ki hem hayatta hem Nurlara hizmette hem sadakatte olduğunu gösteren bir mektubunu aldım “Elhamdülillah” dedim.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Yüz defadan ziyade, gayet kıymetli bir hakikat-i imaniye bana görünüyor. Telif zamanı tamam olması hikmetiyle ne kadar çalıştım, o çok ehemmiyetli hakikati avlayamadım. Vâzıhen ifade ve ihsas etmek için bekledim, muvaffak olamadım. Şimdi gayet kısa bir işaretle, o çok geniş ve çok uzun hakikatten kısacık bahsedeceğim:<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#29|{{Arabi|اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ}}]] hadîsi hem cevamiü’l-kelimden hem müteşabih hadîslerdendir. Pek büyük ve küllî nüktesi, benim kalbime, Hülâsatü’l-Hülâsa ile Cevşenü’l-Kebir’i okuduğum vakit zahir oldu. Ben de o acib ve çok güzel nükteyi kaçırmamak için şifreler, işaretler nevinden Hülâsatü’l-Hülâsa’nın on yedinci mertebesi olan “Kur’an lisanıyla şehadet” ve on sekizinci mertebesi olan “kâinat lisanıyla şehadet” ortasında o şifreli işaretleri şöyle koydum:<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#30|{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ بِلِسَانِ الْحَقٖيقَةِ الْاِنْسَانِيَّةِ بِكَلِمَاتِ حَيَاتِهَا وَ حِسِّيَّاتِهَا وَ سَجِيَّاتِهَا وَ مِقْيَاسِيَّتِهَا وَ مِرْاٰتِيَّتِهَا وَ بِكَلِمَاتِ صِفَاتِهَا وَ اَخْلَاقِهَا وَ خِلَافَتِهَا وَ فِهْرِسْتِيَّتِهَا وَ اَنَانِيَّتِهَا وَ بِكَلِمَاتِ مَخْلُوقِيَّتِهَا الْجَامِعَةِ وَ عُبُودِيَّتِهَا الْمُتَنَوِّعَةِ وَ اِحْتِيَاجَاتِهَا الْكَثٖيرَةِ وَ فَقْرِهَا وَ عَجْزِهَا وَ نَقْصِهَا الْغَيْرِ الْمَحْدُودَةِ وَ اِسْتِعْدَادَاتِهَا الْغَيْرِ الْمَحْصُورَةِ}}]]<br />
<br />
İşte bu kısa şifreyi, yine gayet muhtasar bir şifre ile tercüme ve izah edeceğim. Bunu Hülâsatü’l-Hülâsa’ya bir hâşiye yapınız.<br />
<br />
Evet ben, Hülâsatü’l-Hülâsa’yı okuduğum zaman koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor. Fakat her nev’in lisanı çok geniş olmasından fikir yoluyla sıfât ve esma-i İlahiyeyi ilmelyakîn ile iz’an etmek için akıl çok çabalıyor, sonra tam görür. Hakikat-i insaniyeye baktığı vakit o câmi’ mikyasta, o küçük haritacıkta, o doğru numunecikte, o hassas mizancıkta, o enaniyet hassasiyetinde öyle kat’î ve şuhudî ve iz’anî bir vicdan, bir itminan, bir iman ile o sıfât ve esmayı tasdik eder. Hem çok kolay hem hazır yanındaki âyinesinde, hiç uzun bir seyahat-i fikriyeye muhtaç olmadan iman-ı tahkikîyi kazanır ve [[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#29|{{Arabi|اِنَّ اللّٰهَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلٰى صُورَةِ الرَّحْمٰنِ}}]] hakiki bir manasını anlar. Çünkü Cenab-ı Hak hakkında suret muhal olmasından suretten murad sîrettir, ahlâk ve sıfâttır.<br />
<br />
Evet nasıl ki ehl-i tarîkat, seyr-i enfüsî ve âfakî ile marifet-i İlahiyede iki yol ile gitmişler ve en kısa ve kolayı ve kuvvetli ve itminanlı yolunu enfüsîde yani kalbinde zikr-i hafiyy-i kalple bulmuşlar.<br />
<br />
Aynen öyle de yüksek ehl-i hakikat dahi marifet ve tasavvur değil belki ondan çok âlî ve kıymetli olan iman ve tasdikte, iki cadde ile hareket etmişler:<br />
<br />
Biri: Kitab-ı kâinatı mütalaa ile Âyetü’l-Kübra ve Hizbü’n-Nuriye ve Hülâsatü’l-Hülâsa gibi âfaka bakmaktır.<br />
<br />
Diğeri: Ve en kuvvetli ve hakkalyakîn derecesinde vicdanî ve hissî, bir derece şuhudî olan hakikat-i insaniye haritasını ve enaniyet-i beşeriye fihristesini ve mahiyet-i nefsiyesini mütalaa ile imanın şüphesiz ve vesvesesiz mertebesine çıkmaktır ki sırr-ı akrebiyete ve veraset-i nübüvvete bakar.<br />
<br />
Ve enfüsî tefekkür-ü imanî hakikatinin bir parçası, Otuzuncu Söz’ün “ene ve enaniyet”te ve Otuz Üçüncü Mektup’un Hayat Penceresi’nde ve İnsan Penceresi’nde ve bazı parçaları da sair ecza-yı Nuriyede bir derece beyan edilmiş.<br />
<br />
Bunu hem Lâhika’ya hem Sikke-i Gaybiye’ye hem Hülâsa’nın âhirine yazılsın.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Halimin müsaadesizliği için müteaddid mektuplarınıza bir tek perişan mektubumla cevap verdiğimden gücenmeyiniz.<br />
<br />
Evvela: Gizli düşmanlarımız hükûmetin ehemmiyetli ve birkaç vazifedarlarını elde edip beni tazyikatla, Menemen ve Şeyh Said Hâdisesi gibi bir hâdise çıkarmak için bütün kuvvetiyle en hassas damarlarıma dokunduracak tarzda her desiseyi istimal ettiler. Gördüler ki Eski Said yok, yenisi ise her şeye tahammül ediyor, o planı sair sû-i kasdlara ezcümle zehir vermeye tebdil ettiler. Hıfz-ı İlahî onu da akîm bıraktı. Şimdi o münafıklar resmen hükûmetin nüfuzunu, benden halkları ürkütmek ve vazgeçirmek için burada dehşetli bir propaganda ile istimal ediyorlar. Fakat siz hiç telaş etmeyiniz. İnayet-i Rabbaniye devam eder. Gittikçe fütuhat-ı Nuriye tevessü ediyor.<br />
<br />
Sâniyen: Bu defa Hasan Feyzi’nin ve bir hafta evvel Halil İbrahim’in şahsıma karşı fevkalâde hüsn-ü zan ile mersiyeleri ve samimi ve hazîn vedanameleri, az ta’dil ile üç sebep için kabul edildi:<br />
<br />
Birincisi: Onlar, şahsıma değil belki Kur’an ve imana ve Nurlara hâdimliğim ve o vazife-i kudsiyeye bakıp yazmışlar.<br />
<br />
İkincisi: Onların ve onlar temsil ettikleri o civardaki hâlis kardeşlerimizin ve haddimin çok fevkindeki tarifatlarını, bir nevi samimi dua ve ulvi bir tefe’ül ve yüksek bir arzu-yu hayır ve istidatlarının ve itikadlarının ve Nurlara pek ciddi alâkalarının bir in’ikası olmasıdır.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben onların nazarında Risale-i Nur ve şakirdlerdeki şahs-ı manevîsinin mümessili ve numunesi olmam cihetiyle, onların sebeb-i teşvikleri olan o hârika hüsn-ü zanlarını ve kuvve-i maneviyelerini kırmak, maslahat değildir. O ikisine ve arkadaşlarına hususan Ahmed Feyzi ve Denizli hapsindeki kardeşlerimize ve hakkımızda adalete çalışanlara binler selâm.<br />
<br />
Sâlisen: Çok defa benim sıkıntılarıma bir merhem hükmüne geçmiş ve yanımdaki sakladığım kahraman Hüsrev’in çok mektupları ve onların her birinden birer ehemmiyetli fıkrayı alıp mecmuunu Lâhika’ya geçirmek için zaman bulamıyorum. İnşâallah bir istirahat zamanında tetkik edeceğim.<br />
<br />
Ahmed Nazif’in İnebolu talebeleri namına yazdığı ve Halil İbrahim’in ağlatıcı mersiyesine iştiraklerini gösteren mektubu, benim o havalideki sebatkâr kardeşlerim hakkında endişelerimi izale eyledi. Cenab-ı Hak onlardan razı olsun.<br />
<br />
Râbian: Çoban İsa köyünde Ahmed’in mektubunda isimleri bulunan eski ve yeni kardeşlerimizin Risale-i Nur’a çalışmaları ve çocukları da Kur’an’a ve Nurlara çalıştırmaları, bu vakitte Nurlara büyük bir hizmettir. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin, âmin!<br />
<br />
Hâmisen: Münafık düşmanlarımın maddî ve manevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar fakat maatteessüf âsabımda ve sinirlerimde ve hassasiyetimde, o zulümden öyle şiddetli bir teessür, bir heyecan, bir teellüm, bir teneffür gelmiş ki en samimi dostumu ve tam sadık bir kardeşimi bir saat yanımda tahammül edemiyorum, ruhum kaldırmıyor. Hattâ biri bana baksa da sıkılıyorum. Eskide bende biraz bulunan merdüm-girizlik hastalığı, o zalimlerin gaddarane sıkıntılarıyla ve tarassudlarıyla bende çok şiddetlenmiş. Güya ölmeden evvel hayat-ı içtimaiye cihetinde ölmüşüm ki bu hakikat ve bu sır için hakkımda, has kardeşlerim vefat mersiyelerini yazıyorlar.<br />
<br />
Hem buranın havası, benim âsabıma pek çok dokunuyor. Bu kışın bir günü, Denizli hapsinin o geçirdiğimiz kış kadar bana ağır geliyor, beni üzüyor.<br />
<br />
Evet nasıl göz, bir saçı kaldırmıyor; aynen öyle de şimdiki ruhum ve omuzum, bir saç kadar sıkletten, ağırlıktan müteessir olduğu halde, Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin selâmetlerine, onların bedellerine ve yerlerinde dağ gibi ağır tazyikat ve sıkıntıları memnuniyetle o ruh, o omuz çeker, tahammül eder ve şâkirane sabreder diye size kat’iyen haber veriyorum.<br />
<br />
Fakat madem acz ve zaafım ve teessüratım çok ziyadedir; has kardeşlerim beni medihlerle yüklerimi ağırlaştırmaya bedel, dualarıyla ve şefkatleriyle ve himmetleriyle ve acımalarıyla yardım edip yükümü hafifleştirmek lâzımdır. İnayet-i Rabbaniyenin bir cilvesidir ki bu şiddetli merdüm-girizlik hastalığıyla, zalimlerin tecrid-i mutlaklarını hiçe indiriyor.. beni tazip etmiyor, bir cihette memnun ediyor.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık, faal kardeşlerim ve bu dehşetli asırda mükemmel tesellilerim ve vârislerim!<br />
<br />
Sizin fevkalâde sa’y ü gayretiniz Isparta ve civarını bir geniş Medresetü’z-Zehraya ve bir Camiü’l-Ezhere çevirdiğine bir delil de bu defa matbaacıları da hayrette bırakan yazdıklarınız Asâ-yı Musa mecmuasından yirmiden ziyade mükemmel tevafuklu nüshalarını bu yarım ümmi kardeşinize göndermenizdir. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn sizlere ve yazanlara ve yardım edenlere her bir harfine mukabil bin rahmet eylesin ve binler meyve-i cennet ihsan etsin ve yüzer hasenat defter-i a’malinizde yazdırsın, âmin âmin âmin!<br />
<br />
Ben onlara baktım, kalbime geldi ki: Bu kahramanların şimdi de bir mükâfatları yok mu?<br />
<br />
Birden ihtar edildi ki: Onlar, bu mecmuayı yazmakla feylesofları susturan, imana getiren kuvvetli bir ders-i imanîyi en evvel kendi kendine tam okuyorlar, manevî bir hazine kazanıyorlar. Hem onların nüshaları, pek çokların imanlarını kurtaracaklar veya imana gelecekler. Bir hadîste vardır ki: “Bir tek adam seninle imana gelse sahra dolusu kırmızı koyundan daha hayırlıdır.”<br />
<br />
Hem onlar, bu mübarek kalemleriyle, eski zamanda İslâmiyet’in büyük mücahid kahramanlarının kılınçlarının kudsî hizmetlerini görüyorlar. Elbette istikbal, onları ve Nurcuları çok alkışlayacak.<br />
<br />
Sâniyen: Asâ-yı Musa mecmuasının başında, bu gelen ve çizgi ile işaret edilen fıkra yazılsa münasiptir. İsteyen, bu mektubun başındaki kısmını da beraber yazabilir.<br />
<br />
İmam-ı Ali (radıyallahu anh) “Celcelutiye”sinde pek kuvvetli ve sarahate yakın bir tarzda Risale-i Nur’dan ve ehemmiyetli risalelerinden aynı numara ile haber verdiğini, Yirmi Sekizinci Lem’a ile Sekizinci Şuâ tam ispat etmişler. İmam-ı Ali (radıyallahu anh) Risale-i Nur’un en son risalesini Celcelutiye’de [[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#31|{{Arabi|وَ اسْمُ عَصَا مُوسٰى بِهِ الظُّلْمَةُ انْجَلَتْ}}]] fıkrasıyla haber veriyor.<br />
<br />
Biz bir iki sene evvel Âyetü’l-Kübra’yı en son zannetmiştik. Halbuki şimdi altmış dörtte telifçe Risale-i Nur’un tamam olması ve bu cümle-i Aleviyenin mealini yani karanlığı dağıtacak, asâ-yı Musa (aleyhisselâm) gibi ışık verecek, sihirleri iptal edecek bir risaleden haber vermesi ve bu mecmuanın “Meyve” kısmı bir müdafaa hükmüne geçip başımıza çöken dehşetli, zulümlü zulmetleri dağıttığı gibi “Hüccetler” kısmı da Nurlara karşı cephe alan felsefe karanlıklarını izale edip Ankara ehl-i vukufunu teslime ve tahsine mecbur etmesi ve istikbalde zulmetleri dağıtacak çok emareler bulunması ve asâ-yı Musa aleyhisselâmın bir taşta on iki çeşme akıtmasına ve on bir mu’cizeye medar olmasına mukabil ve müşabih bu son mecmua dahi “Meyve” on bir mesele-i nuraniyesi ve “Hüccetullahi’l-Bâliğa” kısmı on bir hüccet-i kātıası bulunması cihetinde bize kanaat verdi ki: İmam-ı Ali radıyallahu anh, o fıkra ile doğrudan doğruya bu Asâ-yı Musa ismindeki mecmuaya bakar ve ondan tahsinkârane haber verir.<br />
<br />
Sâlisen: Nur santralı ve Yirmi Yedinci Mektup’ta çok ehemmiyetli fıkraları bulunan Sabri’nin bu defaki mersiyesini Lâhika’ya geçirdik ve size de gönderdik. Ve çalışkan mübareklerden ve Nurların neşrine çok hizmet eden Hâfız Mustafa’nın yedi yaşında iken Altıncı Şuâ’yı ve bana bir mektup yazan tam mübarek, masum mahdumu; burada, masumlar içinde Nurlara bir iştiyak uyandıracak. Onun namı, Said Nurî olmalı; Nursî köydür, manasız olur. (Sin) olmasın, yalnız (ye) olsun tâ Nurlara alâkasını göstersin.<br />
<br />
Daha çok şeyler yazacaktım fakat başımda çok vazifeler ve işler bulunmasından kısa kesmeye mecbur oldum.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: İkinci vazife Mu’cizat mecmuasına birinci vazifeyi bitirenler başlamalarını müjde vermeniz, sizleri bu hizmet-i imaniyede bana hakiki kardeş veren Erhamü’r-Râhimîn, beni hadsiz şükre sevk eyledi. Hatt-ı Kur’anî lehinde birincisinin bir kerameti, merkezde hatt-ı Kur’anînin bir kursu açılması olduğu gibi; inşâallah ikincisi, daha mu’cizane bir keramet gösterecek.<br />
<br />
Sâniyen: Konyalı Sabri sizin vasıtanız ile benimle muhabere etse daha maslahattır ve münasiptir. Çünkü ekserce siz benim bedelime istediğini yapabilirsiniz. Mesela, tashihat için oradaki âlimler tam yardım edebildikleri için orada tashihat yapılsın, etsinler. Siz benim tashihimden geçmiş bazı nüshaları, onlara gönderirsiniz.<br />
<br />
Hakikaten tashih meselesi ehemmiyetlidir. Bazen bir harfin ve bir noktanın yanlışı, kıymetli bir manayı zayi eder. En evvel, yazanlar bir kere güzelce mukabele etsinler. Sonra tashihçi adamlara ve bana versinler. Mâşâallah, bu defa bana gelen Asâ-yı Musa mecmualarında hem yanlışlar azdır hem bir derece tashih edilmiş. Cenab-ı Hak hem yazanlardan hem tashihçilerden ebeden razı olsun, âmin!<br />
<br />
Sâlisen: Yozgat’ta oturan, Risale-i Nur’la alâkadar Tunuslu Hoca Haşmet, evvelce vefatımı, sonra hayatta olduğumu işitip buraya samimi iki mektup yazmış; ona benim tarafımdan selâm gönderiniz.<br />
<br />
Râbian: Rüşdü’nün çok defadır hususi selâm eden kahraman biraderi Burhan –eskiden beri– ümmiliğiyle beraber, Nurlara lüzumlu zamanlarda ehemmiyetli hizmetleri için onu da haslar sırasında her gün ismiyle kazançlarımızda hissedar ediyoruz.<br />
<br />
Manidar bir tevafuktur ki ben, Hüsrev’in ve Sabri’nin mektupları gelmemesinden gelen endişelerimi yazarken aynı zamanda me’mulümün haricinde en cem’iyetli ve bütün o endişelerimi izale eden müteaddid mektupları kapıya geldi.<br />
<br />
Umum kardeşlerime selâm…<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim ve ebed ve hak yolunda hakikatli arkadaşlarım!<br />
<br />
Kastamonu efelerinden ve Nur’un kahramanlarından ve Safranbolu fedakârlarından size oradan buraya gelen hususi mektuplarına hususi cevap vermeye müstahak ve lâyıktırlar. Fakat halim ve vaktim müsaade etmediğinden vasıtanızla bir kısa cevap verdiğime gücenmesinler.<br />
<br />
Evvela: Hilmi, İhsan, Emin’in ve Taşköprülü Sadık Bey’in mektupları, beni çok mesrur eyledi. Hakikaten bu kardeşlerimiz, hapishanede dokuz ayda dokuz sene kadar hizmet-i Nuriyeyi yaparak Isparta kahramanlarıyla omuz omuza geldiler. Ben, onların hem istirahatime hem hapisteki arkadaşlarımızın ittifaklarına ve yeni Nurların hizmetine tam çalışmalarını hiçbir vakit unutmayacağım. Cenab-ı Hak onlardan ve sizden ebeden razı olsun. Ben hayalen, çok defa eski zamana ve Kastamonu’daki ve Barla’daki malûm yerlerime ve mesiregâhlarıma şevkle gidiyorum. Oralarda oturup ağlıyorum. O enislerimi hayalen görüyorum.<br />
<br />
Kahraman Sadık Bey’in kuvvetli ifadesine ve güzel yazısına benzeyen bir kısa mektupta, Safranbolu şakirdlerinin, Mustafa Osman’ın ve Hıfzı’nın selâmını da yazıyor. Şüphelendim, acaba Sadık oraya gelmiş, yoksa onlar oraya gitmişler veya başka Sadık namında bir kardeşimiz midir?<br />
<br />
Barla sıddıkları Nurların yazmasına tam çalışmaları, herkesten evvel onların vazifeleridir. Çünkü Barla, birinci medrese-i Nuriye şerefini kazanmasından, o mübarek medreseyi talebesiz bırakmak caiz değil. İnşâallah tekrar şenlenecek. Çalışanlara bârekellah deriz. Cenab-ı Hak tevfik versin, âmin!<br />
<br />
Sâniyen: Safranbolu’nun sadık şakirdlerinden Osman ve Ahmed’in iki mektupları, onların fevkalâde sadakat ve Nurlara alâkadarlıklarını gösteriyor. Mâşâallah, Osman az zamanda hem Kur’an’ı ders almış hem Nurları yazmış, şimdi de Asâ-yı Musa’yı yazıyor. Fedakâr Mustafa Osman ve Hıfzı’ya tam bir kardeş ve Ahmed dahi tam alâkadardır. Mektubunda imlası noksan olmasından dediğini bilemedim. Onlara, Safranbolu’da ve Kastamonu ve civarındaki kardeşlerime çok selâm ve dua ederiz, dualarını isteriz. Medresetü’z-Zehradaki Isparta ve civarı umum kardeşlerimize birer birer selâm ve selâmetlerine dua ederiz.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Bir iki hafta Hüsrev’in kalemiyle mektubunu almadığımdan ve Konya’ya gönderdiğim mecmuaların cevabı gelmediğinden ve bir vekil-i dâhiliye başta olarak, düşmanlarımız anarşistlerle beraber beni emsalsiz tazyiklerinden ve buradaki münafıklar bazı safdil dostlarımızdan hem Eskişehir’e hem Konya’ya kitaplar gönderdiğimi ve Asâ-yı Musa mecmualarını aldığımı haber almalarından endişeler ederken, birden hiç emsali görülmemiş bir buçuk metre kar ve dehşetli fırtına ve soğuk bu mevsimde gelmesi, bir hiddet, bir gazap; dört defa zelzeleler ve geçen sene yağmursuzluk gibi Risale-i Nur ve şakirdleriyle münasebettar olabilir diye sordum: Bu bela umumîdir, yoksa Afyon ve Eskişehir vilayetlerine mi mahsustur?<br />
<br />
Dediler ki: O iki vilayete mahsustur.<br />
<br />
Ben de Elhamdülillah dedim. Demek Risale-i Nur’a ve şakirdlerine umumî bir taarruz yoktur. Belki yalnız bana ve elimdeki Nurlara…<br />
<br />
Çok güvendiğim Eskişehir, Denizli gibi bir Medrese-i Nuriye olacağını tahmin ettiğim halde, Denizli’den on derece noksan kalmasının sebebi; onları da Afyon ve Emirdağı gibi ürkütmektir. Her ne ise merak etmeyiniz; inşâallah bu hâdise-i cevviye, aynı İstanbul mekteplilerinin hâdisesi gibi gizli masonları, niyet ettikleri yeni bir taarruzdan vazgeçirdi. İnayet-i Rabbaniye himaye ediyor.<br />
<br />
Sâniyen: Bu defa yedi sekiz mektuplarınızı aldım. Hususi cevaplara halim, kalemim ve vaktim müsaade etmediğinden gücenmeyiniz. Mehmed Feyzi ve Emin’in mektuplarını, ilişmeden Lâhika’ya geçirdik. O ikisi, sekiz sene hususi hizmetimde bulunmaları cihetiyle, haddimden çok ziyade tavsifatlarını bir nevi manevî dua ve sebeb-i teşvik ve kanaat bir hüsn-ü zan ve tercüman-ı Nur haysiyetiyle Üstadlarına bir alâmet-i sadakat ve bir vesika-i itikad ve irtibattır diye ilişmedim.<br />
<br />
Ve Feyzi’nin merhume validesinin Risale-i Nur dersleriyle güzel ve nurani vefatı; Nurların, şakirdlerine sekerat vaktinde ve sıkıntılı zamanlarında imdada yetişmesine bir parlak numune olarak Lâhika’ya girmesi münasiptir.<br />
<br />
Halil İbrahim’in bu defaki mektubunda kaza ve kader-i İlahî’den “Ne kadar? Nedendir?” diye çok suallerinin birden cevabı: Bizlere mücahidane çok hasenat kazandırmak ve Nurlara herkesin nazar-ı dikkatini celbetmekle umuma okutmaktır. Fakat bir derece kaza ve kadere itiraz manasını hayale getirdiği için şimdilik Lâhika ile tamimi münasip olmaz. Ve mektubun âhirindeki, Cevşenü’l-Kebir’den alınan fıkralar, dualar çok güzeldir.<br />
<br />
Sâlisen: Hüsrev’in mektubunda, Atabeyli Kötürüm Ali ve Eğirdirli Kâzım’ın Nurlara tam şevkle hizmetleri, hattâ ruhanîleri de onları tebrike ve tahsine sevk eder. Ve Aliköyü’nden bana mektup yazan on dört yaşındaki Mustafa Veysel, pederiyle hem Kur’an’a hem Nurlara hizmetleri ve üç Alilerin gayret ve himmetleriyle o köy masumları Risale-i Nur’a çalışmaları; değil yalnız beni belki umum Nur şakirdlerini tahsine ve şükre sevk eder.<br />
<br />
Râbian: Salahaddin –Abdurrahman– Feyzi’nin validesinin vefatı münasebetiyle yazdığı mektubun âhirindeki Feyzi’ye taziyesi ve hâşiyede benim ölümümü kabul etmemesi ve Gavs-ı A’zam’ın bir kısım himayeti Asâ-yı Musa Risalesi’ne geçmesi diye beni sürurla ağlattırdı ve Safranbolu kahramanları Mehmed Feyzi ve Emin’in şehnamelerine iştirakleri ve merkez-i hükûmette umumî bir Arabî hattı ve hurufu kursu açılması ve Asâ-yı Musa Risalesi’nin fütuhatına ve kerametine alâmet olmasını müjdelemeleri, pek büyük bir inşirah vermesiyle bu kışın bütün çektiğim sıkıntıları hiçe indirdi.<br />
<br />
Denizli fedakâr çalışkanlarından Tavaslı Molla Mehmed’in sureten kısa fakat manen uzun mektubunda, o dahi ölümüme razı olmuyor ve haddimden çok ziyade kıymet veriyor gördüm.<br />
<br />
Hem ona hem hapiste görüştüğüm kardeşlerimize hem Hasan Feyzi ve Hâfız Mustafa ve arkadaşlarına binler selâm…<br />
<br />
Umum kardeşlere selâm eden, dualarınızın tiryak gibi tesirini gören kardeşiniz Said Nursî<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Medrese-i Nuriyenin eski masumlarından Ahmed’in bu güzel ve hâlis fıkrasını umum Sava masumlarının ve kahramanlarının namına Lâhika’ya yazdık. Mâşâallah, Hacı Hâfız Mehmed’in tam ona benzer bir kıymetli hafidi olduğunu gösterdi.<br />
<br />
Sâniyen: Safranbolu’da Nur’un ehemmiyetli şakirdlerinden Hıfzı’nın iki masum mahdumları biri on, biri de sekiz yaşlarında Asâ-yı Musa mecmuasını yazdıkları ve bitmek üzere diye o masumlar bana bir mektup yazmaları, beni fevkalâde sevindirdi.<br />
<br />
Sâlisen: Bu kışta bana verilen elîm sıkıntıların bir sebebi: Selaniklilerin istibdad-ı mutlakları, serbest fırkalarla kırılmasına yardımım olmasın diye beni herkesten tecrit ettiler. Risale-i Nur; binlerle benim bedelime konuşuyor, küfr-ü irtidadı kırıyor, anarşiliği bozuyor.<br />
<br />
==Dâhiliye Vekili Hilmi Uran Bey’e Merhum Salih Yeşil Tarafından Yazılan Mektubun Sureti==<br />
<br />
Yazıları yanlış telakki ve tefsirlere uğratılmakla senelerden beri çember içinde yaşatılan ve safi, samimi bir insan ve Müslümanlıktan başka hiçbir maksadı bulunmayan Bedîüzzaman Molla Said nam masumun, ya bulunduğu yerde veya Ankara’ya nakil ile orada hayat ve huzurunun muhafazası için sırf insaniyet namına yazılmış olan bu mahrem ricanameyi bizzat okumak nezaketinde bulunur ve genç zamanında yaptığı, unutulan hizmetlerine mükâfaten ihtiyar halinde bu adamı serbest bir ölüm hayatına kavuşturmak lütfunu diriğ buyurmazsanız, zat-ı keremkârlarına en büyük hürmetlerimi sunar, minnettarınız olurum.<br />
<br />
Molla Said kimdir?<br />
<br />
El-ân Afyon’un Emirdağı kazasında ikamete memur olan Molla Said, doğumundan itibaren Türk kardeşleri arasında yaşamış, Türk seciyesiyle perverde olmuş, Umumî Harp’te Kafkas’ın karlı dağlarında kahraman askerlerimiz arasında gönüllü alay kumandanı olarak mücahede ve irşad için dolaşıp büyük bir harp madalyası almış, Sarıkamış Taarruzu’nda, Bitlis’in sukutunda yaralı olduğu halde esir olup senelerce Rus garnizonlarında çile çekmiş, firar edip İstanbul’a gelerek ilmî kudretine binaen Dârülhikmeti’l-İslâmiye azalığında bulunmuş, Kuva-yı Milliye ihdasında halkı mücahedeye teşvik etmiş; Büyük Millet Meclisinin ilk senesinde Ankara’ya gelerek Hacı Bayram misafirhanesinde birçok mütereddid kimselere vatanın müdafaası lüzumunu anlatmak hizmetinde bulunmuş olan bu hakiki vatan-perver insanın, evvelce ibadete, imana, itikada müteallik yazdığı ve yazagelmekte olduğu eserleri, din ve dindarları sevmeyen bazı kimselerin, hususuyla Dâhiliye Vekaletinde bulunmuş olan menfaat-perest Şükrü Kaya’nın mezhep ve rejimine uygun gelmemekle, asılsız isnad ve uydurma raporlarla bu zavallı adam, yirmi küsur seneden beri hapis ve nefiy cezalarıyla perişan edilmiş ve iki sene evvelisi yine o yazıları bahanesiyle Kastamonu’daki çilehanesinden kollarına kelepçe vurularak kendisine selâm vermiş olan altmış altı adamla Denizli Cezaevine sevk ve on bir ay kadar hapsedildikten sonra, muzır telakki edilen o eserleri, evvela İstanbul Müftülüğünde bir heyet tarafından, bilâhare Ankara’da Diyanet Riyaseti ve Dil Tarih Enstitüsü azalarından mürekkep bir komisyon marifetiyle aylarca tetkik olunduktan sonra, bu eserlerin hiçbirisinde devletin siyasetini ve asayişi rencide edebilecek en ufacık bir şey görülmemekle, Molla Said ve Nur şakirdleri ve eserlerini okuyanlar, mahkeme kararıyla serbest bırakılmış ve Denizli’de oturmasına müsaade olunmuş iken maatteessüf bu ihtiyar adam, az zaman sonra Denizli’den Afyon’a ve oradan da Emirdağı kazasına teb’id ve herhangi bir Türk kardeşiyle dahi temastan men’edilmiş.<br />
<br />
Sayın beyim! Cumhuriyet serbestiyetinden, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun hürriyetinden mahrum kalan bu zavallı ihtiyar adam, her suretle himayeye lâyık, bakılmaya muhtaç, akraba ve taallukatı olmayıp sırf bir İslâm hükûmetin himayesine muhtaç bir İslâm mütefekkiridir. Şair-i meşhur Âkif Bey merhumun rivayetine nazaran, Mısır’ın en maruf ulemasından olan ve garbın müteaddid lisan ve felsefesine aşina bulunan üstad-ı a’zam Abdülaziz Çaviş’in yirmi küsur sene evvelisi “El-Ehram” ceridesindeki Said hakkında yazdığı “Fatînü’l-asır” başlıklı makalesini okuyan ve kendisiyle bizzat görüşen ilim adamları, bu zatın fıtraten ilmî kudretini ve İlahî mesleğini takdir edebilirler.<br />
<br />
Sayın beyim! Kürtlük sözüyle türlü hakarete hedef olan Molla Said, seciyeten takdire şâyan bir Türk âşığı ve İslâmiyet hâdimidir. (Hâşiye<ref>Evet her biri yüze mukabil binler Türk gençleri, masumları, ihtiyarları Risale-i Nur’a şakird olmalarından bu acib asırda, Türk milletinin Devlet-i Abbasiye inkırazından İslâm yardımına koşmaları gibi bu şakirdler dahi aynen koştular. Değil yalnız Said belki bütün ehl-i hakikat tahsin eder, Türk’e dost olur.</ref>) Bundan memleketimiz içtimaen zarar değil, manen fayda görecektir. Ben namus ve şerefim namına şehadet ederim ki Molla Said, kat’iyen temiz bir adamdır. Onun için sizin gibi milletin dâhilen idare ve mukadderatına el koyan dirayetli zatlardan insaniyet namına temenniyatım şudur:<br />
<br />
Yanlış anlayışlı jurnalcilerin sözleriyle hürriyet nimetinden, saf hava teneffüsünden, herhangi bir Türk kardeşiyle görüşmeden mahrum kalan bu adamı; hükûmetin adaleti, makamınızın ehemmiyeti namına ve adl ve ihsan kaziyesine tevfikan olsun, bu adam hakkında dahi adalet ve kendisiyle de hiç olmazsa bir defa olsun hüsn-ü niyetle görüştükten sonra onun hakkında ibka veya ifna kararını vermek lütfunda bulunursanız, elbette ehemmiyetli vazifenizi kanun dairesinde îfa etmiş olacağınızdan dolayı tarihçe-i hayatınıza takdire değer bir fasıl derc buyurmuş, adalet-perverliğinizi halka ve âcizleri gibi bacağı kesilmiş, köşede kalmış hür fikirli vak’a-nüvislere duyurmuş olursunuz efendim.<br />
<br />
Milliyetini, memleketini candan seven; teninde, kanında, Kürtlük, Arnavutluk, Boşnaklık kanı kokusu olmayan, Erzurum’un eski milletvekillerinden, bacağı kesik Yeşil oğlu Mehmed Salih<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
Muhterem din kardeşim!<br />
<br />
Kırk gündür yatakta sizinle meşgulüm. Hayal ve mesmuuma nazaran, huzurunuzun muhtel olduğuna zâhibim. [[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#32|{{Arabi|اَلْمُؤْمِنُ بَلَوِىٌّ}}]] Tahminen on gün kadar evvelsi, sokaklarda “Hâlis Afyon tereyağım var.” diyen birisini pencereden yanıma çağırıp biraz yağ aldım. Maksadım, sizi sormaktı. Afyon’dan Emirdağı kazasına sürüldüğünüzü, ahalinin sizinle görüşmesinin yasak olduğunu duyunca çok müteessir oldum.<br />
<br />
Muhterem din kardeşim! Bu mektubu size yazan, otuz bir sene evvelsi sizinle Erzurum’un Es’ad Paşa Medresesinde, Umumî Harp’te Kafkas’ın karlı dağlarında ve yirmi dört sene evvel de mebusluğum hengâmında Van Valisi Haydar Bey dostunuzla Millet Meclisi salonunda görüşen Erzurum’un esbak mebuslarından Yeşil oğlu Mehmed Salih’tir.<br />
<br />
Mehmed Salih (rh)<br />
<br />
==Yeşil Salih’e Yazılan Mektuptur==<br />
<br />
Aziz kardeşim Hasan Efendi!<br />
<br />
Sen benim tarafımdan kıymetli kardeşimiz Salih Efendi’ye yaz ki:<br />
<br />
Ben ölünceye kadar onun bu insaniyetini unutmayacağım ve ona çok minnettarım ve çok selâm ve dua ederim. Fakat ben her sıkıntıya karşı tahammüle karar vermişim. Hem ben iyiliği o reislerden beklemiyorum.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
Bana gönderdiğiniz Asâ-yı Musa’dan bir nüsha, ciltsiz –yalnız sarı kâğıt cilt olmuş– Hüsrev’in yazısına bir parça benzer fakat üstünde Mustafa ismi var. O kimdir, hangi Mustafa’dır? Hem nüshanın üstünde “On üç yaşında Hatice, Ahmed’in kızı” yazılmış. Bu Ahmed, hangi Ahmed’dir? Hem ona hem kızına bin bârekellah. Bu yaşta bu koca kitabı hem dikkatli, tevafuklu hem güzel sıhhatli yazmak, masumların taifesinin bir kahramanlığıdır. Kim görüyor, mâşâallah der. Buradaki mektep görmüş hanımlarda bir şevk uyandıracak.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
Nazif kardeşimizin mektubu, ehemmiyetlidir. Hakikaten Amerika’da, siyasete âlet değil; belki dini, din için mutaassıbane iltizam edenler çok vardı. İnşâallah Asâ-yı Musa’yı alan, o dindarlardandır. Keçeli Salahaddin tam bir Abdurrahman’dır, kahramanlıkta babasından geri kalmak istemiyor. Bizi de ara sıra âdetimize muhalif olarak dünyaya baktırıyor. Eğer o Amerikalı ehemmiyetli âlim bütün Risale-i Nur’u istese ve neşrine söz verse sizin meşveretinizle bir mükemmel takım ona vereceğiz.<br />
<br />
Nazif’in mektubuyla beraber bir mütekaid efendinin vesveseye dair bir suali var. Eğer o adamın ciddi olarak Nurlara alâkası varsa böyle suallere hiç ihtiyacı olmaz. Hikmetü’l-İstiaze Lem’ası’nı ve Yirmi Dokuzuncu Söz’ün melaike ve ruhanîlerin vücudlarına dair kısmını okusun. Onun manasız ve yüz yerde cevabı bulunan vesvesesi ise zındık maddiyyunların şimdilik dehşetli vaziyetinden fırsat bulup bir aşılamalarıdır ki o adam, ondan müteessir olmuş, o suali sormuş. Ona selâm ederim. Risale-i Nur onun her müşkülünü halledebilir. Hâlisane, teslimkârane ona çalışsın, onu dinlesin.<br />
<br />
Medrese-i Nuriyenin eski ve yeni kahramanlarından Marangoz Ahmed’in mektubu, üç dört cihetten beni mesrur ve minnettar eyledi. O medresenin baş talebesi namını verdiği Ahmed ise hem şehit Hâfız Ali’nin vazifesini yaptığını hem Süleyman gibi kıymetli kardeşiyle ve küçük kerîmesiyle üç tane Asâ-yı Musa’yı yazmaları ve mübarek Hasan Dayı’nın hafidi olması, beni meraktan kurtardı hem çok memnun eyledi. Cenab-ı Hak ona şifa ve onlara muvaffakıyet ve saadet versin, âmin âmin!<br />
<br />
Merhum Hâfız Mehmed’in iki kardeşi o merhumun vazifesini yapmaları ve Mustafa’nın yazısı, Hüsrev’in tatlı hattına mutabık gelmesi, benim nazarımda, yeniden iki Hâfız Mehmed’i bulmuş kadar memnun oldum.<br />
<br />
Kahraman Marangoz’un gayretiyle Gökdereli hatip, Risale-i Nur’a üç oğluyla beraber talebe olup yazmaya başlamalarıyla hem onları hem marangozu hem köylerini tebrik ederiz. Ve Marangoz’un onlara söylediği manzumesini Lâhika’ya geçirdik.<br />
<br />
Atabeyli alîl (kötürüm) Ali Osman’ın yazdığı uzun mektubu ve Asâ-yı Musa Risalesi ve Nurların neşrinde cidden tesirli çalışması ve hizmet-i Nuriyede çok çalışkan Çilingir Ali ile ve dayısı Hasan’ın ona yardım etmesi ve mübarek hülyaları ve tevafukları bizleri ferahlandırdı. Eğirdir kasabasını bana ziyade sevdirdi. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn onlardan razı olsun.<br />
<br />
==Bir Derece Mahremdir==<br />
<br />
Geçen kışta bana karşı sû-i kasdların, inayet-i İlahiye ile ve duanızın yardımıyla gelen sabır ve tahammülüm neticesinde akîm kalan planı pek geniş bir tarzda olduğuna delil ise bu yakında Reisicumhur, Afyon’da demiş: “Bu vilayette din cihetinde bir karışıklık çıkacağını zannederdik.”<br />
<br />
Demek, gizli komite beni sıkıştırmakla bir hâdise çıkarmak istiyordular. Bir ecnebi müdahalesi hesabına ve Müslümanlar ve vatan zararına, bütün bütün kanunsuz ve keyfî bir tarzda, damarıma şiddetle dokunan ihanetler ve sıkıntılarla tazipleri, onlara dünyada tam zarar, âhirette cehennem ve sakar ve bize, dünyada mükemmel sevap ve zafer ve âhirette inşâallah cennet ve âb-ı kevseri kazandırır.<br />
<br />
Demek, bu gizli planı Heyet-i Vekile ve Reis hissetmiştiler ki buralarda umum memurlar, hattâ vali ve kaymakam, zabıta benimle görüşmekten kaçıyor ve ürküyordular. Ben de hayret ederdim. Fakat elimizde yalnız Nur bulunduğunu ve siyaset topuzu bulunmadığını, zerre kadar aklı bulunanlar anladılar. Garibdir ki en ziyade lehime çalışması lâzım olan bazı vazifedarlar, aleyhimde istimal ve istihdam edildi.<br />
<br />
Nurcular, çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunmaları lâzımdır. Çünkü manevî fırtınalar var, bazı dessas münafıklar her tarafa sokulur. İstibdad-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken hürriyet fırkasına girer tâ onları bozsun ve esrarlarını bilsin, ifşa etsin.<br />
<br />
Hem Salahaddin’in, Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz:<br />
<br />
“Misyonerler ve Hristiyan ruhanîleri hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü her halde şimal cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hurmet-i riba ile burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp onlara bir imtiyaz verip bir kısmını kendi tarafına çekebilir.” Her ne ise… Bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Çok ehemmiyetli mektuplarınıza bir tek muhtasar cevaba mecburiyetim var.<br />
<br />
Evvela: Sualleri çok nurlu hakikatlerin zuhuruna vesile olan Re’fet’in hem masumlara Kur’an ve Nurları ders vermesi hem kendisi Nur Lem’alarıyla meşgul olması hem tashihatta bana ve Hüsrev’e yardım etmesi hem İstanbul’da Asâ-yı Musa’nın insaflı âlimlerin ellerine geçmesine çalışması, çok şâyan-ı tebriktir. Ve yeni sualine şimdi cevap verilmez, daha zamanı gelmemiş.<br />
<br />
Kahraman Burhan’ın Serbest Fırkasının reisine verdiği cevap güzeldir. Evet Nurcular, siyasetlerle alâkaları olmaz. Yalnız iman hakikatleriyle bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti dinsizliğe ve zındıkaya âlet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler. İnşâallah bir sebep çıkar (Hâşiye<ref>Demokrat çıktı, bir derece kırdı.</ref>) o istibdadı kıracak, masum ve mazlum Nurcuları kurtaracak.<br />
<br />
Fakat çok dikkat ve ihtiyat lâzımdır. Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tabi ve dâhil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad olur. Fakat siyaset hesabına değil belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler, Nurlar namına değil belki kendi şahısları namına girebilir. Hususan mübarek Isparta’nın şimdiye kadar Nurlar medresesi olması ve muarızların dahi ona çok ilişmemesi noktasında, dâhilde tarafgirane vaziyet almamak, muterizlerin nedametine ve hakikate dönmelerine bir vesile olabilir. Siz daha iyi bilirsiniz.<br />
<br />
Salahaddin’in mektubu, birkaç cihette ehemmiyetlidir. Amerika âlimleri elbette Asâ-yı Musa Risalesi’ne lâkayt kalmayacaklar. Eğer dini, din için seven kısmının ellerine geçse fütuhat yapar. Yoksa bazı enaniyetli hocalarımız gibi kıskançlık damarıyla neşrine ve tervicine çalışmaları meşkuktur. Her ne ise… İnayet-i İlahiyeye havaledir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Tahirî’nin İstanbul’a gitmesi, inşâallah hayırdır. Ve Hüsrev’in pek çok vazifelerini tamamen yapması, kanaatim geldi ki Barla’da bulunduğum zaman bütün yazanların tashihatını ve telif hizmetini yapmamda tahakkuk eden büyük inayet ve hârika muvaffakıyet aynen Hüsrev’de, yardımcılarında dahi numunesi var.<br />
<br />
Sâniyen: Tahirî’nin Denizli hapsinde unutulmaz hâlisane hizmeti ile ve Nurlara sarsılmaz sadakatiyle ve yanılmaz zekâvetiyle ve çekilmez bahadırlığıyla, daire-i Nur’da ehemmiyetli makamı için bütün bu defaki mektubunu Lâhika’ya geçirdik. Başta Nur’un şakirdlerinden validesi Zübeyde olarak akrabasına ve rüfekasına selâm ederim. Cenab-ı Hak onlardan ebeden razı olsun, âmin!<br />
<br />
Sâlisen: Nesli Kureyşîlerden Ahmed Kureyşî, muhterem pederiyle ve ammizadesi Ahmed ile Nurların has nâşir ve talebelerinden olması, o havali şakirdlerinin namına Nurlar hakkında güzel manzum fıkraları Lâhika’ya girdi. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin, âmin!<br />
<br />
Râbian: Eğirdir kasabasında, isimlerini yazmadığım gayet ehemmiyetli kardeşlerimiz var. Onlara ve Mehmed Sabri gibi büyük santrala istinaden ve Sabri’nin yazısına benzettiğim dikkatli ve güzel ifadeli bir mektubu çalışkan ve ciddi kardeşlerimizden Çilingir Ali’den aldım. Onun arzusuyla aynını Lâhika’ya geçirdik. Ona ve onu çalıştırana mâşâallah ve veffekakümullah deriz.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık, âlîcenab eski ve yeni kardeş Yeşil Salih!<br />
<br />
Benden, sergüzeşte-i hayatıma ait sorduğun maddelere gayet kısa ve mücmel işaret edilecek. Bir zaman sonra inşâallah başkalar izahla cevap verecekler. Fakat tarihe geçmek ve bu asır âlimlerinin içinde kendi âdi şahsımı nesl-i âtiye göstermek, bildirmek ne isterim ve ne de liyakatim var. Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ederim ki beni bana beğendirmemiş, dehşetli kusurlarımı bana göstermiş.<br />
<br />
Hem insanlara kendini bildirmek, bir şöhret-perestlik olmasından bir enaniyet, bir hodfüruşluk, bir riyakârlık ihtimali var. Bu ise bizim gibilere tam zarardır.<br />
<br />
Hem ben, madem bu asırda maddeten ve manen münferid yaşamaya ve hayat-ı içtimaiyeden çekilmeye mecbur olmuşum; elbette hakkım yoktur ki hayat-ı içtimaiyeyi geçirenler içinde tarihe binip istikbaldekilere görüneyim.<br />
<br />
Yalnız bu cihet var ki Risale-i Nur, bu vatana ve bu millete pek büyük menfaati, mahkemelerin ve ehl-i vukufların müttefikan kararlarıyla tahakkuk etmiş. Bu nokta-i nazarda, benim ehemmiyetsiz, bîçare, perişan, çok kusurlu şahsiyetim değil belki yalnız Kur’an’ın malı ve meali olan Risale-i Nur namına, sizin suallerinize cevap için ben işaretler ederim, sonra da Risale-i Nur ve şakirdleri izahla cevap versinler.<br />
<br />
Evvela: Otuz sene evvelki hayatımın tarihçesini merhum Abdurrahman yazmış, tabedilmiş.<br />
<br />
Sâniyen: Risale-i Nur’un zuhur zamanının bir nevi tarihçesi Eskişehir hapsinin müdafaanamesiyle (Yirmi Yedinci Lem’a olmuş) ve Denizli hapsindeki Müdafaa Risaleleriyle (On Birinci ve On İkinci Şuâ) İhtiyarlar Lem’ası ve Âyet-i Hasbiye Risalesi ve On Altıncı Mektup’la Hücumat-ı Sitte ve İşarat-ı Selâse ve İşarat-ı Seb’a risaleleri gibi Nur eczaları, suallerinize tafsilen cevap vermek için mahkeme bana iade ettiği ve şimdi elimde bulunmayan risaleler, bir zaman elinize gelecek. İnşâallah sizi hiç unutmayacağım. Bu halimde bu alâkadarlığınız, benim çok ağır sıkıntılarımı hafifleştirdi. Allah senden razı olsun, âmin!<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Bir bîçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan Cevşenü’l-Kebir hakkında ve akıl haricindeki sevap ve faziletine dair bir hadîsi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: “Râvi, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Mesela, içinde der: Bu duaya Kur’an kadar sevap verilir. Hem göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe, kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez.” diye Risale-i Nur’dan imdat istedi.<br />
<br />
Ben de Kur’an’dan ve Cevşen’den ve Nurlardan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki ona dedim:<br />
<br />
Evvela: Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dal’ında on adet usûl var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.<br />
<br />
Sâniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve [[İsm-i Azam|ism-i a’zamın]] mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi hem en mükemmel ve câmi’ meyvesi olan Zat-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail aleyhisselâmdan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş.<br />
<br />
Demek, o pek fevkalâde ve acib sevap, Zat-ı Ahmediye’nin (asm) velayet-i kübrasından ona gelmiş. Küllî, umumî değil. Belki o duanın mahiyetinde böyle hârika bir kıymet var ve ism-i a’zam mazharı olan zatın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevap mümkündür. Fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa muvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.<br />
<br />
Sâlisen: O dua, nasıl ki Zat-ı Ahmediye’ye baktığı vakit mübalağadan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor. Öyle de o duadaki yüzer esma-i hüsnanın hakikatlerine baktığı zaman, değil mübalağa belki onların nihayetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sadık (asm) haber vermiş ve teşvik için mübhem ve mutlak bırakmış. Sonra mürur-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vaki ve külliye telakki edilmiş.<br />
<br />
Râbian: “Yirminci Lem’a-i İhlas”ta bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir cennet verilmesine dair olan bir hâşiye var. Ona da bak, gör ki o koca cennetin verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil belki insan nasıl hususi hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahiptir; öyle de zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla bir nevi mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir.<br />
<br />
Hem koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lambamdır diyebilir. Demek bazı fevka’l-had, hârika ve akıl haricindeki bir kısım sevaplar, bu mezkûr hakikate bakar.<br />
<br />
Hem İslâmiyet’te her sevabın, her fazilet-i a’malin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada, bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevap ve feyzi kazanan Zat-ı Ahmediye (asm) hususi virdler ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil belki velayet-i Ahmediye noktasında ve umumî olmayan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder. [[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#33|{{Arabi|وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#34|{{Arabi|لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا اللّٰهُ}}]] dedim.<br />
<br />
O vesvese edip şüphelere düşen adam, lillahi’l-hamd kurtuldu, tam kanaati geldi. Belki sizin bazılarınıza faydası var diye size de gönderdim.<br />
<br />
Umumunuza binler selâm…<br />
<br />
==Bu Fıkra Bir Derece Mahremdir, Yalnız Haslara Mahsustur==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Çok defa hatırıma geliyordu ki: Neden herkesten ziyade medreseden çıkanlar Risale-i Nur’a sarılmaları lâzım iken, en ziyade çekinen, onlardan resmî vazifeyi alanlardır?<br />
<br />
Şimdi birden hatıra gelen cevabın biraz kısmını beyan etmek lâzım geldi.<br />
<br />
Evvela: Gizli münafıklar, aleyhimizde büyük makamlarda olanların bir kısmını istimal ederek resmî bir tarzda şiddetli propaganda etmelerinden, bütün resmî memurlar ürkmeye ve çekinmeye mecbur olmuşlar. Onlar içinde dahi enaniyetli ve evhamlı ve bid’aları kabul eden hocalar, daha ziyade çekinmeye başlamışlar; kendilerine bir özür, bir bahane aramışlar.<br />
<br />
Risale-i Nur’dan “İşarat-ı Seb’a”nın bid’acılara şiddetli tokadı ve “Sekizinci ve On Sekizinci Lem’a”da İmam-ı Ali’nin (ra) “Ercuze”de, ulemaü’s-sû hakkında dehşetli tokadı ve bid’alara bir derece ve bir cihette müsait olan Vehhabîlik mezhebini perde altında kabul edenler “Yirmi Sekizinci Mektup”un Vehhabîler hakkındaki meselenin tokadı ve Kur’an tercümesini yapan ve Kur’an yerinde tercümesinin okunmasına cevaz gösterenlere Risale-i Nur’un şiddetli tokatları ve derd-i maişet zarureti ve mevki-i içtimaîde haysiyetini düşünmeleri sebebiyle hocalar hattâ İstanbul’un eskide dost hocaları kaçmaya ve az bir kısmı tenkide çalışmaya; hattâ Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’ye adâvetleri bulunan müfrit Vehhabîlik hesabına Risale-i Nur’un Âl-i Beyt ve İmam-ı Ali’nin bir manevî hediyesi ve eseri olmasından itiraz etmeye başlamışlar. Fakat biz İstanbul âlimlerinden kızmıyoruz belki bir cihette memnunuz. Çünkü başkalara nisbeten ilişmiyorlar.<br />
<br />
Hem merhum Fetva Emini Ali Rıza ve merhum Ahmed Şiranî ve merhum Şevket Efendi ve merhum Mehmed Âkif gibi insaflı, Risale-i Nur’u fevkalâde takdir ve tahsin eden o muhterem ve merhum zatların hatırı için biz, İstanbul hocalarına dostuz, onlardan gücenmeyiz. İnşâallah bir zaman “Yirminci Lem’a-i İhlas” kendini onlara okutturacak, o eski dostları da yeni dostlar yapacak.<br />
<br />
Kardeşlerim! Herkes sizin gibi sebatkâr olamaz. Perde altında Nurcuların kuvve-i maneviyelerini kırmak için bazı hocalar vasıta oluyorlar, aldanmayınız ve sarsılmayınız. Ve onlarla münakaşa etmeyiniz, mümkün oldukça dostane muamele ediniz. Biz onlarla kardeşiz deyiniz ve bu pusuladaki noktaları unutmayınız tâ sizi aldatmasınlar.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
Hüsrev’in himmetiyle daireye giren ve Nur’un yeni şakirdlerinden bana mektup yazan Hatice ve Râbia, haslar içinde kabul edildiler. Ve çok alâkadar olduğum Barla’da hararetle Bahri ve evladı ve Eyyüb ve Ali ve Mehmed ve Süleymanların gayretleriyle Nurlar dersine çalışmaları, beni sevinçle ağlattırdı. Ben bütün Barla halkına, hususan Süleymanlar ve Bahri ve Mehmedler ve Mustafalar, eski zamanda Nurlara kıymettar hizmet eden Şamlı Hâfız Tevfik ve mübarek Hâfız Hâlid ve imam Hakkı Efendi ve Muhacir Hâfız Ahmed ve evladı ve ahfadı ve Şem’î ve bana çok hizmet eden Abdullah Çavuş ve oradaki komşularıma ricalen ve nisaen binler selâm ve dua ederim ve mübarek aylarda dualarını isterim.<br />
<br />
Bahri ve evlatları üç Asâ-yı Musa yazdıklarını şimdi haber aldım. Muhacir Hâfız Ahmed ile Barla’da kardeşlerimizin hesabına hem Kâzım’ın hem berber Mehmed’in ciddi hâlisane mektupları Lâhika’ya girmeye hak kazandılar ve Bahri’nin güzel manzumesi, küçük bir Medrese-i Nuriye hesabına tam girebilir.<br />
<br />
Medar-ı hayret bir latîf inayettir ki Büyük Mustafa’yı (rh) aynen merhum Abdurrahman gibi hem sadakatiyle hem kalemiyle hem iktidarıyla Nurlara hizmet edeceğini kalbime ihtar edilmesiyle o zamanda Abdurrahman’ın vefatını unutmaya çalıştım. Hakikaten Küçük Ali, o hatıra-i gaybiyeyi kalem cihetinde dahi tam tamına tasdik ettirdi. Kardeşinin kalemini kendisi aldı. Sarı bıçağı, elmas kılıncı yaptı. Demek o zaman, onu da mübarek Mustafa’nın ruhunda hissetmiştim.<br />
<br />
Hem Muhacir Hâfız Ahmed’i hem bana hem Nurlara alâka ve sadakat noktasında Nurların birinci talebesi ve fedakâr bir nâşiri kalben hissetmiştim. Halbuki kalemle hizmete muvaffak olamadı. Çok defa o gaybî hissimi tahattur ederdim. Sonra birden hem oğlu Kâzım hem damadı Bahri hem diğer damadı berber Mehmed ondan his ve ümit ettiğim metinane hizmeti fevkalâde bir alâka ve sadakatle tam tamına yerine getirmeye, çalışmaya başladılar. Hattâ hafideleri dahi masum şakirdler içine girmişler.<br />
<br />
Umuma selâm…<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#1|{{Arabi|بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ}}]]<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#3|{{Arabi|اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ}}]]<br />
<br />
Aziz, sıddık, bahtiyar, vefakâr, faal, sebatkâr kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Tekraren hem sizin receb-i şerifinizi ve Leyle-i Regaibinizi tebrik hem Safranbolulu kardeşlerimizin tebriklerine mukabeleten şuhur-u selâselerini ve dört leyali-i mübarekelerini ve Nurlarla gayet ciddi alâkalarını tebrik ederiz. Ve oranın şakirdleri namına yazılan tebrikname mektubunda benim pek çok kusurlu şahsıma verdikleri unvanları ve senaları, Halil İbrahim’in bazı mektupları gibi ta’dil ile Risale-i Nur’a çevirip Lâhika’ya girmesini istedim. Fakat şahsım pek sarîh bir tarzda mevzu yapıldığı için yakıştıramadım, şimdilik geri kaldı.<br />
<br />
Kardeşlerim! Kat’iyen biliniz: Şan ve şeref ve hodfüruşluk ve kendine güvenmek ve şahsımı beğendirmekten ürküyorum ve kaçıyorum ve şahsıma karşı medihlerden hoşlanmıyorum. Yalnız Risale-i Nur’a karşı sadakat ve kanaate bir emare olmak cihetiyle, bazı müfritane tabirleri, ya hatırları için veya hüsn-ü zanlarını kırmamak fikriyle kısmen ta’dil ile kabul ve sükût ederim. Fakat iki İhlas Lem’aları ve mesleğimizin “hıllet” ve “ihlas” ve “uhuvvet” esasları, bu tarz medihlere müsaade etmez. Hem bu benlik ve enaniyet asrında ve şöhret-perestlerin nazarında Nurların safiyetine ve hâlisiyetine zarar verebilir.<br />
<br />
Sâniyen: Hıfzı’nın iki masumunun yazdıkları Asâ-yı Musa ve Rehber ve Küçük Sözler bizi mesrur eyledi. Yüz mâşâallah! Böyle binler Nurcu masumlar, istikbali nurlandıracaklar.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#1|{{Arabi|بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ}}]]<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#3|{{Arabi|اَلسَّلَامُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللّٰهِ وَ بَرَكَاتُهُ}}]]<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Bu şuhur-u mübarekede, Nurcuların şirket-i maneviyesine inşâallah pek çok kudsî servet girecek. Her bir Nurcu, binler lisanla ve yüzer kalemle çalışacak gibi kâr kazanacak. Ve bu mübarek ve çok bereketli aylarda beş tarzda ibadet sayılabilen kalemle Zülfikar-ı Mu’cizat mecmuasına hizmet edenler, tam bahtiyardırlar. Fakat yazıdan ziyade, sıhhatine dikkat etmek lâzım ve elzemdir.<br />
<br />
Bugün de tatlı iki manidar tevafuku gördüm. Kanaatim geldi ki benim bugünlerde zahmetler içinde Asâ-yı Musa tashihinde sıkıntılarıma mukabil, inayet-i İlahiye ücretimi ve tayinatımı şirin bir surette veriyor.<br />
<br />
Birisi: Kahraman Tahirî’nin teberrük olarak getirdiği tatlı lokmalar, acib bir bereketle, her gün ikişer üçer yediğim halde bitmiyordu. Hayret ederdim. Bugün âdetimle iki alacaktım; baktım yalnız iki tane kalmış, iktisat için birisini aldım. Aynı saatte, Hıfzı’nın iki masum evladının, bir kutu içinde yazdıkları nüshalar altında şekerden, ekmekten, aynen Tahirî’nin lokmaları gibi hem onun miktarında elime verildi.<br />
<br />
Ben bu tatlı tevafuktan zevk alırken, dünkü gün aynı saatte çok hararetim vardı, çok su içiyordum. Canım, üryani erik hoşafı istedi. Ben bilmiyordum, unutmuştum; şiddetli bir arzu ile hararetimi teskin edecek eskide alıştığım ve çok istimal ettiğim üryani erik, bir kutu içinde ve Âsiye’nin has arkadaşlarından Nurcu Şerife Hanım’ın şekeriyle elime verildi.<br />
<br />
Ben de bu çok tatlı tevafukun hatırı için hem masumların hem onların teberrüklerini yüz misli kadar kabul ettim.<br />
<br />
Umumunuza binler selâm…<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık, sarsılmaz, usanmaz, çekinmez, çekilmez kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Bu yaz, derd-i maişet cihetiyle ve bu şuhur-u selâse ibadet haysiyetiyle bir derece Nurların kitabetine fütur verebilir diyenlere beyan ederiz ki: Bilakis, yazmaya şevk verir ve vermek gerektir. Çünkü Nur’un hizmeti hem maişet hem rahat-ı kalbe bereketleriyle yardım ettiği gibi; ibadet-i tefekkürî nevinden olması cihetiyle, mübarek ayların sevaplarına büyük yardımı olur.<br />
<br />
Sâniyen: Nur’un bir şakirdi bana dedi ki: Geçen sene daha Nurlar bize teslim olmadan ve hususi bir iade neticesinde burada rahmet dahi hususi bir derece tezahürüyle demiştin ki: “Ne vakit tam serbestiyetle Nurlar okunsa ve yazılsa ve bize iade edilse yağmurla rahmet tam olacak.” haber vermiştin. Hakikaten bu baharda hem Asâ-yı Musa her tarafta merakla yazılması ve okunması hem Zülfikar-ı Mu’cizat yazılmasına şevkle başlanması, bu emsalsiz rahmete bir vesile olduğuna kat’î kanaatim geliyor, dedi.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Hüsrev’le bir ruh iki ceset ve kendisi, bahadır biraderiyle Nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan kahraman Rüşdü’nün acib bir el makinesini Nurlar için celbine çalışması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyenin mukaddimesidir. İnşâallah yine Nurlar, Nurcuların lâyık elleriyle kalemleri gibi tab ve neşredilecek; yabani ve lâyık olmayanlara muhtaç olmayacak. Fakat her şeyden evvel sıhhatli ve yanlışsız ve güzel bir tarzda makine ile mümkün ise evvel eski harfle yazılsa sonra yeni harfle daha münasiptir. Sizlerin isabetli tedbirinize havale ediyoruz.<br />
<br />
Sâniyen: Konyalı Sabri’nin Re’fet’e yazdığı mektubunu gördüm, ondan bildim ki bu Sabri, öteki Sabri gibi gayet hâlis ve samimi ve çalışkan bir Nurcudur. Bin bârekellah hem ona hem onu teşvik ve teşci eden ve hocaların yüzlerini ak eden Konya âlimlerine. Başta müfessir mübarek Hoca Vehbi olarak onlara ve oradaki Nur şakirdlerine çok selâm ederiz ve bu mübarek şuhur-u selâsede dualarını isteriz.<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#5|{{Arabi|اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى}}]]<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Sekiz sene çoluk ve çocuğuyla sadakatle bana hizmet eden ve evlat ve ahfad ve refika ve damatlarıyla Nurlara ciddi çalışan ve ders ve vaazlarını bütün Nurlardan veren ve vefatından on dakika evvel dünyaca en ehemmiyetli vasiyeti, kendinin Nur Risalelerini tekmil için Şamlı Hâfız’a rica eden, vefatından iki gün evvel bana mektup yazıp benim aynı vakitte Sava’yı Barla’ya tercih ederek Sava mezaristanında defnimi arzu ettiğimi sizlere yazdığımı sadakatin kerametiyle hissedip bana mukabele ve itiraz tarzında o mektubunda der: “Sen Barla’yı ikinci vatanımdır, dediğin halde neden ona gelmiyorsun, başka yerleri tercih edersin? İptida-i medrese-i Nuriye Barla’dır, senin mezarın orada olmalı.” diye bana ihtar etti.<br />
<br />
İki gün sonra –size yazdığım daha size yetişmeden– onun mektubunu hem Şamlı Hâfız ikinci sahifesinde yazdığı vefat haberini aldığım merhum Muhacir Hâfız Ahmed’in (rh) dünyadan göçmesi, aynen Abdurrahman gibi beni çok sarstı, ağlattırdı [[Bakara 156|{{Arabi|اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ}}]] dedirtti. Binler rahmet onun ruhuna insin, âmin! Kabri de hanesi gibi Kur’an ve Nur’un bir menzili olsun, âmin!<br />
<br />
Şüphem kalmadı ki bu zahir sadakat kerameti, Nurcuların imanla kabre gireceklerini ispat ediyor ve hüsn-ü hâtimeye mazhardırlar. Benim tarafımdan onun akrabasını taziye ediniz ve ben bütün dualarımda onu hissedar ediyorum diye tebliğ ediniz.<br />
<br />
Sâniyen: Kardeşimiz Re’fet bana yazıyor ki: “İstanbul’da Nurlara çok ihtiyaç var ve ekmek gibi herkes muhtaçtır. Ve kardeşlerimizden ve Nurlarla çok alâkadar ve çok okumuş ve Nurcu olan Yeşil Şemseddin, Nur’un hakikatlerinden ders verdiğinden vaazında binlerle adam bulunur.<br />
<br />
Hem Re’fet der: “Bundan anlaşılıyor ki Risale-i Nur, bu millete her gün ekmek gibi lâzımdır.”<br />
<br />
Hem bir kısım Nurları, ehemmiyetli zatlara vermiş ve “Zülfikar-ı Mu’cizat”ın benim tashihimden geçmiş bir nüshasını istiyor.<br />
<br />
Umuma birer birer selâm ve dua ederiz ve dualarını isteriz.<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#5|{{Arabi|اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى}}]]<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
Hüsrev’i tashihte ve tevzide ve tedbirde ve muhaberede ve Nurların neşir ve yetiştirmesinde tebrik ve muvaffakıyetine dua ederiz. Bu ehemmiyetli vazifelerle beraber; yine o şirin ve parlak kaleminin yazılarını çok nüshalarda görüyoruz. Hem müstakil nüshaları da yazıyor, mektubundan anlıyorum.<br />
<br />
Şimdi birden Sava medrese-i Nuriyenin Hacı Hâfız’ı ve merhum Hâfız Mehmed’i ve kardeşlerini ve Mehmedlerini ve Ahmedleri ve masum Nurcuları ve mübarek ihtiyar ve sair kahraman şakirdlerini düşündüm. Hayatım müddetince ona yakın olmak bütün canımla istedim ve vefattan sonra onların mezaristanında defnolmamı arzuladım.<br />
<br />
Birden ihtar edildi ki: “Gerçi Medresetü’z-Zehranın merkezi olan Isparta vilayetinde maddeten bulunmak çok cihetle faydalı, saadetlidir fakat Nur’un mesleği ve Nurcuların meşrebi cihetiyle daima berabersiniz. Zaman ve mekân, perde olamazlar. Şarkta, garpta, şimalde, cenupta, dünyada, berzahta bulunsanız manen bir mecliste beraber sayılırsınız. Onların manevî yardımları daima birbirine oluyor ve sana da gelir.” diye beni teskin etti.<br />
<br />
Ben dedim: Madem şimdi her tarafta Nurlara kuvvetli ve kesretli eller sahip çıkıyorlar ve tam muhafaza ve neşrine çalışıyorlar, elbette ben bir parça istirahat etsem tembellik olmaz.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Geçen mübarek Leyle-i Beratınızı ve gelecek ramazan-ı şerifinizi tebrik ederiz. Bu sene Berat Gecesi, Nurcular hakkında çok bereketli ve kerametli olduğuna bir emaresini hayretle gördük. Şöyle ki:<br />
<br />
Ben Berat Gecesinden az evvel Asâ-yı Musa tashihiyle meşgul iken bir [[güvercin]] pencereye geldi, bana baktı. Ben dedim: “Müjde mi getirdin?” İçeriye girdi, güya eskiden dost idik gibi hiç ürkmedi. Asâ-yı Musa (Hâşiye<ref>Evet, biz gözümüzle gördük.<br /><br />
<br />
Evet Nureddin, Evet Mehmed, Evet İsmail</ref>) üstüne çıktı, üç saat oturdu; ekmek, pirinç verdim, yemedi tâ akşama kaldı, sonra gitti, tekrar geldi. Berat Gecesinde tâ sabaha kadar yanımda kaldı. Ben yatarken başıma geldi, Allah’a ısmarladık nevinden başımı okşadı, sonra çıktı gitti. İkinci gün, ben teessüf ederken yine geldi; bir gece daha kaldı. Demek bu mübarek kuş hem Asâ-yı Musa’yı hem beratımızı tebrik etmek istedi.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Kastamonu Hüsrev’i ve Süleyman Rüşdü’sü olan Mehmed Feyzi ve Emin’in, Üstadlarının Kastamonu’daki hayatının bir tarihçesini, hüsn-ü zanla haddimden çok fazla senalarını tebdil etmeyerek kabulümün sebebi şudur ki:<br />
<br />
Bugünlerde Afyon’un büyük memuru, bir çavuşu bana ihanete vasıta yapıp güya teveccüh-ü âmmeyi hakkımda kırarak tâ bu vilayet, Denizli, Isparta gibi Nurlara tam sahip çıkmasın ve Nurlar parlamasın. Gerçi ben tahammül ettim fakat buranın yeni şakirdlerinin teessürlerinden müteessirdim. Düşünürken, Mehmed Feyzi’nin bu samimane ve âlimane, hürmetkârane mektubu, o herifin ve o âmirinin ihanetlerini yüzlerine vurup hiçe indirerek teessüratımı tam sildi, süpürdü. Binler derece o iki bedbahttan yüksek olan iki Nurcunun böyle medih ve hürmetleri, onların kanunsuz cebir ve ihanetlerinin aynı zamanda tam tamına tevafuku, Feyzi ve Emin’in sadakatlerinin bir kerameti olduğuna kanaat ettiğimdir.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
Kardeşlerim!<br />
<br />
Şimdi tebeyyün etti ki: Beni karakola çağırmak, lüzumsuz bahanelerle beni hükûmete celbetmekte maksat, ihanet ve halkın nazarında ehemmiyetsizliğim ve bana müttehem vaziyeti vermek için idi. Şimdi tahammülüm kalmadı. Mümkün oldukça oraya beni çağırmamak lâzımdır. Ceza hâkimini görünüz. Bana bir dava vekili tarzında bir adamı bulunuz, benim bedelime lüzum olsa karakola gitsin. Yirmi beş sene münzevi bir adam, böyle ihanetkâr insanlarla görüşmek, işkenceli bir azaptır. Ben sekiz sene, Kastamonu’da bir tek defa valinin ısrarıyla yanına ve iki defa da polishaneye gittim. Burada sebepsiz on defadan geçti. Ben, daha gidemem. Hem doktordan bir rapor alınız yoksa bu şehre maddî ve manevî zarardır.<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
Hüsrev’in müdafaatımda yazılan dört zelzele meselesini tasdik eden bu geceki şiddetli dört defa zelzele, bana ve Nurlara ve bu memlekete kat’î bir sû-i kasd eseri olarak hükûmet içinde hizmetçime bağırarak bana tahkirkârane ihanet ve şetmedip “Git ona söyle!” diyen ve kaymakamın emr-i cebrîsiyle “Hasta da olsa buraya getiriniz!” bekçilere ve jandarmalara emir veren ve Afyon’un perde altındaki büyük memura dayanan karakol çavuşu hem Nur şakirdlerinin şevklerine hem Nurların burada yazılmasına hem bana ehemmiyetli sıkıntı vermesinin aynı vakitte, böyle burada görülmeyen bu şiddetli zelzelenin gelmesi gösteriyor ki Risale-i Nur bir vesile-i def’-i beladır; tatile uğradıkça bela fırsat bulup gelir.<br />
<br />
Nurlara az zamanda çok hizmet eden Mustafa Osman’ın gayet tevazukârane ve mahviyetkârane mektubu, tam onun hâlisane sadakatini ve ihlasını ispat edip on beş senelik haslarla omuz omuza geldiğini gösterir. Zaten yazdığı Asâ-yı Musa mecmuası, kuvvetli bir delildir. İşte bu dakikada bunu yazarken yine hafif zelzele başladı.<br />
<br />
==Emirdağı Zabıtasıyla Bir Hasbihal==<br />
<br />
“Hem insaniyet namına istediğim bir hukukuma karşı yapılan, hayretimi mûcib acib bir muamelenin sebebi nedir?” diye bir sualim var.<br />
<br />
Birincisi: Bir seneden beri sakladığım şekvamı vermedim. Şimdi zabıtanın vasıtasıyla Ankara makamatına vermek üzere, bir zata gönderdik. Dedim: Afyon Emniyet Müdürü insaflıdır. Ona da bir suret elden gönderdim. Ondan istirahatime dair bir eser beklerken bilakis beni sıkıştıran zatlara yazmış: “Bu güzel yazı onun değil, kim yazmışsa tahkik ediniz.”<br />
<br />
Acaba çok kuvvetli ve ayn-ı hakikat o şekvayı nazara almayıp lüzumsuz, ehemmiyetsiz, zararsız bir yazıyı merak etmek, benim istirahatimi bozmak; bin liraya ehemmiyet vermemek, beş paraya çok ehemmiyet vermek gibi olmaz mı? Yüz otuz risalelerden binler nüshaları ayrı ayrı yazılarla üç mahkeme inceden inceye tetkikten sonra ve onları yazanların mühim bir kısmı benimle beraber mahkemede bulunmaları ve zerre kadar medar-ı mes’uliyet olmadığı halde “Kim ona yazıyor diye tahkik ediniz.” demek yüzünden bir kanun, bir maslahat var mı? Bir bîçareyi bu bahane ile karakola çağırmak, endişe vermek ve bilhassa benim ihbarımla istemek ne lüzumu var? İşte ben size haber veriyorum: Eğer arzu etsem binler adam yazılarımı yazacaklar hem her tarafta millet ve vatan menfaatine yazıyorlar.<br />
<br />
İkincisi: İnsaniyet namına sizden isterim ki tâ bayrama kadar benim yüzümü dünyaya çevirmeyiniz. Ben sizi düşünmediğim gibi siz dahi beni unutunuz. Bu mübarek aylarda benim gibi dünyadan küsmüş bir bîçareyi, âhiret zararına gayet ehemmiyetsiz dünya işleriyle meşgul etmeye mecbur etmeyiniz.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
Bu manidar yeni zelzeleyi merak ettim. Kalben dedim: Eğer sair yerlerde bu şiddetle olmuşsa herhalde Nur şakirdlerine dahi yine bir tecavüz var. “Yoksa benim yalnız mektubumla alâkadardır?” diye sordum. Dediler: Yalnız Ankara hafif, Afyon ve Eskişehir ve bu Emirdağı’nda ve en şiddetlisi bu kasabada olmuş. Fakat medar-ı hayrettir ki dört defa şiddetli olduğu halde, hiçbir zarar olmadı.<br />
<br />
Bunun bir hikmeti budur: Kat’î emir verilmiş ki “Said’i cebren hükûmete getiriniz!” Bekçiler ve bir onbaşı gelmişler. Kapımı kapamıştım, kilitlemiştim. Onlar demişler: “Biz istifa ederiz, onun kapısını kırmayacağız.” Dönmüşler, gitmişler.<br />
<br />
Demek bu hususi zelzele, müdafaatımdaki zelzeleler gibi Risale-i Nur’la alâkadardır ki bu defa hususi kaldı hem şiddetiyle beraber zararsız geçti. Eğer Nur’un buradaki küçücük medresesinin kapısını kırsaydılar elbette tokat ciddi olacaktı, yalnız ihtar için olmayacaktı.<br />
<br />
Gerçi bu taarruz cüz’î ve hafif idi fakat ben gizlemem ki hiç bu defa gibi damarıma dokunmamıştı. Fakat Nur ve Nurcuların hatırı için hârika tahammül ettim. Çünkü o bedbaht, hükûmette, vazife sandalyesinde bana şetmedip hizmetçime der: “Git, ona söyle!” Hükûmetin nüfuzunu serseri şahsına mal ederek meydan okumuş ve Eski Said’in bende irsiyet kalan damarıma çok ilişti. Fakat fevkalâde ehemmiyetli olan sükûn ve temkin ve itidal-i dem ve sabır ve tahammülün kat’î lüzumu beni teskin etti.<br />
<br />
Sâlisen: Marangoz merhum Barlalı, hârika sadakatli Mustafa Çavuş’un tam yerine geçen Medrese-i Nuriyenin tam çalışkan kahramanlarından Marangoz Ahmed’in benim için Sava’nın Davraz Dağı’nda berzahî ve uhrevî bir menzil, bir mezar düşünmesi ve yazması, beni çok sevindirdi ve hazînane ağlattırdı.<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Tekrar mübarek ramazanınızı tebrik ederiz. İki kahraman kardeşin ve Mu’cizat-ı Ahmediye’de yedi çocuğun bir cihette bir sekizincisi hükmüne geçen Süleyman Rüşdü’nün mübarek kerîmesinin makine ile Zülfikar-ı Mu’cizat’a çalışmasını ve Hüsrev ve Tahirî’nin şirin ve dikkatli yazılarını teksir etmeye fedakârane deruhte etmelerini bütün ruh u canımızla onları tebrik ederek, şimdiye kadar pek fevkalâde Nurlara ettikleri kıymettar ve meyvedar sâbık hizmetlerine karşı, Risale-i Nur hesabına binler mâşâallah ve bârekellah ve veffekakümullah deriz. (Hâşiye<ref>Latîf bir tevafuktur ki bir aydan beri burada hiç yağmur gelmiyordu ve kalbimiz dahi malûm taarruzdan Nurculara gelen füturdan ağlıyordu. Birden Hüsrev’in iki gün evvel makine müjdesi ve Nazif’in bugün tafsilli mektubu ve makinenin yazısının numunesi elime verildiği aynı zamanda –ve bana hizmet edenler– Eskişehir ezan-ı Muhammedîyi okumaya başlaması ve malûm çavuşa bana ihanet için emr-i cebrî veren adam tokat yediğini dedikleri aynı vakitte rahmet yağmuruyla çoktan ağlayan mahzun kalplerimizin büyük ferahlarına ve sevinç ve inşirahlarına tam tamına tevafuku ve tetabuku, inşâallah bir fâl-i hayırdır.</ref>)<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık, fedakâr kardeşlerim!<br />
<br />
İnebolu kahramanlarının tebrik mektuplarında iki tevafuk ve iki kuşun garib ziyaretleri çok manidardır. Evet, benim bir tek mektubumu yazan bir tek adamın hükûmetçe araştırılması ve ehemmiyetle bakılması tazyiki zamanında, şahsımdan binler derece daha ziyade konuşan ve tesirli ders veren Risale-i Nur’un Zülfikar-ı Mu’cizat’ın bin nüshaları ve bin dille ve binler mektubatıyla şimdiye kadar çok rakipleri bulunan ve takip edilen ve mümaşata tenezzül edemeyen Ahmed Nazif’in kalemiyle serbest ve mümanaat görmeden yazılmasına; değil yalnız kuşlar belki melekler ve ruhanîlerden bir kısım, temessül edip bu hârika muvaffakıyeti tebrik etseler yine çok değil.<br />
<br />
Biz dahi o küçük Isparta kahramanlarına binler bârekellah ve mâşâallah ve veffekakümullah deriz. Bütün ruh u canımızla onları tebrik ederiz ve bu pek büyük vazifede ihtiyat ve dikkatin lüzumunu ihtar ederiz.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
İnebolu civarında bulunan ve Nurlara güzel kalemiyle çok hizmet eden kardeşlerimizden Mehmed Zekeriya’nın bir mektubunu aldım. Endişelerimi izale edip beni mesrur eyledi. Şimdi Nurların bir vazifesi olan, çocuklara Kur’an okutmak ve iman derslerini vermek hizmetiyle meşgul olduğunu yazıyor. Ona yazınız ki: Bu hizmetin, aynen eskide Nurlara çalışmanız gibi kıymetlidir.<br />
<br />
Hem senin yazdığın kesretli risaleler, senin bedeline Nurların neşrine hizmet ederler. Merak etmesin; o, eski makamını muhafaza ediyor.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
Bugünlerde rahatsızlık için Evrad-ı Bahaiye’yi ezber değil, kitaba bakarak okudum. Âhirinde ihtitam-ı Bahaiye olan hâtimesini bilemediğimden eskiden beri okumuyordum. Haydi bu defa bunu da okuyayım dedim. Gördüm ki: Bir sahifede ve uzun altı buçuk satırında, on dokuz defa “nur, nur, nur” kelimeleri… Kat’î kanaatim geldi ki: Şah-ı Nakşibend, Gavs-ı A’zam gibi Risale-i Nur’u ve kudsî hizmetini keşfen müşahede edip tahsinkârane haber vererek ona işaretler ediyor. Ben de yalnız o altı satırı ve baştaki satırı ve âhirdeki satırı ile otuz senelik Bahaiye virdime, o meleklerin Nurların intişarına muavenetleri niyetiyle ilhak eyledim.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Isparta’nın acib yangınında musibetzedelerin elemlerine ben cidden iştirak ediyorum. Çünkü müteaddid vecihle ben Ispartalı olduğum gibi o mübarek şehir, taşıyla toprağıyla nazarımda çok ehemmiyeti var ve Nurların Camiü’l-Ezheri ve Medresetü’z-Zehrasının merkezi hükmündedir.<br />
<br />
Benim tarafımdan o musibetzedelere deyiniz ki: “Nass-ı hadîsle, böyle musibetlerde ehl-i imanın zayi olan malları tam sadaka hükmündedir. Hususan bu zamanda, yüz sadaka kadar o fâni malları, bâki ve daha çok ebedî mallara inkılab ederler. Onun için sabır içinde bir cihette şükretmek gerektir. İnşâallah dünyada dahi o keffaretü’z-zünub olan zayiatın yerine Erhamü’r-Râhimîn ihsan eder. Geçmiş olsun, başınız sağ olsun, faydasız merak etmeyiniz.” deyiniz.<br />
<br />
Sâniyen: Bu çeşit kazaların bir sebebi, beşerin çirkin bir hatası bulunmasından bu ramazan-ı şerifin hürmetini ve kıymetini muhafaza etmek ve Nurları himaye etmeye, her yerden ziyade Nurların menbaı ve medresesi olan Isparta borçludur ve vazifesidir. Ve sefahetlere karşı şeair-i İslâmiyeyi muhafaza etmekle mükelleftir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
Hem mesela [[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#35|{{Arabi|لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ}}]] beyanında “Bu hitap zahiren Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselâma müteveccih ise de zımnen hayata ve zevi’l-hayata râcidir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünkü küllî hakikat-i Muhammediye (asm) hem hayatın hayatı hem kâinatın hayatı hem [[İsm-i Azam|ism-i a’zamın]] tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından o hitap, doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.<br />
<br />
Hem mesela, felsefeye temas eden bazı cümleler “Mürur-u zamanla kabuk bağlamış, sonra toprağa inkılab etmiş, sonra nebatat husule gelmiş, sonra hayvanat vücuda gelmiş.” gibi tabirler, icad ve hilkat-i İlahî noktasında felsefîdir ki Risale-i Nur’un sanat ve icad-ı İlahî cihetindeki beyanatına münasip düşmüyor.<br />
<br />
Kardeşim Abdülmecid!<br />
<br />
Her ne ise bu küçücük kusurla beraber sen, haşir hakkında, Nur’un emsalsiz hüccetlerinden tam ve mükemmel bir ders alıp Eski Said’in mümtaz bir şakirdi olduğun gibi inşâallah Risale-i Nur’un dahi mükemmel bir şakirdi ve dikkatli bir muallimi olacağına kuvvetli bir hüccettir. Ben müsait bir vakitte bazı kelimeleri ya ıslah veya ta’dil ederek “Haşir Meselesine Bir İzahlı Hâşiye” namında Lâhika’ya dercetmek için senin gibi Nur’dan tam ders alanlara göndereceğim.<br />
<br />
Sen evlatlarınla beraber başta Fuad, her gün dualarımda ve manevî yanımda bulunuyorsunuz. Ve senin şimdi vazife-i resmiye cihetiyle çocuklara Kur’an-ı Azîmüşşan’ı okutmanı bütün ruh u canımla tebrik ediyorum. Bin bârekellah derim.<br />
<br />
Hem civarınızda hem memlekette bütün dost ve akrabalara selâmımı tebliğ ediniz. Şimdi Zülfikar-ı Mu’cizat ve Asâ-yı Musa mecmuaları teksir makinesiyle iki merkezde tabedilmesinden, sen bütün kuvvetinle ve tashih cihetinde güzel kalemin ile ve dikkatli ilmin ile tam alâkadar ol.<br />
<br />
Kardeşiniz Said Nursî<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
Re’fet ameliyat oldu mu? Ne haldedir? Merak ediyorum. Ona çok dua edildi. Savalı kahraman Ahmed’in kerîmesi Hatice’nin yazdığı Asâ-yı Musa mecmuasını kahraman Tahirî, İstanbul’da birisine emaneten bırakmış. O nüsha hanımları Nurculuğa teşvik ettiği için zayi olmasın. Muattal kalmışsa, lüzum kalmamışsa bana gönderilsin.<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
Ramazanınızı, Leyle-i Kadrinizi hem bayramınızı tebrik ederim.<br />
<br />
Kastamonu’da iken nasıl her gün dualarımda ve manevî kazançlarımda Nur’un has şakirdlerinden Âsiye, Ulviye, Lütfiyeler, Zehralar, Şerifeler, Hacerler, Necmiyeler, Nimetler, Aliyeler hissedar olmak için manen yanımda bulunuyordular; aynen şimdi de öyledirler.<br />
<br />
Ben sizleri unutmuyorum. Hattâ bugünlerde birden Ulviye, Lütfiye’yi merak ettim. İkinci gün, ikisinin de mektuplarını, hediyelerini aldım; bunların sadakatlerine bir emare oldu. Eskiden beri âdetim hediyeleri kabul etmemek ile beraber, sizin cübbe ve yeleğinizi bu geceki Leyle-i Kadirde giyip Âsiye ile beraber Kastamonu’daki bütün Nur şakirdleri namına kabul ettim. Fakat kaideme muhalif olmamak için ona mukabil, Emin’de bulunan risalelerimden Lütfiye, Ulviye istediklerini alsınlar veyahut benim hesabıma Mehmed Feyzi ve arkadaşları onların beğendiklerini yazsınlar.<br />
<br />
Benim yanıma çok defa gelen bu hemşirelerimin masum evlatları, Nur şakirdlerinden masumlar dairesinde dâhildirler ve çok defa hatırlıyorum.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
Hadsiz şükür ve hamd ü sena ediyorum ki sizlerin bu mektuplarınız hem Hüsrev ve arkadaşlarına ve makinelerine hem Nazif ve yardımcılarına ve makinesine ve bu kudsî yeni hizmette devam edebilmelerine ait sıkıcı çok endişelerimi izale ettiler. Binler elhamdülillah.<br />
<br />
Hattâ mektuplarınızı aldığımdan bir gün evvel, araba ile gezmeye çıkmıştım. Birden, Kur’an’ın medhine mazhar olan [[hüdhüd]]-ü Süleymanî kuşu bir müjde vermek istiyor gibi on beş dakika kadar yolumuzu takiben sağa ve sola ve yola konup uçup yine gelip; hiç bu acib tarzı görmediğimiz surette, kanaatim geldi ki yarın beni mesrur edecek bir haber alacağım. Beni gezdiren Nureddin’e dedim. O da benim gibi o kuşun o garib vaziyetinden hayret ediyordu. Birden, biz onun sırrını ifşa ettiğimizden kayboldu.<br />
<br />
İkinci gün hem tesellikâr Nazif’in mektubunu ve makinesinin yeni mahsulünü hem Abdurrahman Salahaddin’in medar-ı merak mektubunu ve bana şapka için Ankara’da sıkıntı veren Vali Nevzad’ın intiharıyla, kendi tokadını ve cezası kendi eliyle verilmesini ve Zülfikar hizmetine hiçbir taarruz olmadığını ve devam ettiğini hem Medresetü’z-Zehranın kahramanları hiç telaş etmeyerek Zülfikar’a devamlarını ve hakikat-i hali beyan etmelerini ve çok alâkadar olduğum Atabey kahramanlarının ve Lütfü vârislerinin ve büyük merhum Hâfız Ali’nin vekil ve vâris ve hizmet-i Nuriyede muktedir arkadaşlarının, Tahirî ve Abdullah Çavuş’un tebrik mektuplarını ve Aliköyü’nün imamı Ali’nin bu yeni taarruzda pek merdane ve Nur şakirdlerine lâyık bir tarzda ve hükûmette suallerine karşı manidar ve hakikatli cevaplarını aldım ve dedim: İşte hüdhüdün müjde sözü doğru çıktı.<br />
<br />
Nasıl ki Asâ-yı Musa risalesi tabiatta boğulanları dalaletten kurtarıyor ve bu zamanda herkese hususan şüpheye ve inkâra düşenlere lâzımdır ve tiryaktır; öyle de Zülfikar, ehl-i imana ve ehl-i ilme ve bilhassa hâfızlara elzemdir. Her bir hâfız-ı Kur’an, bu mecmuaya bu zamanda şiddetle ihtiyacı var. Kur’an’ın kırk vecihle i’cazını beyan eden bu eser, her hâfızın elinde bulunmalı.<br />
<br />
Şimdiye kadar hiçbir zaman tarih göstermiyor ki Risale-i Nur gibi pek çok taifelere ve mesleklere hücum eden, bu derece, pek az ve hafif tenkitle kurtulmuş olsun. Hattâ yüz derece daha az zahmetle, yüz derece kudsî hizmet ve mücahede mukabilinde, küçük ve muvakkat ve netice itibarıyla hayırlı bir iki hapis ve iki üç inayetli ve fütuhatlı musibet gördüler.<br />
<br />
Umuma binler selâm ve muvaffakıyetlerine dua…<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
Kanaatim geliyor ki bu sıralarda biz Zülfikar’ı ve Asâ-yı Musa’yı pek çok teksir etmeye mecbur olduğumuz hengâmda ve temiz olmayan matbaacılar dahi çekinmeleri aynı zamanda bu acib makine kolayca elimize verilmesi, o iki mecmuanın makbuliyetine bir işaret-i gaybiye ve inayet-i İlahiyenin bir hârika ikramıdır ve Nurların kerametidir.<br />
<br />
Evet, bir âdi mektubum için “Kim yazmış?” diye sekiz defa bana resmen sıkıntı ve eziyet verildiği aynı zamanda, sekiz yüz sahifeyi bin beş yüz nüshaya ve bir milyon sahifelere çıkaran o makine, elbette gaybdan imdadımıza gelmiş Nurcu ve bin kalemli bir kâtiptir. Onun için bazı sahifeleri sönük çıksa zarar yoktur. Parlak kısmı, bize şimdilik yeter. İyi okunmayan kısmı ayrı yapılsın; sonra elmas kalemliler, her biri bir iki nüshayı ıslah etsin.<br />
<br />
Bir zaman bir memlekete şimendifer geldiği vakit, arabacılar telaş edip dediler: “Bizim sanatımız bozuldu.” Halbuki şimendiferin gelmesiyle memlekette faaliyet çoğaldığından faytonculuğa iki kat ziyade ihtiyaç olmuş. İnşâallah onun gibi Nur yazıcıları değil tevakkuf belki daha ziyade yazı ile defter-i a’mallerine hasenat kaydedecekler.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
Ben ehl-i siyasetin her nevi taziplerine karşı [[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكٖيلُ}}]] deyip sabır ve tahammüle karar vermişim. Kâzım Karabekir ile eskiden münasebetim vardı. Acaba şimdi de o münasebetin sebebi olan merdane mesleğini muhafaza ediyor mu? Eğer eski gibi ise ve Nurlara zararı yoksa ve Nur’a faydası muhtemel ise ve dost ise benim selâmımı ona tebliğ edebilirsiniz. Fakat madem ehl-i siyaset, hayat-ı bâkiyesi için Risale-i Nur’a müracaata tenezzül etmiyor; o hayata nisbeten beş paralık olan bu hayat-ı fâniye için onlara müracaata ben de tenezzül etmem ve istirahatim için şekva ve rica etmem.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
Merhum Büyük Ali’nin tam vârisi ve tam bir sistemi ve merhum Abdurrahman’ın tam misli ve halefi ve mübareklerin pehlivanı ve kahramanı Küçük Ali’nin iki büyük ve pek güzel hediye-i Nuriyesini aldık. Fakat Zülfikar’ın âhirinde Hizb-i Nuriye’nin parçası yazılmamış; o parçayı da o hârika kalemiyle yazsın, bana göndersin.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
Hâşiye: Memleketimizde medrese talebelerinden birisi bir kitabı bitirse veya başlasa bir tatlı veya yemek meftuhane veya mahtumane diye vermek âdettir. Aynen bu kaideyi Kâtip Osman’ın üzümünde gördük. Onun yazdığı Asâ-yı Musa’nın tashihini bitirdiğim aynı vakitte mahtumanesi olarak bu üzümün gelmesi, tatlı bir latîfe ve şirin bir hatıra-i hayat-ı medresiye oldu.<br />
<br />
Nur’da şefkat esas olmasından, hanımlar o cihette ileridir ve Nurlara ciddi yapışıyorlar. Ben “kardeşlerim” dediğim zaman, hanım hemşirelerimi kardeşler içinde kasdederim. Bütün mektuplarımda onlar dahi muhataplarımdır.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Hiç merak etmeyiniz. Yalnız duanızı almak için şimdilik şiddetli ve sû-i kasd eseri olarak evvelce size yazdığım gibi hastalığımı beyan ediyorum. Fakat kat’iyen telaş etmeyiniz. Hadsiz şükür olsun ki hem evradıma hem vazife-i tashihe mani olmuyor. İnşâallah büyük bir sevap ve hayır var içinde. Ben kendim, bundan bir cihette memnunum; siz de hiç müteessir olmayınız. Zaten benim vazifem bitmek üzeredir.<br />
<br />
Risale-i Nur hususan mecmuaları, her bir nüshası, Said’e karşı hüsn-ü zannınızın fevkinde onun vazifesini görebilir ve görüyor. Ve Nur şakirdlerinin haslardan her bir fedakârı, o Said’in vazifesini mükemmel görebilir. İnşâallah ileride tam görecekler. Bir Said içinizde noksan olmakla, yüzer manevî Said olan mecmualar ve binler maddî Saidler, içinizde hâlis ve mükemmel o vazifeyi görebilirler ve görüyorlar.<br />
<br />
Bu hakikate binaen, benim şahsıma ve başıma gelen hâdiselere çok ehemmiyet vermeyiniz. Yalnız çok dua ediniz; zaaf ve ihtiyarlık ve ziyade teessüratıma, bence makbuliyetleri şüphesiz olan dualarınızla yardım ediniz.<br />
<br />
Kahraman Tahirî’nin Nurcu masume, merhume, mübarek Hicret’i dünyadan cennete hicret etmesi, hakikaten beni mahzun eyledi. Öyle bir Nur şakirdi ve masum taifesinin ehemmiyetli bir çalışkanı gitmesi, Nur hesabına da beni müteessir etti. İnşâallah onun yerine çoklar girecek, yerini boş bırakmayacaklar. Nasıl ki şimdiden Uşaklı küçücük Haydar meydana çıktı, hicret eden hemşiremin vazifesini göreceğim diye bizi mesrur eyledi. Cenab-ı Hak, Hicret’in peder ve validesine ve akrabasına sabr-ı cemil ihsan edip Hicret’i onlara şefaatçi eylesin ve o merhumeyi de merhume hemşirem Hanım’la cennette mesrur eylesin, âmin!<br />
<br />
Uşaklı Haydar’a benim tarafımdan onu tebrik ve Nur hizmetinde tevfikine dua ettiğimi ve Nur’un masumlar taifesi içinde dâhil olduğunu bildiriniz ve onun hocası İzzet’e de pek çok selâm ediyorum.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
Nur şakirdleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünkü iman, mal-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Bir meseleyi, çoktan beri size söylemek lâzım iken unutmuştum. O da şudur: Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi’ndeki ekser âyetler, her biri ya mülhidler tarafından medar-ı tenkit olmuş veya ehl-i fen tarafından itiraza uğramış veya cinnî, insî şeytanların vesvese ve şüphelerine maruz olmuş âyetlerdir.<br />
<br />
İşte Yirmi Beşinci Söz öyle bir tarzda o âyetlerin hakikatlerini ve nüktelerini beyan etmiş ki ehl-i ilhad ve fennin kusur zannettikleri noktalar, i’cazın lemaatı ve belâgat-ı Kur’aniyenin kemalâtının menşeleri olduğunu, ilmî kaideleri ile ispat edilmiş. Bulantı vermemek için onların şüpheleri zikredilmeyerek cevab-ı kat’î verilmiş. [[Yasin 38|{{Arabi|وَ الشَّمْسُ تَجْرٖى}}]]<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]] gibi… Yalnız Yirminci Söz’ün Birinci Makam’ında üç dört âyette şüpheleri söylenmiş.<br />
<br />
Hem o Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi de gerçi gayet muhtasar, acele yazılmış ise de fakat ilm-i belâgat ve ulûm-u arabiye noktasında âlimlere hayret verecek derecede âlimane ve derin ve kuvvetli bir tarzda beyan edilmiş. Gerçi her bahsini, her ehl-i dikkat tam anlamaz, istifade etmez fakat o bahçede herkesin ehemmiyetli hissesi var. Pek acele ve müşevveş haletler içinde telif edildiğinden, ifade ve ibaresinde kusur var olması ile beraber ilim noktasında çok ehemmiyetli meselelerin hakikatini beyan etmiş.<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
Madem Risale-i Nur, makine ile taammüm etmeye başlamış ve madem felsefe ve hikmet-i cedideyi okuyan mektepliler ve muallimler çoklukla Risale-i Nur’a yapışıyorlar. Elbette bir hakikat beyan etmek lâzım geliyor. Şöyle ki:<br />
<br />
Risale-i Nur’un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemalât-ı insaniyeye ve sanatın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’an’ın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.<br />
<br />
İkinci kısım felsefe, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’an’ın mu’cizekâr hakikatleriyle muaraza ettiği için Risale-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvazenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, menfaattar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektepliler, Risale-i Nur’a itirazsız çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler.<br />
<br />
Fakat gizli münafıklar nasıl ki bir kısım hocaları bütün bütün manasız ve haksız bir tarzda, ehl-i medresenin ve hocaların hakiki malı olan Risale-i Nur aleyhinde istimal ettikleri gibi; bazı felsefecilerin enaniyet-i ilmiyelerini tahrik edip Nurlar aleyhinde istimal etmek ihtimaline binaen, bu hakikati Asâ-yı Musa ve Zülfikar mecmualarının başında yazılsa münasip olur.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
Safranbolu Eflani nahiyesi Mülayim köyünde mütekaid muallim bir kardeşimiz ve Nur’un has şakirdi, Nurların neşri ve tabı için âdeta sermayesinin kısm-ı a’zamını teberru etmek istiyor, kabulünü rica ediyor. Ben bu hâlis ve has kardeşimizin fedakârane ve hâlisane ricasını reddedemiyorum ve dünya malları kaide-i şahsiyeme girmediği ve muavenetleri kendime kabul etmediğim için bu işteki maslahatı da bilemiyorum. İki Isparta’nın kahramanlarına ve Hüsrev ve Tahirî ve arkadaşlarına ve Nazif ve refiklerine bu meseleyi havale ediyorum. Nur’un neşri için böyle çok büyük bir hayır ve sevaba mani olamam. Sizler ya bütün niyet ettiği miktarı veyahut bir kısmını iki hisse ile biri büyük Isparta’nın, biri küçük Isparta’nın makinelerine verilsin. Onun istediği gibi ya teberru veya ileride başka muavenet edenler gibi bir mukabele nevinde, ya Nurlardan veya başka bir istediği ne varsa vermek suretiyle o has kardeşimizi memnun edersiniz.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
Rumuzat-ı Semaniye’yi yazdığım zaman hem çok acele telif edilmiş hem benim eski mahfuzatıma itimat ederek, takribî iki mikyas yaptım. Onunla hem eski ulemanın hesaplarına binaen hurufat-ı Kur’aniyenin i’caz cihetinde esrarını yazdım. Sonra meşhur Kamusü’l-Lügat sahibi Mecdüddin-i Firuz Âbâdî’nin “El-Mikyas” namındaki tefsir-i meşhuru ve makbulünün hurufat ve kelimat-ı Kur’aniyeye dair beyanatına baktık, yüzde doksanı bizim hesabımıza tevafuk etmiş. Yalnız beş on yerinde muhalefet gördük. Sonra tahkikî bir hesap yaptım. Bizimki doğru, onunki matbaaların sehvi olduğu tahakkuk etti.<br />
<br />
Madem böyle azîm yekûnlerdeki tevafuklarda küçük küsuratlar ve küçük farklar zarar vermez diye daha tam tamına tahkikî bir tarzda bütün Kur’an’ı, bütün hurufatıyla ve kelâm ve kelimatıyla hesap etmeye ve letaif-i i’caziyeyi onunla tam takviye etmeye vakit bulamadım. Zalimler, bana vakit bırakmadılar. Ben de o takribî mikyaslarımla ve mahfuzatımla ve eski ulemanın hesaplarına ve Kenzü’l-Arş Duası’ndaki adetlerime iktifa eyledim.<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
Nazif Çelebi’nin İnebolu hâlis kardeşlerimizin namına bayram tebriği ile ve Zülfikar’ın gayet dikkat ve ehemmiyet ve ihtiyatla devam-ı hizmeti ve Mu’cizat-ı Kur’aniye’yi de bitirip zeyllerinden bir kısmını da tamam etmesi ve Abdurrahman Salahaddin’in Amerika misyonerlerine dört beş ay okutturduğu Asâ-yı Musa ve Mu’cizat-ı Ahmediye’yi emin bir vasıta ile bizim namımıza Camiü’l-Ezhere hediye edip göndermesini ve ehemmiyetli bir Nur şakirdi Ahmed Kureyşî’nin onların makinesinin masrafına yüz banknot vermesini beyan eden bir mektubunu aldım.<br />
<br />
Bu kahraman Nazif kardeşimize ve gayet ciddi ve sebatkâr ve tam alâkadar İnebolu Nurcularına ve Ahmed Kureyşî ve rüfekalarına hem bayramlarını hem devamlı hizmetlerini hem yüksek sadakatlerini hem Zülfikar’ın tab ve muvaffakıyetini hem Salahaddin’in Camiü’l-Ezherle Medresetü’z-Zehranın münasebetini temine çalışmasını ruh u canımızla tebrik ediyoruz. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin, âmin! Ve hizmetlerini tam makbul eylesin, âmin!<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
Camiü’l-Ezher ulemasına gönderilen iki nüsha benim tashihimden geçmemiş olduğundan, bazı harekeler ve Arabî kelimelerde sehivler elbette vardır. Hususan âhirdeki Arabî Hülâsatü’l-Hülâsa harekelerinde ilm-i nahivce, başka nüshalarda müteaddid sehivler gördüm. Onun için tam Arabî hocalarının tetkikinden geçmiş birer nüsha Asâ-yı Musa (Hâşiye<ref>Yanımda bulunan ve noksan tashihimden geçen bir Zülfikar’la bir Asâ-yı Musa’yı size gönderebilirim. Tam bir mukabeleden sonra, siz isterseniz kendi nüshalarınızı Mısır’a gönderirsiniz.</ref>) ve Zülfikar’dan, münasip gördüğünüz zaman Camiü’l-Ezhere göndermekle beraber; onlara yazınız ki:<br />
<br />
Nur Risalelerinin Medresetü’z-Zehrası, Camiü’l-Ezherin şefkatine çok muhtaç bir mahdumudur, bir talebesidir; şiddetli düşmanların hücumuna hedef olmuş bir şakirdidir ve bütün medreselerin başı ve âlem-i İslâm’ı daima tenvir eden o büyük Camiü’l-Ezherin küçük bir daire ve şubesidir. Onun için o âlîkadr üstad ve müşfik peder ve hamiyetkâr mürşid-i a’zam, bîçare evladına ve şakirdlerine tam yardım etmesini onların ulüvv-ü himmetinden bekliyoruz. O pek büyük Üstadımıza takdim edilen iki kitap ise bir talebe, dersini ne derece anlamış diye akşamda babasına ve üstadına yazıp vermesi gibi; o iki dersimiz, o şefkatli allâmelerin nazar-ı müsamahalarına arz edilmiş, diye bu mektubu yazarsınız.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
Pek çok alâkadar olduğum ve Risale-i Nur’un gayet ehemmiyetli bir merkezi ve az zamanda, pek çok Nur işini gören Denizli Hüsrev’i ve gayet ciddi ve sadık rüfekaları hususan hâkim-i âdil ve Muharrem ve Hâfız Mustafa vesairenin namına bayram tebriğiyle, Hasan Feyzi’nin şiddetli ve tehlikeli hastalığını beyan eden bir mektubu, çok ehemmiyetli bir kardeşimiz olan Muharrem’den aldım.<br />
<br />
Kanaat-i kat’iyem geldi ki Hasan Feyzi, aynen şehit Hâfız Ali (rh) gibi benim musibetimin kısm-ı a’zamını kendine alıp manevî bir fedakârlık eylemiş. Hâfız Ali benim bedelime birkaç emare ile berzaha gittiği gibi bu Hasan Feyzi de aynı hastalığım zamanında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevafuku, kuvvetli bir emaredir ki bana çok acıyan ve şefkat eden o kardeşimiz, manen hastalığımı kısmen kendine aldı. Bu dört cihetle tevafuk içinde yalnız bir fark var. Benimki zehirden, tesemmümden; onunki soğuktan gelmiştir.<br />
<br />
Elbette Hastalar Risalesi bizim bedelimize onu teselli edip iyadetü’l-mariz gibi keyfini sormuş ve hastalıktaki büyük sevaplar ve sıkıntılarını sürura kalbetmiş. Cenab-ı Hak şifa-i âcil ihsan eylesin, âmin!<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
Bir zaman Barla’da temsil için yazdığım bir risalede: İki adam, İstanbul’a gidecek. Birisinin yüzde doksan dokuz dostu İstanbul’dadır. Onun için oraya iştiyakla gider. Öteki onun aksi, ilh. mealinde bir şey yazılmış. Şimdi aynen bu hastalığımın ihtarıyla, geçmiş zamana geçtim ve o zamanlarda hayatımı geçirdiğim memleketlerde de hayalen gezdim. O şirin hayatımın devirlerinde, her memlekette yüz dostumdan ancak bir ikisini görebildim. Ötekiler, berzah memleketlerinde… Hattâ kendi Nurs köyümde, bir tek amcazadem ve talebem Molla Davud da (rh) eski ahbaplarım, akrabalarım yanına berzaha gittiğini gördüm. Yirmi seneki ayrı ayrı ikinci vatanım sayılan Barla, Kastamonu gibi yerlerde, üç kısım dosttan ancak iki kısmını gördüm; ötekiler de gitmek üzeredirler.<br />
<br />
Bu hayalî hakikate binaen, hakikaten Nurların ışığıyla nurani gördüğümüz berzaha gitmek, bana değil ağır gelmek belki bir iştiyak verdi. Benim bedelime hem vazifemi görüp hem sevap kazandıracak yüzer Hüsrevler, Tahirîler, Mustafalar, Nazifler, Osmanlar, Abdurrahmanlar, Aliler, Sabriler, Feyziler, Ahmedler, Mehmedler, Âtıflar, Mustafalar, Sadıklar, Osmanlar ve hâkeza Nurların bahadırları dünyada arkamda kaldıkları, ölümü bana çok hafifleştiriyorlar. Yalnız günah cihetinde ölüyorum, hasenat cihetinde yaşıyorum diye Allah’a hadsiz şükrediyorum.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
Evvelen: [[Bakara 156|{{Arabi|لِكُلِّ مُصٖيبَةٍ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ}}]] Risale-i Nur’un kahramanlarından ve Hâfız Ali’nin makamına geçen merhum Hasan Feyzi’nin vefatı; Denizli’ye, Risale-i Nur dairesine ve bu memlekete ve âlem-i İslâm’a büyük bir zayiattır. Fakat kendisi, pek samimi ve hâlis ve fevkalâde beyanatıyla ve dersleriyle, inşâallah kendi yerinde çok Hasan Feyzilerin yetişmesine bir zemin ihzar etmiş, sonra gitmiş. Aynen biraderzadem Abdurrahman gibi bir iki senede on sene kadar Nurlara kıymetli hizmet etti. Güya o da Abdurrahman da çabuk dünyadan gideceğiz diye on senelik vazifeyi bir iki senede gördüler.<br />
<br />
Ben, merhum Hasan Feyzi’nin vefatını onun şahsı itibarıyla tebrik ediyorum ve Denizli’yi ve Nur dairesini ve bu memleketi cidden taziye ediyorum. Bu çeşit zülcenaheyn ve hakiki mü’min ve müdakkik bir âlim ve yüksek bir edib muallim ve tesirli bir vaiz ve müderrisi kaybettiği için büyük bir musibettir. Cenab-ı Hak, inşâallah Denizli gibi kahramanlar ocağından çok Hasan Feyzi ruhunda Nurlara sahip ve nâşir çıkaracak. Bir tane toprak altına girer, vefat eder fakat yüz tane sümbülünde meydana geldiği gibi; rahmet-i İlahiyeden ümitvarız ki Hasan Feyzi de öyle kudsî bir sümbül verecek. Çok Hasan Feyziler Nur dairesinde yetişecekler, vazifesini daha ziyade yapacaklar.<br />
<br />
Sâniyen: Bu kahraman kardeşimizin, hayatta kaldığı gibi defter-i hasenatına her birimiz, manevî kazançlarımızı –umumda olduğu gibi hususi bir surette dahi– o kardeşimize hediye etmeliyiz. Ben kendim onu da Hâfız Ali, Hâfız Mehmed ve Savalı Ahmed ve Mehmed Zühdü’nün beşincisi olarak evliya-i azîmenin has dairesinde manevî kazançlarımı ona da bağışlamaya karar verdim.<br />
<br />
O zatın ağır şerait altında Nurların intişarına büyük hizmetler eden Nur hakkındaki fıkraları, Lâhika’da olduğu gibi münasip gördüğünüz bazı mecmuaların âhirine de o tesirli mektuplarının birer tanesini ilhak ediniz. Nasıl ki Asâ-yı Musa ve Zülfikar’da yazılıyor tâ onun o canlı fıkraları, onun bedeline Nurlara hizmet etsin.<br />
<br />
Hem benim bedelime onun küçücük medrese-i Nuriyesi olan hanesindeki akrabasına ve Denizli ve civarındaki büyük medrese-i Nuriyedeki refiklerine ve talebelerine ve Nur şakirdlerine taziyemizi tebliğ edip deyiniz ki: Ben bütün ömrümde, bu derece, bir vefattan bu kadar müteessir olup ağlamamıştım.<br />
<br />
Hem size bundan evvel yazdığım mektuptaki şiddetli hiddetim ve dimağımdaki perişaniyet, şimdi tahakkuk etti ki o kahraman kardeşimizin vefatı gününden başlamış. Hattâ o tesir, ihtiyarımı selbetmişti. Öleceğim diye hizmetçiye vasiyetimi söyledim. Demek ikinci bir ruhum hükmünde, Hasan Feyzi benim bedelime ölmüş ve ölüyor. Hattâ onun vefat mektubu, bütün bütün âdetime muhalif bir buçuk saat elimde iken açamıyordum. Her ne ise…<br />
<br />
Bütün bu elîm acılara mukabil, inayet-i İlahiye imdada geldi hem kendimi hem onu hem Nurcuları mesrurane ruh u canımızla taziye içinde tebrik ettim. Bin bârekellah ve binler rahmetullah dedim, terhisini alkışladım.<br />
<br />
Sâlisen: Merhum Hasan Feyzi’nin berzaha gitmesi ve vazifesi münhal kalması ve mekteplileri Nurlara sevk eden yüksek muallimlik ve mektep fünununda mütefenninlik sıfatları, çok mekteplilere bir parlak numune-i iktida olması cihetini teessüfle düşünürken; birden aynı sistemde hem muallim hem iki mahdumuyla Nurcu hem Hasan namında hem bu iki Hasanlar gibi müstesna ve fedakâr bir muallim olan Ahmed Fuad’ı Nur dairesine girmeye vesile bulunan Dadaylı Hâfız Hasan’ın üç seneden beri hiç mektubunu almadığım ve halini ve Nurlara devamını bilemediğim halde, bir mektubunu aldım. Dedim: Bir muallim Hasan gitti, yerine bir muallim Hasan ve çok fedakâr diğer bir muallim Ahmed geldi.<br />
<br />
Aynı vakitte, hacca gidip yeni gelen Bolvadinli bir Hasan yanıma geldi. Nur dairesine girdi, risaleleri aldı, tenevvür etmeye başladı.<br />
<br />
Üç dört saat sonra, Emirdağı’nın bir Hüsrev’i ve Feyzi’si, çok hayırlı olan tabip Hayri yanıma geldi. Dedi: “Buranın ehemmiyetli bir mektep muallimi Abdurrahman, bu muallim aynen Feyzi kadar Nur’a hizmet etti, Nurlara talebe olmak istiyor. Kabul etseniz Asâ-yı Musa’yı vereceğiz.” Dedim: Veriniz.<br />
<br />
Hem o merhum Hasan Feyzi gibi az zamanda çok hizmet eden kardeşimiz Mustafa Osman’ın o günde gelen mektubunu gördüm ki Kastamonu Lisesini kısmen bir cihette şereflendiren ve şimdi dârülfünunu nurlandırmaya çalışan mektepli Mustafa, Nur makinesi münasebetiyle Nurlara zarar gelmemek için matbuat kanununu hatırlatıp ihtiyatkârane muhaberesinden bahsediyor. (Hâşiye<ref>Komünistliği, dinsizliği, anarşistliğin esaslarını neşreden bazı ceridelere matbuat kanunları ilişmediği halde, bu vatan ve milletin temel taşını muhafazaya pek tesirli bir surette hizmet eden Zülfikar ve Asâ-yı Musa mecmualarının makinelerine nasıl ilişebilir ve neden ilişirler? Hakikaten hayret ediyorum.</ref>)<br />
<br />
Ben dedim: Hadsiz şükür olsun ki bir muallim terhis edildi, onun bedeline iki Hasan ve iki Mustafa ve üç muallim ve bir çalışkan müteallim, vazifeleri içinde Denizli kahramanının vazifesini görüyorlar. İşte bu hal işaret eder ki: Nasıl Hâfız Ali gitti, Denizli onun yerine geldi, acısını unutturdu; öyle de bir Hasan Feyzi gitti, yerine bir dârülfünun gelecek, inşâallah acısını unutturacak.<br />
<br />
Umum kardeşlerime selâm…<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
Evvelen: Kahraman Nazif’in ve hakikaten Nazif ruhunda ve sadakatinde kendi arkadaşlarının makine ile vesair cihette Nur’a hizmetleri, bu memleketi cidden minnettar edecek bir vaziyettedirler. Cenab-ı Hak onları muvaffak eylesin, âmin! Hususan makinelerinin mahsulatı hem ziynetli hem açık hem sıhhatli (Hâşiye<ref>Bu defaki yirmi dört sahifede yalnız iki üç noktada خ , ح olmuş, başka yok. Bir “çok” kelimesi noksan, mana anlaşılır; daha tamamına bakamadım.</ref>) olmasından büyük bir muvaffakıyettir. Cenab-ı Hak Nazif’e çok Salahaddinler, İbrahimler vermiş.<br />
<br />
Benim kendi hattımla Zülfikar’ın başında bir parça yazımı istiyor. Gönderdiği yağlı dört sahifeyi, kendi yazımla bu rahatsızlığım zamanımda bizzat yazamadığımdan ben söyleyip benim daimî kâtibim yazsın. Bazı kelimeleri ben yazacağım.<br />
<br />
Nazif kardeşimizin hem İstanbul hem İnebolu Nurcularının namına bayram ve yeni sene tebriği hesabına gönderdiği maddî üç nevi teberrükü aldım. Onların umumu namına âdetime muhalif olarak kabul ettim. Allah onlardan razı olsun, âmin! Onların hatırı için kaidemi kırdım. Ve manevî ve firdevsî olan Nur Zülfikar’ı ikinci Salahaddin olan Küçük İbrahim’in namına ve ekseriyet-i mutlaka Sözler’i gayet güzel bir surette yazan ve Nazif sadakatinde ve alâkasında bulunan kardeşimiz Mustafa Osman’ın umum Safranbolu Nurcuları namına gönderilen iki mecmuayı da beraber aldık.<br />
<br />
Cenab-ı Hak Zülfikar’ın ve o iki mecmuanın harfleri adedince onların, İbrahim ve Mustafa ve İzzet ve refiklerinin ve yardımcılarının defter-i a’maline hasenatlar yazsın ve her harfine mukabil yüz rahmet eylesin, âmin!<br />
<br />
Hakikaten Mustafa Osman, ehemmiyetli ve çok gayretli iki cenah buldu. Nazif’in Salahaddin’i ve İbrahim’i gibi; muallim Ahmed Fuad’ı ve dârülfünundaki Mustafa Oruç’u bulmuş; o iki cenahla, inşâallah Nur hizmetinde çok iş görecek. Hattâ Mustafa Oruç’la muallim Ahmed Fuad gibi zatların bu sırada tesirli bir surette hizmet-i Nuriyeye geçmeleri, Denizli kahramanı Hasan Feyzi’nin vefat acısını bir derece izale ediyorlar.<br />
<br />
Küçük İbrahim, Nazif’e ikinci bir Salahaddin hükmüne geçip çoluk çocuğuyla, kardeşiyle ve refikasıyla Nur’a ve makineye pek ciddi çalışması, mektubunda namları bulunan Salih ve Gülcü Hüseyin ve Osman ve Zühdü ve İzzet ve Ömer ve sair oradaki Nurcuların sebatkârane, sarsılmadan Nur hizmetinde terakki etmeleri bizleri çok mesrur ettikleri gibi; bu memleketi de ileride çok minnettar edecekler. Mâşâallah İnebolu, küçük bir Isparta ve tam bir medrese-i Nuriye olduğunu ispat ettiler.<br />
<br />
Sâniyen: Nurs köyü ve Nursî lakabımla ve Nurlarla münasebettar üniversite mektebinin pek gayretli bir Nurcusu ve bir Abdurrahman ve bir Salahaddin kabiliyetinde Mustafa Oruç’a evvelce eski harfle gönderdiğimiz mecmualardan sonra, yeni harfle sekiz dokuz parçayı da onun istemesi ve “Üniversite talebeleri çok muhtaç ve müştaktır.” demesi üzerine gönderdik. Fakat o genç şakirdin tecrübesi az olmasından, Nurların himayesine kâfi gelmediğinden ve lâyık ellere vermek ve muattal kalmamak için Nur şakirdleri hususan İstanbul’a yakın olan veya uğrayan veyahut İstanbul’un içinde bulunanlar, Nur’un neşir ve himayesinde ona yardım etmek lâzımdır.<br />
<br />
Sâlisen: Denizli’nin bir manevî kahramanı merhum Hasan Feyzi’nin (rh), Isparta kahramanı merhum Hâfız Ali’nin (rh) yanına gitmesi gerçi bizi çok müteessir ediyor fakat onun gayet has bir talebesi ve Nur’un hâlis bir şakirdi sıddık Muharrem’in dediği gibi deriz:<br />
<br />
O, bir cihette ölmemiş belki vazifesini acele bitirmiş, âlem-i berzaha istirahat için gitmiş, terhis edilmiş. Hâfız Ali ile beraber manen, şefaatleriyle ve bıraktıkları tesirli Nur hakkındaki eserleriyle yardım ediyorlar; yine manen Nur’a çalışıyorlar. Elbette manevî şehit hükmünde olmalarından “Meyve”nin On Birinci Mesele’sindeki ilm-i nahiv talebesinin kendini medresede bildiği gibi; Hâfız Ali ile Nur hakikatlerinin müzakeresi ve vefat eden Nurcuların dairesinde meşgul olmalarını, merhamet-i İlahiyeden kuvvetle ümitvarız. İnşâallah Cenab-ı Hak, onun vazifesini dünyada gördürecek, Nur dairesinde çok Hasan Feyzileri yetiştirecek. (Hâşiye<ref>Bu merhum kardeşimizin Nur’a ait müteaddid vazifelerini tamamen görecek ve şakirdlerin tensibiyle ve meşveretiyle intihab edilecek bir yeni kahraman bulununcaya kadar, o vazifeleri taksimü’l-a’mal suretinde her bir şakird bir vazifesini yapmaya başlasın. Demirbaş Ali Osman, bu vazife Isparta’da sana düştü. Hem oradaki kardeşlerin meşvereti ile onun yeri boş kalmamak için Nur’la onun gibi çok alâkadar birisi, şimdilik Denizli Hüsrev’i vaziyetini alsın. Ona hediye ettiğim [[Takke|takkeyi]] muhafaza etsin tâ hakiki sahib çıkasıya kadar.</ref>)<br />
<br />
Yalnız o mübarek kardeşimiz, benim gibi resmî ilaçlardan çekinmediği için bir sehivdir. Ben ondan ziyade ızdırapta iken “Nurcuların duası yeter.” diye maddî ilaçları aramadım ve hastalık hakkında kimsenin fikrini alıp evham etmedim. O merhum kardeşimiz, bu noktada bana muvafakata muvaffak olamamış. Nurlar hakkında parlak fıkralarında, bu bîçare kardeşine kendini [[kurban]] etmeye söz verdiğinden ve Nur vazifesini acele yapmasıyla istirahat âlemine gitti. Ben hem onun akrabasını hem Muharrem gibi kıymetli, ciddi talebelerini ve Denizli ve civarı Nurcularını tekrar taziye edip bizler gibi onlar da o merhumu hasenatlarına hissedar ederek hasenat cihetinde ölmemiş gibi defter-i hasenatına haseneler yazdırsınlar diyerek umum onlara binler selâm ve ona binler rahmet deriz.<br />
<br />
Râbian: Bir zaman bin kalemle Nurlara çalışan Sava kahramanlarından ve Nur’un ehemmiyetli şakirdlerinden Mustafa Yıldız’ın [[hüdhüd]]-misal kuşu “Hüdhüd-ü Süleymanî” nevinde Nur işleri hakkında hârika vaziyetleri göstermek acib değil, çok emsali var. Kuşların Nurlarla alâkadarlıkları, çok hâdiselerle tahakkuk etmiş.<br />
<br />
Hapishanede, hakikaten şahsıma ve Nurcuların ittihadına ve mahpusların Nurcularla tevafukuna unutulmayacak derecede Hilmi ile hizmet eden ve memleketinde hapisten evvel ve sonra kahramanane çalışan ve ismine tam mutabık Sadık Bey’in, akrabasıyla, validesiyle tebriğine ve benim namıma orada [[kurban]] kestiğine mukabil, bin bârekellah ve mâşâallah deriz. Ve onunla Risale-i Nur’a hem talebe ve bize selâm gönderen Salih oğlu Osman’a hem selâm ederiz hem Nur dairesinde kabul edildi deriz.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#36|{{Arabi|يُوزَنُ مِدَادُ الْعُلَمَاءِ بِدِمَاءِ الشُّهَدَاءِ}}]]<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#37|{{Arabi|مَنْ تَمَسَّكَ بِسُنَّتٖى عِنْدَ فَسَادِ اُمَّتٖى فَلَهُ اَجْرُ مِاَةِ شَهٖيدٍ}}]]<br />
<br />
Bu iki hadîs-i şeriften alınan bir ilhamla, Risale-i Nur’u yazmanın dünyevî ve uhrevî pek çok faydalarından, Risale-i Nur’da beyan edilen ve şakirdlerinin tecrübeleriyle tasdik edilen yalnız birkaç tanesini beyan ediyoruz.<br />
<br />
==Beş Türlü İbadet==<br />
<br />
1- En mühim bir mücahede olan ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmektir.<br />
<br />
2- Üstadına neşr-i hakikat cihetinde yardım suretiyle hizmet etmektir.<br />
<br />
3- Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmektir.<br />
<br />
4- Kalemle ilmi tahsil etmektir.<br />
<br />
5- Bazen bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen, tefekkürî olan bir ibadeti yapmaktır.<br />
<br />
==Beş Türlü de Dünyevî Faydası Var==<br />
<br />
1- Rızıkta bereket.<br />
<br />
2- Kalpte rahat ve sürur.<br />
<br />
3- Maişette suhulet.<br />
<br />
4- İşlerinde muvaffakıyet.<br />
<br />
5- Talebelik faziletini almakla, bütün Risale-i Nur talebelerinin has dualarına hissedar olmaktır.<br />
<br />
==Kalemle Nurlara Hizmet ve Sadakatle Talebesi Olmanın İki Mühim Neticesi Vardır==<br />
<br />
1- Âyât-ı Kur’aniyenin işaretiyle, imanla kabre girmektir.<br />
<br />
2- Bütün şakirdlerin manevî kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i maneviye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır.<br />
<br />
Hem bu talebesizlik zamanında, melaikelerin hürmetine mazhar olan (Hâşiye<ref>Bazı ehl-i keşfin kat’î müşahedesiyle sabittir.</ref>) talebe-i ulûm-u diniye sınıfına dâhil olup âlem-i berzahta –tâli’i varsa tam muvaffak olmuşsa– Hâfız Ali ve “Meyve”de bahsi geçen meşhur talebe gibi şüheda hayatına mazhar olmaktır.<br />
<br />
==Makine İle Çıkan Mecmuaların Başında Yazılacak Fıkra Şudur==<br />
<br />
“Risale-i Nur’un bütün eczalarını iki sene hem Ankara hem Denizli mahkemeleri ve ehl-i vukufu tetkikten sonra hem beraetimize hem umum Risale-i Nur eczalarını bana teslime müttefikan karar vermelerine binaen, neşirlerine bir mani yoktur. Bana verilen Risale-i Nur’dan birisi, bu mecmuanın eczalarıdır.”<br />
<br />
Isparta’da hem mekteplerde hem camilerde din lehindeki icraatlar, Zülfikar’ın manevî fütuhatı sayılabilir. İnşâallah Isparta nasıl Nurların medresesi olmuş, başka vilayetlere de ders veriyor, inşâallah şeair-i İslâmiyede de birinci hüsn-ü misal ve numune-i imtisal olacak. (Hâşiye<ref>Ehl-i siyasete hiç bakmadığım halde, bugün tesadüfen kulağıma girdi ki bazı camileri kaldırmak için bir mecliste, bir kısım dinsiz mebuslar çalışmışlar. Aynı vakitte beni tesmim (zehirlendirmesi) ve Hasan Feyzi’nin ölüm hastalığı tesadüfe benzemiyor. Bu üç sû-i kasd aynı zamanda birbiriyle alâkadar görünüyor. İkisi şimdilik akîm kaldı, birisi bir kahramanı aldı.</ref>)<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvela: Bu şiddetli maddî ve manevî kışın, sıkıntılı maddî ve manevî hastalığı vaktinde dünyadan müfarakat ve pek çok alâkadar olduğum Nurcu kardeşlerimden iftirak ihtimalinden gelen elemler beni sıkarken, birden Sıddık Süleyman, Nur santralı Sabri, umum o havalideki kardeşlerim namına ve nesebî akrabalarımın da hesabına, Abdülmecid ve Abdurrahman manasında buraya geldiler. Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum; onların gelmesi, bir panzehir hükmünde bana ilaç oldu. Ben de buradaki âdetime muhalif olarak ne olursa olsun yanıma davet ettim, geldiler. İki üç saat kadar tam bütün meraklarımı hususan Barla’daki dostlarımın hallerini anlamakla, Barla’daki eski zamanıma mesrurane bir seyahat-i maneviye-i hayalî yaptık. Ondan bir ferah, bir inşirahla elîm sıkıntılarım zâil oldu. Onları bir iki gün burada bırakmak isterdim. Fakat bu fena zaman ve buranın evhamlı vaziyeti müsaade etmedi. Bu iki kardeşimizi, umumunuzun hesabına kabul ettim. Ve kendime bedel, umumunuza iki canlı mektup olarak gönderdim.<br />
<br />
Sâniyen: İkinci gün, çok ziyade merak ve alâka peyda ettiğim dârülfünun gençlerinin, üniversite talebelerinin namına, şimdiden dokuz tane hakiki Nurcu ve küçük Salahaddinler ve Abdurrahmanlar nevinde dârülfünunun tenvirine ciddi çalıştıklarını bildiren bir mektup aldım. O küçük Abdurrahmanlar ise: Mustafa Oruç, Konyalı Ziya ve Sabri’nin mahdumu [[Feyzi Halıcı|Feyzi]] ve Bahaeddin, Abdurrahîm ve Kastamonulu Ömer ve Aziz ve Şükrü ve Sabri gibi ciddi genç Nurcular; Nurlara sahip olmaları, merhum biraderzadem Abdurrahman ve Fuad yeniden on tane olarak dünyaya gelip vazife-i Nuriyeye başlaması gibi beni hem sevindirdi hem hastalığımı da hafifleştirdi.<br />
<br />
Sâlisen: Zülfikar’ın makine ile hitama yaklaşması, Nurcular belki bütün memleket için bir saadettir. Bu saadeti elden kaçırmamak için ne kadar ihtiyatlı tedbirler varsa yaparsınız. Eğer farz-ı muhal olarak –inşâallah olmaz– Âyetü’l-Kübra’ya yapılan tecavüz gibi bir arama olsa bütün nüshalar tecavüze maruz kalmasın. Gerçi şimdi tecavüz etmezler ve edemezler belki musalahaya çalışıyorlar. Fakat gizli zındıklar, kendilerini istikbalin lanetinden kurtarmak için elbette bahaneler arıyorlar ve hüküm ellerinde bulunanları aldatıyorlar. Onun için hıfz ve inayet-i İlahiyeye tam itimat ederek ihtiyat edilmeli. İnşâallah Zülfikar kendini tecavüzden muhafaza edecek ve mütecavizlerin başını dağıtacak veya imana getirecek.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşim ve bu fâni dünyada hamiyetli ve ciddi bir arkadaşım!<br />
<br />
Evvela: Bütün dostlarım ve hemşehrilerimden en ziyade zatınız ve bazı Erzurumlu zatlar, benim bu işkenceli ve mazlumiyet haletimde şefkatkârane ciddi alâkadarlığınıza ve imdadıma fikren koşmanıza cidden çok minnettarım; âhir ömrüme kadar unutmayacağım. Size bin mâşâallah ve bârekellah derim.<br />
<br />
Sâniyen: Mesleğime ve Risale-i Nur’dan aldığım dersime bütün bütün muhalif olarak ve on seneden beri fâni dünyanın geçici, ehemmiyetsiz hâdiselerine bakmamak olan bir düstur-u hayatıma da münafî olarak, sırf senin hatırın ve merak ettiğin ve bu defaki uzun mektubun için vaziyetime ve zalimlerin işkencelerine ait birkaç maddeyi beyan edeceğim.<br />
<br />
Birincisi: Otuz sene evvel Dârülhikmet azası iken bir gün arkadaşımızdan ve Dârülhikmet azasından [[Seyyid Sadeddin Paşa|Seyyid Sa’deddin Paşa]] dedi ki:<br />
<br />
Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: “Bu eser sahibi dünyada kalsa biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız.” diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.<br />
<br />
Ben de “Tevekkeltü alallah ecel birdir, tagayyür etmez.” dedim.<br />
<br />
İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü etti hem benimle mücadelede her bir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa oldu.) En son dehşetli planları, sâbık dâhiliye vekilini ve Afyon’un sâbık valisini, Emirdağı’nın sâbık kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zayıf, ihtiyar, merdüm-giriz, fakir, garib, hizmete çok muhtaç bir bîçareye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki bir memur bana selâm etse haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde; inayet ve hıfz-ı İlahî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.<br />
<br />
İkincisi: Belki tahattur edersin, Ankara’da divan-ı riyasetinde Mustafa Kemal’le münakaşa zamanında, ona karşı dedim: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” Yüzüne şiddetli mukabele ettiğim halde bana karşı ihanet ve hakarete cesaret edemediği halde burada küçük bir zabit ve bir çavuş, o ihaneti ve hakareti yaptılar. Maksatları, beni hiddete getirip bir mesele çıkarmak olmasından, hıfz ve inayet-i İlahiye bana sabır ve tahammül verdi.<br />
<br />
Üçüncüsü: İki sene, iki mahkeme, ellerinde tetkik edilen bütün Risale-i Nur eczalarında kanunca bir vesile bulamayıp (Hâşiye<ref>Ya hiçbir cihetle hiçbir kanun hattâ onların bazı keyfî kanunları bize ve Risale-i Nur’a ilişmiyorlar veyahut şimdiki bazı kanunları iliştiği halde; koca adliyeler ve üç büyük mahkemeler, istikbalde gelecek şiddetli nefret ve lanetten çekinmek için Nur’un ve bizim mahkûmiyetimize cesaret edemeyip ittifakla umumumuzun beraetine ve bütün Risale-i Nur’un iadesine karar verdikleri ve ellerindeki kanun onlara siper olabilir, dağ gibi kuvvetli adliyeler çekindiği halde, muvakkat bir makam alan gaddar şahsiyetler bu zulmü yapmaları, elbette semavatı ve arzı kızdırıyor, daha hiddetime lüzum kalmıyor.</ref>) bizi ve Risale-i Nur’u beraet ettirdikten sonra; zındıka komitesi, münafık bazı memurları vesile ederek merkez-i hükûmette resmî bir plan çevirip beni bütün bütün hilaf-ı kanun olarak bütün dostlarımdan ve talebelerimden tecrit ve sıhhat ve hayatım noktasında en fena bir yerde, beni nefyetmek namı altında, haps-i münferid ve tecrid-i mutlak manasında beni Emirdağı’na gönderdiler. Şimdi tahakkuk etmiş ki iki maksatla bu muameleyi yapıyorlar:<br />
<br />
Birisi: Eskiden beri ihaneti kabul etmediğimden, beni o surette hiddete getirip bir mesele çıkararak mahvıma yol açmaktı. Bundan bir şey çıkaramadıkları için zehirlendirmek vasıtasıyla mahvıma çalıştılar. Fakat inayet-i İlahiye ile Nur şakirdlerinin duaları tiryak gibi, panzehir gibi ve sabır ve tahammülüm tam bir ilaç gibi o planı akîm bıraktı, o maddî ve manevî zehirin tehlikesini geçirdi. Gerçi hiçbir tarihte, hiçbir hükûmette bu tarzda işkenceli zulümler, kanun namına, hükûmet namına yapılmadığı halde; damarlarıma dokunduracak tarzda mütemadiyen tarassudlarla herkesi ürkütmekle beni hiddete getiriyordu.<br />
<br />
Fakat birden kalbime ihtar edildi ki: Bu zalimlere hiddet değil, acımalısın. Onların her birisi, pek az bir zaman sonra, sana muvakkaten verdikleri azap yerinde bin derece fazla bâki azaplara ve maddî ve manevî cehennemlere maruz kalacaklar. Senin intikamın, bin defa ziyade onlardan alınır. Ve bir kısmı; aklı varsa, dünyada da kaldıkça geberinceye kadar vicdan azabı ve idam-ı ebedî korkusuyla işkence çekecekler.<br />
<br />
Ben de onlara karşı hiddeti terk ettim, onlara acıdım. Allah ıslah etsin dedim.<br />
<br />
Hem bu azap ve işkencelerinde pek büyük sevap kazanmakla beraber, Risale-i Nur şakirdleri yerine ve onların bedeline benimle meşgul olup yalnız beni tazip etmeleri, Nurculara büyük bir fayda ve selâmetlerine hizmet olması cihetinde de Cenab-ı Hakk’a şükrediyorum ve müthiş sıkıntılarım içinde bir sevinç hissediyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Senin mektubunda benim istirahatimi ve eğer iktidarım olsa benim Şam ve Hicaz tarafına gitmeme dair sizin hükûmet-i hazıraya müracaat maddesi ise:<br />
<br />
Evvela: Biz, [[İmana Hizmet|imanı kurtarmak]] ve Kur’an’a hizmet için Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünkü en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa binler hastalıklara müptela olsam ve zahmetler çeksem yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmaya Kur’an’dan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz.<br />
<br />
Sâniyen: Bana karşı hürmet yerine hakaret görmek noktasını mektubunuzda beyan ediyorsunuz. “Mısır’da, Amerika’da olsaydınız tarihlerde hürmetle yâd edilecektiniz.” dersiniz.<br />
<br />
Aziz, dikkatli kardeşim!<br />
<br />
Biz, insanların hürmet ve ihtiramından ve şahsımıza ait hüsn-ü zan ve ikram ve tahsinlerinden mesleğimiz itibarıyla cidden kaçıyoruz. Hususan acib bir riyakârlık olan şöhret-perestlik ve cazibedar bir hodfüruşluk olan tarihlere şaşaalı geçmek ve insanlara iyi görünmek ise Nur’un bir esası ve mesleği olan ihlasa zıttır ve münafîdir. Onu arzulamak değil, bilakis şahsımız itibarıyla ondan ürküyoruz.<br />
<br />
Yalnız Kur’an’ın feyzinden gelen ve i’caz-ı manevîsinin lemaatı olan ve hakikatlerinin tefsiri bulunan ve tılsımlarını açan Risale-i Nur’un revacını ve herkesin ona ihtiyacını hissetmesini ve pek yüksek kıymetini herkes takdir etmesini ve onun pek zahir manevî keramatını ve iman noktasında zındıkanın bütün dinsizliklerini mağlup ettiklerini ve edeceklerini bildirmek, göstermek istiyoruz ve onu rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz.<br />
<br />
Şahsıma ait ehemmiyetsiz ve cüz’î bir maddeyi hâşiye olarak beyan ediyorum:<br />
<br />
Madem [[Recep Peker|Receb Bey]] ve [[Kazım Karabelir|Kara Kâzım]] seninle dost ve zannımca Eski Said’le de münasebetleri var; onlardan iyilik istemek değil belki bana karşı selefleri gibi manasız, lüzumsuz tazyik ve zulme meydan vermesinler. Hakikaten buranın maddî ve manevî havasıyla imtizaç edemiyorum. Sıkıntılarım pek fazla. İkametgâhımı hem dışarıdan hem içeriden kilitliyorum. Her cihetle yalnızım. Ve bir cihette de komşusuz, sıkıntılı bir odada, hasta bir halde hayatımı geçiriyorum. Bazen bir günü, Denizli’de bir ay hapisten fazla beni sıkmış. Bu yirmi sene dehşetli zulüm ile hürriyetime ve serbestiyetime ilişmek artık yeter. Zaten iki sene mahkemelerin tetkikatıyla ve aleyhimdeki münafıkların planları akîm kalmasıyla kat’iyen tebeyyün etmiş ki şahsımda ve Nurlarda bu vatan ve millete zarar tevehhüm etmekle daha kimseyi kandıramazlar. Ben de herkes gibi hürriyetime sahip olsam, belki tebdil-i hava için mutedil havası bulunan bu kazanın bazı köylerine gitmeme müsaadekâr bir iş’ar burada olsa münasip olur. Size ve oradaki Nur dostlarıma çok selâm ve dua ediyoruz.<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#5|{{Arabi|اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى}}]]<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
Hakikaten merhum Hasan Feyzi gibi az zamanda çok hizmet eden ve Nurlara karşı pek çok ciddi alâkadar olan Mustafa Osman’ın hizmetinin makbuliyetine bir delil olarak, Hasan Feyzi’nin ve onun ruhlarında ve sadakatlerinde iki muallim olan Ahmed Fuad ve Mustafa Sungur ve iki yüksek talebe olan Mustafa Oruç ve Rahmi’yi bulması ve Risale-i Nur’un o kuvvetli ellerle hizmetine çalışması, o havali için büyük bir saadettir.<br />
<br />
Hem bazı cümleleri tadilatla beraber “Lâhika”mıza geçirdiğimiz Mustafa Osman’ın ve muallim Mustafa Sungur’un müşterek acib mektupları gösteriyor ki merhum Hasan Feyzi nevinde bir sümbül orada inkişafa başlamış, inşâallah çok bîçarelerin imanını kurtaracaklar. Hususan onların mahiyetinde ve Isparta’nın küçük masum kahramanlarına benzer Rahmi namında on dört yaşında bir mektepli çocuğun fedakârane Nurların derslerini gaye-i hayat bilmesi, bizleri ve Nurcuları cidden sevindiriyor. O havali için gençlerin kurtulmasına bir fâl-i hayırdır.<br />
<br />
Risale-i Nur’un Zülfikar ve sair mecmuaların intişarı için büyük yardımlarda bulunan ve merhum şehit Hâfız Ali’nin en mükemmel tarzda yazdığı ve Nur Fabrikasında tam çalışkan bir arkadaşı ve sadık bir vârisi olan Hâfız Mustafa’nın eline emanet bırakılan bütün Risale-i Nur eczaları onun eline geçmesini temin eden Ahmed Fuad’ı ve emaneti ona teslim eden kardeşimiz Hâfız Mustafa’yı ve Safranbolu memleketini ve oradaki kardeşlerimizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz. İnşâallah Zülfikar’a verdiği her bir banknota mukabil bin kâr görecek, binler hayırlara medar olacak. Hem ona hem kardeşlerinden hatip İbrahim’e hem yeni bir fedakâr muallim olan Mustafa Sungur’a ve küçük bir Salahaddin olan Rahmi’ye ve başta Mustafa Osman ve Hıfzı olarak oradaki bütün kardeşlerimize selâm ederiz.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
Muhterem, mübarek, muazzez, şefkatli ve faziletli Üstadımız Efendimiz Hazretlerine!<br />
<br />
Evvela: [[Bakara 156|{{Arabi|لِكُلِّ مُصٖيبَةٍ اِنَّا لِلّٰهِ وَاِنَّٓا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ}}]] Risale-i Nur kahramanlarından şehit merhum Hâfız Ali Efendi’nin refakat-i maneviyesine bu defa vâsıl olan Hasan Feyzi ağabeyimizin irtihali, bizleri cidden müteessir eylemiştir. Başta siz Üstadımız Efendimiz oldukları halde bütün Risale-i Nur talebelerine ve kendisinin mensup olduğu maddî ve manevî efrad-ı ailesine ve medrese-i Nuriyesine ve Denizli halkına taziyetlerimi bildirir ve teessürlerinize iştirak eylerim. Ve naçiz manevî hediyelerimi dergâh-ı İlahiyeye takdim eylerken, garîk-ı rahmetler ihsan buyurmasını niyazlarda bulunurum. [[Al-i İmran 185|{{Arabi|كُلُّ نَفْسٍ ذَٓائِقَةُ الْمَوْتِ}}]] fehvasınca, bu âlemden âlem-i ervaha götürdüğü [[Ankebut 58|{{Arabi|وَالَّذٖينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُبَوِّئَنَّهُمْ مِنَ الْجَنَّةِ غُرَفًا تَجْرٖى مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدٖينَ فٖيهَا نِعْمَ اَجْرُ الْعَامِلٖينَ}}]] âyet-i sübhanînin işaret buyurduğu ecr-i naîm, çok Hasan Feyziler sümbül vermesini eltaf-ı İlahiyeden tazarru ve niyaz eylerim.<br />
<br />
Muhterem efendim!<br />
<br />
Mesmuatıma nazaran, Denizli’de bundan yetmiş seksen sene evvel büyük bir evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine: “Bugün Kürdistan’da bir evliya dünyaya geldi.” diye beşarette bulunmakla zat-ı devletlerini işaret buyurmuş. Ba’dehu Denizli’ye başka başka perdelerle teşrifiniz, o zatın ruhunu şâd u i’zaz için olduğunu telakki etmiştim. Ve az zaman sonra aynı isimde müteveffa Hasan Feyzi Efendi’nin Risale-i Nur’a hürmetle birinci Hasan Feyzi’ye imtisalen istikbal etmesi ve Nurlara taaşşukla idhal-i envar olması, bu kanaatimi kat kat ziyadeleştirdi. Şimdi de düşündüm: Birinci Hasan Feyzi’nin vefatından sonra “Said” yetişti ve namına baktığı ikinci Hasan Feyzi de vazifesini yaptı ve nurlara gark olarak ve yerine bırakacağı çok Hasan Feyzileri de vazife başına davet edip hayata veda etti.<br />
<br />
Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’den tazarru ve niyaz eylerim ki Risale-i Nur’a ve Üstadımıza bu Hasan Feyzi’nin acısını unutturacak daha çok Hasan Feyziler ihsan buyursun ve onların başlarında Üstadımızı mesud ve bahtiyar ve muammer buyurmasını onun derya-i rahmetinden, fazlından, inayetinden ve ihsanından, ikramından, in’amından, eltafından ümitvar olup görmekliğimizi tazarru ve niyaz eylerim.<br />
<br />
Günahkâr, âciz, kusurlu talebeniz Halil İbrahim<br />
<br />
(rahmetullahi aleyhi ve alâ Hasan Feyzi)<br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
Bu sıkıntılı zamanda nefsim sabırsızlıkla beni taciz ederken bu fıkra onu tam susturdu, şükrettirdi. Size de faydası olur diye leffen takdim edilen bu fıkra, başımın yanında asılı duruyor.<br />
<br />
1- Ey nefsim! Yetmiş üç sene, yüzde doksan adamdan ziyade, zevklerden hisseni almışsın. Daha hakkın kalmadı.<br />
<br />
2- Sen, âni ve fâni zevklerin bekasını arıyorsun; onun için onun zevaliyle ağlamaya başlıyorsun. Kör hissiyatınla bu yanlışının tam tokadını yersin. Bir dakika gülmeye bedel, on saat ağlıyorsun.<br />
<br />
3- Senin başına gelen zulümler ve musibetlerin altında kaderin adaleti var. İnsanlar, senin yapmadığın bir işle sana zulüm ediyorlar. Fakat kader senin gizli hatalarına binaen, o musibet eliyle seni hem terbiye hem hatana keffaret ediyor.<br />
<br />
4- Hem yüzer tecrübenle, ey sabırsız nefsim! Kat’î kanaatin gelmiş ki zahirî musibetler altında ve neticesinde, inayet-i İlahiye’nin çok tatlı neticeleri var. [[Bakara 216|{{Arabi|عَسٰٓى اَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ}}]] çok kat’î bir hakikati ders veriyor. O dersi daima hatıra getir. Hem feleğin çarkını çeviren kanun-u İlahî, senin hatırın için –o pek geniş kanun-u kaderî– değiştirilmez.<br />
<br />
5- [[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#38|{{Arabi|مَنْ اٰمَنَ بِالْقَدَرِ اَمِنَ مِنَ الْكَدَرِ}}]] kudsî düsturunu kendine rehber et! Hevesli, akılsız çocuklar gibi muvakkat, ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinde koşma! Düşün ki fâni zevkler, sana manevî elemler, teessüfler bırakıyor. Sıkıntılar, elemler ise bilakis manevî lezzetler ve uhrevî sevaplar veriyor. Sen divane olmazsan muvakkat lezzeti yalnız şükür için arayabilirsin. Zaten lezzetler şükür için verilmiş.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Evvelen: Garib bir münazara-i nefsiyemi, bana mahsus iken bera-yı malûmat size yazmak hatırıma geldi. Şöyle ki:<br />
<br />
Başım üstündeki sizce malûm levha, nefsimi tam susturduğu halde; bu gece nefs-i emmarenin silahını daha musırrane istimal eden kör hissiyatım, damarlarıma tam dokundurup tesemmüm ve hastalıktan gelen ziyade teessür ve hassasiyet ve şeytandan gelen ilkaat ve fıtrî hubb-u hayattan gelen acib bir haletle, o ikinci nefs-i emmare hükmünde olan kör hissiyat, benim vefat ihtimalinden şiddetli bir meyusiyet ve teellüm ve kuvvetli bir hırs ve zevk ve lezzetle kalp ve ruhuma tam ilişti. “Ne için istirahat-i hayatına çalışmıyorsun belki reddediyorsun ve gayet zevkli ve masumane lezzetli bir hayat ve bir ömür, kendine Nur dairesinde aramıyorsun ve ölmeye karar verip razı oluyorsun?” dedi ve dediler. Birden gayet kuvvetli iki hakikat, o ikinci nefs-i emmareyi şeytanla beraber susturdu.<br />
<br />
Birincisi: Madem Risale-i Nur’un vazife-i kudsiye-i imaniyesi benim ölümümle daha ziyade hâlisane inkişaf edecek ve hiçbir cihetle dünya işlerine ve benlik ve enaniyete vesilelikle ittiham edilmeyecek ve rekabeti tahrik eden hayat-ı şahsiyemi bulmadığı için daha mükemmel ve ihlas ile o vazife devam edecek.<br />
<br />
Hem ben dünyada kaldıkça gerçi bir derece yardımım olabilir fakat âdi şahsiyetimin ehemmiyetli rakipleri, münekkidleri, o şahsiyeti ittiham edebilir ve Risale-i Nur’a ihlassızlıkla ilişebilir ve bir derece çekinir, çekindirir.<br />
<br />
Hem bir derece bekçilik yapan bir şahsiyetin yatmasıyla, o daire-i nuraniyedeki bütün ehl-i gayret müteyakkız davranır. Bir nöbettar yerine, binler bekçi çıkar. Elbette ölüm gelse baş üstüne geldin demek gerektir.<br />
<br />
Hem madem Nur şakirdlerinden çokları hem malını hem istirahatini hem dünya zevklerini hem lüzum olsa hayatını Nur’un hizmetinde feda ediyorlar, sen ey nefsim neden fedakârlıkta en geri kalmak istersin.<br />
<br />
Hem kat’iyen bil ki: Çok bîçarelerin hayat-ı bâkiyelerini Nurlarla kurtarmak hizmetinde, fâni ve zahmetli ihtiyarlık hayatını memnuniyetle bırakmaya lüzum olsa veya vakti gelse razı olmak gayet lezzetli bir şereftir.<br />
<br />
İkincisi: Nasıl ki âciz, zayıf bir adam, bir batmanı kaldıramadığı halde on batman yük üstüne yığılmış bulunsa ve dostları onu çok kuvvetli bilip ona gizli zaafına yardımdan ziyade ondan yardım istedikleri halde; o bîçare de onların hüsn-ü zannını kırmamak veyahut kendini çok aşağı göstermemek için gayet ağır ve soğuk olan gösteriş ve tekellüflerle kendini yüksek ve kuvvetli göstermeye çalışmak çok elîm ve zevksiz olması gibi; aynen öyle de ey kör hissiyatın içine giren nefs-i emmare! Bu âdi şahsiyetimin ve bir çekirdek kadar ehemmiyeti olmayan istidadımın yüz derece fevkinde ve sırf bir inayet-i Rabbaniye olarak bu karanlıklı ve çok hastalıklı asırda Kur’an’ın eczahane-i kudsiyesinden çıkan ve rahmet-i İlahiye ile elimize verilen Risale-i Nur’daki hakikatlere o şahıs masdar ve menba ve medar olamaz. Belki yalnız çok bîçare ve muhtaç ve Kur’an kapısında bir sâil ve muhtaçlara yetiştirmeye bir vesile olduğum halde, Nur’un muhlis ve hâlis, sıddık ve sadık, safi ve fedakâr şakirdleri, o bîçare şahsiyetim hakkında yüz derece ziyade hüsn-ü zanlarını kırmamak ve hissiyatlarını incitmemek ve Nurlara karşı şevklerine ilişmemek ve Üstad namı verdikleri o bîçare şahsı, onların hatırı için çok aşağı olduğunu göstermemek ve ağır ve elemli tekellüflere ve tasannulara mecbur olmamak için ve yirmi sene tecridatın verdiği tevahhuş için hattâ dostlarla dahi –hizmet-i Nuriye olmazsa– görüşmeyi terk ediyorum ve etmeye ruhen mecbur oluyorum ve tekellüfe ve kıymetten ziyade kendimi göstermeye ve ziyade hüsn-ü zan edenlere karşı hoş görünmek için kendimi makam sahibi göstermek ve sırr-ı ihlasa tam münafî kendini büyük göstermek ve vakar perdesi altında benliğin zararlı ve fâni zevkini aramak haletleri ise ey nefsim meftun olduğun o zevkleri hiçe indirirler.<br />
<br />
Ey nefis! Ey zevke müptela bedbaht kör hissiyat! Binler dünyevî zevki alsan, şu vaziyette yine bozulur, o zevk ayn-ı elem olur. Madem yüzde doksan mazideki ahbap âdeta güya beni berzaha çağırıyorlar, bu hazır zamandaki on dosttan ben kaçmaya mecbur oluyorum. Elbette bu ihtiyarlık ve yalnızlık hayata, berzah hayat-ı maneviyesi bin derece müreccahtır diye bu iki hakikatle hadsiz şükürler olsun o ikinci nefs-i emmare tam susturuldu, kalp ve ruhtan gelen zevke razı oldu, şeytan dahi sustu. Hattâ damarlarımdaki maddî hastalık da gayet hafifleşti.<br />
<br />
Elhasıl: Ölsem, vazife-i Nuriye daha ziyade ihlas ile rekabetsiz, ittihamsız inkişaf eder.<br />
<br />
Hem bu zamanda aramadığım cüz’î, muvakkat zevk ve bu hayat ve dünya gözüyle fütuhat-ı Nuriyeden gelen lezzet bedeline çok ağır, soğuk ve nâhoş tekellüf elemlerinden ve hodfüruşluk zahmetlerinden ve tasannu zararlarından kurtulmak vardır.<br />
<br />
Hem bu senede bir defa ey nefis, ruh ve kalp ile beraber çok müştak olduklarınız eski zevkli ve hayatımdaki yaşadığım memleketleri ve ünsiyet ettiğim ahbapları ve müfarakatlarından çok mahzun olduğum kardeşleri görmek için beraber kısmen hakikaten, kısmen hayalen o geçmiş mazide gezdin. Sen de gördün ki o sevimli, müteaddid vatanlarımda, yüzde ancak bir iki ahbabı bulabildin. Ötekiler, bütün berzah âlemine göçmüşler ve o sevimli hayat levhaları değişmiş, elîm ve hazîn bir vaziyet almış. Daha o ahbapsız yerleri görmek istenilmez. Onun için bu hayat ve bu dünya bizi kovmadan evvel ve haydi dışarıya demeden, biz kemal-i izzetle, Allah’a ısmarladık deyip izzetimizle bu fâni zevklerimizi bırakmalıyız.<br />
<br />
[[Risale:Emirdağ Lahikası 1 (Ayet-Hadis Mealleri)#5|{{Arabi|اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى}}]]<br />
<br />
Umum kardeşlerimize binler selâm ve dua eden, hasta fakat tam mesrur kardeşiniz Said Nursî<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
Sizleri ve umum Risale-i Nur şakirdlerini ve bilhassa Medrese-i Nuriyenin talebelerini ve bilhassa o merhumun akrabalarını, Medrese-i Nuriyenin mübarek üstadı Hacı Hâfız Mehmed’in vefatı münasebetiyle taziye ediyoruz. Ve Nurlar hesabına bütün ruh u canımızla biz dünyada kaldıkça ona dua-yı rahmet etmeye ve Hâfız Ali ve Hasan Feyzi ortasında daima bütün manevî kazançlarımıza hissedar etmeye kat’î karar verdik.<br />
<br />
O çok ehemmiyetli ve Nur hizmetinde muvaffakıyetli, merhum o mübarek zatın mükemmel vazifesini bitirip yüzer manevî evlat ve hayru’l-halef bırakıp gittiği ve terhis olduğu, rahmet ve istirahat âlemine çekildiği aynı zamanda, büyük üstadlarımın dairesine kazançlarımı bağışladığım zaman; Hâfız Ali, Hâfız Mehmed, Mehmed Zühdü ve Savlı Ahmed ve Hasan Feyzi içinde ihtiyarım olmadan Hacı Hâfız Mehmed daha hayatta iken on günden beri onların içinde görüyordum. Derdim: “Vefat edenler içinde bu da bulunsun.” İlişmedim. Hem hayatta olanlar içinde hem üstadlar dairesinde bulunmasına hayret ederdim. Şimdi bu mektubunuzdan anlaşıldı ki onun hâlisane kudsî hizmetinin bir kerameti olarak vefatını ihsas ediyordu. Hâfız Ali, Hasan Feyzi ortasında makamım var diye iş’ar ediyordu.<br />
<br />
Cenab-ı Hak onun defter-i a’maline, Sava medrese-i Nuriyede okunan ve yazılan risalelerin harfleri adedince ruhuna rahmetler ve kabrine nurlar ihsan eylesin, âmin! Ve aynı sistemde tam hayru’l-halef mahdumu Hâfız Mehmed ve hafidi Ahmed Zeki’yi onun vazifesinin idamesine muvaffak eylesin, âmin! Ve onların umumuna sabr-ı cemil ihsan eylesin, âmin!<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Birinci Kısım Mektuplar (Emirdağ-1)|Birinci Kısım Mektuplar]] &larr; [[Risale:Emirdağ Lahikası-1|Emirdağ Lahikası-1]] &rarr; [[Risale:Üçüncü Kısım Mektuplar (Emirdağ-1)|Üçüncü Kısım Mektuplar]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Sabri_Hal%C4%B1c%C4%B1&diff=41471Sabri Halıcı2024-03-21T08:35:50Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Kabri Konya Musalla Mezarlığında Olanlar]]<br />
[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Denizli Hapsi]]<br />
[[Kategori:Afyon Hapsi]]<br />
[[Dosya:Sabri Halıcı.png|thumb|left]]<br />
'''Sabri Halıcı''' aslen Erzurumlu olup 1. Dünya savaşında ve İstiklal savaşında gazilik rütbesi almış ve daha sonra ailesiyle Konya'ya yerleşmiş ve uzun yıllar risaleler ile iman hizmetinden bulunmuş bir nur talebesidir. Bediüzzaman'ın en yakın talebelerinden Zübeyr Gündüzalp'in nurları tanımasında vesileliği olanlardandır. Konyalı alim Vehbi Efendiye İhlas risalesini vermiştir. 1943'te Denizli'de, 1948'de Afyon'da ve 1952'de Nazilli'de hapis yatmıştır.<ref name='a'>Ömer Özcan, Ağabeyler Anlatıyor, Cilt: 1</ref><ref name='b'>Son Şahitler, Necmeddin Şahiner, Cilt 3</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Konyalı Sabri, Konya'lı Hacı Sabri <br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' Kığı, Erzurum, 1887 (1303)<ref name='a' /><br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 31 Mart 1979, Konya<ref name='c'>https://www.risalehaber.com/said-nursinin-talebesi-babam-sabri-halici-196290h.htm</ref><br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Musalla Mezarlığı, Konya<ref name='c' /><br />
<br />
==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı==<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
بِاسْمِهٖ سُبْحَانَهُ<br />
<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
İki ehemmiyetli sebep ve bir kuvvetli ihtara binaen ben bütün vazife-i müdafaatı buraya gelen ve gelecek Nur erkânlarına bırakmaya kalben mecbur oldum. Hususan (H,R,T,F,S) (*<ref>Hüsrev, Re’fet, Tahir, Feyzi, '''Sabri'''.</ref>)<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#22._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Sobamın ve Feyzilerin ve '''Sabri''' ve Hüsrev’in iki su bardakları parça parça olması dehşetli bir musibet geldiğini haber vermiştiler. Evet, bizim en kuvvetli nokta-i istinadımız olan hakiki tesanüd ve birbirinin kusuruna bakmamak ve Hüsrev gibi Nur kahramanından –benim yerimde ve Nur’un şahs-ı manevîsinin çok ehemmiyetli bir mümessili olmasından– hiçbir cihetle gücenmemek elzemdir.<br />
<br />
Ben kaç gündür dehşetli bir sıkıntı ve meyusiyet hissettiğimden “Düşmanlarımız bizi mağlup edecek bir çare bulmuşlar.” diye çok telaş ederdim. Hem sobam hem hayalî ve ayn-ı hakikat müşahedem doğru haber vermişler.<br />
<br />
Sakın sakın sakın! Çabuk bu şimdiye kadar demir gibi kuvvetli tesanüdünüzü tamir ediniz. Vallahi bu hâdisenin bizim hapse girmemizden daha ziyade Kur’an ve iman hizmetimize –hususan bu sırada– zarar vermek ihtimali kavîdir.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#32._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim Hüsrev ve Mehmed Feyzi, '''Sabri'''!<br />
<br />
Ben sizlere bütün kanaatimle itimat edip istirahat-i kalple kabre girmek ve Nurların selâmetini size bırakmak bekliyordum ve hiçbir şey sizi birbirinden ayırmayacak biliyordum. Şimdi dehşetli bir planla, Nur’un erkânlarını birbirinden soğutmak için resmen bir iş’ar var.<br />
<br />
Madem sizler lüzum olsa birbirinize hayatınızı, kuvvet-i sadakatiniz ve Nurlara şiddetli alâkanızın muktezası olarak feda edersiniz. Elbette gayet cüz’î ve geçici ve ehemmiyetsiz hissiyatınızı feda etmeye mükellefsiniz. Yoksa kat’iyen bizlere bu sırada büyük zararlar olacağı gibi Nur dairesinden ayrılmak ihtimali var diye titriyorum.<br />
<br />
Üç günden beri hiç görmediğim bir sıkıntı beni tekrar sarsıyordu. Şimdi kat’iyen bildim ki göze bir saç düşmek gibi az bir nazlanmak sizin gibilerin mabeyninde hayat-ı Nuriyemize bir bomba olur. Hattâ size bunu da haber vereyim: Geçen fırtına ile bizi alâkadar göstermeye çok çalışılmış. Şimdi, mabeyninizde az bir yabanilik atmaya çabalıyorlar.<br />
<br />
Ben sizin hatırınız için her birinizden on derece ziyade zahmet çektiğim halde, sizden hiçbirinizin kusuruna bakmamaya karar verdim. Siz dahi haklı ve haksız olsa benlik yapmamak, üstadımız olan şakirdlerin şahs-ı manevîsi namına istiyorum. Eğer o acib yerde beraber bulunmaktan gizli parmaklar karışıyorlar, biriniz Tahirî’nin koğuşuna gidiniz.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#41._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Rica ederim, üçünüzün hakkında birbirinden ziyade gücenmeye ehemmiyet verdiğimden gücenmeyiniz. Çünkü Hüsrev’le Feyzi’de benim gibi insanlardan tevahhuş ve sıkılmak var. Hem birbirine bir derece meşrepçe ayrıdırlar. Ve '''Sabri''' ise akraba ve tarz-ı maişet cihetinde hayat-ı içtimaiye ile birkaç vecihte alâkadar ve ihtiyata mecburdur.<br />
<br />
İşte üçünüz bu ihtilaf-ı meslek ve meşrep haysiyetiyle o dağdağalı koğuşta ve sıkıntılı kalabalık içinde her halde tam tahammül ve sabır edemediğinizden ben telaş edip vesvese ediyorum. Çünkü pek az bir muhalefet, bu sırada pek zararı var.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#42._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Sâlisen: Avukata, reise okutmak için parçayı gönderdiniz mi? Hem Halil Hilmi, vahdet-i mesele itibarıyla yalnız '''Sabri'''’nin değil belki umumumuzun avukatıdır. Ben bu nazarla ona bakıyordum. Şimdi umumumuzun hesabına birinci avukatımıza tam yardım etsin.<br />
<br />
Râbian: Taşköprülü Sadık Bey’in mukaddimesini istinsah için '''Sabri'''’ye vermiştim. Eğer yazılmışsa tashihten geçen parça ona gönderilecek. Yeni yazılanın bir sureti bana gönderilsin. Hem Sadık’ın manzumeciğinin yanımda bir sureti var, sizde yoksa göndereceğim.<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#50._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim Re’fet, Mehmed Feyzi, '''Sabri'''!<br />
<br />
Ben şiddetli bir işaret ve manevî bir ihtarla sizin üçünüzden Risale-i Nur’un hatırı ve bu bayramın hürmeti ve eski hukukumuzun hakkı için çok rica ederim ki dehşetli yeni bir yaramızın tedavisine çalışınız. Çünkü gizli düşmanlarımız iki planı takip edip biri, beni ihanetlerle çürütmek; ikincisi, mabeynimize bir soğukluk vermektir. Başta Hüsrev aleyhinde bir tenkit ve itiraz ve gücenmek ile bizi birbirimizden ayırmaktır.<br />
<br />
Ben size ilan ederim ki Hüsrev’in bin kusuru olsa ben onun aleyhinde bulunmaktan korkarım. Çünkü şimdi onun aleyhinde bulunmak, doğrudan doğruya Risale-i Nur aleyhinde ve benim aleyhimde ve bizi perişan edenlerin lehinde bir azîm hıyanettir ki benim sobamın parçalanması gibi acib, sebepsiz bir hâdise başıma geldi. Ve bana yapılan bu son işkence dahi bu manasız ve çok zararlı tesanüdsüzlüğünüzden geldiğine kanaatim var.<br />
<br />
Dehşetli bir parmak buraya, hususan altıncıya karışıyor. Beni bu bayramımda ağlatmayınız, çabuk kalben tam barışınız.<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#64._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Sâlisen: Mustafa Osman, Ceylan nasıl telakki ettiklerini ve hiç bulantı onlara vermediklerini ve daire-i Nur’da dahi fena tesir etmeyeceğini bana yazdılar. Kahraman Tahir’i gördüm. O da öyle telakki etmiş. Hüsrev ve Feyzileri ve '''Sabri'''’yi merak ettim.<br />
<br />
([[Risale:14._Şuâ#85._Par.C3.A7a|Şualar, 14. Şua]])<br />
----<br />
Aziz, sıddık kardeşlerim!<br />
<br />
Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki çoktan beri beklediğim bir ciddi yardım, Konya ulemasından görülmeye başladı.<br />
<br />
Evet Risale-i Nur, medreseden çıkmış, ilim içinde hakikate yol açmış. Hakiki sahipleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binaen, umum Anadolu’nun eskiden beri parlak ve faal bir medresesi Konya şehri olduğundan o mübarek medresenin şakirdleri kendi malları olan Risale-i Nur’a sahip çıkmaya ve sarılmaya başladığını '''Sabri'''’nin mektubundan anladım. Ve buraya, Konya’ya yakın geldiğime ruh u canımla memnun olup bana gelen bütün sıkıntılara sürur ile mukabele edip tahammül ediyorum.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#6._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Hâmisen: Bu saatte '''Konyalı Sabri''' de –Halil İbrahim ve Hasan Feyzi tarzında vasiyetnamem münasebetiyle– kısa fakat güzel bir kaside yazmış, üstadına çok ziyade kıymet vermiş. Kendi hüsn-ü zannının parlak âyinesinde, bu bîçare kardeşine fevkalâde ehemmiyet vermiş. Ve oranın âlimleri pek ciddi Nur’a çalışmalarını yazıyor.<br />
<br />
Ben de derim: O üstad namı verdiği ve çok kıymet verdiği şahıs ise Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi olabilir. Ben de onun namına kabul ettim, Lâhika’ya geçirdim hem size de bir suretini gönderdim.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#13._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Sâniyen: '''Konyalı Sabri''' sizin vasıtanız ile benimle muhabere etse daha maslahattır ve münasiptir. Çünkü ekserce siz benim bedelime istediğini yapabilirsiniz. Mesela, tashihat için oradaki âlimler tam yardım edebildikleri için orada tashihat yapılsın, etsinler. Siz benim tashihimden geçmiş bazı nüshaları, onlara gönderirsiniz.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#22._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Sâniyen: '''Konyalı Sabri'''’nin Re’fet’e yazdığı mektubunu gördüm, ondan bildim ki bu '''Sabri''', öteki Sabri gibi gayet hâlis ve samimi ve çalışkan bir Nurcudur. Bin bârekellah hem ona hem onu teşvik ve teşci eden ve hocaların yüzlerini ak eden Konya âlimlerine. Başta müfessir mübarek Hoca Vehbi olarak onlara ve oradaki Nur şakirdlerine çok selâm ederiz ve bu mübarek şuhur-u selâsede dualarını isteriz.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#37._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Sâniyen: İkinci gün, çok ziyade merak ve alâka peyda ettiğim dârülfünun gençlerinin, üniversite talebelerinin namına, şimdiden dokuz tane hakiki Nurcu ve küçük Salahaddinler ve Abdurrahmanlar nevinde dârülfünunun tenvirine ciddi çalıştıklarını bildiren bir mektup aldım. O küçük Abdurrahmanlar ise: Mustafa Oruç, Konyalı Ziya ve '''Sabri'''’nin mahdumu Feyzi ve Bahaeddin, Abdurrahîm ve Kastamonulu Ömer ve Aziz ve Şükrü ve '''Sabri''' gibi ciddi genç Nurcular; Nurlara sahip olmaları, merhum biraderzadem Abdurrahman ve Fuad yeniden on tane olarak dünyaya gelip vazife-i Nuriyeye başlaması gibi beni hem sevindirdi hem hastalığımı da hafifleştirdi.<br />
<br />
([[Risale:İkinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#71._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Hattâ '''Sabri''' ile küçücük münakaşanız hem Risale-i Nur’a hem hakaik-i imaniyenin intişarına ehemmiyetli zarar verdiğini senden saklamam. Aynı vakitte burada hissettim, müteessir ve müteellim oldum. Sonra senin gibi ehl-i tahkik bir âlimin Risale-i Nur’a oraca ehemmiyetli bir hizmete vesile olacak '''Sabri''' oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i Nuriye beklerken bilakis üç cihetle Nur’a zarar geldiğini hissettim ve gördüm. “Acaba neden bu zarar olmuş?” diye iki üç gün sonra haber aldım ki '''Sabri''' manasız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. “Eyvah!” dedim “Yâ Rab! Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zatın münakaşasını musalahaya tebdil et.” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlas Lem’alarında denildiği gibi şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle belki Hristiyan’ın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor.<br />
<br />
Senin hamiyet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanızdan rica ediyorum ki '''Sabri''' ile geçen macerayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helâl et. Çünkü o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur. Evet o hemşehrimiz '''Sabri''', hakikaten Nur’a ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki bin hatasını affettirir. Sizin âlîcenablığınızdan o Nur hizmetleri hatırı için dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazarıyla bakmalısınız.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#2._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Üstadlarımdan birisi olan Mevlana Celaleddin-i Rumî’nin (ks) mensuplarından olduğu anlaşılan eczacı Hacı Abdüllatif’in mektubundan anlaşılıyor ki bilerek, tam takdir ederek Nurlara hizmet edecektir. Zaten ben bekliyordum ki Mevlevîlerden bazı Nur kahramanları çıksın. İnşâallah birisi bu olacak. Ona çok selâm ederim. Hususi mektup yazmaya halim müsaade etmediği için gücenmesinler. Orada, '''Sabri''' ve mahdumları ve Nur şakirdlerine ve başta Hoca Vehbi Hazretleri olarak hocalarına çok selâm eder ve dualarını bekleriz.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#7._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
ziz, sıddık kardeşlerim Tahirî, '''Sabri''', Salahaddin, Mehmed, Mustafa!<br />
<br />
Evvela: Bu gelen şuhur-u selâsenin hürmetine ve Nur şakirdlerinin sadakat ve ihlaslarının hürmetine, çok ehemmiyetli, hakkımda bir sebeb-i itab ve tokat bir hâdiseyi tamire çalışacağız ve gücenmeyiniz. Şöyle ki:<br />
<br />
Bu gece hiç görmediğim bir itab, bir tazip suretinde manevî bir şiddetli ihtar ile denildi ki: “Dünyaya, zevke, keyfe tenezzül etmemekle Nurlardaki ihlas ve istiğnayı muhafazaya mükelleftin ve bu asırda يَسْتَحِبُّونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَا sırrıyla dünyayı dine tercih etmek ve bilerek elması şişeye tebdil etmek olan hastalığa, Nur vasıtasıyla çalışmaya vazifedardın. Yüz tecrübenizle de anladın ki insanların hediyeleri, ihsanları, yardımları, sana dokunuyor. Hattâ seni hasta ediyor; her gün eserini, tecrübesini görüyorsun. Senin en ziyade itimat ettiğin ve Risale-i Nur’un fedakâr kahramanlarının yüzlerini Risale-i Nur’un hizmetinden ziyade kendi istirahatine çevirmeye sebebiyet verdin ilh. diye daha manen çok söylenildi.” diye beni tam tekdir etti. Hattâ şimdi bir manevî tokattan dahi korkuyorum.<br />
<br />
Bu hâdisenin çare-i yegânesi: Bu otomobili alan sizler ilan edeceksiniz ki “Bu kardeşimiz Said, bunu kabul edemedi, manevî, dehşetli bir zarar hissetti.”<br />
<br />
İkincisi: Otomobil şimdi '''Konyalı Sabri'''’nin yanına gönderilmeli, oraya gitsin. O razı olmazsa Medresetü’z-Zehra erkânlarına gitsin. '''Sabri''' merak etmesin, her ay Nurlara onun hârika hizmeti, bir otomobil fiyatından ziyadedir. Onun için gücenmesin.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#22._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Sâlisen: Nur santralı Sabri’nin (rh) Lâhika’ya girecek güzel mektubu ve Ali Osman ve Çilingir Ali’nin Nurların neşrindeki kudsî hizmetleri ve İbrahim Edhem’in Balıkesir vesair taraflarda tesirli faaliyeti ve onun irşadıyla çokların Nur dairesine girmesi ve Ahmed Fuad’ın da Eflani havalisinde Hasan Feyzi gibi faaliyeti ve şiddetli alâkası ve '''Konyalı Sabri'''’nin genç mekteplilerin çoklukla Nur dairesine girmelerine çalışması ve başta müfessir hacı ve hoca Vehbi Efendi ve Konya ulemasının Nurlara karşı hüsn-ü teveccühleri ve tasdikkârane münasebetleri ve muallim Abdurrahman İhsan’ın hasbihal mektubundaki samimi ve ciddi Nur’a alâkadarlığı ve Tavşanlı Vaizi Osman’ın mektubunda pek samimi ve ciddi iki üç zatın Nur şakirdliğine kemal-i ciddiyetle girmeleri ve Eğirdir köylerinde Ali Osman’ın ve Halil İbrahim’in tasdikiyle çok hâlis Nurcuların yetişmesi ve Ankara Dârülfünununda Nur’a ehemmiyetli hizmet eden ve Kastamonu’da mektep gençlerinden en evvel Nurlara giren ve Ankara’daki Abdurrahman’ın oğlu Vahdet’i himaye ve muhafazaya çalışan Araçlı Abdullah’ın mektubunda tam imanlı ve dindarane ve müjdekârane yazması ve orada okuyucuların çok olmasıyla ellerindeki risalenin kâfi olmadığına ve Konyalı arkadaşı Mehmed ile beraber gençler içerisinde Nur neşretmeleri ve Aydın tarafında inşâallah bir Ahmed Feyzi hükmünde Nurlarla gayet alâkadar Ali Akdağ’ın güzel ve samimi mektubundaki duaları ve tavsifleri ve Nur’un tesirlerini hissetmesi gibi fıkraların mealleri, bizi ve Nur dairesini tamamıyla mesrur ettiği gibi bu bayramda da büyük bir manevî hediye olarak kabul ediyoruz. Cenab-ı Hak onların umumundan razı olsun. Hususi ve ayrı ayrı mektup yazamadığımdan gücenmesinler.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#55._Parça|Emirdağ Lahikası 1]])<br />
----<br />
Sâlisen: '''Konyalı Hacı Sabri''' kardeşimiz yanıma geldi. Ben, Sadık, Hayri, Mustafa hazır iken çok ehemmiyetli sohbetimiz, '''Hacı Sabri'''’ye mühim bir ders oldu. Bilhassa Medresetü’z-Zehra erkânlarının, hususan Hüsrev’in bu vatan ve millet ve âlem-i İslâm’a hizmet-i imaniyeleri ve tahripçi dinsizlerin desiselerine set çekmeleri o kadar büyük bir hasenedir ki farz-ı muhal binler seyyie olsa affettirir. Öyle ise başta Hüsrev olarak o erkânların hiçbir hareketini tenkit etmemek ve kemal-i ihlas ve samimiyet ile onlara tesanüd ve tam kardeş olmak lâzımdır diye bu mealde bir ders oldu. İnşâallah '''Hacı Sabri''' de Hoca Sabri ve Rüşdü ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve Hüsrev’e tam kardeş olacak, meşrep ihtilafı daha tesir etmeyecek.<br />
<br />
([[Risale:Birinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#36._Parça|Emirdağ Lahikası 2]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
*[[Ömer Halıcı]]: Bediüzzaman'ın kurtulmasının ardından aynı gün uçağının düşmesi nedeniyle şehit olan ve "Ömer benim yerime şehid oldu" dediği şehit pilot oğlu.<br />
*[[Zübeyr Gündüzalp]]: Kendisine Nurları ilk defa tanıttığı nur talebesi.<br />
*[[Mehmed Salih Yeşiloğlu]]: Sabri Halıcı'nın Kendisiyle yaşadığı bir münakaşadan Üstad bir mektupta bahsetmiştir.<br />
*[[Feyzi Halıcı]]: Oğlu<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Feyzi_(Tavzih)&diff=41470Feyzi (Tavzih)2024-03-21T08:35:02Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Tavzih]]<br />
<br />
Risalelerde '''Fevz''', '''Feyz''', '''Feyzi''' ya da '''Fevzi''' ile ilgili bahisler:<br />
<br />
*[[Ahmed Feyzi Kul]]: Üstadımıza Barla'da talebe olmuş, daha çok Aydın'da ikamet etmiş, Bediüzzaman tarafından "Risale-i Nurun manevi avukatı" olarak anılmış nur talebesidir.<br />
*[[Hacı Hasan Feyzi]]: 19. yy'da yaşamış ve Üstadın doğumunu kerametkarane haber vermiş Denizli evliyalarındandır.<br />
*[[Hasan Feyzi Yüreğil]]: Üstadımızı Denizli'de tanıyan şâir, edib, mutassavıf ve muallim bir nur talebesidir.<br />
*[[Mehmed Feyzi Pamukçu]]: Üstad'a Kastamonu'da talebe olmuş, 5-6 sene hizmetinde bulunmuş, vefatına kadar da İman-Kur'an hizmetinde bulunmuş mübarek ve alim bir nur talebesidir.<br />
*[[Fevzi Çakmak|Mustafa Fevzi Çakmak]]: Cumhuriyetin ilanından sonraki gayr-ı İslamî icraatlarda Erkan-ı Harp Reisi olarak büyük pay sahibi.<br />
*[[Feyzi (Genç)]]:<br />
*[[Feyzi Halıcı]]: Konya'daki faal nur talebelerinden Sabri Halıcı'nın oğlu<br />
*[[Fevz]]:</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Feyzi_(Tavzih)&diff=41469Feyzi (Tavzih)2024-03-21T08:34:53Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Tavzih]]<br />
<br />
Risalelerde '''Fevz''', '''Feyz''', '''Feyzi''' ya da '''Fevzi''' ile ilgili bahisler:<br />
<br />
*[[Ahmed Feyzi Kul]]: Üstadımıza Barla'da talebe olmuş, daha çok Aydın'da ikamet etmiş, Bediüzzaman tarafından "Risale-i Nurun manevi avukatı" olarak anılmış nur talebesidir.<br />
*[[Hacı Hasan Feyzi]]: 19. yy'da yaşamış ve Üstadın doğumunu kerametkarane haber vermiş Denizli evliyalarındandır.<br />
*[[Hasan Feyzi Yüreğil]]: Üstadımızı Denizli'de tanıyan şâir, edib, mutassavıf ve muallim bir nur talebesidir.<br />
*[[Mehmed Feyzi Pamukçu]]: Üstad'a Kastamonu'da talebe olmuş, 5-6 sene hizmetinde bulunmuş, vefatına kadar da İman-Kur'an hizmetinde bulunmuş mübarek ve alim bir nur talebesidir.<br />
*[[Fevzi Çakmak|Mustafa Fevzi Çakmak]]: Cumhuriyetin ilanından sonraki gayr-ı İslamî icraatlarda Erkan-ı Harp Reisi olarak büyük pay sahibi.<br />
*[[Feyzi (Genç)]]:<br />
*[[Feyz Halıcı]]: Konya'daki faal nur talebelerinden Sabri Halıcı'nın oğlu<br />
*[[Fevz]]:</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Fevzi&diff=41468Fevzi2024-03-21T08:33:55Z<p>Turker: Feyzi (Tavzih) sayfasına yönlendirildi</p>
<hr />
<div>#YÖNLENDİRME [[Feyzi (Tavzih)]]</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Bekir_Dikmen&diff=41467Bekir Dikmen2024-03-21T08:33:22Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Kabri İstanbul Edirnekapı Şehitliğinde Olanlar]]<br />
[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Birinci Medrese-i Nuriye]]<br />
[[Kategori:Gavs- Azam'ın İşaret Ettiği Nur Talebeleri]]<br />
[[Dosya:Bekir Dikmen.JPG|thumb|left]]<br />
''Risalelerde Bekir Ağa olarak zikredilen, Gavs-ı Azam'ın tabiriyle Bekir Bey için [[Bekir Çelik]] sayfasına gidin''<br />
<br />
'''Bekir Dikmen''' ya da '''Bekir Bey''' Barla'da tüccarlık yaparken Bediüzzaman'a talebe olmuş, 1928 yılında 10. Sözü İstanbul'da matbaada Kur'an harfleriyle bastırarak Risale-i Nur'u ilk bastırma şerefine nail olmuş bir nur talebesidir. Üstad'ın baş ucuna astığı şecerenin kağıdını da temin etmiştir. Üstad'ın Barla'da kaldığı ev kardeşine ait olup masrafını deruhte edip satılmaktan men etmiş ve daha sonra bu ev ziyaretçilere açılmıştır. Bugün bir müze olarak ziyaret edilmektedir. Gavs-ı Azam'ın 800 sene önce işaret ettiği nur talebelerdendir.<ref name='b'>Isparta kahramanları, Himmet Koçoğlu</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Hacı Bekir, Bekir Ağa, Bekir Efendi<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' Barla, 01.07.1898 veya 1899<ref name='b' /><br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' İstanbul, 21.09.1954<ref name='b' /><br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' İstanbul Edirnekapı Şehitliği, Mezar no: 229, Ada 15.M.7<ref name='b' /><br />
<br />
==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı==<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
Barla'da tüccarlık yaparken Bediüzzaman ile tanışmış ve talebesi olmuştur.<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
Geçen sene Barlalı, İstanbul ticaretinde bulunan '''Bekir Efendi'''’nin şeriki Mehmed Efendi vasıtasıyla bir mektup aldım. Mektup hârika olarak bana göründü. Çünkü Hulusi Bey “Nuh Bey’le görüştüm.” diye o mektupta bana yazıyor. Aynı mektupta, kardeşim Abdülmecid de Molla Hamid’in selâm ve duasını bana yazıyor. Aynı mektupta Nurşin-i Süflâ’da Molla Abdülmecid’in yazısı ve imzası vardı. Fesübhanallah dedim. En ziyade sevdiğim bu insanların ayrı ayrı memlekette bulunmakla beraber, bir mektupta bunların içtimaları tevafuklu bir levha-i temaşadır.<br />
<br />
([[Risale:Yirmi_Yedinci_Mektup%27un_Üçüncü_Kısmı_ve_Üçüncü_Zeylin_Nihayetidir_(Barla)#7. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Risale-i Nur’un neşrine vasıta olan Üstadımız geldiği gün, Isparta’yı gayet hararetli ve yağmursuzluktan toz toprak içinde görmüş. Barla gibi bir yayladan gelip böyle bir yerde dayanamayacağım, diye telaş ediyordu. Üçüncü veya dördüncü günü bahçeleri kısmen gezdiği vakit, sebze ve ot ve çiçeklerin susuzluktan buruştuklarını görerek gayet müteessirane su istiyor, yağmur talep ediyordu. Arkadaşımız olan '''Bekir Bey'''’den –değirmenleri çeviren suyu göstererek– “Isparta’nın suyu bu kadar mı?” diye sormuştu. '''Bekir Bey''' cevap verdi: “Gölcük’ün suyu kesilmiş, gelmiyor. Isparta’nın dörtte birini sulayan bu sudan başka yoktur.” dedi.<br />
<br />
Üstadımızın Isparta’da çok talebesi bulunduğundan ruhen yağmurun gelmesini istiyordu. Aynı günde öyle bir yağmur geldi ki elli seneden beri Isparta böyle bir hâdiseyi görmemiş. O yağmur yüzde doksan dokuz menfaat vermiştir. Bundan anlaşılıyor ki o tevafuk tesadüfî değil; bu rahmet, Isparta’ya rahmet olan Risale-i Nur’a bakıyor. Lillahi’l-hamd. Bu kerem-i İlahî neticesi olarak Üstadımız diyor ki “Isparta bana Barla’yı unutturdu. Unutamayacağım bir şey varsa o da –her yerde olduğu gibi– Barla’da bulunan ciddi dost ve talebelerimdir.”<br />
<br />
Talebesi Mustafa, Talebesi Lütfü, Hizmetkârı Rüşdü, Hizmetkârı Hüsrev, Daimî Hizmetkârı '''Bekir Be'''y, Daimî Hizmetkârı Re’fet<br />
<br />
([[Risale:Yirmi_Yedinci_Mektup%27un_Üçüncü_Kısmı_ve_Üçüncü_Zeylin_Nihayetidir_(Barla)#Re’fet Bey ve Hüsrev gibi Risale-i Nur şakirdlerinin Risale-i Nur bereketine işaret eden, buldukları latîf bir tevafuktur|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Süleyman Efendi, Mustafa Çavuş ve '''Bekir Bey'''’in bir fıkrasıdır<br />
<br />
(Isparta’daki kardeşlerimizin fıkrasındaki davayı ispat eden kuvvetli iki delili gösteriyor.)<br />
<br />
Re’fet Bey ve Hüsrev gibi kardeşlerimizin hârika bir surette yağan umumî yağmur içinde Risale-i Nur bereketine hususiyetle baktığına, bizim de kanaatimiz geliyor. Çünkü gözümüzle yağmur hâdisesini, hususi bir şekilde hizmet-i Kur’an ve Risale-i Nur’a baktığını iki suretle gördük.<br />
<br />
...<br />
<br />
Elhasıl: Isparta’daki kardeşlerimizin umumî rahmet içindeki Risale-i Nur’un bereketine dair dava ettikleri hususiyeti, bu iki kuvvetli delil ile tasdik ediyoruz.<br />
<br />
Barla’da Şem’î, Mustafa Çavuş, '''Bekir Bey''', Muhacir Hâfız Ahmed, Süleyman<br />
<br />
([[Risale:Yirmi_Yedinci_Mektup%27un_Üçüncü_Kısmı_ve_Üçüncü_Zeylin_Nihayetidir_(Barla)#Süleyman Efendi, Mustafa Çavuş ve Bekir Bey’in bir fıkrasıdır|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
O sabah bu garib rüyayı Zühdü Efendi ve Hâfız Ahmed ağabeylerime söyledim. Hattâ o gün Hâfız Ahmed, Üstadımı ziyaret için iki bardak su ile beraber Isparta’ya gitmek istedi. Fakir de gittiğine memnun oldu. Rüyayı tenbih ettim çünkü o gece gördüm. Nitekim söylemiş. Fakat çok acıklı haberden o kadar müteessir oldum ki o zaman anladım, ruhumdaki sıkıntı bu imiş. (Hâşiye<ref>Garib ve latîf bir tevafuktur ki Isparta’da cumartesi gecesinde başıma gelen gayet sıkıntılı bir hâdiseyi sekiz sene kemal-i sadakatle, hiç gücendirmeden bana hizmet eden Sıddık Süleyman aynı zamanda, benim gibi aynı sıkıntı çektiğinden ve sebebini de bilmediğinden Isparta’ya pazardan evvel geldi. Sıkıntısının manevî sebebini de anladı. Süleyman’ın ne kadar selim bir kalbi bulunduğu malûmdur. Hem aynı gecede, has talebelerin içinde letafet-i kalbiyle mümtaz Küçük Lütfü, bu fıkrada mezkûr rüyayı ve sıkıntıyı görüp aynı sıkıntıma iştirak ve az bir tabir ile aynı vaziyetimi müşahede ediyor.<br /><br />
<br />
Elhasıl: Süleyman’ın selim kalbi, Lütfü’nün latîf ruhu imdadıma koşmak istemişler. Demek ki Risale-i Nur’un şakirdlerinin ruhları birbiriyle alâkadardır. Cesetleri müteaddiddir, ruhları müttehid hükmündedir. هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى<br /><br />
<br />
Süleyman Rüşdü namındaki kardeşimiz, bu hâdise gecesinden evvel –sabahleyin– bana ve '''Bekir Bey'''’e dedi ki: “Ben bu gece bir rüya gördüm. Bu rüyada siz Üstadımı valinin makamında vali olarak gördüm. Etrafınızda hükûmet adamları bulunuyordu. Elinizde bulunan küçük bir kâğıda not yapmışsınız, nutuk söyleyecekmişsiniz. Sonra bir daha gördüm ki: Üstadım siz, '''Bekir Bey''' ve Hüsrev bir faytona binmişsiniz, hükûmetten eve geliyordunuz.” dedi. O sabahın akşamı, hükûmet dairesinde aynı hal vuku bulmuş, faytonda aynı adamlar bulunup selâmetle eve dönülmüştür. İsticvab makamında söylenen sözler tam yerinde olduğu için nutuk suretinde ona görünmüş. Hem Hâfız Ali –aynı gecede– bana olan hücumu ve sû-i kasdı kendine karşı görmüş. Sabahleyin başındaki kasketinin siperliğini dikmiş tâ hücumdan kurtulsun.<br /><br />
<br />
Elhasıl: Risale-i Nur’un şakirdlerinin şahs-ı manevîsi kerametkârane bir hassasiyet gösteriyor ki Hâfız Ali ulvi sadakatiyle, birinci Süleyman selim kalbiyle, ikinci Süleyman Rüşdü müstakim aklıyla, Küçük Lütfü latîf nuruyla üstadlarının imdadına manen koşmuşlar, sıkıntısına iştirak ile tahfifine çalışmışlar.<br /><br />
<br />
Said</ref>)<br />
<br />
Lütfü<br />
<br />
([[Risale:Yirmi_Yedinci_Mektup%27un_Üçüncü_Kısmı_ve_Üçüncü_Zeylin_Nihayetidir_(Barla)#21. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Hattâ bu Süleyman ve Mustafa Çavuş, misafirlerim için çok hizmet ettikleri halde, hiçbir vakit hiçbir misafir bu iki zata bir hediye getirdiğini görmedim, bilmedim. Yalnız '''Bekir Bey''' bir defa Süleyman’ın küçük kızına birkaç meyve vermiş. Ona mukabil Süleyman –bildiğime göre– birkaç defa patlıcan, biber, kavun gibi sebzeler hediye edip ona göndermekle beraber, '''Bekir Bey''' buraya geldikçe onun hem başka misafirlerin hayvanatına saman, arpa verir.<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(1)_(Barla)#Ehl-i bid’anın şiddetli hücumuna maruz kalan Süleyman hakkındadır|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Sevgili Üstadım! Hâlık’ımdan ebediyen razı olmuşum. O da sizden ebediyen razı olsun. Maalesef ziyaretinizle müşerref olamıyorum. Buna bedel '''Bekir Bey'''’le takdim ettiğim ve arzu edilen şekilde yazamadığım İ’caz-ı Kur’an’ın sahifelerini açtıkça hakir talebenizin her sahifeye mukabil ellerinizden öpmekte olduğumu kabul buyurmanızı istirhamla, sıhhat ve selâmet ve muvaffakıyetiniz için dua ederek el ve ayaklarınızdan öperim, efendim hazretleri.<br />
<br />
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى<br />
<br />
Talebeniz Ahmed Hüsrev<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(1)_(Barla)#27. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Eğer zatınız hattı güzel bir zatı bulup size (kendinize) istinsah etsen çok iyi olur. Fakat tashihine dikkat edilsin. Bir iki defa, kardeşim Seyyid Şefik’in muavenetiyle mukabele edilsin. Sonra '''Bekir Efendi''' alsın. Kendine ve kayınpederine yazdırsın. Eğer zatınız öyle iyi bir kâtip bulamadın, aslı sana kalmak ve birkaç defa '''Bekir Efendi''' ile beraber okumak şartıyla '''Bekir Efendi'''’ye veya Mehmed Efendi veya Hâfız Hidayet Efendi gibi kıymetini takdir eden ve münasip gördüğün zatlara ver, kendilerine yazdırsınlar.<br />
<br />
Haber almışım ki Arabî olarak eski huruf ile Matbaa-i Evkaf’ta tabedilmek izni varmış. Eğer Cenab-ı Hakk’ın rahmetiyle, Türkçe olarak eski hurufa müsaade-i resmî olduğu dakikada ve '''Bekir Efendi''' şu iki risaleyi Seyyid Şefik’in taht-ı nezaretinde tashihine gayet dikkat etmek şartıyla çabuk tabediniz. Tab masrafını da kesenizden sarf etmeye mecbur değilsiniz. Çünkü Haşir Söz’üne seksen banknotu sarf ettik, üç yüz banknotu kazandık.<br />
<br />
Demek bunlar satılmayacak mallar değildir. Müslüman ruhları bunlara gıda gibi muhtaçtırlar. Yalnız iki yüze yakın aboneler bulunsa birisi tabedilse hem fiyatını çıkarabilir hem başka risalelerin de tabına medar olabilir. Halklardan sadaka kabul etmediğim gibi kitaplarıma da sadakalarla tabını kabul etmem. Yalnız gayretinizi ve himmetinizi Onuncu Söz gibi yalnız yanlışsız ve güzelce tabına ve matbaadaki tashihatına sarf ediniz. Ve birinci olarak tabettirdiğiniz risalenin masarif-i tabiyesi ne kadar ise bana bildiriniz. Ben borç eder, para gönderirim.<br />
<br />
Eğer tabına muvaffak oldunuz, zatınız pederiniz gibi çok sevdiğiniz Medine-i Münevvere ve Mekke-i Mükerreme ahalisine bir miktar nüsha gönderseniz çok iyi olur. Belki eski hediyelerinizden daha hayırlı hediye hükmüne geçecektir, inşâallah.<br />
<br />
اَلْبَاقٖى هُوَ الْبَاقٖى<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(1)_(Barla)#42. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Muhterem Efendimiz! Bir hafta mukaddem, maddeten küçük ve manen büyük bir name-i mergubelerinizi, '''Bekir Bey''' vasıtasıyla bir ordu kuvvetinde aldım. Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn’e hesapsız hamd ve şükür olsun ki bizim gibi âciz, zayıf, fakir, kusurlu kullarını, hiçbir zaman maddî ve manevî takviye-i rahmetinden baîd tutmuyor. Esen rüzgârlar muvakkaten kapı ve pencerelerden girseler de o hanenin sahibi derhal kapatıyor ve ısıttırdığını gösteriyor. Gerçi çok okuyamıyorsak da yazıyı aynı vaziyette yazıyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى<br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(2)_(Barla)#Üç cesetli bir ruhun bir fıkrasıdır. Yani Hâfız Ali, Sabri, Sarıbıçak Ali|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
Tahirî’nin Hizbü’l-Ekber ve Virdü’l-A’zam’ı tab için İstanbul’a gitmesini bütün ruhumuzla onu tebrik ve muvaffakıyetine dua ediyoruz. İstanbul’da Şefik’ten başka Risale-i Nur’la ciddi alâkadarlar çoktur fakat adreslerini bilmiyorum. Yalnız '''Barlalı Hacı Bekir''' ve İnebolulu icra dairesinde bulunan Hâfız Emin ve Güranlı Mehmed Efendi’yi de Şefik vasıtasıyla bulabilir. İstanbul dostları münasebetiyle, meşhur bir vaiz benim ile görüşmek için gelmiş, görüşemeden gitmiş. Bir zata yazılan bir mektubun sureti size gönderiliyor; belki oradaki bazı adamlar, bu adam gibi o hitaba muhtaçtırlar.<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Önceki_Mektuplar_(Kastamonu)#85. Parça|Kastamonu Lahikası]])<br />
----<br />
Nurların birinci medresesi olan ve ben ruhen çok alâkadar olduğum Barla’nın ehemmiyetli genç şakirdlerinden, aynen Denizli’den bana gelen Ahmed gibi Mehmed gibi bir Ahmed ve Mehmed buraya geldiler ki o eski zamanda en ziyade alâkadar olduğum ve bana sekiz sene sadakatle hizmet eden muhacir Hâfız Ahmed, Mustafa Çavuş hesabına merhum Mustafa Çavuş’un mahdumu Ahmed merhum pederi hesabına ve berber Mehmed ise kayınpederi merhum Muhacir Hâfız Ahmed bedeline ve Barla’daki Nur şakirdleri namına yanıma geldiler. Hakikaten ben Barla’ya ve o zamana gitmiş kadar sevindim. Mâşâallah Barla, birinci medrese-i Nuriye olduğunu hissetmeye başlamış. Ciddi bir intibah, bir alâkadarlık gösteriliyor. Hattâ eskiden Onuncu Söz’ü tabeden '''Hacı Bekir''', benim orada oturduğum odayı, her bir masrafını deruhte edip satmaktan men’etmiş. Nur şakirdlerinin bir misafirhanesi hükmünde muhafaza edilmesini Barla’ya haber göndermiş.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-1)#19. Parça|Emirdağ Lahikası-1]])<br />
----<br />
'''Bekir Efendi'''’dir. Şimdi hazır olmadığı için ben, kardeşim Abdülmecid’e vekalet ettiğim gibi onun itimat ve sadakatine itimadım ve Şamlı Hâfız ve Süleyman Efendi gibi bütün has dostlarımın hükümlerine (bildiklerine) istinaden diyorum ki: '''Bekir Efendi''', Onuncu Söz’ü tabetti. İ’caz-ı Kur’an’a dair Yirmi Beşinci Söz’ü yeni huruf çıkmadan tabetmek için ona gönderdik. Onuncu Söz’ün matbaa fiyatını gönderdiğimiz gibi onu da göndereceğiz diye yazdık. '''Bekir Efendi''', benim fakr-ı halimi düşünüp matbaa fiyatı dört yüz banknot kadar olduğunu mülahaza ederek ve kendi kesesinden vermek, belki Hoca razı olmaz diye onun nefsi onu aldattı. Tabedilmedi. Hizmet-i Kur’aniyeye mühim bir zarar oldu. İki ay sonra dokuz yüz lira hırsızların eline geçti. Şefkatli ve şiddetli bir tokat yedi. İnşâallah ziyaa giden dokuz yüz lira, sadaka hükmüne geçti.<br />
<br />
([[Risale:10._Lem%27a#Altıncısı|Lem'alar, 10. Lem'a, 6. Tokat]])<br />
----<br />
Said Nursî'yi iki üç vecihle gösterdiği gibi, medâr-ı imtiyazı olan ihlâsı imâ ederek ve hizmette ikinci olmak cihetiyle iki farkla {{Arabi|مُخْلِصًا}} kelimesi Hulûsi Beye tevâfukla işaret ediyor. [[Risale:8. Lem'a (Ayet-Hadis Mealleri)#14|{{Arabi|وَكُنْ قَادِرِىَّ الْوَقْتِ}}]]'de [[Risale:8. Lem'a (Ayet-Hadis Mealleri)#15|{{Arabi|قَادِرٖى}}]] kelimesi üç fark ile üçüncü arkadaşı, takdir ve istihsan ile Hulûsi-i Sânî olan Sabri'ye (Hâşiye<ref>Sabri'nin hakiki ismi Muhammed Sabri'dir. Bu isim hesab-ı ebcedle tek bir fark ile Abdülkadirî olur. Demek ikinci Hulûsi, birinci Hulûsi gibi birincidir. Hem Hafız Ali (r.h.) ve Kuleönü'ndeki Mustafa'lar, hem de Zekâi ve Küçük Lütfü, onlar gibi işârât-ı Gavsiyede zâhirdir.</ref>) tevâfukla işaret ediyor. {{Arabi|صَادِقًا}} kelimesiyle hârika bir sadâkatle mümtaz dördüncü arkadaşı olan Süleyman'a dört fark ile tevâfuk cihetiyle işaret ediyor. {{Arabi|صَادِقًا}} kelimesindeki tenvin dahil edilse, hizmet-i sâdıkanede mümtaz olan Bekir Ağa'ya '''Bekir Bey''' ünvânıyla bir fark ile işaret eder. Mâdem bu beyt-i âhir, bu heyetin efrâdına bakar, bâzılarına sarâhate yakın işaret var; ötekilere ednâ bir imâ dahi kanaat verir ki, onlar dahi muraddır.<br />
<br />
([[Risale:8._Lem%27a_(Sikke)#Said_Kendi_S.C3.B6yl.C3.BCyor|Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 8. Lem'a]])<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Bekir Dikmen Kabir.JPG]]<br />
<br />
[[Dosya:Haşir Risalesi.JPG]]<br />
<br />
Bekir Bey'in yardımıyla İstanbul'da basılan Haşir Risalesinin kapağı<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Molla_Habib&diff=41466Molla Habib2024-03-21T08:31:05Z<p>Turker: /* Şahsi Bilgiler */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Bediüzzaman'ın Eski Said Dönemi Talebeleri]]<br />
[[Kategori:Gavs- Azam'ın İşaret Ettiği Nur Talebeleri]]<br />
'''Molla Habib''' Bediüzzaman hazretlerinin Eski Said döneminde Horhor Medresesindeki talebelerindendir. Aslı Van Bahçesaray’daki Arvas’a dayanır. Şimdi Ağrı’ya bağlı Patnos Konkbey Köyü imamıyken Bediüzzaman onu Van’a Horhor Medresesine çağırdı. 1. Dünya savaşından önce Talikat ve Kızıl İ'caz'ın katipliğini yaptı. 1. Dünya Savaşında Pasinler Cephesinde bazen avcı hattında, bazen at üzerinde, bazen de sipere girdikleri zaman Bediüzzaman söylemiş, yirmi talebe kadar kıymettar talebesi Molla Habib yazmış ve İşaratü’l-İ’caz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir. Gavs-ı Azam'ın 800 sene önce işaret ettiği nur talebelerdendir. İran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan’da şehit düşmüştür.<ref name='a'>https://sorularlarisale.com/taniyanlarin-dilinden/habib-molla-habib</ref><ref name='b'>https://www.yeniasya.com.tr/mustafa-ozturkcu/nur-un-ilk-sehidlerinden-molla-habib_534160</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' <br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' <br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' Gevaş (Vastan), Van, 1. Dünya savaşında şehit oldu<br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Gevaş dışında, Dilmetaş Ters Lale Mezarlığı, Hacı Zübeyr Kümbeti<ref name='b'>https://www.yeniasya.com.tr/mustafa-ozturkcu/nur-un-ilk-sehidlerinden-molla-habib_534160</ref><br />
<br />
'''Harita Konumu:''' [https://maps.app.goo.gl/dXCXqr7SKQ5SvCaV9]<br />
<br />
==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı==<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
Eski Said döneminde Horhor medresesinde Üstad'dan ders almıştır.<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
Ey '''Habib'''-i Şefik ve ey Şefik-i '''Habib'''! Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en latîfi en zarifi en lezizi olan muhabbet ve şefkate bakınız. O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde; vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir. O muhabbet ve o şefkat en büyük en tatlı bir nimet iken en azîm bir musibete, bir belaya inkılab eder.<br />
<br />
([[Risale:Bakara_Suresi_4-5._âyetler#Yedinci_B.C3.BCrhan|İşaratül İ'caz, 4.-5. Ayetler]])<br />
----<br />
İşte bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar; hep bir kasd, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet mesela, '''Habib'''’in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garib, acib tavırlarda, inkılablarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki o zerre, toprakta iken '''Habib'''’in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i’zam kılınmıştır (yükseltilmiştir).<br />
<br />
([[Risale:Bakara_Suresi_4-5._âyetler#Onuncu_B.C3.BCrhan|İşaratül İ'caz, 4.-5. Ayetler]])<br />
----<br />
Bu talim-i esma meselesi ya Hazret-i Âdem aleyhisselâmın melaikenin inkârlarına karşı mu’cizesi olup melaikeyi inkârdan ikrara icbar etmiştir yahut melaikenin, hilafetine itiraz ettikleri nev-i beşerin hilafete liyakatini melaikeye kabul ettirmek için izhar ettiği bir mu’cizedir.<br />
<br />
Ey arkadaş! Her şeyin Kitab-ı Mübin’de mevcud olduğunu tasrih eden وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فٖى كِتَابٍ مُبٖينٍ âyet-i kerîmesinin hükmüne göre: Kur’an-ı Kerîm zahiren ve bâtınen, nassen ve delâleten, remzen ve işareten her zamanda vücuda gelmiş veya gelecek her şeyi ifade ediyor. Buna binaen gerek enbiyanın kıssa ve hikâyeleri gerek mu’cizeleri hakkında Kur’an-ı Kerîm’in işaratından fehmettiğime göre (Hâşiye<ref>Eğer müellifin, Tenzil’in nazmından çıkardığı letaifte şüphen varsa ben derim ki: İbnü’l-Fârıd kitabından tefe’ül ederken şu beyit çıktı:<br /><br />
<br />
كَاَنَّ كِرَامَ الْكَاتِبٖينَ تَنَزَّلُوا عَلٰى قَلْبِهٖ وَحْيًا بِمَا فٖى صَحٖيفَةٍ<br /><br />
<br />
'''Habib'''</ref>) mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takip edilmiştir:<br />
<br />
([[Risale:Bakara_Suresi_31-33._âyetler#Mukaddime|İşaratül İ'caz, 31.-33. Ayetler]])<br />
----<br />
Sâniyen: Eski Harb-i Umumî’de Pasinler Cephesi’nde '''şehit merhum Molla Habib'''’le beraber Rusya’ya hücum niyetiyle gidiyorduk. Onların topçuları bir iki dakika fâsıla ile bize üç top güllesi atıyordu. Üç gülle, tam başımızın iki metre üstünden geçip arkada dere içine saklanan askerimiz görünmedikleri halde geri kaçtılar.<br />
<br />
Tecrübe için dedim: “'''Molla Habib''' ne dersin, ben bu gâvurun güllesine gizlenmeyeceğim.”<br />
<br />
O da dedi: “Ben de senin arkandan çekilmeyeceğim.” İkinci top güllesi pek yakınımızda düştü.<br />
<br />
Hıfz-ı İlahî bizi muhafaza ettiğine kanaatle '''Molla Habib'''’e dedim: “Haydi ileri! Gâvurun top güllesi bizi öldüremez. Geri çekilmeye tenezzül etmeyeceğiz.” dedim.<br />
<br />
([[Risale:Birinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#7._Par.C3.A7a|Emirdağ Lahikası-2]])<br />
----<br />
“Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu: “Madem milyonlar kadar arkadaşların var, neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”<br />
<br />
Cevaben dedi: Madem mesleğimiz a’zamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek a’zamî ihlasın iktizasıdır. Mesela, harp içinde, avcı hattında, düşmanın top gülleleri arasında Kur’an-ı Hakîm’in tek bir âyetinin, tek bir harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde '''Habib''' kâtibine “Defteri çıkar!” diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’an’ın bir harfinin bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş; ruhunun kurtulmasına tercih etmiş.<br />
<br />
([[Risale:Üçüncü_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#Umum_Nur_Talebelerine_.C3.9Cstad_Bed.C3.AE.C3.BCzzaman.E2.80.99.C4.B1n_Vefat.C4.B1ndan_.C3.96nce_Vermi.C5.9F_Oldu.C4.9Fu_En_Son_Derstir|Emirdağ Lahikası-2]])<br />
----<br />
[[Risale:8. Lem'a (Ayet-Hadis Mealleri)#25|{{Arabi|اِنَّمَا الْاَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ}}]]<br />
<br />
Şu âhirki beyit, (Hâşiye<ref>صَادِقـينﭯ بِمَحَبَّت۪ى fıkrasında nasıl ki sâdık iki kardeşimize işaret ediyor; öyle de بِمَحَبَّت۪ى kelimesiyle de '''Said'in birinci ve en mühim talebesi ve İşârâtü'l-İ'câz'ın telifinde muhatap, müsevvid, mübeyyiz olan şehid merhum Molla Habib''''e (r.h.) imâdan hâlî değildir.</ref>)<br />
<br />
([[Risale:8._Lem%27a_(Sikke)#Said_Kendi_S.C3.B6yl.C3.BCyor|Lem'alar, 8. Lem'a]])<br />
----<br />
6- İşârât-ül İ'câz Fi Mezân-il Îcâz: Namında bir tefsir-i şerif şimdiye kadar o menhecde te'lif olunmuş bir tefsir mevcud değil... Ve hatta diyebilirim ki; mahsul-u karihasından başka, evkaf malını derc etmemiştir. Kelâm-ı Kadîm nazımca mu'ciz, mefhumca hak ve hakikat olarak fünûn-u müsbeteye tamamen muvafık ve rehnumâ olduğunu isbat eder. Hazret-i Üstad bu tefsiri te'lif etmeden evvel, halka-i tedrisinde bulunuyordum. Kelâm-ı Kadimi eline alıp Kürtçe takrir ederdi. Hiç kitaba veya tefsire bakmazdı. Arkadaşlarımızdan '''Molla Habib''' nâmında bir efendi Kürtçe not tutardı. Çok devam etmeden Harb-i Umumî başladı Bediüzzaman Said Efendi muharebe esnasında Cebhe-i Harbde me'haz olarak yalnız o notlara malik olduğu halde, elyevm Evkaf Matbaasında tab'ıyla iştigal ettiğimiz o kitabı te'lif etmiştir.<br />
<br />
([[Risale:Bediüzzaman%27ın_Tarihçe-i_Hayatı_(Asar-ı_Bediiyye)|Asar-ı Bediiyye, Bediüzzaman'ın Tarihçe-i Hayatı (Müküslü Hamza)]])<br />
----<br />
'''Molla Habib''''in Şehit Düşmesi<br />
<br />
O muharebede; '''yirmi talebe kadar kıymettar ve “İşaratü’l-İ’caz” tefsirinin kâtibi olan Molla Habib''', İran cephesinde kumandan Halil Paşa ile mühim bir muhabere vazifesini temin ettikten sonra Vastan’da şehit düşer.<br />
<br />
([[Risale:İlk_Hayatı#Molla_Habib.27in_.C5.9Eehit_D.C3.BC.C5.9Fmesi|Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı]])<br />
----<br />
O muharebe zamanlarında sipere döndüğü vakit, kıymettar talebesi '''Molla Habib''' ile İşaratü’l-İ’caz namındaki tefsirini telif ediyordu. Bazen avcı hattında, bazen at üzerinde, bazen de sipere girdikleri zaman; kendisi söylüyor, '''Molla Habib''' de yazıyordu. İşaratü’l-İ’caz’ın büyük bir kısmı bu vaziyette telif edilmiştir.<br />
<br />
([[Risale:İlk_Hayatı#Bed.C3.AE.C3.BCzzaman_Said_Nurs.C3.AE.E2.80.99nin_G.C3.B6n.C3.BCll.C3.BC_Alay_Kumandan.C4.B1_Olarak_Vatan_ve_Millete_Fedak.C3.A2rane_Hizmetleri|Tarihçe-i Hayat, İlk Hayatı]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
*[[İşarat-ül İ'caz]]<br />
*[[Talikat]]<br />
*[[Kızıl İ'caz]]<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41465Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:59:18Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey [[Mülk 5|{{Arabi|وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}]]<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı [[Deve Kuşu|deve kuşu]] gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir [[serçe]] kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ}}]]<br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} <ref>(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir [[serçe]] kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50|{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==90. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==91. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==92. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==93. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==94. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:Zerre_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41464Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:57:00Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zehrenin Zeyli (Mesnevi Badıllı)|Zehrenin Zeyli]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)|Şemme]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Hidayet-i Kur'aniyenin şuaından bir<br />
<br />
=ZERRE=<br />
<br />
==MUKADDİME==<br />
<br />
Malûm olsun ki: Şu "Zerre" Risalesi, benim riyakâr nefs-i emmarem ile olan mübarezede ânî cevablar ve def'î müdafaalardır. Hem 'Katre' risalesinde olduğu gibi, ona atılan şeraratdan bir yaylım ateşidir. Zannederim ki, ben onun neşrinde me'zunum. Zira her bir remzin mualecesine tâ yazılmayıncaya kadar ihtiyaç hasıl oluyordu. Vakta ki kuvveden fiile çıktı, yani kağıt üzerine nakşoldu, o ihtiyaç zail oluyordu. Fakat bu defa tab'edilip neşredilmeyinceye dek münakaşaya bir nevi meyil baki kaldı. Vakta ki, tab' ile neşre başladı; o da zail olup kalb mutmain oldu. Bu hal ise gösteriyor ki; bu risale yalnız benim için değil, başkaların da hissesi içinde vardır. İşte bunun için ben, onun neşrine cesaret ediyorum.. Belki -inşâallah- bazı insanlara menfaat vermesi mümkin olabilir. Hem içindeki remizlerin mütenevvi' olmalarıyla, mümkündür ki, çokları istifade edebilsin.<br />
<br />
[[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Ayet-Hadis Mealleri)#1|{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ}}]]<br />
<br />
sırrınca hepsi anlaşılmazsa, hepsini bırakmak kâr-ı akıl değildir.<br />
<br />
İşte buna göre, ben de terk-i tasannu' için, o hatıratı, kalbe ilk hutur ettiği surette olduğu gibi bırakıyorum.<br />
<br />
{{Arabi|وَ مِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ وَ الْهِدَايَةُ}}<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Ey mülk onun, hamd onun olan Allah! Seyyid-ül Beşer olan Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) salât ü selâm indir. O Seyyid-ül Beşer ki, sen ona {{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّبِيّ}} diye hitab ettin, o da {{Arabi|لَبَّيْكَ}} diye cevab verdi. Öyle bir cevab ki, aks-i sadası Arafat'tan tâ ulvi semavat melaikelerine kadar işittirildi.<br />
<br />
Sonra Zat-ı Uluhiyet'in ona "Ya Muhammed (A.S.M.)! Tebşir ve inzar eyle!" diye emrettin. O da<br />
<br />
[[Bakara 21|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ}}]]<br />
<br />
"Ey insanlar! Rabbinize ibadet ediniz." diye insanlara nida etti. Öyle bir nida ki, zamanın bütün edvarına ve dünyanın bütün aktarına işittirildi.<br />
<br />
Evet o zat (A.S.M.), müşahid tavrıyla beşîr ve nezîr olduğundan bütün a'sar ve aktarın arkasına dizilmiş bütün ebna-i beşer taifelerine nida ederek, onları işhad etmektedir. Zira o zat (A.S.M.), hidayet-efşan sesini en yüksek bir sada ile ve bütün kuvvetiyle işittiriyor. Evet aks-i sadasını biz de işitiyoruz. Çünkü dünya, Kur'anın zemzeme-i hidayetiyle dolmuştur. Hem bütün kuvvetiyle nida ediyor. Zira onun nidası zemin yüzünün yarısını istila etmiştir. Hem bütün ciddiyetiyle davet ediyor. Çünkü onun tarih-i hayatı buna şahiddir. Hem bütün vüsukuyla iman etmiştir. Evet, onun dünyadaki zühdü ve faniyata adem-i tenezzülü buna şahiddir. Hem o zatın kuvvetli desatir ve temel kanunlarının şehadetiyle nihayet derece itminanını gösterir. Ve kemal-i imanına şahid ise, o zatın (A.S.M.) mahlukatın en âbidi ve en müttakisi olduğudur.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ يَا اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْجَاهِلَةُ}} Bil ey câhile nefis! Cenab-ı Hakk'ın nur-u marifetine bakan açık kapılar, âlemin tabakat ve sahaifi kadardırlar. Hattâ belki mevcudat-ı âlemin mütesaid ve mütenazil olan mürekkebatı adedincedir. Şimdi sen kendi echeliyetine bak ki, senin yüzüne karşı adî bir kapının kapanmasıyla, bütün diğer kapıların da kapalı olduğunu tevehhüm ediyorsun.<br />
<br />
Senin misalin şöyle bir adama benzer ki; o adam, bir memlekette büyük bir asker ordusunun süvari talimgâhını görmediği için ve bilemediği zaman; padişahın sair askerlerinin ve hademelerinin ve hükümet dairelerinin vücudları meydanda olduğu halde, padişahın vücudunu inkâr etmeye şürû' edip, bütün şeair ve alâmetlerini başka başka şeylere havale eder.<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bâtın, zâhirden şu'urca daha a'la ve etemm olduğuna ve hayatça daha kavi, daha müzeyyen, daha bilgili, daha mükemmel, daha güzel, daha latif bulunduğuna; hem zâhirin üstünde görünen hayat, şuur, kemal ve emsali gibi şeyler ise, ancak bâtından gelen zaif bir tereşşuh olmasına.. ve bâtın ise, ölü ve camid olup da zâhiri hayattar ve şuurkâr bir surette semere vermiş olmadığına delil budur ki; senin karnın intizamca evinden daha mükemmeldir; ve cildin, elbisenden daha güzel dokunmuştur.. Ve kuvve-i hâfızan, yazdığın kitabdan nakışca daha etemmdir. Ve daha şu cüz'î misale âlem-i melekût ile âlem-i şehadeti ve âlem-i gayb ile dünya ve âhireti kıyas eyle!<br />
<br />
İşte hasretler olsun emmare olan nefislere ki; heva ve heves güzüyle baktığı için; bâtını ölü, derinliklerde gizlinmiş, zulmetli ve ürkütücü görüp; zâhiri ise, onun üstünde hayatdar, munis bir şekilde mefruş görüyor.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; senin yüzün, geçmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye adedince alâmet-i fârikaları tazammun etmektedir. Hattâ belki eğer gayr-ı mütenahî efrad dahi bulunsa idi, yine seni bütün onların her birisinden ayıracak -ecza-i vechin erkânında tevafuk ile beraber- alâmetlere rastlanacaktı. İşte bu vaziyet ise gösteriyor ki; vahdet, gayr-ı mütenahî kesret içinde âdeta senin vechinden tecelli etmektedir.<br />
<br />
Evet, insan ve hayvan efradının, esasat-ı a'zadaki tevafukları bilbedahe delâlet eder ki; onların Sanii, Vâhid-i Ehad'dir. Fakat taayyünat ve teşahhusat-ı muntazamadaki tehalüfleri ise, bizzarure sanilerinin bir Muhtar-ı Hakîm olduğuna delâlet ediyor. Ve bu sır, tek tek bütün ferdlere baktıkça, azamet kesbeder.<br />
<br />
İşte, muhalatın en uzağı ve en bâtılı budur ki; şu hikmetdârane temyiz ve bu semeredarane tehalüf ve o maslahatkârane tefrik, bir kasıdın kasdıyla ve bir muhtarın ihtiyarıyla ve bir Müridin iradesiyle ve bir Alimin ilmiyle olmasın!<br />
<br />
Tesbih ederiz o zatı ki; sahife-i vecihte gayr-ı mütenahî yazıları dercedip yazar da, o yazıların icmalı, basarla okunduğu halde, nazarla, belki akılla dahi görünmez. Âdeta o yazılar göz önünde malûm iken, mechul-u mutlaktır. Hem gâib iken, meşhuddur. Binaenaleyh, çok mertebelerle muhaldir ki, nev'-i insandaki şu muntazam ve faideli tehalüf; Ve [[buğday]] ve üzüm gibi enva'larda ve keza [[Bal Arısı|arı]], karınca ve balık cinslerinin efradlarındaki tevafuk, kör tesadüfün ve a'ver ittifakın elleriyle olabilsin. Kellâ sümme kellâ! Belki ancak onlar bir Semi-i Basir ve bir Alim-i Hakîm'in san'atı olabilirler.<br />
<br />
İşte, mademki tesadüfün cevelanına -eğer mümkün olsaydı- en münasib ve müsaid olan kesretin, en geniş ve en uzak ve en ince ve intişarca en çok yaygın ve ehemmiyetçe en edna tavır ve mertebeleri böyle başıboş ve mühmel bırakılmamış, belki tesadüfün eli ona karışmaktan o derece mahfuzdurlar ki; âdeta bir Hakîm'in kasdına ve bir Alim'in semiane ve basirane olan ihtiyar ve iradesine bir cevelangâh olmuştur. Öyle ise, ey tesadüf efendi! Senin daire-i mülkullah içerisinde bir yerin kalmadı. Kardeşin tabiat ve baban şirk ile birlikte def'olup, adem ve fena belki imtina' cehennemine gidiniz, kaybolunuz.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti dahi bu hakikatı te'yiden, tecelli-i hikmetin ilk ve son meratibine işaret etmektedir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şeytanın kendi vesvesesine âlet ittihaz ettiği şeylerden birisi budur ki: Der: "Meselâ eğer inek, her şeyi bilen bir Kadîr-i Ezelî'nin mülk ve nakşı olmuş olsaydı, elbette bu derece miskin bir şey olmazdı. Çünkü eğer bir Kadîr-i Alîm ve Mürid'in kalem-i kudreti, onun cildi altında ve cisminin evi içinde alel'ıtlak olarak hükmetseydi; nasıl onun cildi üstünde ve dış yüzünde böyle âciz, câhil, yetim ve miskin bir şey olmuş olabilirdi?"<br />
<br />
İşte o zaman o müvesvise şöyle cevab verilir:<br />
<br />
Ey cinnî şeytanlara üstad olmuş olan şeytan-ı insî! Evvelâ eğer senin dediğin gibi o inek; her şeyin liyakatına göre ve maslahatı miktarınca ona cihazat i'ta eden, bir Kadir-i Ezelî'nin san'atı olmazsa, o zaman meselâ senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha çok akıllı ve daha mahir olması lâzım gelirdi. Ve keza, senin bir parmağının içinde, senin şuur ve ihtiyarından çok mertebe ziyade bir şuur ve iktidar bulunması icab ederdi. Ve o gibi letaifin şe'ni, inbisat ve intişar iken, acaba bunları kendi hududları dâhilinde kaydedip durduran kimdir?<br />
<br />
Ve saniyen: Kader-i ezeli, her şeye onun kabiliyetine göre- bir mikdar ve bir kalıp tersim ediyor. Ve o miktar ve kalıptan her şeyin kalıbı nisbetinde feyz-i mutlaka kabil olacak bir kabiliyet neşet eder. O halde her şeyin dâhilinden haricine tereşşuh eden istidad vs. ne ki varsa, onun cüz'-i ihtiyarîsinin mikyas ve mizanı derecesine göredir. ve ihtiyacının mikdar ve derecesi nisbetindedir.. Ve keza kabiliyetinin müsaade ve tahammülü derecesine göredir. ve daha daha hâkimiyet-i esma nizamının mizan ve tekabülüne göre oluyor.<br />
<br />
Buna göre, sanatkârane yapılmış olan bakarın harici, başka birine dahil değildir. Belki her şeyin dâhili, mutlak sıfatların mazharı olduğu gibi, harici ise, bir mukayyide, yani bir takyid ve tahdide mazhardır.<br />
<br />
Evet, dünyayı ziyalandırmak ve seyyaratı cezbetmek ve âlemin merkeziyetini teşkil etmek ve saire. gibi güneşe ait azamet ve haşmet levazımatını, küçücük bir hababda görünen bir güneşcikten taleb eden adam, akıldan azledilmiş olur. Evet bir habab, (bir kabarcık) o levazımatı tavsif edebilir, fakat kendisi onlarla muttasıf olamaz.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki; sen hikmetle yoğrulmuş sırf şuurî bir san'atsın. Hattâ sen, sani'in sıfatına vuzuh-u delâletinden dolayı, âdeta bir hikmet-i nakkaşenin mücessemi ve bir muhtarın ilminin mütecessidi ve liyakatına göre ihtiyacatını gören bir kudret-i basirenin müncemidisin. Hem senin nida-yı hacetlerini işiten semi' bir rahmetin semeresi; ve istidadının istediği şeyleri verebilen Mürid bir zatın fiilinin mutasallibi; ve bütün metalibini bilen bir Zat-ı Alim'in in'amının mütekâsifi; ve bina-yı vücuduna tam münasebetli olarak bir Mühendis-i Habir'in tersim ettiği plân ve krokisinin bir suretisin.<br />
<br />
İşte madem öyledir; nasıl olur da sen gayet cüz'î olan ihtiyarınla ve bir kıl kadar olan şuurunla gidip küll olan ahkâmlardan kurtularak kendi başına hür ve müstakil kalabilirsin. Hem de, sonra dönüp te, küllü cüz'e kıyas edebilesin, Kellâ!. Evet, nasıl olurda sen, her şeyin maliki olan kendi malik ve sahibinden gaflet edebiliyorsun? Ve bütün bunları bildikten sonra bu ilim ile beraber nasıl olur da sen, senin enînlerini işiten ve hâcetlerini gören ve cinayetlerini bilip kaydeden Semi, Basir, Mucîb, Mugis bir Zat-ı Rakib'in senin üstünde bulunmamasını tevehhüm edebiliyorsun?<br />
<br />
Ey miskin nefsim! Ne zorun var ki, sen kendini daire harici tevehhüm ediyorsun? Tâ ki, her zîhayata karşı mümaşatlı muraatı yapmak ve her birisine hürmet etmek; veyahutta ehemmiyetsiz addedip hepsine zulmetmek lüzumu, senin üzerine hasıl olmuş olsun.. Bu yük ağırdır, kaldırılmaz. Madem öyledir, şirkli ecnebiliği bırakıp, Allah'ın daire-i mülküne mü'minane ve muvahhidane girmen lâzımdır. Tâ ki, bütün mevcudata karşı bir uhuvvet peyda ederek, istirahat edesin. Belki mevcudatın muhterem, büyük bir ağabeysi olabilesin.<br />
<br />
Bak ey nefis! Senin meselin şöyle bir adama benzer ki; o adam, bir padişahın malıyla meşhun bir gemisinde bir hizmetçidir ve o geminin çark ve dolaplarından birisinin cüz'î bir tedbiri ona bırakılmıştır. Fakat o ebleh şahıs ise tutmuş, gemi ile merbut o büyük dolabı kemal-i ihtimamla sırtına almış, muhafazasına çalışıyor. Şimdi eğer o ahmak adamın cüz'î bir aklı olmuş olsaydı; derdi ki: "Yahu ben dahi geminin içindeyim, geminin malik-i zîşanına ait olan bendeki şu emaneti gemiye bırakayım, rahat edeyim. Ona bir şey olmaz."<br />
<br />
İşte ey nefis! Sen de, İslâm dimağının gemisi üstünde (yani şuur ve basiret ve akıl üstüne müesses olan İslâm gemisi üstünde) desatir-i İslâmiyeyi omuzuna al, tâ ki müsterih ve mutmain olarak istifade edebilsin.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Seni bu cihazat-ı acibe ve makinat-ı garibe ile halkedip icad eden zat, elbette âlemi ve içindekilerini halketmesi ondan uzak görülüp istiğrab edilmez ve edilmemelidir. Çünki sendekiler var ya, yani senin içinde olan cihazat-ı acibe ve garib makinalar ve saire, âlemin küçücük nümune ve enmuzeclerinin fihristesinden ibarettir. Belki seni halkeden Hâlık, her şeyin de Hâlık ve Mûcidi olması vâcib ve zaruridir. Zira kavunu halkeden bir Hâlık, elbette o kavunun küçültülmüş ve ondan telhis edilmiş bir nümunesi ve o muhitin bir muhatı olan çekirdeğinin Hâlıkından gayri olması mümteni' ve imkânsızdır.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; sen maddî vücud itibarıyla, iki had ortasında muayyen olan bir taayyün ile mukayyedsin. Hem mukayyed bir beden içinde, kayıdlı bir ömür ve mahdud bir iktidar ile mahdud bir beka içinde hududlu bir hayatın vardır. Madem öyledir; bu kısa, kalil ve fanî ömrünü; fenaya gidecek boş ve fanî bir şeye sarfetmemen lâzımdır. Belki bekaya gidecek ve ona müteveccih baki bir şeye sarfeylemek gerektir.<br />
<br />
Çünkü meselâ şu ömürden, bu dünyadaki istifaden haydi yüz sene olsun diyelim. O yüz sene ise, daire-i İslâmiyet haricinde olsa, yüz hurma çekirdeği gibi kuru kurusuna ve çok az bir menfaat ile ve onları dikerek ağaç olup meyvelerinden yiyenlerin istifadelerini zail eder bir tarzda yiyip bitirirsin. Fakat eğer o ömrü, âhirete tevcih ederek, şeriat suyuyla ıska etsen, o zaman o fani yüz sene ömür, yüz tane semeredar ağaç olacaktır.<br />
<br />
İşte yüz tane meyvedar ağacı, yüz tane kuru çekirdek ile satan adam, elhak Hutame'ye hatab olmaya lâyıktır.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bütün evham ve şübehatın, belki de dalaletlerin mahzeni budur ki; nefsin, kendisini kader ve sıfat-ı İlahiyenin tecelli ettiği dairenin haricinde farz ve tevehhüm etmesidir. Sonra da daire-i tecelliyattan vehm ile hariç kalmış ve ecnebileşmiş olan nefis, kendini öyle bir şeyin yerinde farzeder ki; o şeye kaderin tek bir taalluku ve esma-i İlahiyeden yalnız bir ismin tecellisi vardır. Ve bu farz ile o şeyde tam fani olur. Sonra da ecnebilik sıfatıyla tekrar o şeyi dahi daire-i mülkullahtan ve tasarruf-u kudretinden te'villerle çıkarmaya şürû' eder. İşte bu desise ile nefis, şeytanlara bile üstad ve muallim oluyor ki, onun şirk-i hafîsinden tereşşuh eden halleri, o masum şeyin de içine akseyler.<br />
<br />
Demek nefs-i emmare, şu haliyle [[Deve Kuşu|deve kuşu]] gibidir ki; aleyhinde olan işlerde dahi kendi lehinde bir cihet görüyor. Hem sofestaî gibidir ki, münakaşa eden iki hasma, ayrı ayrı tarzda, birisine der: "Yahu işte senin hasmının delili, seni reddediyor." Öbürüne ise: "Yahu onun delili, seni butlan ile mahkum ediyor. Öyle ise hak, her ikinizin de canibinde değildir." der.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis, dünyayı âhirete rabtetmek suretiyle gafleti idame ettiriyor. Güya dünyanın ve hayatın münteha ve neticesi bu imiş. Kellâ! Belki hakikat bunun tam aksidir.<br />
<br />
Evet nefis -velev şek ile olsun- âhireti tasavvur etmekle, fena-yı dünya ve zeval-i elemin dehşetinden bir derece kurtuluyor zanneder. Hem gaflet veya şek sebebiyle de, a'mel-i âhiretin külfetinden kurtulmak ister. Hattâ vefat etmiş eslafa baktığı zaman, onları ölmüş olarak tabir etmiyor da, belki güya onlar hayatta imişler de, yalnız gözden kaybolmuşlar. Hem nefis, çok defa dünyevî metalibinin damarlarını bir desise ile ebedîleştirmek için, âhiret tarlasında tesbit eyler. Evet çünkü o metalibin iki yüzü vardır:<br />
<br />
Birinci vechi: Dünyaya bakar ki, sebatsız, belki hebaen mensuradırlar.<br />
<br />
İkinci vechi ise: Âhirete bakar, onun esasatı arz-ı âhiretle ittisal peyda edip öyle devam eder. Meselâ ilim gibi; bir vechi karanlık, bir vechi ziyadardır. Fakat şeytane olan nefis, ziya tarafını sana gösterip, altında karanlık vechini yutturur. Zira nefis [[Deve Kuşu|devekuşu]], şeytan sofestaî, heva ise bektaşîdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben şeksiz, şübhesiz bir tarzda yakîn hasıl ettim ki; halk-ı eşya mes'elesinde, eğer mûcibe-i külliye tasdik edilmezse (yani her şey birinin olmak zarureti olmazsa) bilmecburiye salibe-i külliyenin sıdkı lâzım gelecektir. (Yani hiçbir şey, onun olmamak keyfiyeti.) Zira bütün mahlukat, öyle muntazam bir tesanüd ile bir küll halindedir ki, tecezzi kabul etmez. Binaenaleyh ya o veya bu, ikisinden biri mutlaka ve mutlaka kabul edilecektir.<br />
<br />
Bakınız görünen o dur ki, her şey birinin olmasında adem-i illeti tevehhüm etmek isteyen vehm-i bâtıl, örümcek ağından yüz derece daha ehvendir. Fakat eşyadan bir tek şeyi birinin olduğunu gösteren illet, bir hads-i sâdıkla her şeyin de aynı o zatın olmasını istilzam ettirir.<br />
<br />
Ve keza Hâlık dahi, ya birdir veya gayr-ı mütenahîdir. Kat'iyyen ortası olmaz. Çünkü sani' eğer bir Vâhid-i Hakikî olmazsa, bizzarure kesîr-i hakikî olacaktır. O ise nihayetsizdir. Şayet ikinci şıkka gidilirse, çok acib muhalat ile beraber mutlaka terkibsizliği ve birliksizliği icab ettirecek ve dolayısıyla vücud ve varlık, imtina'a saplanacaktır.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; nasıl ki nuru verenin nuranî olmaması; ve icad edenin mevcud bulunmaması; ve mûcib olan bir zatın vâcib olmaması zâhirî bir muhaldir. Öyle; de ilmi in'am edenin âlim olmaması; ve şuuru ihsan edenin zîşuur bulunmaması; ve ihtiyarı i'ta edenin gayr-ı muhtar bulunması; ve iradeyi ifaza edenin gayr-ı mürid olması; ve mükemmelin sanii, gayr-ı kâmil olması muhal ender muhaldir.<br />
<br />
Evet hiç mümkün müdür ki; gözü tersim, basarı tasvir ve nazarı tenvir eden bir zat, kendisi gayr-ı basir olsun, hâşâ!. Belki masnuatta bulunan ne kadar enva-i kemal varsa, Sani-i Zülcelale münasib olan feyz-i kemalinden olması vâcib ve zaruridir.<br />
<br />
Fakat [[şahin]] kuşunu görmeyip tanımayan ve ancak kuşlar içinde sivri sineği kuş olarak tanıyan bir mikrop, şahini gördüğü zaman, bu kuş değildir. Zira benim gördüğüm kuş olan sinekteki evsaf, bunda yoktur der.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; nefs-i natıkanın en şiddetli taleb ettiği şey, devam ve bekadır. Hattâ eğer nefis, kendini devamın tevehhümüyle aldatmazsa, hiçbir şeyden lezzet alamaz.<br />
<br />
Öyle ise ey devama talib nefis! Bir Dâim'in zikrine bürün ki, daim kalasın. Ve onun nuruna bir zücace ol ki, sönmeyesin. Ve onun incilerine bir sadef ol ki, tasaffi edesin. Ve onun nesim-i zikrine bir beden ol ki, hayat bulasın. Ve esma-i İlahiyesinden bir isminin şuaından bir hayt-ı nuranîsine temessük et ki, adem fezasına düşüp hiçahiçe gitmeyesin.<br />
<br />
Evet, meselâ gafil bir semere, onunla kaim olup kıyam bulduğu ağacına teveccüh etmeyerek; belki yüzüne karşı gülen ecnebilerin şa'şaasına aldanıp, onlara müncezib olsa, elbette kendi ağacından kopacak ve onların fani tebessümleri içine baş aşağı düşüp fani olacaktır.<br />
<br />
İşte ey nefis, sen de sana beka ve kıyam veren zata istinad et. Fanilerin şa'şaasına aldanma. Zira senden, onun uhdesinde olanı binden dokuzyüz doksan dokuzdur. Ve senin uhdende olanı ise yalnız bir tanedir. Madem öyledir, kendi o bir taneni dahi, onun malının sefinesine bırak, istirahat eyle!<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; sen kendi nefis ve zatına en yakın ve ihtiyarca en geniş olduğun halde, kendin için hiçbir şeyi icad cihetinde yapmaya takatın yetmezse; ve senin elin, sana ulaşmazsa, elbette bittarik-il evla senden uzak, sair insan ve sebeblerin hiçbir surette, senin hiçbir şeyine -icad noktasında- takatları yetmez.. Ve senin şecere-i zatının bir yaprakçığına da elleri ulaşmaz.<br />
<br />
İşte meydan, istersen kendini tecrübe et; Acaba kelimatın ağacı ve zevklerin havuzu ve muhaberatın santralı olan bir tek kendi lisanını yapmaya kudretin yetecek midir, kellâ! Elbette sen yapamazsan, sair sebebler ise aslâ!.. Öyle ise Allah'a şirk koşma. Çünkü şirk, bir zulm-ü azîmdir.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; şu âlem, İlahî bir dükkan ve bir mağazadır ki, içinde her çeşit mensucat, motif ve mutarrezatla birlikte, şekil ve kışırlar da bulunmaktadır. Kimisi kesif, kimisi rakik, kimisi zail ve kimisi daimîdirler. Hem bazısı sert bir lüb ve bazısı mayi' ve havaî şeylerdir. Bunların bir kısmı icadın nesci ve bazısı tecellinin tersimidirler.<br />
<br />
Fakat kör olası felasife-i tabiiye, tecellî zımnında bulunan icadı, "icab-ı bizzat" diye zu'medip dalalete saplanmışlardır.<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; enaniyetten neş'et eden şirk-i hafî, eğer kabuk bağlayıp tasallüb ederse, esbab şirkine inkılab eder bilir. Bu da devam ile müstemir bir hal alırsa, küfre tahavvül edebilir. Bu dahi devam ederse, tatile kadar gidebilir. El'iyazü billâh.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tavr-ı zulmet içinde<ref>Bu i'lemdeki mevzu hayli müşkil bir muamma ve çok kısa cümleli bir vecize halindedir. Tercümesi belki tam olmadı. Özür dileriz. (Mütercim)</ref> nefs-i emmarenin halatının muhafazası ile beraber; ziya ve nur taleb etmek, hem de ziyayı, nefsin zulmetli tabiatıyla birleştirmeye çalışmak, çok elîm ve şediddir. Hem o vaziyet, ziya ve nurun hürmetini ihlâl etmek, belkide onu telvis etmek demektir.<br />
<br />
Öyle ise evvelâ zulmetten soyunup çıkmak ve uzaklaşmak lâzım.. sonra da, zulmet içinde ziyayı aramak değil, belki zulmetten ziyaya nazar lâzımdır.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Acaibdendir ki; şu insan, Kadir-i Ezelî'nin vücûb-u vücud ve vahdetini gösterecek bir fatih, bir kâşif ve bir bürhan-ı neyyir; Ve hem onu gözlere sokacak vâzıh bir delil ve nuranî bir ma'kes; Ve onun nur-u vahdetine karşı münevver bir kamer, hem cemal-i ezelîsinin tecellisine şeffaf bir ayna olmak için halkedilmiş iken; hem dahi semavat ve arz ve cibalin hamlinden dehşetlenip çekindikleri olan haml-i emanetle cilalanıp parlamışken; nedendir ki, insanların çoğu mezkûr hikmet-i hilkatine zıd ve onun tam aksine hareket ediyor?<br />
<br />
Zira, o emanetin tazammun ettiği pek çok vecihlerinden birisi, 'Ene'dir. Ve o ene ise, insan onunla muhit ve mutlak sıfat-ı İlahiyeyi anlamak için bir vâhid-i kıyasî iken, hem o sıfatları tenvir edecek bir anahtar olduğu halde; fakat gaflet veya şirk-i hafî ile o ene, bir nokta-i siyah kesilip tam aksine dönmüştür. İşte acaba ekser insanlara ne olmuş ve nedendir ki; mezkûr hikmet-i hilkatlarına perde, hicab ve sed olmuşlardır? Zira onun hikmet-i hilkatı ve vazifesi o mezkûr kapıları açmak iken, kilitlemiş.. ve o hakikatları tenvir iken karartmıştır. Hem emanetten olan 'ene' ile vahdaniyet-i İlahiyeyi anlamak iken, şirk koşmuştur. Ve o enenin mirsadıyla Allah'a bakmak ve bulmak ve bütün mülkü ona teslim etmek iken; lakin o ise, enenin gözlüğüyle halka nazar edip, Allah'ın mülkünü mahlukatına taksim etmiştir.<br />
<br />
Evet [[Ahzab 72|{{Arabi|اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ جَهُولٌ}}]] yani 'muhakkak ki insan, çok zâlim ve pek câhildir.'<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey nefis! Eğer sen, Hâlıkını takva ve amel-i salih ile razı ettiysen, o sana yeter. Halkın rızasını aramaya lüzum yoktur. Şayet halk da Allah hesabına senden razı olurlarsa menfaattir. Yoksa nefisleri hesabına olsa, faydası yoktur. Çünkü onlar da senin gibi âcizlerdir.<br />
<br />
İşte eğer birinci şıkkı istersen, Rabbini razı etmeye çalış!. ve eğer ikinci şıkkı ararsan, bilâ-faide şirk etmiş olursun.<br />
<br />
Evet görmüyor musun ki; bir adam, bir işi veya bir maslahatı için bir padişahın makarrına varsa, eğer padişahı irza etmiş ise, halkın da muhabbeti ona dönmekle beraber, külfetsiz bir şekilde hemen işi bitmiş olur. Yok eğer o maslahatını, padişahın hükmü altındaki adamlardan taleb etse; bütün onları irza etmek ve hepsini o maslahatının husulü için ittifak ettirmek lâzım gelir ki, çok zor, pek çetin olur. Hem bütün onları ittifak ettirdikten sonra da, o maslahatın ifası yine sultanın iznine muhtaçtır. Onun izni ise -eğer ikram ise- yine onu irza etmeye mütevakkıftır. Amma eğer istidrac ise; o, bahisten hariçtir.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; Cenab-ı Vâcib-ül Vücud, nasıl ki kendi zatında ve mahiyetinde mümkinata hiçbir surette benzemez. Öyle de, ef'alinde dahi yine onlara benzememektedir. Meselâ, hads-i şuhudî ile sabit olan şu: Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'un kudretine nisbeten uzak ile yakın, az ile çok, küçük ile büyük, ferd ile nev', cüz ile küll arasında fark yoktur.. Hem mümkinin hilafına olarak onun işinde külfet, mualecet, zorluk ve mübaşeret olmaz. İşte bu sırdan dolayıdır ki, Cenab-ı Hakk'ın künh-ü ef'alini fehm etmekte zorlanan ve mütehayyir kalan akıl, Cenab-ı Hakk'ın fiilini, fiil olmadığını zannetmiş.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; kalbin gaflet ile harab olmasından ve heva-i nefs ile ölümünden sonra, onun enkazından yapılan bir vicdan, nefs-i emmare için yalancı bir mıklabdır. Ve bu vicdanın mevkii ise, insanın iki cenbi (yani) ortasında, göğsünün altında, midesinin başı üstündedir.<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bil ki! Arslanın keskin olan azı dişleri iftiras ve parçalamak şanında olduğuna; kavunun letafet ve güzelliği de yemek için olduğuna delâlet ettikleri gibi; öyle de, insanın istidadı da delâlet eder ki; onun yegâne vazife-i fıtriyesi ubudiyettir. Hem insanın ulviyet-i ruhaniyesi ve beka ve ebediyete olan iştiyakı dahi delildir ki, insan daha önce bu âlemden başka latif bir âlemde halkedilmiş olup, buraya muvakkat bir zaman için gönderilmiş... tâ ki, burada cihazlanıp tekemmül ettikten sonra yine o âleme dönsün.<br />
<br />
Hem insan, şecere-i hilkatın en nazenin bir semeresi olmasının delâletiyle; insan nev'inden birisi, elbette ki o hilkat ağacına çekirdek imiş olup Sani-i Zülcelal, o çekirdekten bu hilkat ağacını inbat etmiştir. İşte o çekirdek ise, (âlemin onun manevî rengiyle renklendirmesi sırrıyla) bütün mahlukatın en efdali olan Hazret-i Seyyid-ül Enam'ın (A.S.M.) nur-u şerif-i zatı olduğuna bütün kümmelîn-i evliyanın, belki nev'-i beşerin yarısının ittifakıyla sabittir.<br />
<br />
=ZERRE'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; semavat ve arzın nizamını kuran ve koyan ve gece ve gündüzü; beşiğimiz olan arzımızın kafasına çizgili bir imame gibi saran bir zatın uluhiyetine hiç lâyık olur mu ki; âlemin bazı safahatını miskin bir mümkine tefviz edip bıraksın? Hem hiç mümkün olur mu ki, arşın altındaki mahlukata, Rabb-i Arş'tan başkası bizzat tasarruf etsin, hâşâ ve kellâ!.<br />
<br />
Zira o kudret-i kâmile, bütün her şeyi ve heryeri ihata etmekten kısa ve kasır değildir. Madem değildir; öyle ise, başkasının müdahalesine bir fürce, bir delik yoktur. Bununla beraber, Ceberut ve istiklaliyetin izzeti. ve teveddüd ve taarrüfün muhabbeti dahi, ibadullahın enzarını kendine celbedecek ve mana-yı ismiyle birer hicab ve vasıta olabilecek olan gayrın vücuduna hiçbir vecihle müsaade etmezler.<br />
<br />
Halbuki küll ve cüz'de, nev' ve fertteki tasarrufat, öylesine iç içe mütesaniddir ki, tefriki imkânsızdır. Velev farz-ı muhal olarak yalnız iki müttefik fail arasında da olsa, yine muhaldir.<br />
<br />
Evet şu nizam-ı acib ile bütün âlemi nazmeden Nâzım, o aynı vasıf içinde olarak beşiğimiz olan küre-i arzın tedbirini de görür.. ve aynı halde insanı dahi terbiye eyler. Ve aynı vakitte enva'ın şuunatında da tasarruf eder. Hem aynı anda bedenin hüceyratını san'atkârane icad eder. Hem aynı zamanda âlemin bütün safahatına müteveccih olan o kudret ile zerreleri de halkeder. Belki umum âlemin nizamını kuran ve koyan, o aynı tanzim ile zerratı da tedbir eder. Hem o nefs-i tedbir ile bunları da terbiye eyler ve aynı terbiye içinde tasarruf edip halkeder.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin ziyası, deniz yüzünü nurlandırıp ta, kabarcıkların yanaklarını ve katrelerin gözlerini ve serpintilerin gözbebeklerini tenvir etmemesi mümkün değildir.. Öyle de, yerin sâkinlerinden her hangi cüz'î bir şeyin bir uzvunun, bir hüceyresinin, bir zerresine dahi; küre-i arzın, gece ve gündüzünü çevirip döndüren bir kudretten başka diğer bir şeyin müdahale etmesi imkânsızdır.<br />
<br />
Hem sineğin dimağını ve mikrobun gözünü tasvir edip inşa ederek tanzim eden bir zat, elbette senin ef'alini; ipi boğazına sarılı olarak başı boş ve ehemmiyetsiz bir şekilde terkedip bırakmaz. Belki senin bütün fiillerini İmam-ı Mübin defterinde yazarak, seni ey insan onun üstünde hesaba çekecektir.<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; her bir masnu'da, belki her bir zerrede, hem de o masnu ve zerrenin alâkadar olduğu her şeyinde ve onunla beraber nizamın silkine giren bütün eşyada; bilhads ve bilmüşahede görünen mutlak bir tasarruf, muhit bir kudret ve basir bir hikmettir. Bu ise, bâhir bir bürhan ve zâhir bir âyettir ki; her şeyin sanii tektir, birdir, şeriki yoktur. Hem mümkinlerin, mahdudların, mukayyedlerin ve müntehîlerin lâzımı olan tevzi' ve inkısam ve tecezzî, onun iktidarında aslâ mevzuubahs değildir ve olamaz.<br />
<br />
Çünkü mümkin bir şey, faraza sani olsa, elbette o şey-i mümkinin tasarrufunda tevzi', kuvvetinde inkısam ve teveccüh-ü iktidar ve ihtiyarında tecezzî olacaktır. Çünkü vâcib değil, mümkindir. Halbuki meselâ, bir cihetle bir bal arısına taalluk eden o üçler (yani tasarruf, kudret ve hikmet) faraza eğer -tecezzi ve tecavüz etmek şanında olan- bir mümkin-i miskinden olsa idi; elbette tecavüz etmemesi imkânsızdı. Halbuki o arı ise, kendi saniinin iktidarını öyle bir tarzda gösteriyor ki, o iktidara âlemlerin halk ve icadları zor gelmez. Şu halde farz-ı muhal olarak o tasarruf, o kudret ve o hikmet, bir mümkinin fiili ve işi olsaydı, acaba nasıl o arı içinde hapsolup komşularına tecavüz etmeyecekti.<br />
<br />
Öyle ise netice olarak; bizzarure o arının sanii ise, kudretine hiçbir hadd-ü inkısam olmayan, vücudu vâcib bir Vâhid-i Ehad olması lâzımdır ki, onun mizan-ı kaderinde cereyan eden kudreti, kaderin mistarı ve plânı üstünde eşyayı yazmaktadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki: Sivrisinek, örümcek ve pire ve emsali gibi küçük mahluklar; fil, camus ve deve gibi büyük mahluklardan zekâca, cezalet-i hilkatça ve kıymet-i san'atça çok mertebe daha yüksek oldukları halde, bunların o büyüklere muhalif olarak ömürlerinin noksanlığı ve zâhiren faidesizlik ve menfaatsizlikleri ise, Saniin hilkat-ı eşyada hiçbir külfeti, mualeceti ve zorluğu olmadığına, belki {{Arabi|كُنْ}} diye emreder etmez vücuda geldiğine, hem hiçbir şey ona hükmetmeyen bir Fail-i Muhtar olup istediği şeyi, istediği şekilde yapabildiğine delâlet eden bâhir bir bürhan, nuranî bir âyettir.<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir hababın (yani kabarcığın) içindeki güneşçik, nasıl ki güneşten bir cüz'dür. Öyle de aynı zamanda bir cüz'îsidir. Çünkü o, güneşin mahiyet-i asliyesi olmaksızın hüviyet-i zılliyesiyle bir güneştir.<br />
<br />
Demek o güneşçik, (bu mahiyetiyle) ne güneşin aynısıdır, ne de gayrısı... Öyle ise güneşin ziyasın almakta, bütün dünya iştirak etse bile, o hababın hissesinden hiçbir şeyi noksan etmezler. Kâinatın umumu iştirak etmiş veya kendisi tek olarak mukabil kalmış, güneşin ifazası ve hababın tenevvürü cihetinden bir fark olmaz. Öyle ise o habab, diyebilir: Güneş tamamen benimdir ve benim içindir ve bana müteveccihtir.<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şey 'Zâhir' isminin azîm ve vasi' olan dairesinden uzaklaşıp küçüldükçe, 'Bâtın' ism-i şerifinin nisbî veya hakikî dairesine yakınlaşıp, hududuna girer.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak, her şeyin her tarafını kendi esma-i hüsnasıyla muhittir. Fakat insan, kendi cüz'î, mahdud, mukayyed ve fani zihniyle yalnız kendisine taalluk eden ölçüye göre, Cenab-ı Hakk'ın azametine ve seyyaratı güneşin etrafında döndürmesindeki şevketine bakarken; şeytanî bir kıyasla, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'u bir mümkin-i miskine kıyas ederek; meselâ sinek gibi küçük mahlukların icadıyla iştigalini ondan istib'ad ediyor. Halbuki bu kıyastan küçük mahluklara bir zulm-ü azîm ve büyük bir tahkir çıkar. Zira hiçbir şey yoktur ki, kendi Hâlıkını tesbih etmesin. Ve yine mahlukattan hiçbirisi yoktur ki, dünyayı ona bir ev, güneşi lâmba, yıldızları kandiller yapan bir Rabb-i Zülcelal'den başka birisini kendine Rabb kabul etmeye tenezzül etsin. Âdeta, güya her şey-i zîhayat, yalnız kendisi dünyada varmış gibi tek bir Rabbi ve Hâlıkı tanımaktadır.<br />
<br />
Öyle ise, büyüğün küçük üstüne tekebbüre hakkı yoktur ve caiz de değildir. Zira vücud, hak gibidir. Hak ise, büyük ile küçük arasında farketmez. Hem çok azlar var ki; hakikatta çokturlar ve çok kesîrler bulunur ki, hakikatta kalîldirler.<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki: Şems-i Şümus'tan tâ ağacın semeresine kadar mevcudattan herhangi bir şeye im'an-ı nazarla bakılırsa; o şeyin hadsiz eşya içinden intihab edilip, seçilerek temayüz ettiği görülecektir. Şu halde hangi şey olursa olsun, nihayetsiz şeylere nazar etmektedir. Öyle ise o şeyde bizzat tasarruf eden zat, elbette ancak sıfâtının tecelliyatına nihayet olmayan bir Zat-ı Zülkemal olabilir. Feteemmel.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Umumilik, yani: (Nimetin umuma şamil olması, ve umumî bir şekil alması,) inamdaki hususî kasda ve şahsî inayete münafi olmaz. Zira Allah'ın nimetleri vakıf malı veya nehir suyu gibi değildir ki, mutlak bir in'am sayılıp da, şahıs kendi nefsinde hâs bir şükre ihtiyacını hissetmesin. Hem taayyünler ve hususiyetler, önceden yapılmış kaplar ve kalıplar gibi değildir ki, tâ o taayyünün kalıbı, müteayyin olan kimseye in'amın yüzünü çevirip kazandıran bir şey olsun. Evet, Mün'im-i Hakikî (Celle Şanühü) her bir ferd için, ona münasib bir şekilde bir kabiliyet kabı ve bir istidad çanağını yapıyor, sonra da kendi nimetinin yemeklerinden o kabı doldurarak, kasd-ı hususîsiyle o şahsa isim ve resmiyle ihsan eder. Şu halde mutlak ve umumî nimetler için şükür vâcib olduğu gibi, hususî olarak hâs nimetlere karşı da şükretmek lâzım ve vâcibdir.<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; meşhud olan kitab-ı kebir ki, âlemdir; ve mesmu' olan kitab-ı aziz ki, Kur'an'dır. Beşerin ekserisi bunların haklarını veremeyip noksan bırakmıştır. Çünkü beşerin mütefekkir feylesofları, kâinat kitabından Vâcib-ül Vücud'a ancak bizzat basit bir cüz'ü ve ince bir kışrı, yahut itibarî bir terkibi verip; baki kalan kısmını mevhum, belki mümteni' sebeblere ve müsemmasız isimlere taksim ediyorlar.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّ يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
(Yani: Allah o yalancıları kahretsin.)<br />
<br />
Fakat muvahhid zatlar ise: "her şey Allah'ın malıdır ve ondan gelmiştir ve ona dönecektir ve onunla kaimdir" derler.<br />
<br />
Amma Kur'an'ın hakkaniyetli ahkâmının noksan bırakıldığı mes'eleye gelince: Evet beşerin hayalperest edipleri, (Kur'anın hükmüne zıd bir surette,) kâinat denilen şu muhteşem kasrın esasatından ve mekîn desatirinden ve yaldızlı taşlarından ve çiçekli, motifli ağaçlarından; yalnız ondaki nazmın bazı nukuşunu ve az bir kısım maanisini arşın sahibine verdikten sonra, geri kalan o semavî yıldızları telahuk-u efkâr desisesiyle yerin sâkinlerine taksim eylerler.<br />
<br />
Tuh, öylesi akl sahibine ki; ona beşerin elini yıldızlara kadar uzanıp onları tebdil etmek ve ecramlarında tasarruf etmek derecesinde bir kudrete sahib olduğunu tahayyül ettirir. Böylesi bir akıl sahibinin misali şöyle bir adama benzer ki: Denizi feyizlendiren bir feyyaza, ondan yalnız bazı kabarcıkları verir.<br />
<br />
Fakat mü'min-i muhakkik ise, der: Kâinat sarayının evvel-i esasatından, tâ nukuş-u nazmın âhirine kadar, müştemil bulunduğu bütün her şey, Allah'tandır ve Allah'ındır.<br />
<br />
Evet Kur'an, binler makamların mukteziyatının meratibine bakarak; ve muhatabînin hissiyatına ma'kes olan bütün manaları kendi üslubları içinde sararak cem'etmiş olmasındandır ki; Ve keza, Kur'an yetmişbin hicabdan geçerek, ervah ve kulûbun a'makına girerek kudsî hitabıyla tabakat-ı beşer üzerinde seyr ü sefer edip feyzini neşr ile ünsiyet verdiğindendir ki; her devir Kur'anı tam anlar, bilir ve onun kemalini itiraf eyler. Ve her karn Kur'anı tam kabul edip, onunla ünsiyet eder. Ve her asır onu kendine üstad ittihaz eyler. Ve her zaman ehli, ona ihtiram eyler. O derece ki, hepsi tahayyül eder ki; Kur'an hassaten o asır için nâzil olmuştur. Demek o kitab-ı aziz, ince, rakik ve sathî bir şey değildir.. Belki bir bahr-i zahhar ve bir şems-i feyyaz ve bir kitab-ı amîk ve dakiktir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! su ve havaya bak, gör ki; nasıl selis ve yumuşak halkedilmişlerdir. Evet tesbih ederiz o zatı ki, su ve havayı hem mikroba, hem de file beraber olarak rızık edip lokma yapar.<br />
<br />
İşte kudret tabbahına (pişirici) bak gör; Nasıl bir yemek yapar ki, o yemek arının ağzı ona dar gelmediği gibi; Filin ağzını da tam doldurur. Hem o yemek, bir mikrobun ağzına büyük gelmediği gibi; Gergedanın ağzı da ona büyük gelmez. Hem yine o kudret, (hava ile) öyle bir kelâm ile söyler ki, zerrenin dimağı o kelâmı işittiği gibi, güneşin kulağı dahi o kelâmla tam dolar. Hem yine o kudrete bak ki, söylenen bir kelimeye öyle bir tenasül ve istinsah verir ki; o kelime, dağın mağarasını doldurup, aks-i sada vasıtasıyla seninle konuştuğu gibi; aynı o kelime sivrisineğin kulağındaki delikte bulunan hücreciğe de büyük ve ağır gelmiyor.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Her namaz vakti, âlem-i İslâmı bir mescid ve o mescidin mihrabı Mekke ve o mihrabın âyeti de, Kâbe olarak tasavvur edilmesi; ve o mescidde insan kitleleri namaz kılmakta ve bir kitle-i cemaat fenada secde edip kaybolurken, başka kitleler gelip namaz kılıp, gitmekte, ve böylece o mescid daima dolup boşalmakta olan bir vaziyette tahayyül edilmesi münasib ve lâyıktır. Böylelikle zamanın asırları, Bayezid Camiindeki ikindi vaktinin dakikaları gibi olur.<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ يَا سَعِيدُ}} Bil ey Said! Senin rağmına olarak seni terkedip senden ayrılacak ve hem sen zelil olarak hasareti de senin üstüne bırakacak olan bir şeyi, bugün sen aziz iken, fazilet de sana kalmakla beraber, kerem üzere terketmen saadettendir.<br />
<br />
Zira eğer sen bugün dünyayı terkedersen, onun şerrinden kurtulup hayrına varis olursun. Fakat eğer dünya seni terkederse, onun hayrından uzaklaştığın gibi, şer ve belası da sana semere kalacaktır.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! şu fâsık medeniyet, öyle müdhiş bir riya meydana getirmiştir ki, medeniyetçilerin o riyadan kurtulmaları çok müşkilleşmiştir. Çünkü hal-i hazır medeniyet, riyaya, şan ü şeref ismini takmış, adamı da şahıslara dalkavukluk yapıp müraîlik ettirdiği gibi, milletler ve unsurlara da riyakâr ve tasniatçı kılmıştır. Gazeteleri de, o riya ve müraîliğe dellallar haline sokmuş, tarihi ise ona teşrifatçı ve alkışçı yapmıştır. Hem gaddar ve zalim olan hamiyet-i cahiliyenin desisesiyle mütemerrid olan unsuriyet-perverliğin hayatı içinde, şahsın mevtini ona unutturmuştur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kadınların cemaati müzekkerleşerek sertlik ve huşunet peyda ettiği gibi, erkeklerin cemiyeti de müennesleşip yumuşaklık kesbeder. Bu sırra işareten Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan<br />
<br />
[[Yusuf 30|{{Arabi| وَقَالَ نِسْوَةٌ}}]]<br />
<br />
[[Hucurat 14|{{Arabi| وَقَالَتِ الْاَعْرَابُ}}]]<br />
<br />
diye ferman eder. Demek zaiflerin cemaatı kavidir, kavilerin cemiyeti de zaiftir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kalkanın<ref>Bu i'lem, çok veciz ve öz bir tarzda yazılmış. Arapça ibaresinde {{Arabi|الجنّة}} kelimesi var ki; hem "cennet", hem "cünnet", hem de "cinnet" lafızlarıyla okunabilir. Kerkük'lü İhsan Kasım hoca, onu "cinnet" manasıyla almış, dipnotta şerhetmiş ki; cinlerin yani, şeytanların kırılıp alçalması olur. Bize göre ise, o kelime "cünnet"tir. Yani, kalkandır ki, mecaz ve teşbih ile; nefsin ve enaniyetin kırılıp alçalması demek olur. Vallahu a'lemü bissavab. (A.B.)</ref> kırılıp alçalmasında, Cennet'in açılış ve fethedilişi vardır.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; Nübüvvet-i Ahmediye'nin (A.S.M.) en zâhir bürhanı tevhiddir. Çünkü kâinatın mahlukatının başları üstünde tevhidin bayrağını bütün meratibiyle dalgalandıran; ve âlemin enzarında tevhide bütün makamatıyla dellallık eden; ve enbiya (Aleyhimüsselâm'ın) icmal ile bildirdikleri tevhid-i icmalîye mukabil, bütün tafsilatıyla fasleyleyen yalnız Seyyidimiz, Efendimiz Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
Binaenaleyh tevhidin hakikat ve kuvveti derecesinde, onun nübüvvetinin hakikat ve hakkaniyeti kat'î olması lâzımdır. Âmenna.<br />
<br />
=ZERRE'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şunun gibi (yani âlemdeki) güzel bir tezyinat ve ulvî kemalât ve latif manzaralara; ve bu haşmet-i Rububiyet ve saltanat-ı uluhiyet için, elbette onu temaşa edecek müşahidlerin ve onu seyr ve tenezzüh edeceklerin ve onlarda hayrete dalacak olanların ve onun etrafına ve mehasinine bakıp tefekkür ederek sani' ve maliklerinin celaletine ve iktidar-ı kemaline intikal edecek olanların bulunmaları bizzarure lâzımdır.<br />
<br />
Evet insan, birçok cehalet ve zulümleriyle beraber, öyle cami' bir istidada sahibdir ki; âdeta insan, mecmu-u âlemin bir enmuzecidir.. ve ona öyle bir emanet tevdi' edilmiştir ki, o emanetle kenz-i mahfîyi anlayıp açabilecek bir mahiyettedir. Hem dahi insanın kuvalarına bir hadd konulmayıp serbest bırakılmış, tâ ki Sultan-ı Ezel'in azamet-i saltanat-ı uluhiyetinin seradık-ı cemalinin, haşmet-i celalinin şa'şaa-i kemalini idrak eden bir nevi şuur-u küllîye sahib olabilsin.<br />
<br />
Evet nasıl ki hüsün, elbette bir âşıkın nazarını istilzam eder. Öyle de, Nakkaş-ı Ezelî'nin Rububiyeti dahi insanın takdirli ve hayretli müşahedesinin, tahsinli ve tefekkürlü nazarının vücudunu iktiza eyliyor. Hem dahi Rububiyet-i İlahiye o mütefekkir ve mütehayyir insanın da ebede kadar beka-i vücudunu iktiza ettiği gibi; ebed-ül âbâdda dahi hayret ile tefekkürünü yaptığı şeyle beraber arkadaşlığını istilzam eder.<br />
<br />
Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini zinetlendiren Zat-ı Kerim-i Zülcemal, nasıl ki o güzel yüzlere karşı sinek ve [[serçe]]lerden istihsancı uşşakı bulundurmuş ve nâzeninlerin rühlarını süslendiren Zat-ı Cemil-i Zül'ikram, onların temaşasından vâleh ve hayran olacak müştakların enzarını da icad etmiş. Öyle de âlemin yüzünü şu câzib zinet ile güzelleştiren ve gözlerini bu mütebessim lâmbalarla nurlandıran ve pek parlak enva-i mehasinle âlemi hüsn ü cemale garkeden ve âlemin her bir nakşı içinde kemal-i vuzûhla bir teveddüd ve taarrüf ve tahabbüb-ü Rabbanîsini manen yerleştiren bir zat; elbette ve elbette o âlemi, müştakların, mütehayyirlerin, mütefekkirlerin, münceziblerin ve bütün bunların kıymetini takdirkâr âriflerin nazarlarından hâlî ve boş bırakmaz ve bırakmamıştır.<br />
<br />
İşte, insanın şu camiiyetinden dolayıdır ki; kâmil olan insan eflâkin, yani mükevvenatın hilkatine sebep ve ille-i gaiyye olduğu gibi; ona meyve-i zişuur dahi olmuştur.<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikî saadet ve kemal-i lezzet odur ki; her şeyi, hattâ vücudu dahi mûcidi için, onun yolunda terketmektir. Çünkü her şey O'nundur ve O'ndandır. Hem çünkü o Vâcib-ül Vücud'dur.. Hem çünkü o Kâmil-i Mutlak'tır.. Hem çünkü o mutlak olarak celal ve cemal sahibidir.<br />
<br />
Öyle ise, benim her şeyim, küll ve küllüm ve küll-i şey' ona feda olsun (Celle Şanühû).<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşyanın arasındaki tevafuk, nasıl ki sani'lerinin Vâhid-i Ehad olduğuna delâlet eder.. Öyle de, mabeynlerindeki muntazam tehalüf dahi, sanilerinin Muhtar-ı Hakîm olduğuna delâlet etmektedir.<br />
<br />
Meselâ; insan ferdlerinin, belki hayvanların dahi esasat-ı azada tevafuk etmeleri, hususan her şahıstaki çiftli azaların birbirine temasülleri, Hâlıkın vahdetine bir bürhan-ı bâhir olduğu gibi; itkankârane olan taayyün ve suretlerindeki tehalüf de, Hâlıkın ihtiyar ve hikmetine nuranî bir âyettir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mahlukatın en zalimi insandır. Evet onun eşedd-i zulmünden şu tek birisine bak ki; kendi nefsine şedid muhabbetinden dolayı; onun nefsine ve zatına hizmetleri mikdarından başka eşyaya bir kıymet vermiyor. Ve ancak insana menfaatleri mikyasıyla faide ve semerelerine bakıyor. Ve hayatta ille-i gaiye yalnız bu hayat olduğunu zannediyor. Kellâ!. Evet her zîhayatın vücudunda akılların seziş ve kavrayışından çok dakik, Hâlıkın birçok hikmetleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise, neden caiz olmasın ki; şu kısa ömürlü hayvanat ve bu çabuk zeval bulan hayvancıklar, âlem-i misal ve Berzah ve Melekûtun garaib-i ahvaline mebadiler, mistarlar, bilançolar ve esaslar ve çekirdekler olsun. Hem âlem-i gaybdaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniye için birer tecelliyat-ı seyyale veya birer tereşşuhat ve semerat olsunlar!..<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; gözün görmesi, nasıl ki yalnız onun yanında malûm, belki gözü önünde mevcud şeylere inhisar ediyor. Öyle de, nefs-i emmare dahi bir şeyi görmediği zaman, ister ebdehi-l bedihiyat olsun vücudunu inkâr ediyor.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hak Teâlâ, kemal-i kudretiyle kâinatın bütün zerratını şeriat-ı fıtriye ve evamir-i tekviniyesine birer emirber nefer yapmıştır. İşte bu sırdandır ki; meselâ bir sineğe emr-i tekvinîsiyle "Bu şekil ile ol, vücuda gel!" dediği gibi, aynı o sühuletle umum hayvanata da birden "Şu sıfatlar ve bu şekiller ve şu ömürler ile tekevvün ediniz, meydana çıkınız!" der demez, 'iradenin ayn-ı kudret gibi hükmüyle' derakab emrolunduğu gibi külfetsiz olarak oluverip meydana çıkarlar.<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; sen kendi aynanda inci taşlarını dizip tanzim ettiğin gibi; şu ecram-ı kâinatı kabzasına alıp öyle tanzim ve tertib edebilen bir kuvvet ve kudret, elbette hiçbir şeyden âciz kalmaz. Ve hiçbir şeye şerik-i rububiyet noktasında daire-i tasarrufuna müdahaleye müsaade etmez.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki katrenin deniz ile ittihadında bir şübhe yoktur. Çünkü ikisi de sudur. Hem o katre nehir ile de müttehiddir. Çünkü ikisi de buluttandır. Hem katre içinde parlayan güneşçik dahi, gökteki güneşle müttehid olmasında; ve iğne gibi bir balık, Balina balığı ile nevi'ce ittihad etmesinde; ve keza, habbenin küme ve yığın ile müttehid bulunmasında bir şek yoktur..<br />
<br />
Öyle de: Cüz'iyattan olan bir cüz'ün, bir hüceyresine tecelli eden bir isim, müsemmada; kâinatı ihata eden esma-i hüsnadan bir ismin müsemmasıyla müttehiddir. Meselâ her şeyi bütün ahval ve etvarıyla bilen "Alim" ismi gibi bir isim; şu zerrenin Hâlıkıyla ve bu ağacın Musavviriyle ve o semerenin Münşisiyle ve bu illetin Şafisiyle müsemmada müttehiddir. Belki muhaldir ki; şu cüz-ü cüz'înin ayni ismi, her şeyi kaplayan Vasiu-l Evsa' olmasın.<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vücudunun varlığı, zuhur ve tezahürü, ancak tagayyür ve tahavvülüne bağlı olan bir mümkinde; atalet, sükûn, tevakkuf ve yeknesaklık, ahval ve keyfiyatta birer nev'-i ademdirler. Adem ise, mahz-ı elem ve şerr-i sırftır. Onun içindir ki zîhayattaki faaliyet, şedid bir lezzet olduğu gibi; şuûnatta olan tahavvül dahi, hayr-ı kesîrdir. Elem ve musibet dahi olsalar...<br />
<br />
Binaenaleyh, teessürat ve teellümat, bir cihette çirkin ise de, fakat birçok cihetlerle güzeldirler, hasendirler. Demek nur-u vücud olan hayat, teessürat ile tasaffi edip, teellümat ile cilalanarak kuvvet buluyor. Öyle ise onlar hayatın menfuru değillerdir.<br />
<br />
Madem öyledir; zîhayata ait gibi olan yalnız şu kısacık bir bekanın mizanıyla (meseleyi) tartma! Belki Cenab-ı Muhyî (Celle Şânuhû) nun tecelli-i şuûnuna mazhariyet ve makesiyet mizanıyla tart! Çünkü hayatın binler hissesi, Cenab-ı Muhyi'nindir. Zîhayata ait yalnız arazî bir hissedir. Öyle ise, o zîhayatın hakikî kemali, kendi o bir hissesini de Cenab-ı Muhyi'nin hisselerine tabi etmektedir.<br />
<br />
Evet, bir Habab, bir an-ı seyyalede kendindeki güneşçiğiyle zînetlenip parlamasıyla; binler hikem-i cesime ile meşhun olan tecelliyat-ı şemsin hukukunda Güneş ile muaraza etmek derecesinde ona bir hak verilmemiş, verilemez.<br />
<br />
Amma insanın hababı olan kalbi ise, iman ettiği vakit, o kalb iman ile öyle bir zücaceye inkılab eder ki, Şems-i Ezelî'nin şuaatından feyz alıp parlayan bir kevkeb-i dürrî imiş gibi içinde lüksü yanmaya başlar.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Acaba hiç mümkün olur mu ki, bir zat bir kasrın esasatını ve içindeki müştemilat ve terkibatının hepsini, bir olan o kasrın binasına müteveccih bir surette yapsın da; sonra o kasır, o saniin bir ille-i gaiyesi olmasın!. Yani, abes ve beyhude olsun.. Ve hem onun semeratı ona ait olmasın... Kellâ! olamaz.<br />
<br />
İşte ey insan, küre-i arz bir kasırdır, âlem dahi bir saraydır.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hak (C.C.) kendini bize mahlukat ve masnuatıyla tanıttırıyor; nimet ve in'amatıyla da bildiriyor; Rızık ve rahamatıyla dahi sevdiriyor. Öyle ise mevcudatın şu fiilî vaziyetleri elbette mezkûr gayeler içindir. Belki âdeta aynı odur. Ve hakeza, bütün esma-i hüsnanın her birisinin tecelliyatını buna kıyas eyle! <br />
<br />
Şimdi bak ki, mevcudat ve mahlukatın hikmet-i hilkatlarını lâyıkı olduğu vechiyle tefhim-i İlahî ile onlardan fehmedip, alıp; ve onun izni ile kâffe-i mahlukata mezkûr hikmetleri tefhim eden bir zat hakkında<br />
<br />
{{Arabi|لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ}}<br />
<br />
denilmesi haktır ve lâyıktır. Ve elbette böyle bir zat (A.S.M.); semavat ve arz arasında metin ve emin bir rabıta ve bir bağdır ki, onun kalb-i pür-münevverleri üzerinde dokunmuş olan zincir-i nuranî ile ferş, arş ile bağlanmıştır. Öyle ise, o zat (A.S.M.) cinsen eşref-i kâinat, nev'en ekmel-i zevi-l hayat ve şahsen hilafetle müşerref olmuş olan nev'-i benî-Âdemin efendisi olan Seyyid-ül Mürselîn ve İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Muhammed'dir.<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ}}<br />
<br />
==HÂTİME==<br />
<br />
Cenab-ı Hak hastalık, musibet ve zillet elemlerini, zâhiren çok acı iken; tatlılaştıran çok büyük hayr ve sevab ve lezzetleri içlerine dercetmiştir. Çünkü o bela ve musibetler, münacat ve tazarru' ve duanın lezzetini sana tattırıyorlar.<br />
<br />
İbn-i Sem'un'dan şöyle bir söz var:<br />
<br />
{{Arabi|كُلُّ كَلَامٍ خَلَا عَنِ الذِّكْرِ فَهُوَ لَهْوٌ}}<br />
<br />
Yani: Zikirden hâlî olan bütün sözler lehvdir, boştur.<br />
<br />
Biliniz kardeşlerim; ben kendimi âhirete göç etmek üzere görüyorum. Günahlarımın çokluğundan tövbe ve istiğfara ömrüm, belki ömürler kâfi gelmemektedir. Onun için ben de, şu kitabımı tevkil ile ona vasiyet ediyorum, tâ ki; benden sonra benim bedelime şu gelecek feryad ile nida edip istiğfar etsin. İşte:<br />
<br />
Eyvah! Vâ-esefâ, vâ-hasretâ, vâ-hasaretâ, vâ-nedametâ ki; ben ömrümü, hayatımı, sıhhatimi ve gençliğimi; zail ve muzır olan maasî, günah ve hevesat yolunda zayi ettim. Ve benim şu ihtiyarlık ve hastalıklı anımda, elimde kalan yalnız günahlar ve elemlerdir. Ve bu ağır yük ve kara yüz ve mariz kalbimle dünya-yı fanîden ebedî bir firak ile ayıracak olan kabre yakınlaşıyorum. {{Arabi|فَيَا ذُلِّي}} Vay zilletime ki; benim Rabbim ruz-u mahşerde dese: "Şu riyakârı nîrana sevkediniz!." Ne yaparım?!.<br />
<br />
İlahî! Senin bab-ı rahmetinden başka bir melce', bir kapı yoktur.<br />
<br />
{{Arabi|اِلٰهِي عَبْدُكَ الْعَاصِي اَتَاكَ مُقِرًّا بِالذُّنُوبِ فَقَدْ دَعَاكَ فَاِنْ تَرْحَمْ فَاَنْتَ لِذَاكَ اَهْلٌ وَاِنْ تَطْرُدْ فَمَنْ يَرْحَمْ سِوَاكَ}}<br />
<br />
{{Arabi|يَارَبّ زِ گُنَاهِ زُشْتِ خُودْ مُنْفَعِلَمْ اَزْ قَوْلِ بَدْ}}<br />
<br />
{{Arabi|و فِعْلِ بَدِ خُودْ خَجِيلَمْ فَيْضِ بَدِلَمْ زِعَالَمِ قُدْس}}<br />
<br />
{{Arabi|بَرِيزْ تَا مَحْو شُدَه خَيَالِ بَاطِلْ زِدِلَمْ}}<br />
<br />
Ve Hazret-i Mevlâna'nın (K.S.) nidasıyla rahmetin kapısını şöyle çalıyorum:<br />
<br />
{{Arabi|اَيْ خُدَا مَنْ اَللّٰهْ اَللّٰهْ مِي زَنَمْ}}<br />
<br />
{{Arabi|بَرْدَرِ تُو شَيْئًا لِلّٰهْ مِي زَنَمْ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَيْ خُدَا بَا سِوَي خُودْ رَاهْ نُمَا}}<br />
<br />
{{Arabi|زَانْكِه مَنْ گُمْ رَاهَمْ رَاهْ مِي زَنَمْ}}<br />
<br />
{{Arabi|اِلٰهِي لَسْتُ لِلْفِرْدَوْسِ اَهْلًا وَلَا اَقْوَي عَلَي نَارِ الْجَحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|فَهَبْ لِي تَوْبَةً وَاغْفِرْ ذُنُوبِي فَاِنَّكَ غَافِرُ الذَّنْبِ الْعَظِيمِ}}<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zehrenin Zeyli (Mesnevi Badıllı)|Zehrenin Zeyli]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)|Şemme]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41463Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:54:17Z<p>Turker: /* 76. Parça */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey [[Mülk 5|{{Arabi|وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}]]<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ}}]]<br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} <ref>(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50|{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==90. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==91. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==92. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==93. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==94. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41462Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:53:53Z<p>Turker: /* 75. Parça */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey [[Mülk 5|{{Arabi|وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}]]<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ}}]]<br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} <ref>(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==90. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==91. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==92. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==93. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==94. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41461Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:53:34Z<p>Turker: /* 75. Parça */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey [[Mülk 5|{{Arabi|وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}]]<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ}}]]<br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} {<ref>(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==90. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==91. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==92. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==93. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==94. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41460Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:52:36Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey [[Mülk 5|{{Arabi|وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}]]<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ}}]]<br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} {(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==90. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==91. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==92. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==93. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==94. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41459Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:49:00Z<p>Turker: /* 74. Parça */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey [[Mülk 5|{{Arabi|وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}]]<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} {(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır.<br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41458Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:47:33Z<p>Turker: /* 56. Parça */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey [[Mülk 5|{{Arabi|وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}]]<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} {(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır. <br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41457Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:41:03Z<p>Turker: /* 26. Parça */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey [[Mülk 5|{{Arabi|وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}]]<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasa 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} {(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır. <br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41456Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:33:28Z<p>Turker: /* =26. Parça */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي اِعْلَمْ Ey وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasa 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} {(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır. <br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41455Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:33:08Z<p>Turker: /* ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
==26. Parça=<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي اِعْلَمْ Ey وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasa 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} {(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır. <br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41454Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:32:08Z<p>Turker: /* 2. Parça */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mü'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي اِعْلَمْ Ey وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasa 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} {(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır. <br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41453Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:31:54Z<p>Turker: /* 1. Parça */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ}}<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mu'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي اِعْلَمْ Ey وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasa 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} {(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır. <br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:%C5%9Eemme_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41452Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T15:31:12Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Kur'anın nesim-i hidayetinden bir<br />
<br />
=ŞEMME=<br />
<br />
(Bir Rayiha)<br />
<br />
İfade-i meram<br />
<br />
Ey bu kitabıma nazar eden zat, bil ki! Ben insanlardan, eserlerimdeki gumûz ve anlaşılmamaktan şikayet duyuyorum. Öyle ise cevab olarak sen de sekiz sözü benden işit:<br />
<br />
Birincisi: Evvelâ işkâlattan gelen itab ve zorlaştırmama, acele edip hemen kızma. Zira benim bizzat muhatabım, benim dessas nefsimdir ki, kendi hatakâr suallerinin cevablarını velev remz ile olsun, gayet sür'atle anlayabiliyor.<br />
<br />
İkincisi: İ'lemlerle açılan bütün mes'eleler, birer silah-ı katı' ve deva-i nâfi' olarak şiddetli ihtiyacım ve pekçok yara aldığım vakitte ummadığım bir tarzda bana i'ta edilmişlerdir. Binaenaleyh kitabın içinde, benim malım olacak bir şey yoktur. Belki ancak benim malım; kitabda olmayan, fakat zamirde (kalpte) müstetir bulunan elem, cerh ve hastalıklardır. Amma kitabda mezkûr olan deva, silah ve zevk-i hak ise; ne benimdir, ne de fikrimin mahsulü bir şeydir. Belki ancak onlar Kur'an-ı Kerim'in feyzinden ifaza edilen şeylerdir.<br />
<br />
Üçüncüsü: Ben insanların tenkidlerine aldırmıyorum. Çünkü lillahilhamd, ben şimdi nefsim için kusur, acz ve müstehak olduğu zemden başka bir şey tanımıyorum. Şayet eserimle temeddüh ve iftihar etmek istesem de, medar-ı fahr hiçbir şey göremiyorum. İllâ, onunla mahcub ve hacil olabileceğim kusur ve hatalarımı görüyorum ve Cenab-ı Hak Settar-ul Uyub'dur diyorum.<br />
<br />
Şu halde nefsimin, hakikatta günah ve hatalı şeylerini mehasin zannederek, onunla tasannu'kârane ferahlanacak kıymettar bir malı olmadığı gibi; başkasının enaniyetle tekeddür etmiş nefislerine de bir kıymet vermiyorum. Tâ ki, onlara riya-yı kelâmî ile tasannu' ve ubudiyetkârane tekellüf yapayım.<br />
<br />
Evet gerçi hakikatlar lâyık oldukları bir libas ile telebbüs etmeleri lâzımdır, iyidir. Fakat ne çare ki ben, şu gördüğünüz müşevveş üslublarımdan başka lâyık bir libası; âciz ve acemi ve ham olduğumdan dokuyamıyorum. Onun için en yüksek sesimle itiraf edip nida ediyorum ki; mesaili anlatmak, tefhim etmek hususunda âcizim, kasırım diyorum.<br />
<br />
Amma tahdis-i nimet ve eda-yı emanet için derim ki: Bütün yazdığım şeylerde sizi aldatmıyorum. Belki ancak bizzat müşahede ettiklerimi veyahut aynelyakîn veya ilmelyakîn suretinde yakîn hasıl ettiklerimi yazıyorum.<br />
<br />
Dördüncüsü: Zannetme ki yazdığım şeyler, efkâr ve ukûlün mahsulü olan mütedavil şeylerdir. Hâyır! Belki Kur'an-ı Hakîm'den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir. Hem yine zannetme ki; onlar, kalblerin zevkettiği seyyal şeyler gibi olup, sonra zeval bulacak parıltılardır. Kellâ! Belki onlar, hakaik-ı sâbiteden gelip, alîl bir aklın ve mariz bir kalbin ve kör bir nefsin üstünde in'ikas eden nurlardır.<br />
<br />
Beşincisi: Benim aklım, kalbim ile nasıl imtizac ettiğini bilemiyorum. Zira ben ülema-i seleften ehl-i aklın tarikından ve salihinden ehl-i kalbin yolundan başka bir yoldayım. Fakat eğer eserlerimdeki maarif, onlarınkine muvafık gelirse, febiha ve nimet.. ve şayet sözlerimde onların yollarına muhalif bir şey bulunsa, o bana aittir ve bana reddedilmelidir.<br />
<br />
Altıncısı: Ey kari! Eserlerimin içinde bir intizam, insicam ve vuzuh arama! Zira benim müşahedatım çok tahavvülat-ı garibe ve çeşitli mücerrebat-ı nefsiye içinde başka başka şeylerle beraber kaydedilip telhis edilmişlerdir. Eğer sen de bu ahvale muttali olsaydın, beni mazur görürdün.<br />
<br />
Yedincisi: Sakın deme ki: "Ben bir şeyin hepsini bilip anlamazsam, o şeyin hepsini de istemem!.." Acaba sen, bir bostanın içine girdiğin zaman, o bostanın bütün meyvelerini yiyemezsen, hepsini terkedecek misin? Hâyır.<br />
<br />
Sekizincisi: Bil ki, bu eserlerin mesaili içinde sana tesadüf eden bürhan ve istidlal suretindeki şeyler, yalnız bürhan değildirler. Tâ, {{Arabi|فِيهِ نَظَرٌ}} denilsin. Belki onlar, Kur'an-ı Kerîm'den ifaza ile mebadi-i hadsiyedirler ki, envar-ı yakîn onlarla avlanıp zabtedilerek, muhafaza edilmiş mes'elelerdir.<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
ŞEMME<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ عَلَي رَحْمَتِهِ عَلَي الْعَالَمِينَ ر بِرِسَالَةِ سَيِّدِ الْمُرْسَلِينَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَ عَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ}}<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Şu âlem, gayb ve şehadet tabakalarının bütün envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} deyip şehadet eder. Çünkü aralarındaki tesanüd, öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem manzume-i şemsiye ve sair ecram gibi âlemin bütün erkânı, cemi-i envaıyla {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira o erkânların aralarındaki tenazür ile teşabüh böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem bütün o rükünlerin, küre-i arz gibi umum azalarının erkânıyla {{Arabi|لَا مَالِكَ اِلَّا هُوَ diye şehadet ediyor. Çünkü aralarındaki temasül ile ittihad-ı sikke öyle iktiza eder.<br />
<br />
Hem bütün o azaların nebatat taifeleri ve hayvanat kabileleri gibi, bütün eczalarıyla {{Arabi|لَا مُدَبِّرَ اِلَّا هُوَ diye şehadet eyler. Zira aralarındaki teavün ile iştibâk böyle iktiza etmektedir.<br />
<br />
Hem bütün o eczaların, umum cüz'iyatıyla {{Arabi|لَا مُرَبِّيَ اِلَّا هُوَ diye şehadet eder. Çünkü efradların esasat-ı azada tevafuk etmeleri, onları yazan kalemin ittihadına ve bütün bunları terbiye eden bir tek zat olduğuna sarahaten delâlet ettikleri gibi; gayet muntazam olan suretlerindeki temayüz ve ayrılıkları da, onları yazan kâtibin bir tek Muhtar-ı Hakîm olduğunu kat'iyetle bildiriyorlar.<br />
<br />
Hem bütün o cüz'iyatın umum hüceyratıyla<br />
<br />
{{Arabi|لَا مُتَصَرِّفَ فِي الْحَقِيقَةِ اِلَّا هُوَ<br />
<br />
diye şehadet edip; kâinat içinde onun emr-i tekvinîsi altında cereyan eden mutlak bir tasarruftan başka hiçbir tasarrufun yeri olmadığını ilan eder. Zira kâinatta tasarruf eden mutasarrıf, bir tek olmazsa, o zaman gayr-ı mütenahî mutasarrıfların bulunması lâzım gelecektir. Halbuki o gayr-ı mütenahî mutasarrıflar ise, birbirine hem zıd, hem misil, hem aynı zamanda gayet müstakil, hem birbirine esir ve hem aynı vakitte son derece mutlak ve serbest, hem gayet derece mukayyed ve bağlı olacaklardır ki, bunun gibi mümteni' olan bir muhal ile beraber, daha pek çok başka muhalatı da istilzam edecektir.<br />
<br />
Hem dahi kâinat, bütün o hüceyratın umum zerratıyla {{Arabi|لَا نَاظِمَ اِلَّا هُوَ diye şehadet eder. Çünkü cevahir-i ferde, ya da Atom olan o zerrelerin arasında ki hayt-ı ittihad böyle iktiza ediyor.<br />
<br />
Hem o zerratın, umum esîriyle {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ}} diye şehadet eder. Zira esîr maddesinin besatet ve sükûtu ve Hâlıkın emrine karşı son derece hazır ve muntazır bir şekilde durması, hem o emri gayet sür'atle imtisal etmesi bunu böyle iktiza eder.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Âlem'e karşı hiç kimsenin hakkı ve haddi yoktur ki, şikayet ve itiraz etsin. Zira bir ferd-i müştekinin irzası yolunda; o ferdin hevesini kırmak iktiza eden nizam-ı âlemin halkalarında asılı bulunan binlerce hikmetlerin igdabı vardır.<br />
<br />
Âyet-i<br />
<br />
[[Mu'minun 71|{{Arabi|وَ لَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ اَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمٰوَاتُ وَ الْاَرْضُ}}]]<br />
<br />
yani, eğer Cenab-ı Hak onların heva ve heveslerine tabi' olup her dediklerini yapsa idi, yer ve göklerin nizam ve intizamı bozulacaktı.<br />
<br />
Ey müşteki-i biçare! Sen kim oluyorsun ki, kendi cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis yapıp itiraz edesin. Ve kendi zevk-i fâsidini derecat-ı nimete bir mikyas tutasın. Ne biliyorsun ki, nıkmet gördüğün şeyler, ni'metin tâ kendisi olmasın.<br />
<br />
Hem sen nesin ki, bir sinek kanadı kadar kıymeti olmayan ve bir incir çekirdeğini doldurmayan senin hevesinin teskini yolunda âlemin dolapları ve feleğin çarkı hareketinden geri kalsın veya tağyir edilsin.. Öyle mi?!. Lakin sen, kendi nefsini ve halini Allah'a şikayet edebilirsin. Yoksa ondan şekvaya hakkın yoktur. Çünkü vücudun bir harman kadar hisselerinden, ancak bir habbe kadar senin hissen olabilir. Hem köle ve abd, haddini aşıp, malikiyet davasında bulunamaz. Binaenaleyh, sen de haddini bil, tavrını tecavüz etme!..<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir cesedin, bir uzvunun bir hüceyresinde tasarruf eden kim ise; elbette aynı o zat, evvelâ o cesedin bütün her tarafının birbiriyle olan münasebetlerini tasavvur etmiş olması lâzımdır; sonra onda tasarruf edebilir. Çünkü cüz'ün umum nisbetleri, küllün bütün nukuş ve vaziyetlerine bakacak bir tarzdadır. Öyle ise tek bir hüceyre-i vâhidede olan tasarruf dahi, ancak Hâlık-ı Küll'ün taht-ı emrinde olması zarurîdir.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hevam ve balıkların yumurtalarını ve haşerât ve nebatatın tohumlarını gayet rahimane, muntazamane ve hakîmane hıfzeden bir zat, acaba onun şu hafîziyet ve hakîmiyetine hiç yakışır mı ki, âhirette meyvedar ağaçların çekirdekleri olacak olan senin a'malini ihmal edip hıfzetmesin? Halbuki sen, hâmil-i emanet ve halife-i arzsın.<br />
<br />
Bununla beraber, her zîhayatta bulunan şiddetli hıfz-ı hayat hissi ve o vücudda içtima' etmiş olan mütebayin şeylerin arasındaki beka ve idame-i vücud için gayet kuvvetli hiss-i te'lif; bir hads-i sâdıkla bu vücud, ism-i Hayy-ı Hafîz-i Bakî'nin tecellisiyle, ebedî bekaya incirar edeceğine delâlet ederler. Hem dahi, fani mevcudat içinde bakî kalacak bir şeyin varlığına da kader-i İlahîden bir remizdir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki meselâ bir incir tohumunu etvar-ı muhtelife içinde hıfzeden ve devirlerce himaye eden ve inhilalden onu koruyan, hem o tohumcukta incir ağacının bütün levazımatını kemal-i ihtimam ve muhafaza ile saklayan ve hakeza; sair nebatat ve hayvanatın beka-i nev'iyelerinin medarı olan kavanini muhafaza eden bir zat, elbette ve bizzarure ve bil'hads-is sâdık, halife-i arz olan beşerin amellerini ihmal etmeyecektir.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Lafız tebeddül eder, fakat mana baki kalır. Hem kışır parçalanır, fakat lübb devam eder. Hem libas yırtılır, fakat cesed sağlam kalır. Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bakidir. Hem cesed ihtiyarlanır, fakat ene gençleşir. Hem kesîr dağılır, fakat vâhid baki kalır. Hem kesret dağılır, fakat vahdet devam eder. Hem madde eriyip gider, fakat nur baki kalır.<br />
<br />
İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar baki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delâlet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak, ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır.<br />
<br />
Hem dahi maddiyatta olan -ki bunlarda iki asıl şey, faniliktir- hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli bir surette cereyan etmesi de; vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruh da -ki bunlarda olan asıl şey, bakiliktir- dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sâdık ve bittarik-il evla delâlet eder.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Uluhiyetin azamet ve izzeti ve onun istiklaliyet ve infiradı; her şeyin; azîm olsun, hakir olsun; ve eşyanın en büyüğü olmuş, yada en küçüğü olmuş fark etmez, mutlak olarak onun taht-ı tasarrufuna girmesini istilzam ederler.<br />
<br />
Binaenaleyh, senin hissetin ve hakaret-i ahvalin, onun taht-ı tasarrufundan hurucunu lâzım kılmaz. Zira senin ondan uzaklığın, onun da senden uzaklığını istilzam etmez. Hem senin sıfatının hakirliği, senin vücudunun da hakaretini icab ettirmez. Ve sendeki mülk vechinin nâpaklığı, melekûtunun da mülevvesliğini istilzam etmez.<br />
<br />
Ve keza Hâlıkın izzet ve azameti de, küçük ve hakir şeylerin onun daire-i tasarrufundan çıkmasını istilzam etmez. Çünkü hakikî azamet ise, her şeyi ihata etmesini ve icadda infirad ve istiklaliyeti istilzam eder.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kesif olan maddî şeyler, cismen kabalaşıp büyüdükçe, incelik ve gizliliklerden uzaklaşarak elleri onlara ulaşmaktan kısalır. Amma nur ise, büyüyüp yüceldikçe, dakaik ve gizliliklere daha çok nüfuz eder. Hem nur, ne kadar çok eltaf olsa, o nisbette eşyanın bâtınına nüfuz edip keşfeder. (Röntgen şuaı gibi.)<br />
<br />
İşte madem miskin bir mümkinde ve müşevveş bir kesrette bu iş böyle oluyor. Acaba âlimün bil' esrar ve müdebbir-ül leyli ven-nehar olan zatın vücub ve vahdeti tarafından ve canibinden bir Nur-ul Envar olsa, nasıl olur sen kıyas et!<br />
<br />
Binaenaleyh, Cenab-ı Hakk'ın azameti mutlaka ihatayı, nüfuz ve şümûlü istilzam eder ve isterler.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mutlak ekseriyet teşkil eden cumhur-u avamın fehimlerine göre Kur'anın kemal-i muraatı, mümaşat ve te'nislerinin derecesine bak ki; çok derecatlı bir mes'ele içinden, cumhur-u avama en yakın olan dereceyi zikreder. Ve nazarlarına en vâzıh sahifeyi gösterir. Yoksa, eğer böyle yapmamış olsaydı; avam için delil, neticeden daha hafî olurdu. Demek Kur'an, eşya-yı kevniyeyi Hâlıkın(c.c.) sıfatına istidlal için zikrediyor. Delil ise, cumhur-u avamın fehmine ne kadar zâhir olursa, o kadar irşada muvafık olur.<br />
<br />
Meselâ ferman ediyor:<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
Halbuki {{Arabi|اَلْوَان}} tabakası arkasında, (Zerre Risalesi'nde işaret edildiği gibi) taayyünat-ı vechiyenin mesafeleri vardır.<br />
<br />
Hem der:<br />
<br />
[[Bakara 164|{{Arabi|اِنَّ فِي خَلْقِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ}}]]<br />
<br />
Halbuki ilk nazarda okunan gece ve gündüz sahifeleri altında, küre-i arzı kendi etrafında tahrik ettirmek ve güneşin etrafında döndürmek gibi acaib-i nukuş saklıdır.<br />
<br />
Hem diyor:<br />
<br />
[[Nebe 7|{{Arabi|وَ جَعَلْنَا الْجِبَالَ اَوْتَادًا}}]]<br />
<br />
Halbuki, zâhirde görünen dağı direkleri ve kazıklarıyla merbut olan küre-i arzın sefinelik ve çadırlık sureti altında,<br />
<br />
[[Mülk 8|{{Arabi|تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla küre-i arz karnındaki hercümerc sebebiyle parçalanmak derecesine geldiği zaman, o dağlarla gazabının teskini veya dağların halk ve hurucuyla hiddetinin iskâtı vardır ki; arz o dağların menfezleriyle teneffüs ederek parçalanmaya bedel, yalnız bir zelzele ile deprenir. Yoksa dağlar olmasaydı, yalnız zelzele ile kalmazdı.<br />
<br />
Ve bu sahifenin altında da; dağların sulara anbar, havaya meşata (yani tarak), toprağı denizin istila ve tevehhülünden (yani bataklık haline getirmekten) kurtarıp, ona hami olmak sahifesi vardır. Ve şu unsurlar ise, hayvan hayatının direkleridirler ki, Kur'an onları dünyanın direği olarak tavsif etmektedir. Ve daha bu âyetlere sairlerini de kıyas et!<br />
<br />
Evet, Kur'anın cumhur-u avamın efhamını müraat etmesi sırrındandır ki; şeriat-ı İslâmiye hakikî hesabı değil de, belki tulu' ve gurubun rü'yetlerini nazar-ı itibara aldığını görüyoruz. Ve yine bu sırdandır ki, Kur'an-ı Hakîm'deki terdad (döndürme) tesbit için; tekrar da takrir için olduğu sabit oluyor.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âyâtın hakikatları, şiirlerin hayalâtından binler mertebe yüksek ve geniş olup, şi'riyetten tenezzüh ederler. Evet âyâtın halfinde Mütekellim-i Ezelî kendi şan ü fiilinden bahsediyor. Halbuki şiirde ise, fuzulî olarak başkasından bahsederler.<br />
<br />
Hem Kur'anın ekseriya âdiyattan (mahlukat) bahsettiği şeyler, ekseriyetle hârikulâdedir. Fakat şiir, hârikulâde diye bahsettiği şeyler ise, ekseriya âdi şeylerdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vahdet-i Hâlık'ın aynaları ve şâhidlerinin sahifeleri, gayr-ı mahdud olup merkezi müttehid, iç içe dairevî bir şekilde pek çok mütenevvi' ve müteaddiddirler. Onları görmek isteyen bir adamın nazarında birisinin aydınlanmasıyla, hepsinin de tenevvürünü istilzam eder. Hem birisinin açılmasıyla -aksinin hilafına olarak- hepsini de açmak için o kapıdan duhul mümkün olur. Zira bir kapının kapanmasıyla -hususan en ednası olursa- bütün kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Halbuki nefs-i emmare ise, şeytanın talimiyle sâdık olan aslı yalan gösterip, kâzib olan aksi de tasdik ettiriyor.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir kelimenin kâtibi, onun harfinin kâtibinden başka olması ve satırını yazan, ayni sahifeyi yazanın gayrısı olması; ve sahifenin kâtibi de, kitabın kâtibinden başka olması mümkün değildir. Öyle de; karıncayı halkeden bir Hâlık, hayvan cinsinin Hâlıkı olmaması; ve cins-i hayvanın Hâlıkı, küre-i arzın Hâlıkından başka olması; ve küre-i arzın Hâlıkı da, Rabb-ül Âlemîn'den gayr olması mümkün olmaz, muhaldir.<br />
<br />
Evet Rububiyet-i mutlaka-i ammenin işaratından olarak; Büyük bir harfta bir kelimeyi, veya bir kelâmı, yahutta bir kitabı yazmasıdır. O ise, umumî bir şuur ve ihatanın remzidir. Meselâ deniz harfinde balığı; ve ağaç satırında aradayı (ağaç kurdunu); ve küre-i arz noktasında hayvanı; ve ehl-i gafletçe camid başıboş ve metrûk bir şey zannedilen karıncayı heryerde halketmek gibi!.. Hattâ bazı masnuat var ki, [[Yasin 1|{{Arabi|يٰسٓ}}]] lafzının suretinde Sure-i Yâsin'in tamamı yazılmış gibidir.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şu görünen yıldızlar ve güneşler, ekseriya birbirine benzer ve birbiriyle mütesavidirler. Öyle ise, bizzarure onların Rabbi, onların cinsinden değildir. Hem onlardan birisinin Rabbi olan zat, hepsinin de Rabbidir ve her şeyin de rabbisidir.<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَم}} Bil ey insan! Eğer bir insaf edip düşünebilseydin; pire ve sivrisinek gibi küçücük hayvanata bu kadar kızıp öfkelenmezdin. Zira şu latif ve ma'sum mahlukat olan umum semere ve meyveler ve ekser hayvanlar; senin onları parçalamana, koparıp kırmana karşı kemal-i teslimiyetle tahammül ediyorlar. Şu halde insaf odur ki, hayvanatın bazı müezziyatının en kolay kısaslarına tahammül etmendir. Çünkü [[Maide 45|{{Arabi|وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ}}]] âyeti vardır.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın her bir ferdinde bir cemaat-i mükellefîn bulunmaktadır. Hem o cemaatin her bir ferdinin zâhir ve bâtın olan duygularının, her birisinin kendisine hâs birer ibadeti olduğu gibi; onu bozup fıska salan birer dalaleti de vardır.<br />
<br />
Evte, nasıl ki: Allah'tan başkasına başın secdesi dalalet ise, onun gibi şuarâ hayalinin müfrit bir hayret ve şaşkın bir muhabbetle -Allah namına olmaksızın- onun gayrısını medh içindeki secdeleri dahi dalalettir, hayal onunla fâsık olur. Ve daha sen hayalin sair arkadaşlarını buna kıyas et!<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki: Beşerin fikrî dalaletinin en yaygın sebeblerinden birisi de; me'luf şeyleri malûm imiş gibi zannetmesidir. (Yani ülfet edilen ve her zaman göz önünde bulunan şeyleri, mahiyeti malûm ve belli imiş gibi zannetmektir.) Halbuki ülfet, cehl-i mürekkebi tazammun etmektedir. İşte o vaziyetteki insanlar, ülfetin hükmüyle, müstemirr olan (daimi olarak göz önünde olan şeyler) âdiyatta teemmül etmezler. Halbuki âdet perdesi altındaki o me'luf şeyler, hepsi mu'cizat-ı kudretin birer hârikasıdırlar.<br />
<br />
Hem o ülfetçiler, âdiyatın mâfevkindeki bir nevi tecelliyat-ı seyyaleden gayrı bir şeye im'an-ı nazar etmezler. Bunların meseli şöyle bir adama benzer ki; o adam, denize ve içindeki hayvanlara bakmayıp, ancak bir rüzgârın esmesiyle harekete geçen onun dalgalarına veya güneşin şuaatıyla hasıl olan parıltılarına nazar ederek, yalnız onun bu iki hâletiyle, bahrin Malik ve Sani-i Zîşanının azametine (c.c.) delil getiriyor.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Beşerin arzî olan ekser malumat ve müsellematı, hattâ belki bedihiyatı dahi, ülfet üzerine bina edilmiştir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir, bir çuldur. Şu halde, beşerin bu gibi malûmatının temelinde bir çeşit bozukluk ve fesad vardır.<br />
<br />
İşte bu sırdandır ki, âyât-ı Kur'aniye beşerin enzarını daima me'luf âdiyat üzerine çeviriyor. Ve her zaman Kur'an'ın yıldızları ülfet perdesini delerek, beşerin kulağından tutup başını eğdiriyor.. Ve ülfet perdesi altındaki ayn-ı âdiyat içinde olan hârikulâdeleri gösteriyor.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birbiriyle münasebettarlık, hattâ birbiriyle komşuluk ve konuşmaklık aynı seviyede olmaklığı ve benzemekliği istilzam etmez.<br />
<br />
Evet yağmurun damlası, meyvenin çiçeği, güneş ile bir münasebet ve muameleleri vardır. (Acaba bunlar güneş gibi yükselip güneşle müsavi dereceye mi çıkıyorlar?)<br />
<br />
İşte ey insan! Sen de zannetme ki, senin hakaret ve küçüklüğün, seni Hallâk-ı Kâinat'ın nazar-ı inayetinden setretsin.<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bazı evliyaya vaki' olmuş olan bast-ı zaman, tayy-ı mekân hâdiseleri iştihar kesbetmiştir. Meselâ İmam-ı Şa'ranî Hazretleri hakkında "Kitab-ül Yevakît Ve-l Cevahir"in âhirinde yazıldığı üzere; birgün içinde Fütuhat-ı Mekkiye kitabının tamamını ikibuçuk defa mütalaa ettiği rivayet ediliyor.<br />
<br />
İşte bu mes'elenin istiğrab edilip inkâr edilmemesi lazımdır. Zira bu hakikatı fehme yakınlaştıracak çok nazîrelerini görmektesiniz.<br />
<br />
Ezcümle: Sen rü'yada bazan bir gece içinde, belki bir saat zarfında gördüklerini veya konuştuklarını, uyanık iken işleyip yapsaydın, senin üzerinden bir sene geçebilirdi. Eğer o saatlik rüyada konuştuğun sözler veya işlediğin fiillere bedel, Kur'an okumuş olsaydın, elbette o saatte birçok hatme-i Kur'aniye yapmış olurdun.<br />
<br />
İşte şu haletin, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip, ömür de uzuyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor.<br />
<br />
Şimdi şu hakikata misal için, masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür'at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür'atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere; içiçe çok milleri bulunan bir saat tasavvur edilip farzedilirse; İşte o saatin bir mili saatleri, birisi dakikaları, birisi saniyeleri sayar.. Tâ aşireleri sayan mile kadar. Her hepsi birinci milden tâ âhirine kadar birbirleriyle, yani her birisi ötekisiyle olan münasebetini muhafaza etmekle beraber çalışmaktadırlar.<br />
<br />
İşte bak, harekâtın en yavaşına işaret eden o saatın içindeki saatı sayan milin medarı, faraza senin şu saatinin dairesinin küçüklüğü kadar olsa, elbette harekâtın en sür'atlisine işaret eden âşireyi sayan milin dairesi, Zühal yıldızının medarı kadar, belki daha geniş olması lâzım gelir.<br />
<br />
Şimdi meselâ bir adam, saati sayan milin üstüne, birisi de âşireyi sayan milin sırtına binmiş farzedelim. İşte yalnız bu iki adamın gördüklerinin ve mesafe katetmelerinin arasındaki tefavüt derecesine bak ki; şuna inbisat edip genişlenen saha, buna intiva edip kısalmaktadır. Âdeta âşireye binen adamın bir saniyesi, ötekinin bir senesi kadar oluyor.<br />
<br />
Evet hareket, çünkü zamanın cismi veyahut zaman, hareketin bir rengi gibi olduğundan; harekette cari olan kanun, zamanda da aynen caridir. İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kişi, bazan halis tevhid-i mahz olan neticeyi isti'zam eder. Ve onun kâsid ve çürük zihni, onu istiab etmez, yahut da, onun bozuk hayali, ona tahammül etmez. İşte bu sebeble o adam tutar, tevhidin keskin ve sahih bürhanlarını reddetmeye başlar ve der: Neticenin bu azametiyle beraber şu bürhan, ne kadar kuvvetli olursa olsun, onu yüklenip ayakta durduramaz.<br />
<br />
İşte bu miskin adam bilmiyor ki; neticenin kayyumu imandır. Bürhan ise yalnız onunla bakılan bir menfezdir, yahut ondan evhamı temizleyen bir süpürgedir. Bununla beraber, onun bürhanları bir değildir. Belki sahranın kumları kadar, yahut dağ ve derelerin taşları sayısınca veya yağmurun katreleri ve denizin dalgaları adedincedir.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Senin alıp yemen için, sana kavun ve elmayı hazırlayan zat, elbette senden daha çok senin yediğini alîmdir. Ve senden başka kimsenin bilmediği senin vicdanî zevkine de habîr olması lâzımdır.<br />
<br />
Şu halde dallar ve damarlar, ancak rahmetin birer çeşmesi ve nimetin birer borusudurlar.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Fesübhanallah! Mülk ile melekût arasındaki hicab ne kadar rakik ve ortalarındaki mesafe ise, ne kadar azîmdir. Hem dünya ve âhiretin mabeynindeki yol, ne kadar kısa ve ne kadar uzundur. Hem ilim ile cehil arasındaki perde ne kadar latif ve ne kadar galizdir. Hem iman ile küfür ortasındaki berzah ne kadar şeffaf ve ne kadar kesiftir. Hem ibadet ile masiyetin arası cennet ve cehennem kadar birbirinden uzak olduğu halde, ne kadar kısadır. Hem hayat ne kadar kısa, emel ne kadar uzundur!<br />
<br />
Evet nasıl ki (ruha nisbeten,) dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup, ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir.<br />
<br />
Öyle de; ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için gayet derece kalın ve kesiftir.<br />
<br />
Hem nasıl ki senin gündüzün ile gecen ortasında, latif bir berzah olan bir göz kapakların vardır. İşte sen de eğer kalbinin gözünü açabilsen, o zaman zulmetli gecen zail olup, şa'şaalı gündüzün incilâ peyda edecektir. Amma eğer gaflet içinde nefsini unutsan, öyle bir körleşirsin ki, artık gecen sermedî bir surette üstünde devam edecektir.<br />
<br />
Onun gibi; her kim kâinata Cenab-ı Hak hesabına nazar ederse, müşahede ettiği her şey ilim olur. Fakat eğer gaflet ile esbab hesabına bakarsa, ilim zannettiği şeyler bile, cehl-i mahz olur.<br />
<br />
Hem nasıl ki gecede Ayasofya Camiinin tenevvürü ile şiddetli zulümatı arasında bir elektrik düğmesini açmak için iki parmağı tahrik etmek kadar bir zaman vardır. Hem âlemin fezasında şimşeğin parıldamasıyla sönmesi bir anda olur. Ve dünyayı ziyalandırmak ile zulümatı mabeyninde güneşin yüzüne karşı bir kara bulutun perde çekmesiyle, inkişafı için rahmet nesiminin def'aten esmesi vardır.<br />
<br />
Öyle de; kim ki iman ve tevhid nazarıyla âleme bakarsa, âlemi nur ve ünsiyet ile, tahabbüb ve teveddüd ile memlû olduğunu; ve kâinatın eczalarını da birbirine sevgili kardeşler ve hayatdar mûnisler halinde görecektir.<br />
<br />
Amma dalaletin nazarıyla olsa, âlemi dalga dalga üstünde mevcelenen müthiş ve karanlıklı bir deniz içinde imiş gibi, elini çıkarırsa göremeyecek derecede zulümat üstünde zulümatlı görecektir.<br />
<br />
Hem nasıl ki aynanın iki yüzü arası kağıttan daha ince iken, halbuki ikisinin arasındaki fark ise, şark ve garb arası kadardır. Sonra, o iki yüzün tebeddül edip senin yüzüne karşı gülmesi veya abûs bir şekil alması için iki parmağın tahrikiyle hasıl olur.<br />
<br />
Aynen bunun gibi; insanın fiilleri için dahi iki vecih vardır. Livechillah ile olan niyetin taalluk ettiği vecih; misalî derinliklerinde hadsiz tecelliyatı saklayan şeffaf ve makes-i envar bir yüze inkılab eder tarzda sana gösterir. Fakat niyetin fukdanı ile, yahut livechillah olmayan bir niyet ile olsa, camid veya siyah olan sathî bir yüzü izhar edecektir. Bu ise haktan behresizliktir.<br />
<br />
Hem nasıl ki, aynanın siyah renkli yüzü, ne misalî umkunda ne de arazında hiçbir şey istiab etmez. Etsede, ancak kendi küçük cirmi kadar bir şey alabilir. Fakat onun parlak yüzü ise, mutlak olan âlem-i berzah ve misal ile ittisal peyda ettiği için, hadsiz eşyayı içine alabildiği gibi; umk-u misalîsi dahi en büyük şeylere dar gelmemektedir.<br />
<br />
Kezalik hayatın dahi iki yüzü vardır.. Bir yüzü dünyaya bakar ki, bu vecih siyahtır, dardır ve fanidir. Bir vechi de hakka nazırdır.. Bu vecih ise, şeffaftır, geniştir, daimîdir. İşte nefs-i gafile, mağlata-i şeytaniyeye karşı kabil olmasından, siyah vechi telebbüsü içinde parlak yüzün ahkâmını tul-u emel ve taleb-i ebediyet ile izhar etmeye yeltenir.<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Âlemin miftahı, insanın elindedir ve nefsinin içindedir. Kâinat ise, kapıları zâhiren açık iken, hakikatta kapalıdır.<br />
<br />
İşte Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala, emanet-i kübra cihetinden insanda bir anahtar bırakmıştır. İnsan da o anahtar ile âlemin bütün kapılarını açabilir bir haldedir. Hem insanda bir tılsım da tevdi' etmiştir. O tılsım ile de, Hâllak-ı Kâinat'ın kenzini fethedebilir.<br />
<br />
İşte ey insan! Sendeki o anahtar ise, 'Ene'dir. Fakat ene olan o anahtarın kendisi dahi muğlak bir muammadır ve açılması müşkül bir tılsımdır. Şu halde eğer o ene, mahiyet-i mevhumesinin bilinmesiyle açılırsa, kâinatın kapıları dahi sana açılır.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak (C.C.), insanın eline bir ene vermiş, tâ ki o ene, ilim ve tahakkuk ile değil, belki farz ve tevehhüm ile evsaf-ı rububiyetin anlaşılmasına bir vâhid-i kıyasî olsun. İşte insan, enenin mahiyetinin böylece ne olduğunu bildiği vakit, yani 'ene', insan vücudunun şeridinde şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin sevbinde ince bir ip ve şahsiyet-i âdemiyet kitabında iki vecihli bir elif olduğunu; ve o elifin bir yüzü hayra baktığını, bu yüzde yalnız feyze kabil olup fail olmadığını, ikinci yüzü ise, şerre ve ademe baktığını ve bu yüzde kendisi fail olduğunu bildi. Hem mahiyeti mevhume, rububiyeti de muhayyele olduğunu; hem vücudu o kadar zaiftir ki, hiçbir şeyi bizzat yüklenemediğini belki ancak hararet ve saire gibi eşyanın mikdarını ölçen mizanlar nev'inden Vâcib-ül Vücud'un muhit ve mutlak sıfatları onunla bilinebilen bir ölçü âleti olduğunu anlayarak, bilip iz'an etti.. İşte o zaman,<br />
<br />
[[Şems 9|{{Arabi|قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا}}]]<br />
<br />
beşareti altına dâhil olur ve emaneti hakkıyla eda etmiş olur.<br />
<br />
İşte vakta ki sen eneye, böyle mana-yı harfiyle bakıp teemmül ettin, o zaman ene, kâinatta olan her şeyi mana-yı hakikîsinde sana gösterecek bir göz hükmünü alır. Çünkü malûmat-ı afakiye, nefse geldiği zaman, nefiste onu tasdik edecek kabiliyetle karşılaşır. Vaktaki sen enenin mahiyetini bu şekilde anladın, enenin vazifesi ve mevhum rububiyeti ve farazî malikiyeti sona erer. O zaman ene dahi, semekiyetten hababiyete rücu' edecektir. <br />
<br />
Fakat eğer sen, eneye mana-yı ismîyle bakar ve onu malik itikad eder ve emanete hıyanet edersen,<br />
<br />
[[Şems 10|{{Arabi|وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسَّيهَا}}]]<br />
<br />
tehdidi altında dâhil olursun. Çünkü göklerin, yer ve dağların tahammülünden tedehhüş edip çekindikleri emanet ise, şu ikinci cihetten gelen enedir. Zira onun bu vechinden şirk ve şerler ve dalaletler tevellüd ederler.<br />
<br />
Evet, eğer enenin mahiyeti senden tesettür edip gizlense, o zaman ene o derece kalınlaşır ki; senin bütün vücudunu yutacak koca bir ejderha kesilip âdeta her tarafın ene olur. Sonra nev'in de enaniyetine istinad ederek, artık o kadar kalınlaşır ki, kendi Sani-i Zülcelalinin emrine karşı mübareze eden asi bir şeytan olur. Daha sonra bütün insanları, sonra umum esbabı kendi nefsine kıyas ederek şirk-i azîm gayyasına yuvarlanıp gider.<br />
<br />
İşte ene, bu vecihte iken sen, afakı bütünüyle açarak gözlerini göndersen dahi, gözlerin bir hakikatı sezip görmeden, yorgun olarak sana dönmesi sebebiyle; nuranî olan afak senin yüzüne karşı kapanacaktır. Çünkü ene, o vaziyette, her şeyi sendeki enenin levniyle görüyor. Onun bu vecihteki zatî rengi ise, şirk ve ta'tildir. Eğer âfak, zâhir ve bahir âyetlerle de dolsa, enedeki o nokta-i siyah baki kaldığı müddetçe, bütün o nuranî âyetlere perde çeker, göstermez. <br />
<br />
'''Bir mes'ele-i mühimme'''<br />
<br />
Enenin iki vechi olup, bunlardan birisini Nübüvvet tutmuş, birisini de felsefe...<br />
<br />
Enenin birinci vechi, ubudiyet-i mahzanın menşeidir. Mahiyeti harfiyedir, vücudu tebaîdir, malikiyeti vehmiyedir, hakikatı faraziyedir. Vazifesi ise, Hâlıkın sıfatlarının anlaşılmasına bir ölçü ve bir mikyas olmaktır. İşte enbiya (Aleyhimüsselâm) eneye bu şekilde bakmışlar. Bütün mülkü Allah'a teslim ederek, onun ne mülkünde, ne rububiyetinde, ne uluhiyetinde hiçbir şeriki olmadığına ve her şeyin anahtarı onun elinde olup bütün eşya onun daire-i tasarruf-u kudretinde olduğuna hükmetmişlerdir. Cenab-ı Rahim-i Mutlak (C.C.), bu parlak, hayattar yüzden, bir şecere-i tuba-i ubudiyet yeşertmiştir ki; onun mübarek dalları kâinat bahçesinde nur-u hidayet meyveleriyle nev'-i beşer üstüne eğilen ve dalalet zulümatı içinde nur-efşan yıldızlar gibi parlayan enbiya ve mürselîn, evliya ve Sıddıkîn semerelerini vermiştir.<br />
<br />
Amma felsefe ise, eneye mana-yı harfîyle değil; mana-yı ismîyle ve onun varlığına tebaî değil, aslî olarak bakmış. Hem onu hakikî olarak kendi kendine maliktir zu'metmişler ve bir hakikat-ı sabitedir zannetmişler. Ve onu vazifesini yalnız kendi zatına muhabbet ile tekemmül-ü zatiyedir diye tevehhüm etmişler. İşte buradan şirkin bütün envaı teşa'ub edip dallanmıştır. Ve hem bu vaziyetteki enenin başı üstünde, dalaletin şecere-i zakkumu tenebbüt etmiştir.<br />
<br />
İşte bak, o şecere-i zakkumeden kuvve-i behimiye dalının verdiği semere; zalim ve gaddar olan kuvveti ve müraî, riyakâr bir hüsnü alkışlamakla; beşerin enzarında bir cihette âbid ve bir cihette mabud olan sanemleri semere vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i gazabiye dalında ise, biçare beşerin başına Nemrudlar ve Firavunlar semeresini vermiştir.<br />
<br />
Kuvve-i akliye dalında da, beşerin aklında dehriyyun ve maddiyyun meyvesini; ve kâinattan yalnız bir hisseyi Vâcib-ül Vücud'a verip, geri kalan mülkünü esbab ve tabiatlara taksim eden feylesoflar semeresini vermiştir. <br />
<br />
Evet ene, kendi zatında hava ve buhar gibi bir şeydir. Lakin ehl-i felsefe ve tabiatın, şeametli nazarları sebebiyle, temeyyü' etmiştir. Sonra ülfet ile katılaşarak, gaflet ile incimad edip, isyan ile tekeddür etmiş kararmış; git gide, kalınlaşarak sahibini yutacak koca bir ejderha kesilmiştir. Ve nev'in efkârıyla da tevessü' etmiş, sonrada, onun sahibi sair insanları ve esbabı nefsine kıyas ederek, Hâlıkın evamirine karşı mübareze eder bir vaziyete gelmiştir.<br />
<br />
İşte bundan dolayıdır ki; bazı feylesoflar, esbaba te'sir, tabiat ve tesadüfe icad vermeye, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem (kadimlik) vermeye ve daha bunlara benzer enva-i dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّي يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
Allah, o müfteri yalancıları kahretsin ki, şeytanlar, o enenin gaga, diş ve pençesiyle bunları yakalayıp dalalet derelerine yuvarlamıştır. Demek âlem-i asgarda ene, büyük âlemdeki tabiat gibidir; ikisi de tağutlardandır.<br />
<br />
[[Bakara 256|{{Arabi|فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوةِ وَيُؤْمِنْ بِاللّٰهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَي لَا انْفِصَامَ لَهَا وَاللّٰهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ}}]]<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hasenatın hayatı niyet iledir. (Yani livechillah olan niyet iledir.) Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.<br />
<br />
Hem vicdaniyatın bizzat meş'ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta'a uğrar. Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ<ref>"Meselâ"dan başlayan son parağraf, tefsirli bir tercüme ile alındı. Aslın öz metninin tercümesi ise şöyledir: "Meselâ: Tevazuun niyeti, onu ifsad eder. Ve tekebbürün niyeti, onu izale eder. Ve ferahın niyeti, onu uçurur. Ve gamın niyeti, onu gevşekleştirir. Ve kıyasla!... " (A.B.)</ref> tevazu ki, bir haldir. (Ona sun'î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi) ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş'ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakarı izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir ağacın,<ref>Zerre Risalesi (Şam tab'ı) 228. sahifesinin âhirine bir izahtır. -Müellif-</ref> belki ondaki bütün tekâmül kanununun aynısı, semerenin karnında saklı bulunan bir çekirdeğin içinde de bulunması lâzımdır ki, o ağaç onun üstünde tenebbüt edip neşv ü nema bulsun. Eğer şecere-i âlem gibi o ağaç da, ondan evvel bir şecere sebkat etmemiş ise, elbette o ağaça, sonra semere cesedini giyecek olan çıplak bir çekirdeğin olması lâzımdır. Sonra da o çekirdek, üstünde büyüyüp neşv ü nema bulan ağacının semerelerinden bir semereyi, yine tekrar cesed olarak giymesi inayet-i ezeliyeden hakkı vardır. Öyle ise o çekirdeğin, (kendi ağacından) cesed olarak giydiği semere, en azîm, en kerim, en latif, en şerif, en üstün ve en parlak olması lâzımdır.<br />
<br />
İşte, kâinat da bir ağaçtır. Unsurlar onun dalları, nebatat yaprakları, hayvanat onun çiçekleri, insanlar semereleridirler. Fakat o semerelerin en parlağı, en nuranîsi, en üstünü, en cilalısı, en güzeli, en zinetlisi, en a'zamı, en ekremi, en eşrefi, en eltafı, en câmii ve en enfai ise; Seyyid-ül Mürselîn, İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn, Sahib-ül Mi'raci vema zage-l basar.. ve kamer onun bir parmak işaretiyle iki şakk olan.. ve keler, ceylan, kuru direk, ağaç dalı, deve, dağ, taş, balçık toprak ve ağaç, kendisiyle konuşan.. ve mübarek parmaklarından ab-ı kevser gibi su nebean eden.. ve insaniyetin fezail-i ahlâkiyesinin en efdali ve hakaik-ı imaniyenin cümlesi zat-ı mübarekinde toplanan.. hem ihsan tecellilerinin tûru ve esrar-ı rahmaniyenin mehbatı olan.. ve enbiya ve sıddîkîn kafilesinin serdarı ve bütün mahlukatın en efdali bulunan.. hem tevhid ile en yüce izzet bayrağının hâmili ve Din-i İslâm ile en sağlam ve metin olan mecd ü şeref zimamının maliki olan.. ve esrar-ı ezelin şâhidi ve evvellerin sabık nurlarının müşahidi; ve lisan-ı kıdemin tercümanı.. hem ilim ve hikmet gibi en a'lâ ubudiyet mertebeleriyle mütehallik olup menbaı bulunan.. Hem en büyük halil ve dost ve en ekrem habib ve sevgili olan Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَوَاةِ وَاَزْكَي التَّحِيَّاةِ وَاَنْمَي الْبَرَكَاةِ مَادَامَ الْاَرْضُ وَ السَّمٰوَاتُ}}<br />
<br />
Meded ey kafile-sâlâr-ı Rüsül huz biyedî<br />
<br />
Sensin ey nur-u kerem cümlemizin mu'temedi<br />
<br />
İntisabım sanadır, işte dilimde senedi<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ}}<br />
<br />
İlahî! Ben seviyor ve temennî ediyorum ki; benim binlerce lisanım olsun da, tâ kıyamete kadar benim bedelime istiğfar etsinler. Öyle ise, ya İlahî! benim şu risalelerimin her bir nüshasını, kalem alan eller ve yazı yazanlar durdukça benim bedelime isitğfar eden ve Peygamber'e salavat getiren birer lisan yap. Amîn!..<br />
<br />
İlahî! Günahlar beni lâl ve dilsiz etmiş, kesret-i isyan dahi beni hacil kılmış, gafletin şiddeti de sesimi kısmış ve kesmiştir. Onun için biçaresi ben dahi, seyyidim ve senedim olan Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerinin sesiyle ve bab-ı rahmetinin kapıcısı yanında makbul ve me'nus olan nidasıyla, senin bab-ı rahmetini şöyle çalıyor ve dergâh-ı mağfiretinde böyle nida ediyorum:<br />
<br />
{{Arabi|يَا مَنْ وَسِعَتْ رَحْمَتُهُ كُلَّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوةُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ لَا يَضُرُّهُ شَيْءٌ وَ لَا يَنْفَعُهُ شَيْءٌ وَ لَايَغْلِبُهُ شَيْءٌ وَ لَا يَعْزُبُ عَنْهُ شَيْءٌ وَ لَا يَودُهُ شَيْءٌ وَ لايَسْتَعِينُ بِشَيْءٍ وَ لَايُشْغِلُهُ شَيْءٌ عَنْ شَيْءٍ وَ لَا يُشْبِهُهُ شَيْءٌوَ لَا يُعْجِزُهُ شَيْءٌ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ حَتَّي لَاتَسْئَلَنِي مِنْ شَيْءٍ يَا مَنْ هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَةِ كُلِّ شَيْءٍ وَ بِيَدِهِ مَقَالِيدُ كُلِّ شَيْءٍ وَ يَا مَنْ هُوَ الْاَوَّلُ قَبْلَ كُلِّ شَيْءٍ وَالْاٰخِرُ بَعْدَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الظَّاهِر فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْبَاطِنُ دُونَ كُلِّ شَيْءٍ وَ الْقَاهِرُ فَوْقَ كُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ وَ يَا عَلِيمًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ مُحِيطًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ بَصِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ يَا شَهِيدًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ رَقِيبًا عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَ لَطِيفًا بِكُلِّ شَيْءٍ وَ خَبِيرًا بِكُلِّ شَيْءٍ اِغْفِرْلِي كُلَّ شَيْءٍ مِنَ الذُّنُوبِ وَ الْخَطِيئَاةِ حَتَّي لَا تَسْئَلَنِي عَنْ شَيْءٍ اِنَّكَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ اِنِّي اَعُوذُ بِعِزَّةِ جَلَالِكَ وَ بِجَلَالِ عِزَّتِكَ وَ بِقُدْرَةِ سُلْطَانِكَ وَ بِسُلْطَانِ قُدْرَتِكَ مِنَ الْقَطِيعَةِ وَالْاَهْوَاءِ الرَّدِّيَّةِ يَاجَارَالْمُسْتَجِيرِينَ اَجِرْنِي مِنَ الشَّهَوَاةِ الشَّيْطَانِيَّة وَطَهِّرْنِي مِنَ الْقَاذُورَاةِ الْبَشَرِيَّةِ وَ صَفِّنِي بِحُبِّ نَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِالْمُحَبَّةِ الصِّدِّيقِيَّة ِ مِنْ صَدَاءِ الْغَفْلَةِ وَ اَوْهَامِ الْجَهْلِ حَتَّي تَفْنَيالْاَنَانِيَّةُ وَ يَبْقَي الْكُلُّ لِلّٰهِ وَ بِاللّٰهِ وَ اِلَي اللّٰهِ وَ مِنَ اللّٰه ِ غَرْقًا بِنِعْمَةِ اللّٰهِ فِي بَحْرِمِنَّةِ اللّٰهِ مَنْصُورِينَ بِسَيْفِ اللّٰهِ مَحْظُوظِينَ بِعِنَايَةِ اللّٰهِ مَحْفُوظِينَ َ بِحِمَايَةِ اللّٰهِ عَنْ كُلِّ شَاغِلٍ يُشْغِلُ عَنِ اللّٰهِ فَيَا نُورَ الْاَنْوَارِ وَ يَا عَالِمَ الْاَسْرَارِ وَ يَا مُدَبِّرَ الَّيْلِ وَ النَّهَارِ يَا مَلِكُ يَا عَزِيزُ يَا قَهَّارُ يَارَحِيمُ يَا وَدُودُ يَاغَفَّارُ يَا عَلَّا مَ الْغُيُوبِ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ وَ الْاَبْصَارِ يَا سَتَّارَ الْعُيُوبِ يَا غَفَّارَ الذُّنُوبِ اِغْفِرْلِي ذُنُوبِي وَارْحَمْ مَنْ ضَاقَتْ عَلَيْهِ الْاَسْبَابُ وَ غُلِّقَتْ دُونَهُ الْاَبْوَابُ وَ تَعَسَّرَ عَلَيْهِ سُلُوكُ طَرِيقِ اَهْلِ الصَّوَابِ وَانْصَرَمَتْ اَيَّامُهُ وَ نَفْسُهُ رَاتِعَةٌ فِي مَيَادِينِ الْغَفْلَةِ وَ الْمَعْصِيَّةِ وَدَنِيِّ اْلاِكْتِسَابِ فَيَا مَنْ اِذَا دُعِيَ اَجَابَ وَ يَا سَرِيعَ الْحِسَابِ وَ يَا كَرِيمُ يَا وَهَّابُ اِرْحَمْ مَنْ عَظُمَ مَرَضُهُ وَ عَزَّ شِفَاءُهُ وَ ضَعُفَتْ حِيلَتُهُ وَ قَوِيَ بَلَائُهُ وَ اَنْتَ مَلْجَأُهُ وَ رَجَائُهُ اِلٰهِي اِلَيْكَ اَرْفَعُ بَثِّي وَ حُزْنِي وَ شِكَايَتِي اِلٰهِي حُجَّتِي حَاجَتِي وَ عُدَّتِي فَاقَتِي وَ انْقِطَاعُ حِيلَتِي اِلٰهِي قَطْرَةٌ مِنْ بِحَارِجُودِكَ تُغْنِينِي وَ ذَرَّةٌ مِنْ تَيَّارِ عَفْوِكَ تَكْفِينِي يَا وَدُودُ يَاوَدُودُ يَا وَدُودُ يَاذَا الْعَرْشِ الْمَجِيدُ يَا مُبْدِئُ يَامُعِيدُ يَا فَعَّالًا لِمَا يُرِيدُ اَسْئَلُكَ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي مَلَأَ اَرْكَانَ عَرْشِكَ وَ اَسْئَلُكَ بِقُدْرَتِكَ الَّتِي قَدَرْةَ بِهَا عَلَي جَمِيعِ خَلْقِكَ وَ بِرَحْمَتِكَ الَّتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ يَا مُغِيثُ اَغِثْنَا وَاغْفِرْ جَمِيعَ ذُنُوبِي وَ سَقَطَاةِ لِسَانِي فِي جَمِيعِ عُمْرِي بِرَحْمَتِكَ يَا اَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ آمِينَ آمِينَ آمِينَ وَ الْحَمدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ}}<br />
<br />
Ey şu istiğfarları, evvelâ bir defa kendi nefsi için okuyan zat! Bir ikinci defa da, fîsebilillah benim için oku! Zira ben, kabrimde sâkin dururken, sükût etmiş olan lisanım, senin lisanınla istiareten, kitabımın diliyle konuşuyor. Sen de, hasbeten lillah benim namıma da bir konuşuver, ne olur?!.<br />
<br />
=ŞEMME'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
(Onuncu Risale)<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|وَمِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ لِاَقْوَمِ الطَّرِيقِ}}<br />
<br />
{{Arabi|سُبْحَانَكَ يَا مَنْ اَنْطَقَ السَّمَاءَ بِحَمْدِهِ وَتَسْبِيحِهِ بِكَلِمَاةِ النُّجُومِ وَالسَّيَّارَاةِ وَيَا مَنْ اَنْطَقَ الْاَرْضَ بِحَمْدِهِ بِكَلِمَاةِ الْاَشْجَارِ وَالنَّبَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّبَاةَ وَالشَّجَرَ بِكَلِمَاةِ الْاَزْهَارِ وَالثَّمَرَاةِِ وَاَنْطَقَ الزُّهَرَ وَالثَّمَرَا بِكَلِمَاةِ الْبُذُورِ وَالنَّوَاتَاةِ وَاَنْطَقَ النَّوَاةَ وَالْبُذُورَ بِلِسَانِ السَّنَابِلِ وَ كَلِمَاةِلْحَبَّاةِ سُبْحَانَكَ يَا مَنْ تُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ الضِّيَاءُ بِاَنْوَارِهِ وَالْهَوَاءُ بِاَعْصَارِهِ وَالْمَاءُ بِاَنْهَارِهِ وَالْاَرْضُ بِاَحْجَارِهِ وَالنَّبَاةُ بِاَزْهَارِهِ وَالصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ عَلَي سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ نَبْرَاسِ الْاَنْبِيَاءِ وَزِبَرْقَانِ الْاَصْفِيَاءِ وَنَيِّرِ الْاَوْلِيَاءِ وَشَمْسِ الثَّقَلَيْنِ وَضِيَاءِ الْخَافِقَيْنِ وَعَلَي آلِهِ نُجُومِ الْهُدَي وَاَصْحَابِهِ مَصَابِيحِ الدُّجَي اِعْلَمْ Ey وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشّيَاطِينِ}}<br />
<br />
âyetinin fehminde zihni darlaşan adam, bil ki! Şu âyetin semasına çıkmak için yedi basamaklı bir merdiven vardır.<br />
<br />
Birinci Basamak: Evet, semavatın kendine münasib olan sekeneleri vardır; ve Melaike ismiyle tesmiye edilmişlerdir. Çünkü küre-i arzın, semaya nisbeten küçüklük ve hakaretiyle beraber, zevi-l hayat ve zevi-l idrâk ile dolu olması; elbette şu burçlar sahibi olan semavatın o müzeyyen kasırları, zevi-l idrâk ile dolu olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir.<br />
<br />
Hem kâinatın şu göz önündeki tezyinat, mehasin ve nukuş ile süslendirilip tezyin edilmesi, bilbedahe hayret ve takdir, tefekkür ve istihsan edicilerin nazarlarını istilzam eder. Çünkü yemek, aç olana verildiği gibi, hüsün dahi ancak âşıka gösterilir. Halbuki ins ve cin, şu haşmetli nezaret ve vazifeye milyondan birisine de kâfi değildir. Öyle ise, şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva-i melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır.<br />
<br />
İkinci Basamak: Yerin, (küre-i Arzın) sema ile bir alâkadarlığı, muamelesi ve irtibatı vardır ki; semadan yere ziya, hararet, bereket ve saire gibi şeyler gelmektedir. Öyle ise, bir hads-i kat'î ile bilebiliriz ki; yerliler için de semaya çıkılacak bir yol vardır. Çünkü: Enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar.<br />
<br />
Üçüncü Basamak: Semanın sükût ve sükûneti, intizam ve ittiradı delâlet eder ki; ahalisi arzın sâkinleri gibi değildir. Çünkü arzın ahalisinde eşrar, ahyara karıştığı; ve zıdlar birbiriyle ictima' ettikleri için, aralarındaki müşacere ve mübarezeden ızdırab, tezebzüb, ihtilaf ve imtihan düşmüştür. Fakat semada, bunlar olmadığından ahalisi mutidirler. Ne emrolunsa onu yaparlar.<br />
<br />
Dördüncü Basamak: Malik-i Yevmiddîn ve Rabb-ül Âlemînin ahkâmı birbirine mütegayir esması vardır. Binaenaleyh, küffar ile saff-ı sahabe içinde muharebe etmek için melaikelerin inzalini iktiza eden hangi isim ise, aynı o isim, melaike ve şeyatin ortasında da muharebeyi iktiza eyler. Yani ahyar-ı semaviyyîn ile eşrar-ı aradîn arasında dahi mübareze kanununun varlığı iktiza eder.<br />
<br />
Görmüyor musun ki; bir padişah-ı âlî, bir memurunun mükâfat veya mücazatını herkesin karşısında teşhir etmek veya bazı hizmetçilerinin ta'zimini ilan etmek için; onun şan-ı satveti ve ism-i haşmetinin iktizası olarak yalnız ilmiyle ve hâs telefonuyla onlarla muamele yapmıyor. Belki muhteşem bir meydan-ı mübareze ve bir imtihan-ı ulvi ve bir istikbal-i siyasî hazırlayarak, ahaliyi oraya tahşid etmesi için kendi vezirine emreder.<br />
<br />
Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarlarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri icab eder. Çünkü cismen letafetleri vardır. Fakat semavat ehli onları kabul etmemeleri, belki şeraretlerinden dolayı tardetmeleri lâzımdır.<br />
<br />
Hem saltanat-ı Rububiyetin hikmetleri içinde şu mübareze-i maneviye ve muamele-i mühimmenin; âlem-i şehadette vazifesinin en mühimmi müşahede ve şehadet olan insanların işhadları için elbette bir alâmet ve işareti olacaktır.<br />
<br />
Halbuki hâdisat-ı semaviye arasında şu mübareze-i ulviyenin ilanına; -yüksek burçlu kal'alardan atılan mancınıklara benzeyen bu- remy-i şehab'dan (şehapların atılması) daha ensebi görülmüyor. Hem sair hâdisata muhalif olarak, bütün ehl-i hakikatça meşhur ve meşhud olan şu hâdise-i semaviyenin hikmetine uygun diğer bir hikmet de görünmüyor.<br />
<br />
Altıncı Basamak: Kur'an-ı Hakîm-i Mu'ciz-ül Beyan, gâlî bir üslub ve âlî temsiller ile beşeri hidayete irşad ve isyandan zecrediyor.<br />
<br />
İşte:<br />
<br />
[[Rahman 33|{{Arabi|يَا مَعْشَرَ اْلجِنِّ وَاْلاِنْسِ اِنِ اسْتَطَعْتُمْ اَنْ تَنْفُذُوا مِنْ اَقْطَارِ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ فَانْفُذُوا لَا تَنْفُذُونَ اِلَّا بِسُلْطَانٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin lisanından, saltanat-ı Rububiyetin vüs'atı yanında, ins ve cinnin ta'cizleri (âcizliklerini gösterme) ve ilan-ı aczleri hakkındaki inzara bak, gör! Güya der ki: "Ey âciz, hakir ve küçük insan! Güneşler, aylar ve yıldızların; hem dağ gibi, belki daha büyük güllelerle şeytanları recmedebilen melaikelerin itaat ettikleri bir Sultan-ı Zülcelal'e nasıl isyan edebiliyorsunuz? Ve nasıl bir sultanın memleketinde isyana cesaret edebiliyorsunuz ki, onun askerlerinden öyleleri vardır ki; sen kendi cevizini veya gülleni çevirip attığın gibi, düşmanların yüzüne arzınız büyüklüğündeki yıldızları yağdırabilecek kuvvet ve kudrettedir."<br />
<br />
Yedinci Basamak: Yıldızların melek ve semek gibi nihayet derecede küçük ferdleri olduğu gibi, gayet büyük ferdleri dahi vardır.<br />
<br />
Evet sema yüzünde her parlayan şey yıldızdır. İşte bu neviden bir kısmı; cevahirler, semereler veya balıklar gibi nazenin sema yüzünün zinetleridirler. Diğer bir kısmı ise, şeytanları tardetmek için atılan mancınıklar ki, onlarla şeytanlar recmedilirler. Veyahut âsilerin ihtilatından hoşlanmayan müteyakkız ve muti' cünudullahtan nöbettarların bulunduğuna işarettir. Yahut da, mübareze kanunu en geniş dairelerde de cereyan ettiğine bir remizdir.<br />
<br />
{{Arabi|وَ لِلّٰهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ وَالْحِكْمَةُ الْقَاطِعَةُ}}<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşya vücuda gelmezden evvel ve vücuda geldikten sonra yazılı bulunduğuna sarahatle delâlet eden,<br />
<br />
[[En'am 59|{{Arabi|وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ اِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ}}]]<br />
<br />
gibi pek çok âyât-ı Kur'aniye vardır. Ve Kur'anın bu âyetlerini tasdik edip imza basan, kâinat kitabının manzum mektubatı ve mevzun âyâtıdır. Lasiyyema nizam, mizan, intizam, tasvir, tezyin ve imtiyaz âyetleri, gayet vâzıh bir şekilde bunu isbat ederler.<br />
<br />
Amma eşyanın, vücudundan evvel yazılı bulunduğuna delil ise, bütün asıllar ve tohumlar ve umum mikdarlar ve suretlerdir. Evet tohumlar ve çekirdekler, birer latif sandukçadır ki, kaderin manen tersim ettiği bir fihriste onda yerleştirilmiş, kudret de o hendese-i kaderiye üzerine zerratı istihdam edip eşyayı bina eder, yapar. <br />
<br />
Mikdarlar ise, kaderin birer manzum mektubatı ve ilmin birer mevzun kalıbıdırlar. Zira, gözümüzle görüyoruz ki, eşyanın neşv ü neması hengâmında, o şeyin içinde kör, sağır ve camid zerreler harekete geçerek çalışırlar. Sonra o şeyin fayda ve semeratına ait yerleri gözeterek, gayet semiane ve basirane bir tarzda, eğri büğrü hududların yanında tevakkuf ederler. Ve keza kitabet-i kaderiyenin pek çok bürhanlarını buna kıyas eyle!<br />
<br />
Amma eşya vücuda geldikten sonra yazıldığının delili ise, budur ki; kitab-ı âlemden ağaç ve çiçeklerin sahaif-i a'mallerinin tayyedilmiş nümuneleri gibi olan bütün meyve ve semereler; asıllarının yerin içinde defnedilip, baharda haşredildikleri vakit, o asılların başlarına gelmiş etvarı, (hayat tarihçelerini) herkesin başı üstünde neşretmeleridir.<br />
<br />
Hem bir delili de; bir hardele küçüklüğünde, (beşerin kafasının) bir yerinde yerleştirilmiş insanın kuvve-i hâfızasıdır ki, yed-i kudret onu, kader kalemiyle insanın sahife-i a'malinden istinsah ederek, bir senedi gibi insanın eline vermiştir. Tâ ki insan, muhasebe vaktinde onunla sahife-i a'malini hatırlasın. Hem tâ mutmain olsun ki; şu fena ve zevalin hercümerci arkasında beka için çok aynalar vardır, Cenab-ı Kadir-i Hakîm, zaillerin hüviyetlerini onlarda tersim ediyor. Hem pek çok levhalar vardır, Cenab-ı Hafîz-i Alîm, fanilerin meanilerini onlarda yazmaktadır.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Elimizdeki saatin (iç kısmı,) âlât ve çarkların tezelzül ve ızdırabları cihetiyle nasıl ki gayr-ı sabittir, öyle de; bir saat-i kübra olan dünya dahi, zâhirî sabitiyeti içinde gayr-ı sabit ve lerzedardır.<br />
<br />
Evet dünyaya zaman girmesiyle, gece ve gündüz, o saat-i kübranın saniyelerini sayan iki mil hükmündedir. Seneler ise, dakikaları sayan bir ibre, asırlar dahi saatleri sayan birer iğnedirler.<br />
<br />
Hem dünyaya mekân dercedilmesiyle, cevv-i hava sür'at-i tagayyür ve tahavvül ve tezelzülüyle ayrı bir tarzda saniyelerin ibresi hükmündedir. Küre-i arz dahi nebatat ve hayvanatın mevt ve hayatları cihetiyle; yüzünün daimî surette tebeddül etmesi, dakikaları sayan bir mil gibidir. Hem küre-i arzın karnındaki zelzeleler ve neticesinde dağların fışkırması, saatleri sayan ağırca hareketli bir mil hükmündedir. Kezalik, sema yüzü harekât-ı ecram ve kuyruklu yıldızların zuhuru ve küsufatın vuku'u ve şehabların akmasıyla, haftalık saatin günlerini sayan bir mil gibidir.<br />
<br />
İşte, şu yedi rükün üzerine mebni olan dünya, hakikatta fani, hâlik, lerzedar ve su gibi akıcı iken, lâkin gafletle sureten tecemmüd ederek, fikr-i tabiatla tekeddür edip âhiretin yüzüne karşı bir hicab olmuş. Felsefe-i sakime ve medeniyet-i sefihe de, onun şu cümudiyet ve küdûretini daha da arttırmışlardır.<br />
<br />
Amma Kur'an-ı Hakîm, dünyayı kendi ayatıyla; atılmış pamuk gibi hallac edip cümudiyetini eritiyor. Ve şulepâş beyyinatıyla onun kudûretini izale edip şeffaflaştırıyor. Ve nur-efşan neyyiratıyla fikr-i tabiatı eritip âhiret yüzünden perdeyi kaldırıyor. Hem belâgatkâr na'yeleriyle, dünyanın ebediyet-i mevhumesini yırtıp atıyor. Hem ra'd-misal sayhalarıyla, fikr-i tabiattan doğan gafleti parça parça ediyor.<br />
<br />
İşte mütezelzile olan dünyanın hakikatı, mezkûr lisan-ı haliyle şu âyeti okuyor:<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanı hayvandan temyiz edip ayıran şey, onun mazî ve müstakbel ile olan alâkasının şümulü ve afak ve enfüsü ihata eden idrâkinin külliyeti ve eşya-yı zâhiriyenin inşasında terettüb eden zâhirî illetleri (kanun ve sebepleri) keşfetmesidir.<br />
<br />
Öyle ise, insanın en azam ve en önceki vazifesi ve cihazatının vazifece en etemm ve en elzemi; Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve tahmiddir ki, insanın gaye-i hilkatından maksud-u aslî budur. Binaenaleyh, bu insan kendi Saniini mazi, hal ve müstakbel dilleriyle ve enfüs ve âfak lisanlarıyla tesbih edebilir bir mahiyettedir. Hem mahlukatın tesbihatını müşahede edip onların üstünde şahidlik yapabilmesi sırrıyla da; Sani-i Eşya'ya san'at-ı eşyadaki hikmetin derununda tertib ve terettüb ile yazılı bulunan bütün esmayı okuyarak medh ü sena edebilir bir fıtrat ve vaziyettedir.<br />
<br />
İşte {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} cümlesi, hem hayret ve takdir manalarını, hem taaccüb ve istihsan manalarını; hem tenzih ve takdis manalarını, hem heybet ile beraber muhabbet manasını, hem de azametin lâzımı olan mechuliyet manasını tazammun etmektedir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hakk'ın hem atâları, hem kazaları, hem de mukadderatı vardır.<br />
<br />
Evet atâ, kazanın içine nüfuz edip icra-yı hüküm ettiği gibi, kaza dahi kaderin içine nüfuz edip hükmünü icra eyler. Yani nasıl ki taş ve toprağın sertlik ve salabetleri ile beraber, yumuşak ve incecik olan damarlar, içlerinden müruru zamanında, bunlara yol vermek için parçalandığı misillü; hem latif suyun incimadı vaktinde, onun bu latif meyline karşı, sert demirin mukavemeti kırıldığı gibi; kaza kanununun okuna karşı, kader kanunu da öyle kırılır, delinir.<br />
<br />
Tıpkı, nev'lerin birer kaderi hükmünde olan küllî kanunlar, bazı has ve muhassas hârika cüz'iyatın şüzûzlarıyla yırtıldığı gibi!..<br />
<br />
Bu hal ise işarettir ki; Cenab-ı Hak sübhanehu ve teala, bir Fail-i Muhtar olup istediğini yapar, irade ettiğine hükmeyler. Hem i'ta eylediği şeye hiçbir şey mani' olmadığı gibi, kaza ettiği şeye de hiçbir red ve müdahale olamaz. Demek Atânın Kazaya karşı nisbeti, Kazanın Kadere karşı olan nisbeti gibidir. Yani atâ ise, kaza kanunundan bir şüzûzdur.<br />
<br />
Nasıl ki hakikat-ı hale ârif olan bir zat demiş:<br />
<br />
{{Arabi|يَا اِلٰهِي اِنَّ حَسَنَاتِي مِنْ عَطَاءِكَ وَسَيِّئَاتِي مِنْ قَضَاءِكَ لَوْلَا عَطَاؤُكَ لَكُنْتُ مِنَ الْهَالِكِينَ}}<br />
<br />
Manası: "Ya İlahî! Benim hasenatım, ancak senin atândandır. Fakat seyyiatım ise, senin kazandandır. Eğer atân olmasaydı, muhakkak ki ben helak olanlardan olurdum."<br />
<br />
Yani kötülüğe karşı nefs-i emmaredeki istidad, bir şer ve helaket kanunudur.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, âyetlerin sonlarını, (meselâ Sure-i Mülk'ün âyetleri gibi) esma-i hüsnanın manalarını mutazammın bir şekilde veya birçok âyetlerde olduğu gibi, esmanın aynısıyla fezlekelendirip hatimelendirmekteki sır şudur: Kur'an-ı Hakîm kendi i'cazkâr beyanıyla evvelâ âsâr-ı san'at-ı İlahiyeyi nazarın önüne bastedip serer; sonra da,<br />
<br />
[[Rum 27|{{Arabi|وَهُوَ الَّذِي يَبْدَاُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ اَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْاَعْلَي فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ}}]]<br />
<br />
ve emsali gibi âyetlerle esmayı ondan istihrac eder.<br />
<br />
Ve keza, Kur'an kâh olur ki, beşerin gözü önünde mensucat-ı san'at-ı Rabbaniyeyi neşreder, sonra neticede, onları esmalarda tayyeder.<br />
<br />
Ve keza Kur'an, kâh olur ki, Cenab-ı Hakîm-i Alim'in fiillerini tafsil edip açar, sonra da onun esmasıyla icmal eyler.<br />
<br />
Ve keza, kâh olur ki Kur'an, mahlukatı bir tertib ile zikreder ve onlardaki nizam, mizan ve faideleri irae ederek şeffaflaştırır. Sonra sana, onların içinde esmayı gösterir. Güya o mahlukat, elfazdır ve şu esma ise icad cihetinde onların maanileri veya ab-ı hayatı veya çekirdekleridir.. Veyahut -ilim cihetiyle- onların hülasalarıdırlar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki; çeşitli keyfiyetlerle tekeyyüf edip tagayyür eden maddî cüz'iyatı Kur'an zikreder, sonra da onları küllî, nuranî ve sabit esma ile icmal eder. <br />
<br />
Hem Kur'an, kâh olur ki, genişlenmiş ve çok intişar etmiş olan kesreti göz önüne serer, sonra her şeydeki cihet-i vahdet-i gösterir tarzında damga-i vahdeti üstüne basar.<br />
<br />
Hem kâh olur ki, esbab ile müsebbebatın zâhirdeki bitişikliklerinin arasını tebyin edip ayırdıktan sonra, müsebbebatın neticelerini izhar edip gösterir. Nasıl ki zâhir nazarda daire-i ufkun semaya temas ettiği görülüyorsa da, oysaki aralarında müdhiş bir mesafe vardır. Evet, esbabın en azamı, müsebbebatın en hafifini de bizatihi yüklenmeye takatı yoktur. İşte Kur'an, esbab ile müsebbebatın arasında uzaklığı izhar ile, o mesafenin, mahall-i zuhur-u esma veya onların matla'ları olduğunu gösterir.<br />
<br />
Hem kâh olur ki Kur'an, mahlukatın, yani insanların ve cinlerin ef'allerini zikrederek tehdid eder. Sonra hemen arkasından, rahmete işaret eden esma ile teselli verir. Hem bazı olur ki, Kur'an bazı cüz'î maksadları zikreder, sonra da o makasıdı, kavaid-i külliye ve berahin-i kat'iye tarzında olan esmalarla takrir eder, yerleştirir. Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Acz dahi aşk gibi Allah'a isal eden bir tariktir. Belki acz, aşktan daha akreb ve daha selâmetli bir yoldur.<br />
<br />
Evet ehl-i sülûk, Turuk-u hafiyede letaif-i aşere üstünde ve Turuk-u cehriyede nüfus-u seb'a üzerine sülûk etmişlerdir. Amma şu âciz ise,<ref>Kendi zat-ı kerim-üs sıfatını kasdediyor. (A.B.)</ref> Kur'andan kısa bir tarik ve girintisiz, çıkıntısız, sağlam bir yol istifade edip ahzetmiştir ki, yalnız dört hatvedir.<br />
<br />
İşte; Birinci Hatve'ye [[Necm 32|{{Arabi|فَلَا تُزَكُّوا اَنْفُسَكُمْ}}]] âyeti işaret eder. <br />
<br />
İkinci Hatve'ye<br />
<br />
[[Haşir 19|{{Arabi|وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللّٰهَ فَاَنْسَيهُمْ اَنْفُسَهُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret eder.<br />
<br />
Üçüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ وَمَا اَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret etmektedir.<br />
<br />
Dördüncü Hatve'ye<br />
<br />
[[Kasas 88|{{Arabi|كُلُّ شَيْءٍ هَالِكٌ اِلَّا وَجْهَهُ}}]]<br />
<br />
âyeti işaret ediyor.<br />
<br />
Bu Hatvelerin izahı ise, gelecek tarzdadır:<br />
<br />
Birinci mertebe olan Birinci Hatve: Evet insan, cibilliyet ve yaratılışı hasebiyle, nefsine muhib olarak halkedilmiştir; belki her şeyden önce bizzat, yalnız zatını sever. Bunun içindir ki, mabuda lâyık olacak bir medihle nefsini medheder. Ve nefsini ayıblardan şiddetle müdafaa eder ve kusurlardan tenzih etmeye çalışır ve mümkin oldukça kusurları nefsine almaz. Hattâ ma'budunun hamd ve tesbihi için insanda yaratılmış cihazat ve letaifi, adeta kendi nefsinin medh ve tenzihine sarfeyleyerek,<br />
<br />
[[Furkan 43|{{Arabi|مَنِ اتَّخَذَ اِلٰهَهُ هَوَيهُ}}]]<br />
<br />
hükmüyle heva-i nefsini kendine ilah ittihaz edenlerden gibi olur. İşte nefsin bu makamda, bu hatvede tezkiyesi ise, onu tezkiye etmemektir.<br />
<br />
İkinci mertebe olan İkinci Hatve'de: Külfet ve hizmet makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzuzatta ise nefsini şiddetle iltizam etmek ise, nefs-i emmarenin muktezasıdır. İşte bu makamda onun tezkiyesi, şu haletin aksidir. Yani nisyan-ı nefs içinde nisyan etmemektir.<br />
<br />
Üçüncü mertebe olan Üçüncü Hatve'de: Nefsinden kusur ve noksan, acz ve fakrdan başka bir şey görmemek ve bütün mehasini ise Fâtırı tarafından in'am edilen nimetler olduğunu görmektir. Bu ise, fahr yerine şükrü iktiza eder. İşte bu mertebede onun tezkiyesi ise; kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda bilmesidir.<br />
<br />
Dördüncü Hatvede: Kat'iyetle derketmesi lâzımdır ki, kendisi nefsinde ve mana-yı ismîyle fanidir, mefkuddur, hâdistir ve madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Saniinin esmasına ayinedarlık cihetiyle şâhiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.<br />
<br />
İşte şu hatvede onun tezkiyesi budur ki; vücudunda adem, ademinde vücudu olduğunu bilmek, ve<br />
<br />
[[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]]<br />
<br />
deyip, mülk onun olduğu gibi, hamd da yalnız ona mahsus olduğunu düşünüp her şeyi Allah'a teslim etmektir.<br />
<br />
Ve keza ehl-i sülûktan vahdet-ül vücud ehlinin meşrebi, kâinatın vücudunu nefyetmekle idamına hükmeder. Ehl-i vahdet-üş şühudun meşrebi de mevcudatı nisyan-ı mutlak hapishanesinde mahbusiyeti cihetine gider.<br />
<br />
Amma benim, Kur'an'ın minhac-ı kavîminden fehmettiğim budur ki: Mevcudatı hem idamdan, hem hapisten afvetmektir. Belki onları mana-yı harfî ve Allah hesabına mazhariyet ve aynadarlık cihetiyle esma-ı hüsnayı ilan etmek vezaifinde istihdam ederek, mana-yı ismî ile veya nefisleri hesabına olan hizmetten azletmektir.<br />
<br />
Sonra insan, kendi vücud ve hayatında bir devair-i mütedahile ve masnuat-ı müterâkibedir. Zira insan hem nebattır, hem hayvandır, hem insandır, hem mü'min... İşte bundan dolayıdır ki, tezkiye muamelesi bazan evvelâ; dördüncü tabaka olan iman mertebesinde vuku' bulur. Sonra imanın mertebe ve tabakasından tenazül ederek, tâ en aşağı tabaka ve şedid-ül mukavemet olan nebatiyet mertebesine kadar iner. Hattâ bazan yirmidört saat zarfında bütün tabakalarda da o muamele vuku' bulabilir. İşte bundandır ki, bazen o meratibin aralarını farketmeyip galat eden insan, yerdeki her şey yalnız bizim için halkedilmiştir der.<br />
<br />
Bunun içindir ki insan, evvelâ insaniyeti, yalnız bir mide-i nebatiye veya hayvaniyesine münhasır zannetmekle galat ediyor. Sonra, eşyanın gaye-i hilkatlarını yalnız nefsine bakan faydadan ibaret zannetmekle galat ediyor. Sonra eşyanın kıymetini, yalnız onlardaki nefsinin menfaati ölçüsüyle tartmakla galat ediyor. İşte bu ölçüye göre, kokulu bir zehre çiçeğini bir Zühre yıldızıyla değişmek istemez.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır. Hem onun bir fiyatı bedelidir. Yoksa mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika olmadığı gibi, onun vesilesi de değildir.<br />
<br />
Evet ey insan, sen ücretini almışsın. Evet bak, Hâlık-ı Zülcelal seni böyle bir ahsen-i takvim üzere halkettikten sonra, imanı da sana i'ta etmekle, kendini sana tanıttırma nimetini ihsan etmiştir. Evet nasıl ki mideyi i'ta etmekle, cemi-i mat'umatı adedince sana in'amlar ettiği gibi; hayatı vermekle de, sana âlem-i şehadeti nimetlerle dolu bir sofra yapmıştır. İşte bu iki sofranın derece-i tefavütlerine nazar et, düşün.<br />
<br />
Hem dahi insanî bir nefsi sana i'ta etmekle, o mide-i insaniyetin istifadesine âlem-i mülk ve melekûtu nimetlerle dolu bir sofra yaptığı gibi, iman nimetini i'ta etmekle de, bütün zikri geçen sofralarla beraber sana esma-i hüsnasının hazinelerinin müddeharatıyla dolu sofraları senin önüne sermiştir. Hem ayrıca muhabbetini de vermekle, daha tavsif edilmez sofraları sana fethedip müheyya etmiştir.<br />
<br />
İşte sen, bu gibi ücretleri almışsın. Öyle ise, sana yalnız hizmet düşer. Amma amel ve hizmetten sonra, sana başka nimetleri de i'ta ederse, o ancak O'nun mahz-ı fazlından olur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nevilerin, hususan mahlukatın küçücüklerinin, ferdlerinin kemal-i ittikan ve hüsn-ü intizamlarıyla beraber, teksir-i efradlarında hesabsız bir cûd-u mutlak müşahede edilmektedir. Bu ise Saniin tecelliyat-ı esmasının nihayetsizliğine; ve mahiyeti eşya ve mahlukatın mahiyetlerinden mübayin bulunduğuna; ve bütün eşyanın (küçük büyük, az çok, cüz'î küllî) halk ve icadları, O'nun vücubiyetiyle olan kudretine nisbeten müsavi olduğuna işaret eder. Belki sarahat derecesinde gösterir. Evet şu nihayetsiz cûd ve icad, ancak o vücubdan gelebilir ve ancak onun parlak berahinindedir. Evet, nevilerdeki cûd u seha, tecelliyat-ı celaliye olduğu gibi; ferdlerdeki ittikan ve intizam da, esma-i cemaliyesinin tecellisindendir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanlar san'at hususunda ne kadar usta ve bilgili olursa, o derece o san'at, ona kolay gelir. Cehli miktarınca da ona zor gelir. Hususan latif, nazik ve ince cihazlı san'atlarda usta ve saniin ne kadar bilgisi fazla olursa, o derece o san'at ona âsân ve kolay olur.<br />
<br />
İşte, eşya-yı muntazamanın halk ve icadındaki vüs'at-i mutlaka içinde olan sür'at-i mutlakanın zımnında müşahede olunan hadsiz sühulet dahi, kat'an ve hadsen sani'lerinin nihayetsiz ilmine delâlet ettiği gibi,<br />
<br />
[[Kamer 50|{{Arabi|وَمَا اَمْرُنَا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
âyeti o sühulete işaret etmektedir.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir zat, bir masnu'a veyahut çok masnu'lara, san'atkârane yapılmış birçok lifleri sarmış olsa; veyahut çok kıymettar, süslü cevher gibi bir meknuna veyahut çok cevherli meknunlara, o şeyin maddesinin cinsinden dokunmuş pek çok cildler şeklindeki gömleklerle onu giydirmiş olsa; hem o şeyin veya şeylerin cevfine, (iç merkezlerine) üst üste teraküm etmiş şeylerin tâ içlerinden çıkan yontulmuş çok değerli âlî taşları dercetmiş olsa, elbette hiçbir şek ve şübhe kalmaz ki, mazruf da zarf gibi ve muhat dahi muhit gibi tek bir san'atkârın san'atıdır ve onun malı ve mülküdürler.<br />
<br />
Aynen onun gibi; hiçbir şek ve şüphe yoktur ki, şu hadsiz kesret üstüne küllün, külliyatın ve zarfın vahdeti gibi ittisalî ve nev'î birliklerin liflerini saran; hem şu yeryüzünde intişar etmiş masnuat cemaatlarının kametlerine anneleri hükmünde olan bu unsurlar gömleğini giydiren; hem şu gayet azametli, büyük âlemlerin birer küçültülmüş timsali olan mahlukatı, hususan hayvanatı, o âlemlerin içlerine derceden, ve bu âlemleri de, iç içe yapılmış evler gibi, kendilerinin birer semeresi ve çekirdeği olan mevcudatın üstüne dercedip kuran; elbette ancak bir Vâhid-i Ehad ve Samed'dir ki, vâhidiyet tecellisi ile muhit üstüne ve ehadiyetiyle de muhat üstüne tecelli etmektedir.<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Nasıl ki bir sultanın hâkimiyeti içinki devair-i hükümetinde ve tabakat-ı raiyetinde ve meratib-i saltanatında ve vezaif-i emiriyetinde çok isim ve ünvanları bulunabilir. Âdeta o padişah, timsal ve mümessiliyle ve kanunu ve nizamıyla her dairede ve bütün ünvanlar ve perdeler arkasında mevcud ve hazırdır, görünür, görür.<br />
<br />
Öyle de meselâ:<br />
<br />
{{Arabi|وَلِلّٰهِ الْمَثَلُ الْاَعْلَي}}<br />
<br />
binbir esma-i hüsna sahibi olan Zat-ı Zülcelal'in dahi kâinatın her bir âleminde esma-i hüsnasından bir ünvanı ve ismiyle bir tecellisi vardır. Ve o ismin daire-i saltanatında sair esma ona mütabi' hükmündedirler. Belki orada hâkim olan o isim, sair esmayı dahi tazammun etmektedir.<br />
<br />
Ve keza, âlemin her bir tabakasında küll olsun, cüz' olsun, küllî olsun, cüz'î olsun, hâs bir ismin cilveleriyle has bir rububiyet içinde, has bir tecelli ile tasarruf eder. Yani o isim, aynı zamanda her şeye âmm ve muhit iken; fakat o tabakaya öyle bir hususiyetle tecelli eder ki, güya o isim, yalnız o tabakaya mahsustur.<br />
<br />
Hem dahi Cenab-ı Hakk'ın meratib-i rububiyetinde birbirine bakan şe'nleri ve onun seradıkat-ı uluhiyetinde birbiri içinde akseden isimleri, hem haşmetinin aynalarında birbirinden ayrı temessülatı; ve kudretinin tasarrufatında, mütenevvi ünvanları; ve onun sıfâtının tecelliyatında iç içe çiçek açan zuhurâtı ve ef'alinin cilvelerinde birbiri içinde görünen tasarrufatı; ve masnuatının tenviinde (nevileştirme) mütedair Rububiyetleri vardır ki, Ehadiyet üstüne tecellî ile vâhidiyetin bütün muhatına ve o muhatın umum cüz'iyatına tecelli eder. (C.C.)<br />
<br />
Evet, bu âzim ve geniş hakikate, tercüman-ı lisan-il kıdem (Resul-i Ekrem) (A.S.M.) dahi, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında işaret etmiştir. Evet, o münacat, doksandokuz ukdeyi müştemil olup, her bir ukde sarihan veya zımnen on iki cevahir-i tevhidiyeyi tazammun etmektedir. Çünkü meselâ tayin makamında bir isim, mutlak bir vasıf ile çağrıldığı zaman, elbette onda yalnız o sıfatın hâkim olduğuna ve o vasf onun inhisarı altında bulunduğuna delâlet eder.<br />
<br />
Meselâ {{Arabi|يَا دَائِمُ}} denildiği zaman, manası şöyle olur ki, "Ey âlem-de ondan başka Daim olmayan Allah! Yalnız sen Daimsin." İşte buna binaen, rivayet-i hadîsiyede, "Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın yetmişbine yakın nuranî hicabları vardır." denilmiş. Fakat o hicablarda menfezler bulunması; Ve şuûnat birbirine bakması ve esmalar birbiri içinde in'ikas etmesi ve mesilatın (benzeyişler) temessülatı iç içe girmesi ve ünvanlar birbiriyle mezcolması ve zuhûrat birbirine benzemesi ve tasarrufat birbirine dayanması ve rububiyât birbirine kuvvet vermesi ve ihata-i vâhidiyet içinde ehadiyetin tecelli etmesiyle elbette lâzımdır ki, meselâ bir adam Cenab-ı Hakk'ı geçen vasıflardan birisiyle bilip tanıdığı zaman, diğer vasıflarda da onu inkâr etmesin. Belki bedahetle bilmesi lâzımdır ki; vasıflardan herhangi bir vasıf ile onu tanısa, diğer bütün vasıflarda dahi yine aynı o zattır. (C.C.)<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|وَلَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]]<br />
<br />
âyetinin işaret ettiği gibi, fıtrat-ı insaniyenin acaib camiiyetindendir ki: Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın şu küçücük cirminde hesabsız mizan ve ölçüler âletlerini dercetmiş olmasıdır. O ise, tâ ki insan, o ölçülerle onun rahmetinin hadsiz müddeharatını tartsın ve bilsin.<br />
<br />
Hem yine insanda hadsiz cihazat-ı maneviye âletlerini yerleştirmiştir. Tâ ki insan, o cihazlarla Cenab-ı Hakk'ın esma-i hüsnasının nihayetsiz hazinelerinin meknûnatını (saklı cevherler) fehmetsin. Meselâ sen kendi havass-ı aşerene bak ki; nasıl mesmuat, mübsarat, müzevvekat ve saire âlemlerin elvanını ihata ettikleri gibi; irade, ilim, sem' gibi cüz'î sıfat ve ahvalin i'tası ile de Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm'in muhit sıfatlarını ve geniş şuunatını fehmetmeye müheyya ve müstaidd olmuş. <br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Fâtır-ı Hakîm, insanın enaniyetine âlemler kadar, belki elvanları miktarınca latifeler lefaifiyle sarmıştır ki, insan, o latifelerle o âlemlerin halini anlasın, bilsin. Hem dahi Cenab-ı Allah, insanın kamet-i mahiyetine; rububiyetin hicabları adedince manevî gömlekler, perdeler giydirmiştir. Tâ ki insan, o rububiyet hicablarını kat'edip içlerinden geçerek, terakki etsin.<br />
<br />
Ve keza Cenab-ı Rahman, insanda gayet acib bir surette, bir latife-i müdrike vedia bırakmıştır ki, bir hardele küçüklüğünde olan kuvve-i hâfıza, bir geniş âlem gibi kesilip, o latife-i müdrike daimî surette bu kuvve-i hâfıza hardelesinde seyr ü sefer ettiği halde, onun sahiline ulaşamamaktadır. Hal böyle iken, şu koskoca büyük âlem, o latifeye bazan o derece darlaşır ki, âdeta şu koca âlemi ihata edip kendisinde sakladığı halde, kuvve-i hâfıza hardelesi de o latifeyi ve onun bütün cevelan meydanlarını ve mütalaa ettiği bütün mektuplarını ihata edip yutarda, karnı da ağrımaz.<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, kuvve-i hâfıza-i insaniyeyi nihayet derecedeki büyüklüğü içinde, gayet derecede küçük yaratmıştır. Ve bu sırdandır ki, insanın tefavüt-ü meratibi şayan-ı tefekkür olmuştur. Evet insan nev'inden bazıları bir zerre içinde boğulurken, bazıları da dünya onlarda garkoluyor.<br />
<br />
Sonra bu insan, bazı olur ki, kendisine mevhub (hibe edilmiş) olan (mezkur) anahtarlardan birisiyle, kesretin en çok intişar edip yayıldığı olan geniş bir âlemin kapısını açarak içine girer. Fakat onda bazen vahdet yolundan sapması olabilir. Dolayısıyla, tevhide ulaşması ona gayet müşkilatlı olur.<br />
<br />
Binaenaleyh, insanın kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. İşte bu tabakaların birisinde, gayet yüsr ve sühuletle ona huzur ve tevhid müyesser olurken, başka bir tabakada gaflet ve evhamın istilasıyla bazan en dar ve en küçük bir daire, bir iş dahi, ona o kadar genişlenir ki; kesret içinde tamamen gark olup vahdeti büs bütün kaybedip unutur.<br />
<br />
İşte medeniyetçilerin; sukutu terakki, cehl-i mürekkebi yakîn ve nevm-i gaflette tamamen batmayı intibah tevehhüm etmeleriyle gösterir ki; onlar şu en alt tabaka-i süflâdadırlar. Öyleyse onlar, hakaik-ı imaniyeyi derkedip anlamaktan uzaklık noktasından, bedevilerin bedevilerinden de çok mertebe geridirler.<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vâhidiyet ki, esma-i İlahiyeden Vâhid isminin tecellisi olmak itibariyle; o ismin her şeyi ihata ettiğine delâlet ediyor. Amma Ehadiyetin manası ise, her şey-i zîhayat, kendi varlığı ve vücuduyla; tedbir ve idare-i kâinatla alâkadar olan bütün isimler, bir tek Zat-ı Vâhid'in olduğuna işaret ettiğine delâlet ediyor.<br />
<br />
Yani Cenab-ı Vâhid-i Ehad, vâhidiyet tecellisiyle nasıl ki bütün eşyayı ihata etmiş. Öyle de ehadiyet tecellisiyle de, her şeyde bütün esması hükmediyor demektir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Celal sıfatının ekser mezahiri, esmanın küll ve külliyat ve enva' ve cemaatler üzerine tecelli etmesidir. Meselâ; nevilerde görünen cûd-u mutlak celal tecellisindendir.<br />
<br />
Amma tecellidar olan cemal sıfatının ağleb aynaları ise, cüz'iyat-ı mevcudatın nakışları ve teksir-i efrad içinde emsallerin birbirine telahukuyla, ayinedarların cilalanması içinde eşhasın gittikçe zidaleşen güzellikleri; ve tek tek her bir şahıstaki nihayet güzel itkan ve intizamlar da, cemal tecellisini irae etmektedirler.<br />
<br />
Ve keza celal, vâhidiyet tecellisinden tezahür ettiği gibi; cemal dahi ehadiyet tecellisinden nümayan olur. Fakat bazan olur ki, cemalden celal tecelli ettiği gibi, celalden de cemal tecelli eder. Evet bak gör ki; cemalin aynısı içinde celal ne kadar cemildir ve ayn-ı celal içinde cemal, ne kadar celildir.<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Göz, şu musanna' ve murassa' masnuatı müşahede ettiği halde, basiret ise masnuatın Saniini görmezse; elbette hâlî değil, ya basiretsizliktendir.. veya da körlüğündendir.. veyahut mes'elenin azametini tasavvur etmeye zihni dar geldiğindendir.. veyahut da bütün bütün bir sukutun hızlanıdır. Yoksa o hal, sofestaîler gibi, belki daha eşna' ve daha gözsüz olarak, basarın şuhudunu inkâr etmekliğin acib bir şekli olur.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki bir adam, bir tarlaya bir tohumu zer'edip ekse ve o tohumun tanelerini tarlanın her tarafına tamim etse, (velevki bir çayır çimen tohumu dahi olsa) elbette o tarla, o adamın taht-ı himayesinde olduğunu ve başka birisinin gelip tekrar o tarlaya tohum atarak tasarruf etmesinden masun bulunduğunu gösterir, ki adeta tarlaya ekilen o tohum, o adamın tasarrufuna ve başkasının adem-i müdahalesine manevî bir sur gibidir.<br />
<br />
Aynen öyle de küre-i arz tarlasında zer'edilip saçılan ve yer yüzünün ekserisinde dağılmış ve yayılmış olan nebatat ve hayvanatın her bir nev'i dahi, şirki ve şirketi men' eden birer sur ve gayrın müdahalesini tardeden birer bekçi ve evhamı red ve tardeden birer hâmîdirler. Şimdi düşün, bütün nevilerin mecmuu, birbiriyle tesanüde gelse ve şahidler birbirine eklense ve efradlar birbirine boyun boyuna verse; ve her hepsi birbirine omuz omuza gelerek kuvvet verseler, ne derece şirki red ve şürekayı tardettiğini artık sen kıyas et!<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki! Meselâ nasıl ki bir insan, kendi meyvedar bahçe ve bostanlarının yeşil çimenlikleri içinde ve güzel çiçeklerinin arasında bazı çorak vadilerin ve sert yalçın kayalıkların gayr-ı muntazam suretlerini veya taşlıklarının muvahhiş ve haşin benzerlerini ve eğri büğrülüklerinin müşevveş timsallerini görmek ister ve arzu eder. Tâ ki, o gibi şeyler, o cennet-misal bahçelerdeki tanzimatın letafetini izhar etsinler. Hattâ bazı kimseler, kendi bahçe ve bostanlarının manzum vaziyetleri içinde müşevveş şekilde yontulmuş olan nahitlerle yapılmış mağaraların suretini ve timsalini yapar, vaz' eder. Demek o gibi şeylerin kemal-i intizamı ise, burada adem-i intizamlarındadır. Lâkin müdakkik olan kimseler, şunların intizamsız bir şekilde burada dizilmesi; elbette hakîm bir nâzımın kasdî bir işidir diye düşünürler.<br />
<br />
Aynen öyle de: mahlukat-ı muntazama ve masnuat-ı mevzune arasında, bir de intizamdan baîd, müşevveş eşkalli dağ ve vadiler ve mütefavit taşlarla örtülü yüce dağlar ve çetin kayalıklar müşahede edilir. Hattâ o derece ki, nazar-ı hamka-i zâhirî, bunlarla tesadüfün eli oynamak tevehhümüne düşmüştür. Hâşâ, belki bunları ihata eden ve onların üstünde döşenen manzum ve mevzun masnuatın şehadetiyle, bunlar ancak adem-i tanzim ile muntazamdırlar. Dış görünüşteki müşevveşiyetleri ise, ancak bir Sani-i Hakîm ve bir Fâtır-ı Alim'in kasdı iledir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki mensur cevahirlerle tezyin edilmiş gerdanlıkların üzerine manzum incilerin dizildiği olan gayet muntazam bir san'atın şa'şaasını izhar için; ve o şulefeşan kıymettar taşları göstermek gayesiyle, onları şiddetli bir karanlığa göstermek icab ediyor.<br />
<br />
İşte aynen onun gibi, nebatat yeyici hayvanatın, yemelerini defeden dikenli ağaçlara ve diken mızraklarıyla mücehhez nebatata dikkat et!. Tâ ki, onların adem-i intizamları içinde bir intizam-ı acibi göresin. Ve onların muvahhiş haşinlikleri içinde zarif bir letafet müşahede edesin.<br />
<br />
Evet şunların bu vaziyetleri, bir Sani-i Hakîm'in kasdıyla intizamsızlık içindeki aynı intizam olduğunun emareleri budur ki; hiçbirisinin şekli başkasının şekline tevafuk etmemesidir. O derece ki, her bir nev'-i müstakilin tek tek her bir ferdi, kendi nev'iyle şeklen ittihad etmekle beraber ve tevafuk esbabını da aldığı halde, şekil ve sima cihetinden âdeta kendi şahsına münhasır oluyor. İşte ferdlerdeki şu tevafuksuzluk, elbette onların içinde rast gele ittifakî bir kaziyenin ademine ve tesadüf vücudunun da in'idamına bir delil-i kat'îdir.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsanın camiiyet-i fıtratının mezayasından ve onu sair hayvanattan ayıran seciyesi ise; zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a karşı olan tahiyyatlarını fehmetmesidir.<br />
<br />
Yani insan, kendi nefsinin (kalbinin) sözlerini anladığı gibi, iman kulağıyla dinlediği zaman, tesbih eden zevi-l hayatın, belki cemadatın dahi bütün kelimatını fehmedebilir. Halbuki sair zîhayat ve cemadat ise, her birisi yalnız kendi zatının sözlerini fehmedebiliyor. (Evet cemadatın izhar ettiği çok acib hizmet ve manalar itibariyle onların da kendilerine mahsus bir tarz-ı tesbihatları vardır.) Âdeta onlar, bu cihetten konuşan birer sağır hükmündedirler. Fakat insan ise, semi' bir mütekellimdir ki, gözünün gördüğü genişlik miktarınca işitebiliyor. Yani insan; Esma-i Hüsnanın delilleri olan mevcudatın bütün konuştuklarını, gözü ile bir anda, müzahametsiz bir tarzda işitebilir. Öyle ise mevcudatın her birisinin kıymeti yalnız o şahsın kendi nefsi miktarıncadır. Fakat insan-ı mü'mininki ise, her hepsinin kıymetinin miktarı kadardır denilebilir. Yani insanın her bir ferdi, sair mevcudatın birer nev'i gibidir. Belki de birçok neviler gibidir.<br />
<br />
{{Arabi|وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِالصَّوَابِ}}<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikat ile suret arasında zâhirde bir müşabehet olmakla beraber, nefs-ül emirde azîm bir bu'd vardır.<br />
<br />
Meselâ, amiyane olan tevhid-i zâhirî; hiçbir şey Allah'tan gayrısına isbat edilip verilemez diye bir isbattır. Halbuki bu nefiy ise, çok basit ve kolaydır.<br />
<br />
Amma ehl-i hakikatın tevhidi ise, görünen bütün eşyayı Cenab-ı Hakk'a isbatlı bir şekilde isnad eder. Ve her şeyde onun sikkesini görür ve her bir mevcud üstünde onun hatemini okur. İşte bu isbatlı tevhid ise huzuru tesbit edip gafleti tardediyor.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mana-yı ismîyle ve zatî bir kasdla şu dünya hayatına müteveccih olan kâfirlerin hikmet-i imhalinin bir kısmı şunlardır:<br />
<br />
Birincisi: Sun'î bir terkibin neticesinde ıstıhsal ettikleri Cenab-ı Hakk'ın çeşitli renklerdeki nimetlerinin izharına hizmetleridir. İsterse onların şuurları da ermesin.<br />
<br />
İkincisi: Cenab-ı Sani-i Hakîm'in güzel masnuatının mehasinlerini tanzim etmeleridir. Kendileri anlamasa dahi...<br />
<br />
Üçüncüsü: Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın garaib-i san'atı üzerine gayet câlib bir tarzda nazar-ı dikkati celbederek onu teşhir etmeleridir. İsterse kendileri bunu düşünmeseler de... Lâakal saat gibi sana evkatı bildirir, amma kendisi ne yaptığını bilmez.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Muvaffak olabilene tarikat berzahına uğramadan zâhirden hakikata geçebilmesi mümkündür. (Yani tasavvuf tarikatı)<br />
<br />
Evet ben, Kur'an'dan tarikatsız bir surette hakikata giden bir yol keşfettim. Hem ulûm-u آلِيَه berzahına uğramadan da, maksud ilimlere ulaştıran bir yol buldum. Evet rahmet-i hâkimenin şânındandır ki, seri-üs seyr olan şu zamanın evlâdına böyle kısa ve selâmetli bir yolu ihsan etsin.<br />
<br />
==48. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şeyin vücud ve hayatı nasıl ki kendi mûcidinin vücub-u vücuduna ve sıfatlarına bir bürhan-ı bâhirdir. Hem o mucidin vâhid olduğuna, yani: her şey O'nun olduğuna nuranî bir âyettir ve esbabın ellerini eşyaya müdahaleden kesen bir hüccet-i katıadır. <br />
<br />
Kezalik eşyanın teceddüd-ü emsal içindeki fena ve mevtleri dahi; Mübdi', Muîd, Vâris ve Bâis bir zatın bekasına zâhir bir bürhan-ı neyyirdir. Hem şerik ve nazîri olmadığına vazıh bir delildir. Yani eşyada halk ve icad cihetinden hiçbir şeyin bir zerre hisseye de sahib olmadığına; ve aynı zamanda eşyada, kendilerinin ellerini tesir-i hakikiden kesen hüccet-i katıadır.<br />
<br />
Elhasıl: Hayat<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ وَحْدَهُ}}<br />
<br />
der, esbabı reddeder. Mevt ise<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَلَا شَرِيكَ لَهُ}}<br />
<br />
der, hiçbir şeye te'sir-i hakikî vermez, tardeder.<br />
<br />
==49. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vazifelerinden birisi budur ki: Zevi-l hayatın Vâhib-ül Hayat'a olan tahiyyatlarını müşahede edip gördükten sonra, onların üstünde şehadet getirmektir. Yani umum mevcudatın kendi seyyid ve mevlâları yanında ilan ile takdim ettikleri ibadetlere şahid olup, hepsinin mümessili imiş gibi müşâhede ederek, ilan etmektir. Ve her hepsinin lisanlarının, diğer umumun şehadetlerini bildirmektir.<br />
<br />
==50. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hem Kur'an, hem kendisine Kur'an'ın nüzul ettiği Zat (A.S.M.), çok büyük mes'elelerden bahsetmekte ve çok cesim hakikatları isbat etmekte ve gayet geniş esasları bina etmektedirler.<br />
<br />
İşte kendisine nisbeten<br />
<br />
[[Enbiya 104|{{Arabi|مَنْ يَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ}}]]<br />
<br />
[[Zümer 67|{{Arabi|وَالاَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَمَةِ وَالسَّمَوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ}}]]<br />
<br />
[[Nahl 77|{{Arabi|وَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْع وَالْاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ وَمَنْ فِيهِنَّ}}<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[A'raf 54|{{Arabi|خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ فِي سِتَّةِ اَيَّامٍ}}]]<br />
<br />
hem,<br />
<br />
[[Rum 19|{{Arabi|وَيُحْيِي الْاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا}}]]<br />
<br />
hakikatlarıyla muttasıf olan bir Zat-ı Zülcelal'in vahdaniyetini isbat etmek gibi azîm mesaili beyan ediyorlar.<br />
<br />
Evet, âhirki âyetin ifade ettiği mana ki; ihya-yı arz içinde üç yüzbinden ziyade enva-i nebatat ve hayvanatın diriltilmesiyle ve yeryüzü sahifesinde onların nihayet derece ihtilat ve karışıklık içinde iken; hiçbirisi unutulmayarak ve şaşırılmayarak yazılmalarıyla haşir, neşir ve kıyametlerin pekçok misalleri gösteriliyor. Halbuki gözle görülen o kıyameti kopmuş nebatat ve hayvanattan yalnız bir nev'in haşri, insan taifesinin haşrinden daha kolay değildir. Çünkü sinekler taifesinden yalnız bir taifenin aded itibariyle bir senedeki çokluğu, dünyanın ömrü boyunca bütün efrad-ı insaniyeden daha fazladırlar.<br />
<br />
Ve keza Kur'an ve tercüman-ı âlîşânı,<br />
<br />
[[Zümer 62|{{Arabi|اَللّٰهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَي كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|بِيَدِهِ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَ الْاَرْضِ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
{{Arabi|اَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ نَارًا خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
{{Arabi|اُعِدَّةْ لِلْمُتَّقِينَ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Saffat 96|{{Arabi|خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا اَبَدًا}}<br />
<br />
Ve keza<br />
<br />
[[Zilzal 8|{{Arabi|وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ}}]]<br />
<br />
ve daha bunlar gibi gayet mühim bürhanlı mesail-i azîmeyi söylüyorlar, ders veriyorlar. <br />
<br />
Demek Kur'an'ın ve tercümanının kâinata olan nazarları, fünun-u felsefiye ve ukul-ü insaniyenin nazarları gibi değildir. Belki bunların meseli: Bir san'atın saniini tarif etmek için, elindeki bir masnuu çevirip döndüren ve o masnuun iç yüzünü ve sahifelerini ve perdelerine sarılı vaziyetlerini ve onun sanii yanındaki gaye-i cihazatını göstermekle, sana tarif eden; veyahut maanî ve işaratıyla bir kitabı sana talim eden bir adamın meseli gibidir.<br />
<br />
Fakat insanın ve felsefesinin meseli ise; elinizden ve fehminizden uzak ve ancak nazarınız onun sathına ulaşabildiği ve fakat onun iç yüzüne hiç nüfuz etmediği bir masnuu şatahatvari vesveseler gibi mes'elelerle tarif edip, sana onu öylece yutturmak isteyen adamın meseli gibidir. Bu ise hak ve hakikattan tamamen bîgâneliktir.<br />
<br />
Hem onun meseli, arabîden bir tek kelime dahi bilmeyen acemi bir ecnebi gibi, fakat nukuş ve suretlerin münasebatına dair iyi bilgisi olup; altın yaldızıyla münakkaş bir hikmet kitabının hurufundaki nukuşun münasebatını ve suretlerinin keyfiyetini ve bazı nukuşlarının diğer bazılarına bakan vaziyetini ve hakeza surî, boş, manasız şeylerini sana anlatmaya şürû' eden bir adama benzer.<br />
<br />
İşte madem ki iş böyledir; zinhar ulûm-u insaniyenin, hususan felsefiyenin ölçülerini, Kur'anın ve Resul-i Zîşan'ın ulûmlarının hakaikına mihenk ittihaz etmeyesin; Hem onların ölçüleriyle bunları tartmayasın. Evet nâdir cevahirlerin terazisiyle, elbette kaba ve sabit dağlar tartılmaz. Hem dahi, Kur'anın ve tercümanının o semavî namuslarına, bunların arazî düsturlarını misdak ve mikyas yapıp, tezkiyelerini onlarla taleb etme! Ve binaenaleyh, din-i İslâmın bazı teferruat-ı cüz'iyesinin, felsefe ve şakirdlerinin dalaletpîşe hevalarının tahrikiyle ufak tefek kımıldanmasını; sakın onun hakaikının da bir tezelzülü olarak zannetmeyesin. Zira bir şeyin ehemmiyeti ise, o şeyin kıymeti miktarıncadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey uzun müddetten beri devam eden bir beliyyeye giriftar olmuş olan zat! Sakın kendi sabır askerini ve onun kuvvetini geçmiş zamandan tâ bulunduğun güne kadar olan zamana yayıp dağıtma!. Belki yalnız şu içinde bulunduğun saatine karşı tahşid et. Çünkü o geçmiş elemli, hâlî günler, lezaiz-i maneviye ve hasenat-ı uhreviyeye inkılabıyla senin sabır askerlerinin saffına iltihak etmiş bulunuyorlar.<br />
<br />
Hem dahi sabrının bir kısmını, şu hazır gününden sonra gelecek olan zamana da dağıtma, belki yalnız şu saatine karşı tut! Çünkü o gelecek günler ise, şimdi hiçtir ve madumdurlar. Hem de meşiet-i İlahiyenin elindedirler. Öyle ise, sabrının cemi-i kuvvetini ve onun bütün askerlerini bugüne ve içinde bulunduğun saate mukabil cemetmekle beraber; düşman olan belaların askerleri de senin sabır askerlerine iltihak etmeleriyle yardımcı ahbablara inkılab ederek, senin kuvve-i maneviyeni takviye etmiş olmaları; hem de bir Mâlik-i Kerim ve Rahim ve Hakîm'e tevekkül ile istimdadın geleceğe karşı kâfi ve vâfi bir kuvvettir. İşte eğer böyle yaparsan, en büyük musibetine karşı dahi, senin en zaif sabrın, kâfi gelecektir.<br />
<br />
==51. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Birçok kimseler, kusurlu fehmiyle; bazı hakikatları, -menabi-i hakikat ve maadin-i hak iken- mübalağa hayalgâhı ve mücazefe zemini olarak tevehhüm ederler.<br />
<br />
Meselâ rivayet edilmiş ki:<br />
<br />
{{Arabi|لَوْ وُزِنَتِ الدُّنْيَا عِنْدَ اللّٰهِ جَنَاحَ بَعُوضَةٍ مَا شَرِبَ الْكَافِرُ مِنْهَا جُرْعَةَ مَاءٍ}}<br />
<br />
ev kema kal... (Yani, "Cenab-ı Hakk'ın yanında dünyanın bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler ondan bir yudum suyu dahi içmeyeceklerdi.") olan hadîs-i şeriften murad şudur ki: Şu haricî dünyadan senin hayat-ı faniyenin aynasında ve geçici olan ömrünün vüs'atinde temessül eden saadetinin yekûnu, âlem-i bekadan bir sinek kanadı kadar bir nura da müsavi gelemez demektir.<br />
<br />
Evet, nasıl ki tenebbüt ile bir ağaç olacak olan bakî bir habbe; rüzgârın üfürmesiyle fenaya gidebilen bir harman samana tereccüh ediyor. Öyle de herkesin; esma-i hüsnanın mazharı ve âhiret mezraası olan şu umumî dünyadan bir dünyası vardır. Eğer insan, kendi hususî dünyasına mana-yı harfîyle bakarak, bakî bir hayat için onu istimal etse, ona çok büyük bir kıymet terettüb edecektir. Yoksa, eğer fenaya sarfetse, baki bir zerreye de müvazi gelemeyecektir.<br />
<br />
İşte, aklın daracık ölçüleriyle müvazeneye gelmeyen sair bazı ezkârın sevabları hakkında vürûd eden ehadîsleri de buna göre kıyas et!<br />
<br />
==52. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dâll ve mudill felasifenin tevehhüm ettiği gibi; hayatın düsturu, 'cidal' olmayıp, belki teavün olduğuna delil ise; sert ve sağır toprağın ve katı, muhkem taşların gayet latif ve ipek gibi yumuşak olan nebatatın nâzik ve nazenin damarlarına karşı mukavemet göstermemeleridir. Belki o katı ve sert taşlar, nebatat yavrucuklarının parmaklarının temasıyla kasi kalbini şakketmeleri; toprak dahi bunların kılavuzlarının geçmesi yolunda sağır ve sâmit olan sinesini çâk etmesidir.<br />
<br />
Evet güneşiyle, kameriyle kâinat, bütün erkân ve azasıyla, hayvanatın menafii için birbiriyle cevablaşmaları; hem hayvanatın irzakı için nebatatın çeviklik içinde koşuşmaları, ve semeratın terziki yolunda gıda maddelerinin gayet sür'atli bir şekilde müsabakavari hareketleri ve müşterilerin enzarını celbetmek için semeratın son derece süslenip güzelleşmeleri ve beden hüceyratının gıdalanması için zerrat-ı taamiyenin imdad içinde muavenetdarane vaziyetleri gösteriyor ki; kâinatta umumî düsturun 'Cidal' olmayıp, 'Teavün' olduğuna bir delil-i katı' ve satı'dır.<br />
<br />
Evet 'cidal' ise, ancak bazı zalim hayvanat mabeyninde cereyan eden gayet cüz'î bir düsturdur.<br />
<br />
==53. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ki! Tevhidin en zâhir bürhanlarından birisi, gözle görünen şu sühulet-i mutlakadır. Halbuki eğer mevcudatın halk ve icadları şirket ve müşareket yoluyla olsaydı; o zaman bütün her şeye birden lâzım olan ne ise, tek tek her bir şeye, hususan canlı olana dahi lâzım olacaktı. Binaenaleyh kâinattaki mevcudatın ayrı ayrı her bir ferdinin, kemiyeten bütün külfet ve suubetleri kadar, infirad içindeki her bir ferd için dahi lâzım gelecekti.<br />
<br />
==54. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْاَمَّارَة}} Bil ey nefs-i emmare! Sen metalibinin en güzelleri içinde pûyan iken, yine ittihamda bulunuyorsun. Zira bazan güya dünyayı hor görüp, âhiretin umûruna müştak oluyorsun. Lakin bu taleb ve iştiyakın mana-yı harfî ile oluyor. Yani senin bu iştiyakın ise, tâ ki dünya fena ve zevaliyle sana bulanmasın. Şu halde senin âhirete olan bu iştiyakın, fenanın elîmane darbesine karşı bir tesellidir. Tuh, tuf senin bu denî himmetine!.. Nasıl olur da sen, daimî bir sultanı, zail ve denî bir fakire hizmetkâr ediyorsun. Ve hem nasıl daim ve müstemir olan sultanî bir kasrın altındaki cevahirlerle süslenmiş sütunları çekerek; bazı hayvanatın bir gecelik konaklayıp durmaları için yaptığın (kümes gibi) bir hanın altına veriyorsun. İşte sen bu haletinle kasr-ı âhireti başına yıkıyor ve Cennetin baki semeratını daha olgunlaşmadan ve henüz kemale ermeden ve kazanmadan şu dünyanın yalancı bostanında yemek istiyorsun.<br />
<br />
==55. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kendi nefsine âşık ve bu vücudun görüntüsüne istinad etmiş nefs-i emmare! Bil ki sen, ab-ı hayat denizinden bir katre seraba ve gündüz ortasındaki güneşin şa'şaalı nuruna bedel kapkaranlık bir gecenin içindeki yalnız çok zaif bir lem'aya aldanıp iktifa etmişsin. Halbuki zuhurca senin bu vücudunun görünüşü, Fâtırının zuhur-u vücuduna olan nisbetle, bir olan nefsin ile; bütün mevcudatı umum zerratıyla darbedip hasıl-ı darb kadar aded itibariyle nisbeti gibidir. Zira senin nefsin, senin vücuduna bir tek vecih ve ancak cirmin miktarınca delâlet ettiği halde, fakat kendi mûcidinin vücuduna sayısız vecihlerle delâlet etmekle beraber, senin mûcidinin zuhur-u vücuduna bütün mevcudat tek tek, hem ifraden ve terkiben dahi nihayetsiz vecihlerle delâletleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise ey nefis! Âlemin, senin küçüklüğüne göre senden büyüklük derecesi ne ise, Vâcib-ül Vücud'un zuhur-u vücudu da senin vücudundan zuhurca sana o kadar zâhir bulunması gerektir.<br />
<br />
Amma senin nefsine olan muhabbetin ise, çünkü nefsin, senin lezzetlerinin mahzeni ve vücudunun merkezi ve menfaatlerinin madenidir. Hem sana en yakını da odur. Fakat ey nefis, zail bir zıll-i zalil sana kâmil bir asl-ı asil ile iltibas olunmuş. Evet mademki sen nefsini zail bir lezzet için seviyorsun, elbette seni nihayetsiz baki lezzetlerle saadetlendiren ve hem saadetleriyle mütelezziz olduğun bütün sevdiklerini mes'udane lezzetlerle feyizyab eden bir zatı daha çok sevmekliğin lâzımdır.<br />
<br />
Hem eğer nefsin, senin vücudunun merkezi ise, bak senin Rabbin senin mucidin olup, seni yoktan icad ettiği gibi; senin vücudunun hem de vücudlarıyla alâkadar olduğun bütün vücudların mûcid ve kayyumu yine O'dur.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin, menfaatlerinin ma'deni ise, senin Râzıkın dahi bütün hayırlar onun elinde olan bir Nâfi'-i Baki' olup, hem senin menfaatin, hem de bütün menfaatleriyle intifa' ettiğin kimselerin menfaatleri onun yanında olan bir zattır.<br />
<br />
Hem eğer senin nefsin sana en yakın ise, halbuki onun Fâtırı ondan ona daha yakındır. Çünkü nefsinin zatı içinde ve merkezinde öyle yerler ve şeyler vardır ki; onun Fâtırından başka ne senin, ne de hiç kimsenin ne elleri, ne şuuru, ne de hissi onlara ulaşmaz ve yanaşmaz.<br />
<br />
İşte ey nefis! madem öyledir; mevcudatın umumuna dağılmış olan o muhabbetleri, kendi nefsine ettiğin muhabbetinle beraber toplayıp Cenab-ı Mahbub-u Hakikî'ye vermen ve tevcih etmen gerektir.<br />
<br />
==56. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; seni Allah'a karşı marifet ve huzurdan perdeleyip alıkoyan ve gaflet içerisinde bırakan esbabın birisi de; senin cüz'î nazarın, cüz' ve cüz'î olan şeyler üstüne inhisar etmesiyle; o şeyin, tesadüf ile vahî sebeplerden sudûrunu tecviz etmesidir.<br />
<br />
Lâkin senin o cüz'î nazarın, başını bir kaldırıp ta, nazarını küll ve külliyata uzatıverseydi; en edna bir şeyin dahi, en büyük sebeblerden sudûrunu tecviz etmeyecekti. Evet meselâ sen, kendi cüz'î rızkını bazı sebeblere isnad etmen, belki ilk nazar-ı zâhirîde mümkün gibi görünebilir. Fakat sonra sen, zemin yüzünün kıştaki kuru ve fakir vaziyetine baktın ve Sonra bahar ve yazda kudret-i Rabbaniyenin eşcar kazanlarında ve bostanların kaplarında pişirdiği taamlarla bezenip süslenerek doldurulmasını gördüğün vakit; elbette yakîn hasıl edeceksin ki, senin Râzıkın, ancak ve ancak yer yüzünü mevtinden sonra diriltmek içinde bütün zîhayatları beraberce rızıklandıran bir Zat-ı Kadir-i Kerim olabilir.<br />
<br />
Hem meselâ sen maddî ve cüz'î bir ışık ve ziyanı ve mahsus manevî nurunu bazı esbab-ı zâhiriyeye isnad ederek,<br />
<br />
[[Kasa 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلَي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
demen belki sence mümkün olabilir. Fakat sonra sen, başını kaldırıp kendi o hususî ziyanı, gündüzün nuruyla; ve kalbinin o mahsus nurunu bir menba-ül envarın ziyasıyla olan ittisallerine baktığın vakit, elbette yakînin gelecektir ki; senin kalıbını ziyalandırmaya ve kalbini nurlandırmaya, hakikatta seyyarat ve kamerleri tahrik ile gece ve gündüzü ardı sıra döndüren ve Tenzil'in (Kur'anın) ayat-ı tenziliyesiyle kullarını imtihan ve tecrübeden sonra; fâcirlerden istediğini dalalete atan; ve ebrardan dilediğinide hidayete erdiren, Mükallib-ül Leyli ve-n Nehar'dan başka hiçbir şeyin ve kimsenin ne haddidir, ne de kuvveti dâhilindedir.<br />
<br />
==57. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan bil ki; senin önünde çok korkunç, azîm mes'eleler vardır ki, her zîşuuru onlara karşı ihtimama mecbur ediyor.<br />
<br />
O mes'elelerden birisi ölümdür ki; dünya ve mafihâdaki bütün sevdiklerinden bir firakındır.<br />
<br />
Birisi de; dehşetli ehval içinde ebed-ül âbâd tarafına yapılacak olan sefer mes'elesidir.<br />
<br />
Birisi de; sayılı, hududlu bir ömür içinde, sonsuz bir yolculuğun içerisinde, gayr-ı mahdud fakrın içindeki nihayetsiz aczindir ve hakeza!.. İşte sen, bu gibi azîm mes'eleleri boş vererek, unutup onlardan teamî etmişsin.. Tıpkı deve kuşu gibi ki; O, başını kum içinde saklayarak, gözlerini yumar, tâ ki avcı onu görmesin. <br />
<br />
İşte ey nefis, daha sen ne zamana kadar geçici katrelere ihtimam gösterip, dehşetli denizlere aldırmayacaksın!?.<br />
<br />
==58. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bilmiş ol ki: Cenab-ı Hakk'a hamdediyorum ki, bana bu kâinatın çok azîm mes'elelerini; Nahv ilminin mana-yı harfiyle mana-yı ismî'nin arasındaki farkı beyan eden bir mes'elesiyle fethetmiştir. Yani: şu mevcudat, kendilerinden başka olan manalara delâlet eden kelimelerdir. Yani, esma-i hüsnayı tilavet eden Rabbanî mektublardır. Yoksa, mana-yı ismîyle değillerdir. Tâ ki, lizatihî kendisindeki manaya delâlet etsinler.<br />
<br />
Binaenaleyh, birinci vecihden göğerip dallanan mana, yalnız ilim, iman ve hikmettir. Amma ikinci vecihten ise, doğrudan doğruya cehl-i mürekkeb, cahilî küfran ve tantanalı geveze bir felsefedir.<br />
<br />
Ve keza, Cenab-ı Allah'a çok şükrediyorum ki, mesail-i Rububiyetten en büyük bir mes'eleyi, Mantık ilminin bir mes'elesiyle bana açmıştır, şöyle ki:<br />
<br />
"Küllî-i zi-l cüz'iyat ile küll-ü zi-l cüz' (tâbiri diğerle "küllî-i zû cüz'iyat ile küll-ü zû ecza") arasındaki farktır. Bunun Türkçe tabiri ise, "Cüz'iyata sahib olan küllî ile, cüz'lere malik küllün" arasındaki farktır.<br />
<br />
İşte cemal ve Ehadiyetin tecellisi, küllî'ye benzediği gibi; celal ve vâhidiyet tecellisi de küll gibidir. Fakat kemal ve kibriyanın tecellileri ise, cem'in cem'idir. Yani aynı küll içinde küllî ve aynı cüz' içinde cüz'î olduğu gibi, ayn-ı celal içinde bir cemaldir.<br />
<br />
==59. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Dünya, âhiretin bir fihristesidir ki, bunda âhiretin çok mühim mes'elelerinin işaretleri vardır.<br />
<br />
Ezcümle: Birisi cismanî rızıktaki zevktir ki; bu zail ve zelil olan ve hakikatta lezzetli olmayıp, lezzet almak için de olmayan şu dar-ı dünyadaki cismanî bütün enva-i nimetlerini ihsas ettirmek gayesiyle, hem cismaniyat üzerine tecelli eden esmasının aksam-ı celevatını zevkettirmek için; senin vücudunda havass ve hissiyat, cevarih ve cihazat, aza ve âlâtı derceden zat, elbette bu hakîmane san'atlarla işaret ediyor ki; buradaki şu ihsas ve izakanın sahibi, yani şurada kullarına bunları hissettirip tattıran zat, elbette kendi misafir kullarına cismanî ve ebediyete lâyık bir şekilde ve<br />
<br />
{{Arabi|تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْاَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا}}<br />
<br />
sırrıyla ebedî cennet köşklerinde dahi cismanî bir ziyafet hazırlamıştır, âmenna.<br />
<br />
==60. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i âciz ve hâif! Havf ve muhabbet, eğer mahlukata teveccüh edilirlerse; o zaman havf, elîm bir bela olur. Muhabbet ise, belalarla bulanmış bir musibet veya ateşîn bir azab olur. Çünkü sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez.. Veyahut senin istirhamını duymaz. Hem dahi öylelere muhabbet edersin ki, seni hiç tanımaz veya muhabbetin için seni tahkir eder.. veyahut sana arkadaşlık etmez. Belki senin rağmına olarak seni bırakıp gidiyor.<br />
<br />
İşte madem öyledir: şu havf ve muhabbetin yüzlerini dünya ve mafihadan çevir; Fâtır-ı Kerim ve Hâlık-ı Rahimine tevcih eyle!. Tâ ki -küçük bir çocuğun, annesinden korkusu sonuncu onu annesinin şefkatli sinesine atılmaya mecbur etmesinden gelen telezzüzü gibi- senin havfın da, seni sadr-ı rahmete iltica ettirerek lezzetli bir tezellül versin. Muhabbetin ise, zevalsiz ve zilletsiz ebedî bir saadet olsun. Ne günah çek, ne elem...<br />
<br />
==61. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ اَيُّهَ اْلاِنْسَان}} Ey insan! Kat'iyyen bil ki: Sen, şecere-i hilkatın bir semeresi veyahut onun bir çekirdeğisin. Evet, sen maddî cismaniyetin itibariyle küçük, zaif, âciz, zelil, mukayyed, mahdud bir cüz'sün.. Lâkin Sani-i Hakîm, seni kendi sun'unun latifliğiyle bir cüz'-ü cüz'î vaziyetinden bir küll-ü küllî mertebesine yükseltmiştir. <br />
<br />
Zira Sani-i Hakîm senin cisminde hayatı dercetmekle, manevî gıdalarını celbetmek için âlem-i şehadete yayılmış olan duygularının casusları âlem-i şehadette cevelan etmeleriyle, filcümle seni kayd-ı cüz'iyetten mutlak bırakmıştır.<br />
<br />
Sonra insaniyeti sana i'ta etmekle, çekirdek gibi bilkuvve seni bir küll haline getirmiştir. Sonra İslâmiyet ve imanı ihsan etmekle de, yine bilkuvve seni bir küllî mertebesine çıkarmıştır.<br />
<br />
Sonra, marifet ve muhabbetini in'am etmekle, seni bir nur-u muhit gibi yapmıştır. İşte buna göre istediğini intihab edebilirsin.<br />
<br />
Amma eğer sen, bu havass ve duygularını, dünyaya ve toprak gibi muvakkat cismanî lezzetlere salarsan; cüz'î, âciz ve zelil bir cüz' olursun. Lâkin eğer sen, hayatının cihazatını insaniyet-i kübra olan İslâmiyet hesabına istimal etsen, bir küll-ü küllî ve bir sirac-ı merkezî gibi olursun.<br />
<br />
==62. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey dünyevî mevcudata, ancak cirmin miktarınca ve bağ ve kayıdlarının müsaadesi nisbetinde ulaşabildiğin halde, muhabbet eden zavallı adam! Bil ki, sen o muhabbeti lâyıkı olmayan yerlere sarfettiğin için ceza olarak elîm firakların âlâmıyla müteellim olmaktasın.<br />
<br />
Halbuki eğer sen muhabbetini bir Vâhid-i Ehad'e tevcih edip, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle ve nazarıyla ve havliyle mevcudata teveccüh etsen; bir anda bütün o mevcudatla beraber firaksız ve elemsiz bir şekilde nezih bir hayat bulursun. Bunun (fehme yakınlaştıran) meseli; bir adamın bir padişaha intisabına benzer ki; o padişah, kendi aktar-ı memleketinin her bir cüz'iyle bir irtibatı olduğu gibi, her mekânda cereyan eden ve her bir mekinden sudûr eden bütün işleri, hâdiseleri, sesleri ve saireyi de duyuyor, işitiyor ve görüyor bir tarzda; ki âdeta manen o padişah her şeyin içinde ve herkesin yanında hazırdır. İşte o hâdim dahi kendi padişahının sem'iyle ve basarıyla çok geniş ve uzak olan onun aktar-ı saltanatındaki bütün mevcudatın leziz nağmelerini ve güzel suretlerini muhabere ve müşahede âletleri vasıtasıyla işitebiliyor ve görebiliyor.<br />
<br />
==63. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kamer ve emsali gibi garib haberlerin marifetine fazla iştiyak gösteren adam! Öyle ki, eğer sana dense: "Ömrünün yarısını feda etsen, kamerden bir adam inecek ve kamerde ne gibi şeyler olduğunu sana haber verecek. Hem senin başına ne gibi şeyler geleceğini ve hakikat-ı istikbalini doğru olarak sana bildirecek!. Herhalde tereddüd etmeden bilâ-teessüf feda edersin. Halbuki bak, birisi gelmiş; öyle bir zatın ahbarını sana söylüyor ki; onun mülkünde kamer bir sinek gibi bir pervane etrafında uçuyor. Pervane olan arz ise, o zatın kendi misafir kullarına hazırlamış olduğu bir menzilinin tavanındaki pek çok kandillerinden tek bir lâmbanın etrafında pervaz eder. Hem bak, o zat, Ezel ve ebedin ve hayat-ı ebediye ve hakaik-ı esasiye ve mesail-i azîmenin ahbarını sana söylüyor ki, bunların en küçüğü, küre-i arzın kamer ile birlikte infilak etmesinden daha azîmdirler.<br />
<br />
Eğer istersen onun lisanından Sure-i<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
ve Sure-i<br />
<br />
[[İnfitar 1|{{Arabi|اِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi sureleri işit!..<br />
<br />
Hem bak, sana vahdete giden en doğru, en metin ve en selâmetli bir yolu gösterip, seni muvahhiş kesretin dalaletleri içersindeki teşettütten kurtarıyor; ve senin eline urvet-ül vüskayı ve arştan gelen bir zinciri uzatıyor ki, Ona yapışanı dağınık ve müşettet mümkinatın zulümatı içinde boğulmaktan kurtarıyor. Hem sana hayat-ı ebediyeye olan imanın çeşmesinden ab-ı hayat içiriyor. Tâ ki bütün sevdiklerinin nar-ı firakıyla yanmaktan mutlak olarak seni halas etsin.<br />
<br />
Hem sana, şems ve kamer ve yıldızlar onun emrine müsahhar ve küre-i arz, ancak onun izniyle müstakar olan Hâlıkının marziyatını ve senden ne istediğini haber veriyor.<br />
<br />
Hem bak o zat; kudret ve gınasına hadd ü nihayet olmayan bir Sultan-ı Ezel ve Ebed'in muhaberesine; ve seninle onun mükalemesine ey nihayetsiz âciz ve gayetsiz fakir insan, bir tercüman olmuştur. İşte ey biçare! bütün bu mezkûr hakikatların yanında hüda-yı Kur'anîyi fehmetmek için nasıl olur da sen nefsini terketmezsin? Ve Resul-i Rahman'ı dinlemek yolunda, nasıl sen hevesini unutmazsın? Hem nasıl teslim ve imanla Allah'ın Resulünü istikbal etmezsin? Hem nasıl salât ü selâm ile ona selâm etmeye müştak olmazsın? Hem nasıl, Hannan olan Seyyidimiz ve Mennan olan Malikimizin (C.C.) bizden istediklerini o Resul'den istihbara ihtiyaç göstermezsin?..<br />
<br />
==64. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Biz gözümüzle gündüz gibi görüyoruz ki, Sani-i Hakîm kemal-i hikmetiyle ve sun'undaki adem-i abesiyetle ve hiçbir şeyi ziyaa uğratmamakla beraber; kısa ömürlü, hakir ve sagir şeylerden (hususan nebatatın nescinde) çok cesim, gayet kıymettar, yüksek ve daimî mensucatı dokumaktadır.<br />
<br />
Ve keza mutlak olarak adem-i abesiyet ve israfsızlık sırrıyla; bir ferd-i vâhidi âlât ve cihazat cihetinden (hususan insanın başındaki âletleri) pek çok mütenevvi' vazifelerle tavzif etmektedir. Hattâ eğer mütenevvi ve pek çok vazifelerle mükellef olan senin başındaki âlât ve cihazatın her birisi, ayrı ayrı birer hardele tohumu kadar infirad etmiş ve ayrı bir yer tutmuş olsaydı, elbette senin başın cebel-i Tur gibi büyümesi lâzımdı. Tâ bütün o eshab-ı vezaifi içine alabilsin.<br />
<br />
Âyâ, görmüyor musun ki; lisan, sair büyük vazifeleriyle beraber Rahman-ı Rahim'in hazinelerinin bütün müddeharatına ve matbaha-i kudrette pişirilen umum mat'umata bir müfettiş vazifesini görmektedir. Demek mat'umatın tenevvü-ü ezvakı adedince lisanın vazifeleri de vardır. Ve daha sair âlât ve cihazatı buna kıyas eyle!..<br />
<br />
İşte acaba şu faaliyet-i hakîme işaret etmiyor mu ki; o Sani-i Zülcelal, gece ve gündüzün ihtilafı ve mevsimlerin tahavvülü içinde leyl ve neharın, şems ve kamerin mekikiyle dönmekte olan zamanın seyli içinde sür'atle akıp giden eşya-yı seyyaleden ve eyyam-ı meyyiteden ve geçmiş seneler ve boşanmış hâlî asırlardan; gaybî nesaici ve uhrevî mensucatı dokuması caiz, belki vâcib olmasın?!. Nitekim âlemin fihristesi olan insanda, Hakîm-i Rahim'in dokuduğu mensucat, o işareti te'yid etmektedir. Zira insanın fani hayatının geçmiş dakikaları, hep onun hâfızasının mensucatı içinde ve mektubatının sahaifinde baki kalıp devam ediyor. <br />
<br />
Öyle ise, şu dar âlem-i şehadetteki fena ve mevtin neticesi, ancak gayb âlemlerinin dairelerine bakiyane bir intikal ve safiyane bir beka olabilir.<br />
<br />
Evet, vahyin menabi'inden işitiyoruz ki; "İnsanın ömür dakikaları ya gafletler ve seyyiatlar yüzünden karanlıklı bir şekilde; veyahut dakikaların halakatına asılan hasenatın misbahlarıyla ziyadar bir surette kendisine iade edilecektir." diyor.<br />
<br />
==65. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Sani-i Cemil ve Hakîm'in -küçük olsun, büyük olsun- efradı tasvirde, (hayvanlarda olduğu gibi) hususan kanatlarıyla uçan kısmında; hem semek ve melekte ve alemlerin ekserisinde, zerreden tâ şemse kadar olan her şeyde, cereyan ettirdiği tefennün-ü hikmetinden birisi de budur ki; küçüğü büyüğe tam bir misal-i musağğar yapmasıdır. Bu ise, lütf-u irşad; ve tefekkürü teshil; ve kudret mektubatının okunmasını kolaylaştırmak; ve kudret-i Rabbaniyenin kemalini izhar; ve cemalî ve celalî san'atının iki nev'ini ibraz etmek içindir.<br />
<br />
Zira dikkat ve hafâ, (yani incelik ve gizlilik) mechuliyetin esbabından olduğu için, büyük hurufatın ortaya konulmasıyla, o incelik ve hafâyı izale ettiği misillü; vüs'at ve azamet dahi esbab-ı mechuliyetten olup, nazar onları ihata ve fehim onları zabt edemediğinden; küçücük olan harflerin nazara ve fehme yakınlaşmasıyla, o vüs'at ve azameti de izale ediyor. Mesele böyle iken, gel gör ki; şeytanın yanında şakirdlik yapan nefs-i emmare zanneder ki, cismin küçük olması, san'atın da küçük olmasını istilzam eder. Ve bu zandan dolayı, bunları kör ve sağır esbabdan sudûrunu tecviz ettiği gibi; afaka yayılmış olan büyük harflerde ise, hikmetin adem-i kitabetini ve abesiyet ve tesadüfün vücudunu iddia etmektedir.<br />
<br />
==66. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Eğer denilse, şu nihayetsiz cûd-u mutlak ve hesabsız rızık, bir cihetten abesiyete mukarin olup, hikmete münafi oluyor?!.<br />
<br />
Ona cevaben denilir ki: Evet, eğer eşyanın gayeleri yalnız bir tek gayeye inhisar etmiş olsa idi, bir cihette senin sözün doğru olabilirdi. Halbuki, her şeyin, hususan zîhayatın müteaddid gayeleri ve mütenevvi' semeratı ve muhtelif vezaifi vardır.<br />
<br />
Yahu görmüyor musun ki; senin bir tek lisanının vazifeleri, senin başındaki saçların kadardır. Evet cûd u seha, bir tek gaye nokta-i nazarından ele alınırsa bigayr-i hisabdır. Lakin vazife itibariyle nazara alınırsa, cud u seha, gayât ve vezaifin umumuna bakması haysiyetiyle hikmet ve adalete münafi olmaz, kemal-i müvazenettedir.<br />
<br />
Evet meselâ, bir câniyi takib veya bir kafileyi himaye etmek için istihdam edilen askerin vücudu, mevcud ordu içinde bu gibi cüz'î hizmetlere nisbetle pek çoktur ve hesabsızdır. Fakat hıfz-ı hudud ve mücahede-i a'da ve sair gayeler için, mevcud asker tam müsavidir, belki de azdır.<br />
<br />
==67. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan kendi eserinin ve cüz'î san'atçığının arkasında tasavvur edilebilmesi mümkindir. Fakat Sani-i Ezelî ise, bir masnu'un arkasında tasavvur edilmesi mümkün değildir. Ancak o, cüz'î masnuun arkasındaki yetmişbin hicab ardından mümkün olabilir (ki, bu da tasavvura gelemez.)<br />
<br />
Evet, eğer Cenab-ı Hakk'ın bütün masnuatına def'aten birden bakmak sana müyesser olabilseydi, o zaman bütün zulmanî hicablar aradan kalkar, nuranî perdeler kalabilirdi.<br />
<br />
Binaenaleyh hakka isal eden en yakın yol, afakta değil; belki nefsinin içindedir. Fakat şedid bir aşk olursa o başka mes'eledir.<br />
<br />
==68. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Beşinci Dalı'nda bir kısmı var. -Müellif-</ref> Hayvanat ve nebatattan bir nesle sahib olan ekser taifelerinin bütün ferdleri, ağleben yeryüzüne yayılıp istila etmek niyetindedir.. Ve her biri küre-i arzı kendi nev'ine halis bir mescid ittihaz etmek üzere ona tasallut etmek istiyor. Tâ ki, yeryüzünün her bir cüz'ünde Fâtırlarının esmasını izhar etmek suretiyle nihayetsiz ibadete elyak olan Hâlıklarına nihayetsiz bir surette ibadet etsinler.<br />
<br />
Eğer bu hakikatı görmek istersen; kavun ile çekirdeklerine; ve ağaç ile semerelerindeki tohumlara; ve balık ile yumurtacıklarına; ve kuş ile yumurtalarına dikkatle bak?<br />
<br />
Evet, her ne kadar âlem-i şehadet, bu niyetlere karşı darlığı varsa da, lâkin gayb ve şehadetin âlimi olan zatın ilmi; olmuş ve olacak ve olmayacak olan her şeyi ihata etmesiyle, hangi ve nasıl bir şekilde olursa olsun, bunların bilkuvve olan ibadetlerinin ve tohumlarında mündemic bulunan niyetlerinin kabulünü iktiza ediyor.<br />
<br />
==69. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'an-ı Hakîm, eşyanın insanlara râci' olan bazı gayelerini zikretmesiyle; o şeyin yalnız o gayeye münhasır olduğu için değildir, belki pek çok gayeleri bulunan o şeyin nizamındaki faydalarına ve sani'in esmasına delâlet eden ondaki intizamlara, insanın nazarını dikkate tevcih etmek için bir ihtardır.<br />
<br />
Zira insanoğlu, ancak onunla bir alâkası bulunduğu şeye ihtimam veriyor. Hattâ kendisine ait olan bir zerreyi, onun olmayan bir güneşe tercih ediyor.<br />
<br />
Meselâ Kur'an,<br />
<br />
[[Yasin 39|{{Arabi|وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ}}]]<br />
<br />
der. İşte bu gaye ise, Kamer'in takdirine bakan binlerle gayattan yalnız bir gayedir. Yoksa murad, sadece mezkûr gayeye inhisar için değildir.<br />
<br />
(Yani Kamer'in takdiri yalnız bu gaye için halkedilmiş demek değildir.) Belki Kamer'in takdirinden yalnız sizce meşhud olan bir semeresi budur demektir.<br />
<br />
==70. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<ref>Nur'un İlk Kapısı'nda, Ondördüncü Ders'in İkinci Lem'asında var. -Müellif-</ref> Sühulet-i mutlaka içindeki itkan-ı mutlak zımnında olan bir tasarruf-u mutlak derununda görünen nihayetsiz bir kudret ve tenâhisiz bir ilim içinde, bir Zat-ı Kadir'in en taklid edilmez bir sikkesi ve ona hâs bir hatemi; hem tevhidin en bâhir bir bürhanı budur ki; sayısız eşya-yı muhtelifeyi basit bir şeyden halketmesidir. Meselâ, nebatatın bütün çeşitlerini bir topraktan; ve hayvanın çok muhtelif kan, et, kemik gibi bütün azalarını basit bir gıdadan halketmek gibi!.. Hem meselâ insanın cesedi gibi tek bir şeyi, birbirinden ayrı ve farklı, hesabsız ve gayr-ı mahsur enva-i türlü yemeklerden yaratmak misillü!..<br />
<br />
İşte tesbih ederiz o zatı ki, bir şeyi her şey; ve her şeyi bir şey yapmaya kadir olan bir Kadir-i Zülcelal'dir (C.C.).<br />
<br />
==71. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki!<br />
<br />
[[Vakıa 64|{{Arabi|اَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ}}]]<br />
<br />
âyetinde azîm bir sır ve büyük bir mesel vardır. Evet nasıl ki sen, bazı tohumları boşa gitmekten ve zayi olmaktan muhafaza ediyor ve saklıyorsun. Sonra kendi tarlanda onu ekiyorsun.<br />
<br />
Aynen öyle de: Cenab-ı Varis-i Bais ve Hafîz, ruy-i zemini, mevtinden sonra diriltip, bütün nebatatın semerat-ı a'mallerini, tohumlarında kalem-i kaderi ile yazar. O tohumlar kavim ve milletlerinin ana ve asıllarının muhafazakâr birer varisi olurlar. Sonra da o tohumları ruy-i zemin tarlasında hikmetli bir tevzi' ve bazı tohumları etrafa uçurarak, intizamlı bir taksim içinde neşrettirip zer' ediyor. Tâ ki, her bir nev' yalnız kendi aslının arkasında toplu bir halde ictima' etmesinler!.. <br />
<br />
Hem sonra onların yaprak ve çiçeklerini öyle bir tarzda neşrediyor ki, âdeta<br />
<br />
[[Tekvir 10|{{Arabi|وَاِذَا الصُّحُفُ نُشِرَتْ}}]]<br />
<br />
hakikatına bir nazîre teşkil ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi sen kendi takatın nisbetinde, bazı tohumları muhafazada gösterdiğin şiddetli ihtimamından doğru hareketle, Hafîz-i Mutlak'ın kemal-i hafîziyetine bak! Tâ ki, mistar-ı kader ile tayin edilen ve ana ve asıllarının birer fihristesini mutazammın olan hesabsız tohumlarının latif sandukçalarını gayr-ı ma'dud inkılablar içerisinde, hadsiz bozucu ve ifsad edici şeylerden muhafaza etmesi ve nihayet karışık iken, son derece ayırdedip temyiz etmesi içindeki kemal-i hafîziyetini göresin.<br />
<br />
İşte şu hıfz ve muhafaza ise, seni ey insan, ipin boğazına sarılmış bir vaziyette serbest olarak istediğin şeyi irtikâb etmene, sonra da ölüp istirahata çekilmene müsaade edip bırakmayacaklardır.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Kıyame 36|{{Arabi|اَيَحْسَبُ اْلاِنْسَانُ اَنْ يُتْرَكَ سُدًي}}]]<br />
<br />
yani âyâ bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak, kellâ! Belki az çok, büyük küçük her şeyden, her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecektir.<br />
<br />
==72. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden birisi de budur ki: İnsan kendi sıfat ve şuûnunun cüz'î ölçücükleri ile; hem ebna-i nev'inin veya cinsinin de şuûnlarıyla kendi Fâtırının sıfat ve şuûnatını fehmetmesidir.<br />
<br />
Amma insanın, haşir ve âhirete ait Cenab-ı Hakk'ın azîm şuunatını ve kıyameti getirmek ve ölüleri diriltmekteki külliyat-ı ef'alini fehmetmesi için; bahar haşrinde ve güz kıyametinde yapılan hayret-nümûn faaliyeti, kıyamet-i kübradaki garib ve acib olan şuûnuna kıyas yapıp anlamasına muhtaçtır.<br />
<br />
İşte sen, baharda yapılan şuûnat-ı kudrete bak! Tâ ki onda<br />
<br />
[[Tekvir 1|{{Arabi|اِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ}}]]<br />
<br />
gibi âyetlerin tefsirine bir tanzir göresin.<br />
<br />
==73. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil kardeş! İslâmiyetin azamet-i ihatasındandır ki, onun duvarlarının temelleri, sahib-i arş-ı azîmin âlâ-yı illiyyîndeki külliyat-ı sıfatından tut; ve arş ve semavat ve arzın hem melaikelerinin hilkatlarının mesailinden tut, tâ kalbin cüz'î hatıratına kadar ve tâ bütün bunların araları gayet muhkem ve çok sağlam düsturlarla doldurulmasına kadar uzamaktadır.<br />
<br />
==74. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيم}}<br />
<br />
[[Lokman 33|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey müslümanları, uyku içinde bir lehv ve lu'b olan dünya hayatına davet eden, Ve Cenab-ı Hakk'ın helâl kıldığı ve bütün keyflerine kâfi gelen tayyibât dairesinden çıkmağa ve onları dinlerinin bazı şeairini terkettirmeye, yahut doğrudan doğruya dinlerini bırakmaya zorlayan, elemlerle âlûde olan Allah'ın haram kıldığı habisat dairesine duhûla teşvik eden ahmak adam! Bil ki, senin onlarla olan bu muamelen, öyle sersem bir sarhoşa benzer ki; parçalayıcı arslan ile munis atın arasını temyiz etmez. Hem darağacı ile çocukların oyuncak yapmak için bir ip ile havada sallanan âletinden tefrik etmez. Hem dehşetli yarayı, müferrah güzel gül çiçeğinden ayırıp tanımaz. Belki arslanı at, darağacını oyuncak ipi ve müdhiş deşilmiş yarayı kırmızı gül zanneder. Bununla beraber, o sarhoş herif, kendini bir mürşid ve muslih zannederek; gayet müdhiş bir vaziyette bulunan öylesi bir adama gelir ki; arkasında her an hücuma müheyya vaziyetinde bekleyen acib bir arslan var.. Ve gözü önünde asmak için kurulmuş, dikilmiş bir darağacı.. ve sağında gayet derin kan boşanan bir yara.. ve solunda patlamış gayet müz'iç bir çıban var.<br />
<br />
Fakat o biçarenin iki elinde iki ilacı vardır ki, onları eğer istimal etse, biiznillah o iki yara, iki kırmızı güle inkılab ederler. Hem lisanında ve kalbinde iki tılsım vardır.. Eğer bu tılsımları da istimal etse, Allah'ın emriyle o arslan bir ata inkılab edecek ve dar-ı selâmdaki ziyafetine davet eden Seyyid-i Keriminin huzuruna gitmek için ona bir binek olacak. Hem zeval ve fena ağacından asılan firak ve asacak ipi ise, Allah'ın lütfuyla bir seyr ve tenezzüh âletine inkılab edecek. Ve o zeval ve firak ipi; tazelenen seyyal manzaralar ve değişen cevval aynalar üstünde sallanarak mürur etmesiyle; fasıllar, asırlar ve dehirlerin akışı üzerinde tecelli ve zuhuru daim olan bir cemal-i mücerredin teceddüd-ü tecelliyatının izdiyad-ı lezzeti hasıl olacak. Hem insan kitlelerinin ve eyyam ve senelerin geçişi üzerinde de in'am ve nimetlerin müteceddid suretinin tazelenmesi içindeki lezzetin ziyadeleşmesi olacaktır.<br />
<br />
Sonra da, o biçarenin aynı vaziyetinde olan o sarhoş herif, gelip ona der ki: "Bırak bu tılsımları, at şu ilaçları; gel beraber keyfedip oynayalım. Raksedip işret edelim."<br />
<br />
Bu fakir adam ise, ona der ki: "Tılsımları saklamak ve ilaçları muhafaza etmekliğin müsaadesi miktarınca, benim keyfim için kâfidir. Bundan ziyadesi ve müsaadesi haricinde lezzet ve saadet mümkin değildir."<br />
<br />
Evet, ancak Cennet'te ölebilecek olan ölüm Arslanını öldürmek; ve Hâkim-i Arz'ın hükmüyle ve emriyle, yerden tâ süreyyaya kadar yüksek ve zemine çakılmış olan şu âleti ref' etmek, yani bu arz ve dünyayı başka bir yer ile tebdil etmekle; firak ve zeval âletini izale etmek; hem hayatımın külliyetini istila etmiş olan şu acz yarasını, âciz ve fani hayatımı mutlak, bakî ve kadir bir hayata tebdil etmekle iyileştirmek; ve külliyet-i zatımı ihata eden bu fakr çıbanını benim fakir, miskin zatımı alel-ıtlak olarak sermedî, ganî bir zata tahvil etmekle sağaltmaya kuvvet ve imkânın varsa; yap, göster, görelim. Fakat madem ki, bu mezkûr dört şeyi yapmaya imkânın yoktur ve haddine düşmemiştir. Öyle ise ey sarhoş şeytan, benden elini çek! Beni aldatamazsın. Belki ancak sen, senin gibi ağlamak ile gülmenin, beka ile fenanın, dâ' ile devanın, heva ile hüdanın mabeynini farkedip temyiz etmeyen bir sarhoşu aldatabilirsin. Amma ben ise,<br />
<br />
[[Al-i İmran 173|{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ}}]]<br />
<br />
[[Enfal 40|{{Arabi|نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}]]<br />
<br />
deyip Cenab-ı Hakk'a dayanmışım. O, benim vekilimdir.<br />
<br />
İşte eğer temsilin sırrını fehmettin, yahut hakikatın suretini görmeye müştak oldun ise bak, dinle:<br />
<br />
İşte medeniyet-i sefihe-i dâllenin şakirdleri ve felsefe-i sakime-i mudıllenin talebeleri, gayet acib ihtiraslar ve pek garib firavunluklarla sarhoş oldukları halde, gelip müslümanları ecnebi âdetlerinin ittibaına ve envar-ı İslâmiye ile içinde şuur ve iş'ar lemaan eden şeair-i İslâmiyenin terkine davet ediyorlar.<br />
<br />
Fakat Kur'anın şâkirdleri ise, onlara karşı şöyle mukabelede bulunurlar: Ey dalaletpişe gafiller! Eğer siz dünyadan zeval ve mevti kaldırmak ve insandan acz ve fakrı gidermek iktidarında iseniz, dine ve dinin şeairine karşı istiğna gösteriniz. <br />
<br />
Yoksa şu dört tane ra'dların na'raları arasında ve dinin şeairiyle birlikte lüzumunu en yüksek ses ile ilan eden bu tekvinî âyetler ortasında, sinek vızıltısı gibi de olmayan vesvese ve demdemenizi kesiniz, susunuz.<br />
<br />
[[A'raf 204|{{Arabi|وَاِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَاَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ}}]]<br />
<br />
Evet benim arkamda ecel arslanı durmuş, beni daima tehdid ediyor. Fakat eğer ben, iman kulağıyla Kur'an'ın sesini duyup dinlesem, o arslan bir Ata inkılab edecek. Firak ise, bir buraka değişip beni Rahman-ı Rahimimin rahmetine ve Hannan-ı Kerim olan Seyyidimin huzuruna götüreceklerdir. Yoksa ölüm parçalayıcı bir arslan şeklinde kalacak, benim rağmıma olarak hem beni parçalayacak, hem de ebedî bir firak ile bütün mahbubatımdan beni ayıracaktır.<br />
<br />
Ve keza, iki elimin ortasında ve gözümün önünde gece ve gündüzün ihtilafı içinde fena ve zeval âletleri dikilmiş sallanmakta, helak ve firak âletleri de mevsimler ve asırlar emvacı üstünde dalgalanmaktadır. İşte şu âletler, beni bütün ahbabımla birlikte asmak için dikilmiş hazır bekliyorlar. Fakat eğer ben, Kur'an'ın irşadına sem'-i îkanla kulak versem; o zaman o âletler, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada güneşin zenbereğiyle dönen ve kamerin seyri ve arzın deveranı içinde ki, gece ve gündüzün sarmaşıklarıyla zinetlenen ve kış ve yazın gömlekleriyle süslenen mevsimlerin safahatı üstündeki şuunat-ı kudretin tazelenen tecelliyatını görmek için; hem dahi gece ve gündüzün ihtilafı içinde değişen mezahir-i seyyale ve tahavvül eden aynalar ve tebeddül eden levhalar üstünde celevat-ı esmanın tazelenmesini müşahede etmek için, birer seyr ve tenezzüh bineğine inkılab ederler.<br />
<br />
Ve keza, benim sağ yanımda gayr-ı mahdud bir fakr çıbanı bütün vücudumu sarmış bulunmaktadır. Halbuki ben ise, hayvan cinsinden en âciz bir hayvandan dahi daha âciz ve bütün hayvanattan daha fakirim. Yani benim maddî ve manevî hâcetlerim, bütün hayvanatın hacetleri kadar vardır. Hal böyle iken, benim zâtî iktidarım bir serçe kuşunun faaliyetinden de azdır. Fakat eğer ben, kendimi Kur'anın şifahanesinde tedavi edebilsem; o elîm fakr-ı mutlak, rahmetin ziyafetine gitmek için lezzetli bir şevk ve Rahman-ı Rahim'in rahmetinin semeratını tenavül için latif bir iştihaya inkılab ederek; fakr ve aczin lezzeti, çok mertebe ziyade gına ve kuvvetin lezzetinden üstün gelir. Yoksa, hacetlerin âlâm-ı iz'acatı ortasında, zâhiren metalibimin bir kısmı onların yanında olan eşyaya karşı zelilane bir dilencilik ve kölelik vaziyeti içinde kalırım.<br />
<br />
Hem dahi, benim sol tarafımda, hesabsız düşman ve mehalike karşı hadsiz bir aczin ve nihayetsiz bir za'fın pek derin bir yarası vardır ki; o hadsiz düşman ve mehalikten gelen korku elemi dünya hayatının lezzetini mahvetmektedir. Fakat eğer ben, Kur'anın davetine sükût ile teslim olsam, o zaman benim nihayetsiz aczim ve za'fım, bir Kadir-i Mutlak'a istinad etmek; hem bütün düşmanlardan emn ü emanı mutazammın olan tevekkül ile nokta-i istinada ittisal peyda etmek için, bir davet tezkeresine inkılab eder. Yoksa hadsiz aczimle beraber, birbirine zıd olan hadsiz düşmanlar arasında muzdarib bir şekilde kalmaya mahkum olurum.<br />
<br />
Ve keza ben kabre, haşre uğrayıp giden öyle uzun bir yolculuk üzerindeyim ki; Kur'anın güneşinden iktibas edilen ve Rahman-ı Rahim'in hazinesinden alınan bir ilim ve akıldan başka; hiçbir ilim ve akıl, bize o yoldaki zulümatı aydınlatacak bir nur gösteremediği gibi, o uzun seferde zâd ü zahîre olacak bir rızık da veremezler.<br />
<br />
İşte eğer beni bu yolculuktan men edecek bir şey bulmuşsan söyle. Lâkin bulduğun şey, kabir kuyusunun ağzından sukut ile, gayet korkunç ve dehşet olan adem ve hiçlik karanlıklarının tâ dibine düşmeyi kabulden ibaret olan bir dalalet ile yol kesmek olmasın! Yoksa sus, hey sersem! Tâ Kur'an-ı Hakîm, dediğini desin.<br />
<br />
İşte, kitab-ı âlemden şu geçen âyat-i hamse insanın başı üstünde ra'd gibi<br />
<br />
[[Fatır 5|{{Arabi|فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا وَلَايَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ}}]]<br />
<br />
âyetini kıraat ettikten sonra, ey sapık mağrur! Daha sana ittiba' nasıl caiz olabilir? Hem senin meşrebini ihtiyar eden, ancak şarab-ı siyaset veyahut hırs-ı şöhret veya riyakârlık iştihası, yahut rikkat-i cinsiye veya felsefenin zındıklığı veya sefahet-i medeniyet veya bunlara benzer şeylerle sarhoş bulunması lâzımdır. Bununla beraber, insanın başına inen şu mezkûr darbeler ve beşerin yüzünü, gözünü tokatlayan bu korkunç ehval, elbette beşerin sekrini bir gün uçuracağı muhakkaktır. Bununla beraber insan, hayvan gibi yalnız bir halin âlâmıyla mübtela bir mahluk değildir. Belki onun başını halin elemiyle beraber, müstakbelin korkusu ve mâzinin hüznü beraberce döğmektedirler.<br />
<br />
İşte ey insan! Eğer bütün hayvanattan daha şakî, daha zelil, daha ahmak, daha dâll bir halde kalmamak istiyorsan; hürmetle sükût edip, iman kulağıyla Kur'anın şu gelecek âyetleriyle ilân edilen beşaretini işit, hakiki insan ol!..<br />
<br />
[[Yunus 62|{{Arabi|اَلَا اِنَّ اَوْلِيَاءَ اللّٰهِ لَا خَوْف عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 63|{{Arabi|اَلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ}}]]<br />
<br />
[[Yunus 64|{{Arabi|لَهُمُ الْبُشْرَي فِي الْحَيَوة الدُّنْيَا وَفِي الْاٰخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاةِ اللّٰهِ ذٰلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|صَدَقَ اللّٰهُ الْعَظِيمُ }}<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Tin 1|{{Arabi|وَ التِّينِ وَ الزَّيْتُونِ<br />
<br />
[[Tin 2|{{Arabi|وطوُرِ سِينِينَ}}]]<br />
<br />
[[Tin 3|{{Arabi|وَهٰذَا الْبَلَدِ الْاَمِينِ}}]]<br />
<br />
[[Tin 4|{{Arabi|لَقَدْ خَلَقْنَا اْلاِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ<br />
<br />
[[Tin 5|{{Arabi|ثُمَّ رَدَدْنَاهُ اَسْفَلَ سَافِلِينَ<br />
<br />
[[Tin 6|{{Arabi|اِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاةِ فَلَهُمْ اَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} {(1): Yirmiüçüncü Söz'de ve Nur Kapısı'nda Dokuzuncu Ders'te var. -Müellif-</ref> Ey kardeş bil ki! Her şeyde ve bütün mevcudatta itkan ve kemal-i san'atın bulunması delildir ki; her şeyin Sanii olan zat, her mekânda ve her şeyin yanında bulunduğu gibi, hiçbir belli yerde ve hiçbir şeyin yanında veyahut hiçbir şey onun yanında değildir. İnsan ise, en küçük bir cüz'-ü cüz'îden tâ en büyük bir küll-ü küllîye kadar her şeye muhtaç olduğundan<br />
<br />
[[Yasin 83|{{Arabi|بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|وَ عِنْدَهُ خَزَاءِنُ كُلِّ شَيْءٍ}}<br />
<br />
sırrıyla, her şeyin melekûtu elinde ve her şeyin hazaini yanında bir Zat-ı Zülcelal'den başka bir şeye ibadet etmesi o insana lâyık değildir.<br />
<br />
Hem insanın nefsi, vücud ve icad, hayır ve fiil cihetinde son derece hakir, kusurlu ve noksaniyetlidir. Hattâ karınca ve arıdan daha aşağı, Ankebut ve sivrisinekten daha zaiftir. Fakat adem, tahrib, şer ve infial cihetinde ise; semavat, yer ve dağlardan dahi büyüktür. <br />
<br />
Evet, meselâ insan, iyilik ettiği zaman, ancak kendi elinin yetiştiği ve kuvve-i zatiyesinin ulaştığı kadar iyilik edebilir. Amma kötülük yaptığı vakit, sirayet ve intişar ettiği için, o nisbetde kötülük yapabilir.<br />
<br />
Meselâ, küfür seyyiesiyle mecmu-u kâinat ve umum mevcudatın kıymetlerini, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı esma-yı İlahiye olan en yüksek bir dereceden; tesadüf ve abesiyetin oyuncağı olan mütegayyir, zeval ve firaka sür'atle koşan birer mevadd-ı faniye derekesine indirmekle mevcudatı tahkir eder.<br />
<br />
Hem, esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini ilan eden bir kaside-i manzume-i mevzûne ve bir şecere-i bakiyeyi netice veren bir çekirdek misal ve haml-i emanetle mevcudatın en büyüklerine tefevvuk edebilen bir halife-i arz olan insanı; bir hayvan-ı zail-i faniden daha zelil, daha zaif, daha âciz, daha fakir bir derekeye düşürmekle hakaret eder. (Yani: Küfür ve imansızlık bakışıyla)<br />
<br />
Ve keza, insanın ihtiyardan bir tel saç kadar bir şeyi ve zerre gibi bir iktidarı ve dakika gibi çabuk geçer bir ömrü ve mevcudiyetten kâinatın tabakatındaki hadsiz envaın nihayetsiz efradından bir cüz'-ü cüz'î olmak cihetinden bir lâşey olduğu halde, lâkin acz ve fakrı cihetinden pek büyük bir vüs'ati vardır. Zira insanın nihayetsiz azîm bir aczi ve gayetsiz cesim bir fakrı bulunduğundan; nihayetsiz Kadir ve gayetsiz Gani bir zatın tecelliyat-ı esmasına çok geniş bir ayna olmaya kabiliyeti vardır.<br />
<br />
Ve keza insan, hayat-ı maddiye-i dünyeviye cihetinden bir çekirdeğe benzer ki, kendisine i'ta edilen bütün cihazatını; âlem-i fezanın vüs'ati içinde sünbüllenip bir ağaç olması için sarfetmeye bedel; dar, sıkıntılı toprağın tazyiki altında bazı mevadd-ı vâhiyeye sarfeder, tâ faydasız bir şekilde tefessüh edip gidiyor. Amma hayat-ı maneviye cihetinden öyle bir şecere-i bakiye hükmündedir ki, âmâlinin dalları tâ ebede kadar uzanmış, gidiyor.<br />
<br />
Hem dahi insan, fiil ve sa'y-i maddî cihetinde öyle bir hayvan-ı zaif ve âcizdir ki, onun daire-i iktidarının nısf-ı kutru, ancak elinin ulaştığı kadardır. Fakat infial, dua ve sual cihetinde ise, öyle bir Rahman'ın aziz bir misafiridir ki; o Rahman ona bütün hazain-i rahmetini açmış ve bedayi-i san'atını müsahhar etmiştir. İşte bu cihetten insan, öyle bir daire-i azîmeye sahibdir ki, o dairenin nısf-ı kutru, gözünün gördüğü, belki hayalinin yetiştiği kadardır, belki daha da geniştir.<br />
<br />
Ve keza insanın hayvanî yaşayışı cihetindeki lezzeti, kemali, selâmeti ve metaneti, bir serçe kuşundan da yüz derece aşağıdır. Çünkü insanın bu cihetteki lezzetleri, mazinin hüzünleri ve müstakbelin korkularıyla âlûdedir. Fakat cihazat zenginliği ve havas genişliği ve tenevvü-ü hissiyat ve inbisat-ı âlât ve meratib-i istidadatın tekessürü cihetindeki hali ise işaret eder ki; insanın vazife-i asliyesi: Mevcudatın tesbihatını müşahede edip üstünde şehadet getirmektir. Hem tefekkür ile teftiş edip ve ibretle nezaret etmektir. Hem muhtaç olduğu şeyleri dua ile istemek ve acz, fakr ve kusurunu derketmekle kulluk etmektir.<br />
<br />
Evet insan, enva-i ibadata müstaid olan istidadı cihetinden, en a'lâ bir serçe kuşundan da yüz derece daha yüksektir. Binaenaleyh, edna bir aklı bulunan anlar ki; insana verilen bu acib cihazat, yalnız bu hayat-ı dünyeviye için değildir. Belki ancak bakî bir hayat için olabilir.<br />
<br />
Bu sırrı bir temsil ile fehme takrib ederiz. Meselâ, görsen ki, bir zat, bir hizmetçisine on altın verdi. Tâ gidip, mahsus bir kumaştan kendisine bir elbise alsın. Ve o hizmetkâr gitti, en a'lâ kumaştan bir elbise aldı, giydi. Sonra o zat, diğer bir hizmetkârına bin altın vererek, bir alış-veriş yapmak üzere pazara gönderdi. Elbette yakînen biliriz ki, o bin altın, bir kat elbise için olamaz. Çünkü en a'lâ kumaştan bir kat libas, on altına alındığını biliyoruz. Şu halde o bin altın, o elbiseden yüz derece daha kıymetli, daha üstün bir şey için verilmiştir.<br />
<br />
İşte eğer bu hizmetkâr akılsızlığından, belahetinden o bin altın lirayı bir kat elbiseye verse, hem de evvelki hizmetkârın aldığı libastan yüz derece daha aşağı olsa; elbette bu hizmetkârın pek uzun bir ikab ve şiddetli bir te'dible cezalandırılması lâzım gelir.<br />
<br />
Ve keza insan, za'fının kuvvetiyle ve aczinin kudretiyle, (zatî kuvvetinden) pek çok mertebe daha ziyade kuvvetli ve kudretli oluyor. Zira kendi iktidar-ı zatîsiyle, öşr-ü mi'şarına da yetişemediği işler ve şeyler, dua ve istimdad ile ona müsahhar oluyor. Evet insan bir çocuğa benziyor ki; ağlamasıyla veya hazin haliyle öyle şeylere muvaffak olur ve ulaşır ki, kendisinin şahsî bin kat kuvvetçiğiyle yetişemez. Demek insanın şu tefevvuku, galebe ile değil, gasb ile değil, celb ile değil, belki teshir-i Rabbanî ile mevcudat ona müsahhar olmuştur. Öyle ise, böyle bir insan için kendi acz ve za'fını, fakr ve fakatını istimdad ve tazarru ve ubudiyet lisanıyla daima ilan etmesi lâzımdır. Ve keza insan, saltanat-ı rububiyetin kemalâtının mehasinine nazırlığı; ve esma-i kudsiyenin cilvelerinin bedayiine dellallığı; ve hazain-i rahmetin müddeharatını kuvve-i zaikasıyla tadarak anlamaklığı; ve kâinatta mütecellî olan esmanın hazinelerindeki cevherleri kendi ölçücükleriyle ölçerek bilmekliği; ve kalem-i kudretin mektubatını mütalaa ederek tefekkür etmekliği; hem kâinat mezahirinde ve aynalarında Cenab-ı Kebir-i Kâmil'in kibriya, kemal ve celalini izhar etmek üzere, onun letaif-i nimetini görerek hamd ü şükür ile iştiyak göstermekliği; hem Rahman-ı Rahim, Kerim ve Vedud olan Rabb-ül Âlemîn'in kâinat sarayında rahmet ve servetinin vüs'atini takdir ile göstermeye ve letaif-i san'atını istihsan içinde teşhir etmeye ve saltanat-ı rububiyetini müşahede ve işhad ile ilan etmeye müştak olmaklığı ile; Cenab-ı Hak taala ve tekaddes hazretleri, Kur'an'da [[Tin 4|{{Arabi|فِي اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ}}]] diye ferman buyurduğu üzere, bütün mahlukattan üstün bir makama çıkarak; yümn-i iman ile emin bir halife-i arz olur.<br />
<br />
Ve keza insan, nebatî cismaniyeti cihetiyle ve hayvanî maddeliği itibariyle; küçük, hakir bir cüz' ve zaif, fakir bir cüz'îdir ki, dehşet-engiz bir surette dalgalanan mevcudat-ı seyyale mabeyninde bulunmaktadır. Fakat İslâmiyetle mütekâmil, imanla mütenevvir ve muhabbet-i Rahman'ı mutazammın olan insaniyeti cihetinde ise, ubudiyeti içinde bir sultandır, cüz'iyeti içinde bir küllîdir ve hakareti içinde makamı o derece yüce ve celildir ki; "dünya benim evimdir, güneş o evimin lâmbası ve şu nebatat ve hayvanat, hattâ insanlar benim o evimin zinet ve levazımatıdır." demeye hak kazanır.<br />
<br />
Evet, eğer insanın ubudiyeti içindeki fakrı, tamam ve kemalini bulursa, o zaman sultanlar ve güneşler onun evinin ecza ve ahcarları hükmüne geçerler.<br />
<br />
İşte bu sırdan dır ki; insan, bazan kendisinden çok mertebe daha yüksek olanlardan kendini yüksek zanneder. Nasıl ki elinde aynası olan bir adamın, o aynada güneşin ziyasıyla parlayan koca bir denizin temessül etmesiyle; aynasını denizden daha büyük, daha geniş tevehhüm eder. Çünkü o ayna, güneşi deniz ile beraber misalen içine almaktadır. <br />
<br />
==75. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Fatır 15|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اَنْتُمُ الْفُقَرَاءُ اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
[[Zariyat 50{{Arabi|فَفِرُّوا اِلَي اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
İ'LEM: Ey Said-i kâsır, âciz ve fakir! Kat'iyyen bil ki; senin nefsinde nihayetsiz bir kusur ve gayetsiz bir acz ve sonsuz bir fakr ve hadsiz bir ihtiyaç ve sayısız emeller mevcuddur.<br />
<br />
Evet nasıl ki sen, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin lezzetini anlamak ve bilmek için, sende açlık ve susuzluk tevdi' edildiği gibi; öyle de sen kusur, fakr, acz ve ihtiyaç unsurlarından terkib edilmiş bir şeysin ki; sen, mirsad-ı kusurunla Cenab-ı Hak Sübhanehu ve Teala'nın seradıkat-ı kemaline ve mikyas-ı fakrınla onun gına ve rahmetinin derecatına ve aczinin ölçüsüyle onun kudret ve kibriyasına ve pek çok çeşit enva-i ihtiyacatınla onun enva-i nimet ve ihsanına bakasın ve bilesin.<br />
<br />
Öyle ise, senin gaye-i fıtratın yalnız ve yalnız ubudiyettir. Ubudiyet ise odur ki, sen kusurunu onun dergâh-ı rahmeti yanında {{Arabi|اَسْتَغْفِرُ اللّٰهَ}} ve {{Arabi|سُبْحَانَ اللّٰهِ}} ile.. ve fakrını {{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ}} ve {{Arabi|اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ}} ile ve sual edip istemekle; ve aczini {{Arabi|لَاحَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللّٰهِ}} ve {{Arabi|اَللّٰهُ اَكْبَرُ}} ile istimdad edip yardım istemek için ilan etmekliğindir. Yani ki, Cenab-ı Hakk'ın cemal-i rububiyetini, kendi ubudiyetinin meratibiyle izhar etmekliğindir.<br />
<br />
==76. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[İnfitar 13|{{Arabi|اِنَّ الْاَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 14|{{Arabi|وَاِنَّ الْفُجَّارَ لَفِي جَحِيمٍ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey Said-i gafil bil ki! Herkes için kendi hayat seferinde kabre giden iki yolu vardır. Ve o iki yol, kısa ve uzunlukta birdirler. Fakat yolun birisinde, hiç zarar olmamakla beraber, pek büyük bir menfaat bulunduğuna, mütevatir ehl-i şuhudun icma' ve şehadetleriyle sabit olup; o birinci yolda giden on adamdan dokuzu, o pek büyük menfaat-i azîmeye vasıl olacaklardır diye haber veriyorlar.<br />
<br />
İkinci yolda ise: Bil'ittifak hiçbir menfaat olmamakla beraber, bütün ehl-i hibre ve şuhudun icma'ı ile, bu yolda pek büyük bir zarar bulunduğunu, yani zarar ihtimali onda dokuz olduğunu isbat etmişlerdir. Yalnız bu kadar var ki, bu yolda giden adam, silah ile yol azığının ağırlığını kaldırmaz ve zâhirde bir batman ağırlıktan halas oluyor. Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor.<br />
<br />
Temsil, makul şeyleri, sana mahsus (hissedilircesine) gösterdiğinden, biz de şu hakikatı bir temsil ile göstereceğiz. İşte:<br />
<br />
Meselâ sen, İstanbul'a gitmek istiyorsun, yahut da mecburî sevk olunuyorsun. Ve senin bulunduğun mekândan İstanbul'a iki yol vardır. Biri sağ, biri sol. Uzunluk ve kısalıkta bir, fakat menfaat ve zararca, ağırlık ve hiffetçe birbirine muhaliftirler.<br />
<br />
İşte sağdaki yolda, zararsız büyük bir menfaat var olduğuna ehl-i şuhud ve ihtisasın icma' ve ittifakıyla kat'îdir. Yalnız bu yolda bir batman ağırlığındaki silah ile yol azığını yüklenmek vardır. Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır.<br />
<br />
Sol yolda ise, gayet lüzumlu keskin bir silahı atmak ve çok lezzetli ve lâzım bir yol azığını bırakmak ile, sadece zâhirî bir hiffet vardır ki, milyonlarca ehl-i hibre ve şuhudun şehadetleriyle ve muvafık ve muhaliflerin ittifakıyla; bu yolda hiçbir menfaat olmamakla beraber, pek büyük bir zarar vardır. Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silah ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler. Zira umum o sâdık şahidler kat'iyyetle haber veriyorlar ki; kim imanın yümniyle sağ yolda giderse, bütün müddet-i seferinde emn ü eman içinde gidecek, matlub şehre vasıl olduğu zaman da, on adamdan dokuzu pek büyük bir menfaat ve çok cesim bir kazanç bulacaklardır.<br />
<br />
Amma dalalet, batalet ve belahetin şûmuyla sol yoldan gidenler ise, bütün yolculukları boyunca, korku ve açlıktan gelen pek büyük bir ızdırab ve titreyiş içinde gidecekler. Hem zaa'f ve acz içindeki korkularıyla, her şeye tezellüle tenezzül ede ede ve fakr içindeki ihtiyacından dolayı her şeye karşı tezellül ve dilencilik göstere göstere gideceklerdir. Varacağı şehre ulaşınca da, ya hapis, ya da katledileceklerdir. On taneden ancak bir-ikisi kurtulabilir.<br />
<br />
İşte edna bir aklı bulunan bir adam, manen çok ağır olan bir zâhirî hafiflik için, tek bir zarar ihtimali bulunan bir yolu, zararsız olan bir yola tercih etmezken; acaba yüzde doksandokuz ihtimal ile içinde en büyük bir zarar bulunan bir yolu; yüzde doksandokuz ihtimal ile azam menfaati olan bir yola; sureten cüz'î, hakikatta çok ağır bir hiffet için nasıl tercih edebilir?<br />
<br />
Şimdi temsilden hakikata geçelim. İşte, o misafir ise sensin. İstanbul ise âlem-i berzah ve âhirettir. Ve o iki yoldan sağ yol ise, Kur'an yoludur ki, imandan sonra namazı emreder. Sol yol ise, ehl-i fısk ve tuğyanın yoludur. Amma temsildeki ehl-i hibre ve şuhuddan murad ise, hakikatı müşahede eden evliyaya işarettir. Zira ehl-i velayet, hakaik-ı İslâmiyede zevk-i şuhudîye sahibdirler. Yani aminin i'tikad ettiği şeyi, veliler onu bazan müşahede ederler. Ve o zâd ve silah ise, teklif-i İlahî zımnındaki ubudiyet; ve onun tazammun ettiği namaz; ve bunun tazammun ettiği kelime-i tevhid; ve bunun içinde de istinad ve istimdad noktaları; bunların da mutazammın olduğu bir Kadir-i Hafîz-i Alim'e ve bir Ganiyy-i Kerim-i Rahim'e olan tevekküldür.<br />
<br />
İşte bu gibi ubudiyet ve tevekkül ile insan, her şeydeki ona bakan bir cihet-i zarar ve menfaati için o şeylere tenezzül ve tezellülden halas olmuş olur. Zira {{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}} olan kelime-i tevhidin ifade ettiği mana budur ki: Nâfi' ve Dârr yalnız Allah'tır. Yani, menfaat ve zarar ancak Allah'tandır ve ancak onun izniyle menfaat ve zarar gelebilir.<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Ankebut 64|{{Arabi|وَمَا هٰذِهِ الْحَيَوةُ الدُّنْيَا اِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَاِنَّ الدَّارَ الْاٰخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey ihtiyarlığa, kabre, haşre, ebede doğru giden misafir Said! Bil ki; senin Seyyid ve Malikin, sana i'ta ettiği bu ömürü; iki hayatın kısalık ve uzunluk miktarlarına göre levazımatlarını tahsil etmek için vermiştir. Halbuki sen ise, ebedî ve nihayetsiz bir deniz hükmünde olan hayat-ı uhreviyeye nisbeten bir katre serab gibi de olmayan bu fani dünya hayatında o ömrün hepsini zayi' ettin. Eğer aklın varsa, bundan sonra bu ömrün yarısını, yahut üçte birini; veya hiç olmazsa onda birini baki bir hayata sarfeyle!<br />
<br />
Fakat acaibdendir ki, senin gibi ahmak-un nâs insanlara akıllı ve zîfünundur diye söylenir. Acaba hiç böylesi bir ahmak köle bulunabilir mi ki; efendisi ona yirmidört altun verip, onu Burdur'dan Antalya'ya, oradan da Şam'a ve Medine'ye ve Yemen'e gönderdi.. Ve ona emretti ki; bu altunları yol ve bilet gibi levazımat-ı seferiyene sarfeyle!. Lâkin bu adam, Antalya'ya kadar bir nevi' ihtiyar ile yayan yürüyecektir. Eğer o paralardan Antalya'ya kadarki yolculuğunda hiç sarfetmezse dahi, yine oraya ulaşacaktır. Amma Antalya'dan sonraki menzillerinde ise, gayr-ı ihtiyarî ister istemez gidecektir. Eğer o köle, Antalya'ya vardığı zaman, kendine bir bilet alırsa, bir gemiye veya şimendifere veyahut bir tayyareye binecek ve bir günde bir aylık mesafeyi kat'edecektir. Yoksa aksi halde, tek başına zillet ve meskenet içinde ve koğulmuş olarak yayan yürümeye mecbur olacaktır. Hal böyle iken, o ahmak yolcu abd, iki günlük mesafede ki yolculuğunda yirmiüç altun'unu sarfetti. <br />
<br />
Ona denildi: "Yahu bari, şu kalan bir liranı bu uzun sefer için sarfeyle. Belki senin seyyidin sana merhamet eder." O ise, yok dedi, faydasız olmak ihtimali vardır. Ben öyle şeylere paramı sarfetmem.<br />
<br />
Yine ona denildi: Senin bu derece ahmaklığına taaccübler olsun ki; senin aklın, senin kırksekiz dinar olan malının yarısını binde bir ihtimal ile bir piyango kumarına atmasına sana fetva veriyor da; halbuki o bin altını kazanmak ümidiyle bin adam daha iştirak etmiş. Nasıl olur da böylesi bir akıl, senin malının yirmidörtten yalnız bir cüz'ünü; milyonlarla ehl-i hibre ve ihtisasın şehadetleriyle; yüzde doksan dokuz ihtimal ile tükenmez hazinelere zafer bulacağın bir şeye vermesini sana fetva vermiyor? Halbuki bu gibi cesim menfaatler hususunda, bir tek ami adamın dahi ihbarı ehemmiyetle nazara alındığı halde; acaba beşerin güneşleri, yıldızları olan ehl-i şuhudun mütevatir ihbarları olsa, nasıl ve ne derece nazara alınması icab eder?<br />
<br />
Evet, Ramazan hilalini gören iki şahidin, binlerle adamın onun rüyet-i hilali nefyedenlere müreccah olduğu gibi, iki müsbit ehl-i şuhud dahi, binlerce münkir nâfîlere tercih edilir.<br />
<br />
İşte ey biçare! O abd-i misafir sensin. Burdur da dünyadır, Antalya ise kabirdir. Şam ise âlem-i berzahtır, Yemen de haşirden sonraki menzillerdir. Ve o yirmidört altun ise, her gündeki yirmidört saatlik ömürdür.<br />
<br />
İşte sen, şu hayat-ı faniyenin muvakkat işleri için bu ömürden her gün yirmiüç saati sarfedersin, fakat pek uzun bir seferde en lüzumlu bir yol azığı olan beş vakit namazın edasına bir tek saati sarfetmeye de tenbellik ediyorsun.<br />
<br />
[[Şuara 90|{{Arabi|وَاُزْلِفَتِ الْجَنَّةُ لِلْمُتَّقِينَ}}]]<br />
<br />
[[Şuara 91|{{Arabi|وَ بُرِّزَةِ الْجَحِيمُ لِلْغَاوِينَ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey dünyayı taleb etmek yolunda dini terkeden gafil!<ref>Sekizinci Söz'de ve Nur Kapısı'nda İkinci Ders'te var. -Müellif-</ref><br />
<br />
Sana bir hikâye-i temsiliye<ref>Tenbih: Bu temsilî hikâye, üstteki âyetin çok esrarından bir sırrını beyan eder. -Müellif-</ref> söyleyeceğim ki, o hikâyede bir kısım hakaik-ı din ve dünyaya işaret eden bir misal vardır. Şöyle ki:<br />
<br />
Eski zamanda iki kardeş varmış, bunlar bir seyahata -tâ yol ikileşinceye kadar- beraber giderler. Yollardan birisinde kanunlara ittiba' mecburiyeti ve külfeti vardır. İkincisinde zâhirde o külfet ve ağırlık yoktur.<br />
<br />
İşte güzel huylu kardeş, hafif bir külfet altına girmeyi kabul ederek, sağa ayrılan yolu ihtiyar etti. Kötü huylu kardeş ise, manen ağır, yalnız surî bir hafiflik için sol yolu seçti.<br />
<br />
Biz de şimdi sol yolda giden kardeşi takib edeceğiz. İşte bu adam, dere tepe aşıp git gide, tâ hâlî bir sahraya dâhil olur. Birden müdhiş bir sada işitir, bakar ki; dehşetli bir arslan ona hücum ediyor. O da korkusundan firar edip kaçar, tâ altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast gelir. Kendini içine atar, otuz arşın kadar aşağı inince, kuyunun duvarında göğermiş bir ağaca eli yapışır. Bakar ki, o ağacın iki kökü var; iki fare, biri beyaz, biri siyah o iki köke musallat olup kesiyorlar. Aşağıya bakar görür ki; büyük bir ejderha, başını kaldırmış ayağına takarrüb etmiş, ağzı kuyu ağzı kadar geniştir. Sonra etrafına bakınca ne baksın, muzır olan haşarat-ı müezziye etrafını sarmışlar. Sonra başını kaldırır, ağaca bakar, görür ki, bir incir ağacıdır. Lâkin başında muhtelif ağaçların çeşitli yemiş ve meyveleri vardır. <br />
<br />
İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiçbir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti.<br />
<br />
Evet,<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîsinin sırrıyla; öyle zannettiği için, böyle muamele görmüştür. Bu dehşetli ehval ortasında ebedî kalmaya mahkum olarak ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor. Zira bu miskin adam, su-i fehm ve kötü hasletiyle, şu umûr-u mutalsıma içinde tesadüfün imkânı olmadığını düşünemiyor. Biz de şu meş'umu kendi azabı içinde bırakıp, dönelim; ve bahtiyar ve meymenetli kardeşin arkasından gidip takib edelim:<br />
<br />
İşte şu bahtiyar adam gidiyor, fakat güzel ahlâkından neş'et eden hüsn-ü zannıyla kendi kendine ünsiyet ederek gidiyor. Bak bu adam hüsn-ü nazarıyla ve güzel fikriyle öteki kardeşinin istifade edemediği şeylerden nasıl istifade ediyor gör.<br />
<br />
Evet, bu güzel huylu kardeş, yolunda giderken bir bostana rast geliyor. İçinde enva-i türlü meyveler ve çiçeklerle beraber, bazı köşelerinde kokuşmuş bazı maddeler ve lâşeler de var. Fakat bu zat, "Her şeyin iyisine bak!" kaidesiyle iyi şeylerden iyice istifade ederek güzelce tenezzüh etti. Öteki kardeşi gibi mülevves şeylerle hiç meşgul olmadı. Sonra çıkıp gitti. Gide gide, bu da hâlî bir sahraya girdi. Birden hücum eden bir arslanın sesini işitti. Korktu, fakat kardeşinin korkusundan yüz derece hafif... Zira düşündü ki, bu arslan, elbette bu sahra sultanının bir memuru olmak ihtimali vardır. Fakat yine de kaçtı. Bu dahi altmış arşın derinliğinde bir kuyuya rast gelip kendini içine attı. Kuyunun ortasında göğermiş olan iki köklü bir ağaca elleri yapışıp havada muallak kaldı. Baktı ki, iki fare o iki köke musallat olmuş, kesiyorlar. Yukarıya baktı ki arslan; aşağıya baktı, gördü ki büyük bir ejderha. Kuyu ağzı gibi geniş olan ağzı, ayağına takarrüb etmiş. Bu dahi korku ve dehşet aldı. Lâkin kardeşinin dehşetinden çok derece hafif... Zira hüsn-ü zannıyla ve güzel fikriyle; bu acib işlerin birbirine bakmalarından, elbette içinde bir tılsım vardır. Hem bu işler; kendisini mürakabe eden bir hâkimin emrindedirler ve o hâkim, beni tecrübe ediyor diye düşündü. <br />
<br />
İşte onun bu havfından; acaba beni tecrübe edip, kendi yanındaki bir maksada beni sevkeden ve kendini bana tanıttırmak isteyen kimdir? diye anlamak ve bilmek merakı tevellüd etti. Ve onun bu merakından tılsım sahibinin muhabbeti neş'et etti. Sonra ağacın başına baktı, gördü ki; bir incir ağacı. Fakat çok çeşitli meyveleri semere vermiş. O zaman bütün bütün korkusu zail oldu ve kat'iyyen bildi ki; bu işler bir tılsımın taht-ı hükmünde dönüyorlar. Zira bir incir ağacı, binler ağacın meyvelerini tutmak mümkün değildir. şu halde bu meyveler, o melik-i kerimin kendi misafirlerine hazırlamış olduğu çeşitli taamlarına birer işarettir. İşte onun, o gizli hâkime karşı olan bu derunî muhabbetinden de, tılsımı açacak ve tılsım sahibini razı edecek bir vaziyet almanın isteği tevellüd etti. Sonra tılsımın anahtarı ona ilham oldu.. Ve bağırdı ki: "Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm, sana dehalet ediyorum ve her şeyi sana bırakıyorum ve sana tevekkül ediyorum."<br />
<br />
Ve bu niyazdan sonra, birden kuyunun duvarı yarıldı ve gayet şahane, nezih bir bahçeye bir kapı açıldı; Ve o arslan ve ejderha iki hizmetkâra inkılab edip onu bahçeye davet ediyorlar.<br />
<br />
Şimdi gel, iki kardeşin tefavüt-ü hallerine bakalım. Bak, sol yolun bedbaht yolcusu, her vakit ejderhanın ağzına girmeye muntazırdır. Ve şu bahtiyar ise revnekdar, çiçekli ve semeredar nezahetli bir bahçenin kapısına duhul için davet ediliyor. Hem o bedbaht, kalbinin en derinliklerinden takattur eden elîm bir dehşet ve korku içinde kıvranıyor. Ve şu bahtiyar ise, marifetin muhabbet ve hürmetini akıtan leziz bir ibret, tatlı bir havf içinde seyr ü temaşa ediyor. Hem o bedbaht, bir vahşet, yalnızlık, ümidsizlik ve yetimlik içinde çırpınırken; şu bahtiyar ise, ünsiyet, ümid ve iştiyak içinde telezzüz ediyor. Hem o bedbaht, (zahiren) vahşetli düşmanların hücumuna hedef olmuş. Ve şu bahtiyar ise, mihmandar-ı kerimin acib hizmetkârlarıyla ünsiyet eden aziz bir misafirdir. Hem o bedbaht, bir kısmı zehirli, fakat zâhiren leziz meyveleri yemekle azabını tacil ediyor. (Zira o meyveler nümunelerdir. Yutmaya değil tatmaya izin var. Tâ ki asıllarına müşteri olunsun.) Ve şu bahtiyar ise, yemesini te'hir edip intizar ile telezzüz eder.<br />
<br />
İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü'min ile kalb-i salihtir. Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır. Ve o iki yol ise; birisi Kur'an ve iman yolu, diğeri isyan ve tuğyan yoludur. Ve o sahra ise, şu dünyadır. Ve o arslan ise ölümdür. Ve o kuyu ise beden ve hayattır. Ve o altmış arşın derinlik ise, ömr-ü evsat olan altmış seneye işarettir. Ve o ağaç ise, ömürdür.. ve o iki beyaz ve siyah fareler ise, gece ve gündüzdür. Ve o ejderha ise, ağzı kabir olan âlem-i berzahtır. Ve o haşarat-ı muzırra ise, musibetlerdir. Ve o ağaçtaki başka başka meyveler ise, Cennet meyvelerini hatırlatan ve onların nümuneleri olan dünyevî nimetlerdir. Ve o meyvelerin bir kısmının zehirli olması ise, nâmeşru' muharremattır. Ve o tılsım ise sırr-ı hikmet-i hilkattır. Ve o anahtar ise:<br />
<br />
{{Arabi|لَا اِلٰهَ اِلَّا اللّٰهُ}}<br />
<br />
ve<br />
<br />
[[Bakara 255|{{Arabi|اَللّٰهُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ}}]]<br />
<br />
dur.<br />
<br />
Yani<br />
<br />
{{Arabi|يَا اَللّٰهُ اَنْتَ مَعْبُودِي وَرِضَاكَ مَطْلُوبِي}}<br />
<br />
(Allah'ım! Sen benim mabudumsun, senin rızan benim matlubumdur.) Ve o ejderha ağzının bir bahçe kapısına tebeddül etmesi ise işarettir ki; kabir, ehl-i iman ve Kur'an için, dehliz-i cinan içinde rahmet-i Rahman'a açılan bir kapıdır. Fakat ehl-i dalalet ve tuğyan için ise, ejderha batnı misillü zindan gibi dar bir berzahın içindeki vahşet ve nisyan zulümatına açılan bir kapıdır. Ve o yırtıcı arslanın munis bir ata dönmesi ve tebeddül etmesi ise, işarettir ki; mevt, ehl-i dalalet için bütün mahbubatından ebedî bir ayrılıktır. Hem dünyevî cennet-i kâzibesinden ihrac edilip, tek başına kabir zindanına girmeye bir vasıtadır. Fakat ehl-i hidayet için ise, bütün sevdiklerine bir visal ve hakikî vatanlarına bir vüsuldür. Hem dünya zindanından çıkıp, Cennet bostanlarına girmeye bir nöbettir. Hem Hazret-i Hannan ve Mennan ve Deyyan ve Rahman'ın (Celle Celaluhu Ve La İlahe İlla Hu) fazlından ahz-ı ücret etmeye bir vesiledir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey işlemediği<ref>Nurun İlk Kapısı Altıncı Ders'te var. -Müellif-</ref> şeylerle mağrur ve müftehir Said! Senin kat'iyyen fahr ve gurura hakkın yoktur. Çünkü senden sana, senin nefsinde yalnız kusur ve şer vardır. Eğer hayr varsa da, cüz'-ü ihtyarın<br />
<br />
gibi cüz'îdir. Lâkin sen, cüz'-i ihtiyarınla küllî bir şerri işleyebilirsin. Zira senin kusurunla, senin maksuduna (hayatın gayesi) müteveccih olan sair esbabın semereleri de sukut ediyor. Ve bundan küllî bir hasarete ve umumî bir hacalete müstehak oluyorsun. Lâkin sen, kaziyeyi aksine çevirip dehşetli bir gurur vartasına düşmüşsün.<br />
<br />
Bu mes'elede senin misalin şöyle mağrur ve ahmak bir adama benzer ki; o ahmak, bir gemi ile ticarete giden bir cemaate ortak olur. O cemaatin her birisi geminin hareketine ait vazifelerini yaparlar. Bu adam ise, üzerine almış olduğu, meselâ dümencilik vazifesini yerine getiripte yapmaz. Tâ o geminin batmasına sebeb olmuş olur. Ve o cemaat bin altun lira zarar ederler. O mağrura denildi: "Hak olan budur ki; bütün bu hasareti sen çekesin." O dedi: "Yok, belki hasaret hepimize taksim edilmelidir. Bana ancak hissem mikdarınca düşebilir."<br />
<br />
Sonra ikinci bir seferde bu adam da, sair arkadaşları gibi vazifesini yaptı, ihmal etmedi ve o cemaat bin altun lira kâr etti. Bu defa ona denildi ki: "Arkadaş! Ettiğimiz kâr, sermayeye göre taksim edilecek." O dedi: "Yok, olmaz. Bütün kâr benimdir. Çünkü siz, evvelki seferimizde 'bütün hasaret sana aittir' demiştiniz, öyle ise bütün kâr da benim olacak."<br />
<br />
Ona denildi ki: Ey câhil ahmak! Vücud, bütün mevcud olan ecza ve şeraitinin varlığına mütevakkıftır. Binaenaleyh, vücudun semeresi dahi bütün hepsine taksim edilir. Kâr ise vücuddur. Fakat hasaret, ademin semeresidir, tek bir cüz'ün ademi ve bir şartın fukdanı ile bütün vücud, ademe gidebilir.<br />
<br />
İşte ey ismen Said, fakat cismen şakî olan Said! Bil ki; ademin semeresi, ademe sebebiyet vermiş olana raci' olmasından; senin fahr ve gurura hiçbir hakkın yoktur. Çünkü:<br />
<br />
Evvelâ: Şer, senden; hayr ise gayrdandır.<br />
<br />
Sâniyen: Senin şerrin küllî, hayrın ise cüz'îdir.<br />
<br />
Sâlisen: Sen hayırlı amelinin ücretini, amelden önce almışsın. Belki senin bütün iyilik ve hasenatın, seni bir insan-ı müslim kılan zatın in'amına karşı milyondan biri de değildir. Ve bu sırdandır ki, Cennet sırf mahz-ı fazl-ı İlahî oluyor. Cehennem ise ayn-ı adldir. Zira beşer, bazan cüz'î ve ânî bir şer ile, küllî ve daimî bir cinayete sebeb olabiliyor. <br />
<br />
Râbian: Hayr, o zaman hayr olabilir ki, sırf Allah için ola. Eğer Allah için olmuşsa, elbette tevfik ondan olur. Öyle ise minnet onadır. Ve binaenaleyh, hayrı şerre çeviren gösteriş ve riya ile fahrlanmak değil, şükretmek lâzımdır.<br />
<br />
İşte senin bu hakikatı bilmemezliğindendir ki; kendi nefsinde mağrur olup, başkasının da azmasına sebeb olmuşsun. Zira bir cemaatın malını bir adama verdiğin için; o adam senin nazarında firavunlaşıyor. Hattâ belki Allah'ın malını ve fiilini de tağutlara taksim edecek dereceye varıyorsun.<br />
<br />
Hem yine senin bu hakikata karşı cehaletinden dolayıdır ki; senden olduğu nass-ı kat'î ile sabit olan kendi seyyiatını, mes'uliyetten kaçmak üzere kadere veriyorsun. Fakat senin Fâtırının feyz-i fazlından olduğu yine nass ile sabit olan hasenatı ise, temellük edip kendi nefsine isnad ediyorsun. Tâ ki işlemediğin şeylerle şöhret bulup temeddüh edesin.<br />
<br />
Ey biçare, aklını başına alıp, Kur'an'ın şu edebiyle edeblen:<br />
<br />
[[Nisa 79|{{Arabi|مَا اَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللّٰهِ}}]]<br />
<br />
Kendi malına sahib ol, başkasının malını gasbetme!<br />
<br />
Ve keza Kur'an'ın; bir seyyienin cezasını bir, bir hasenenin mükâfatını ise on vermek olan âdâbıyla da edeblen. Ve ona göre, bir adamın kötü bir sıfatı yüzünden, adavetini onun akrabalarına ve onun sair iyi sıfatlarına teşmil etme! Fakat bir insanın güzel bir sıfatı için ayıbları varsa da, afv u safh ile bakıp onun familyasına kadar muhabbetini tecavüz ettirip genişlendir.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey Said-i gafil ve fuzulî!<ref>Beşinci Söz'de ve Nur'un İlk Kapısı'nda var. -Müellif-</ref> Sen vazifeni terkedip Rabbinin vazifesiyle iştigal ediyorsun. Evet senin zulmün ve cehaletindendir ki, tâkatın dâhilindeki hafif ubudiyet vazifesini bırakıp<br />
<br />
[[İnfitar 7|{{Arabi|اَلَّذِي خَلَقَكَ فَسَوّٰيكَ فَعَدَلَكَ}}]]<br />
<br />
[[İnfitar 8|{{Arabi|فِي اَيِّ صُورَةٍ مَا شَاءَ رَكَّبَكَ}}]]<br />
<br />
ayetinin sarahatıyla; seni yoktan var edip aza ve esasatını, cevarih ve cihazatını kemal-i intizam ve mizan içinde tesviye eden ve dilemiş olduğu tarzda vücudunu terkib eden Zat-ı Zülcelal'e hâs olan Rububiyet vazifesini, zaif başına ve beline ve kalbine yüklemişsin. Yahu kendi vazifeni bil, al! O'nun vazifesini ona bırak. Tâ ki saadet içinde istirahat edesin. Yoksa âsi bir şakî ve hain bir azgın olursun.<br />
<br />
Evet senin meselin şöyle bir askere benzer ki; onun aslî bir vazifesi vardır ki, mahsus bir tarz-ı talim ile harb ve cihaddır. Padişah onun bu vazifesinde ona levazımatını ihzar etmek suretiyle yardımcısıdır. Bir de onun padişahına mahsus bir vazife de vardır ki, o da o neferin erzakını, tayinatını ve libasını, hattâ ilâcını vermektir. Lâkin padişah o neferi bu vazifenin bazı işlerinde devlet hesabına bazen çalıştırır. İşte bu sırdandır ki, yemeğini pişiren bir nefere sorsan: "Ne yapıyorsun?" "Devletin suhrasını yapıyor ve angaryasını çekiyorum" der. Demiyor: "Nafakam için çalışıyorum." Çünkü kat'î biliyor ki; nafaka te'min etmek, onun vazifesi değildir, belki hattâ hastalanıp âciz kaldığı zaman bile, lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Şu halde, asıl vazifesini bırakıp, rızkını tedarik etmek için çarşıda ticaretle meşgul olan bir nefer, şakî bir cahildir. Ve elbette tokat yiyecek ve te'dib edilecektir. Hem talim ve cihadı bırakan bir asker, âsî bir haindir ve elbette darb ve ta'nif edilmesi lâzımdır.<br />
<br />
İşte ey Said-i şakî! Sen o nefersin; senin namazın, talimatındır. Ve terk-i kebairin ise, takvandır.. ve nefis ve şeytanla olan mücaheden de, harbindir. Senin yegane gaye-i fıtratın da budur. Fakat bunda da muvaffık ve muîn yine ancak Allah'tır.<br />
<br />
Amma senin rızkın ve hayatının idamesi ve buna müteallik emval ve evlâd ve sairen hepsi, senin Fâtırının vazifesine aittir. Bununla beraber, fiilî veya halî veya kalî lisanlar ile sual edip istemek için, onun hazain-i rahmetinin kapılarını çalmak vesilelerinde seni bazan çalıştırır. Hem bazan onun nimet matbahlarına götüren yollarda yürütme işinde de seni istimal eder. Tâ ki sen, lisan-ı istidad veya lisan-ı ihtiyaç veya lisan-ı fiil veya lisan-ı hal; veyahut da lisan-ı kal ile Cenab-ı Hakk'ın sana tayin ve takdir ettiğini isteyesin.<br />
<br />
Evet, sen ihtiyarsız ve iktidarsız bir tıfl iken, seni rızıkların en güzeliyle rızıklandıran; ve yaz mevsiminde ruy-i zemin bahçesini misafirlerine bir matbah yapıp, bağ ve bostan kaplarında feyz-i rahmetini ifaze eden ve ağaç çanaklarını taamların en lezizleriyle dolduran; ve rızkı münhasıran taahhüd-ü Rabbanîsine alıp, bütün hayvanatın rızkını veren ve rızık tedarikini onların zaif omuzlarına tahmil etmeyip; hem onları ve hem sizleri rızıklandıran bir Semi-i Alîm ve bir Kadir-i Gani olan Allah hakkında rızkın için ittihamda bulunman, çok acib bir cehalettir.<br />
<br />
İşte madem öyledir; Vazife-i asliyen olan ubudiyeti ifadan sonra, seni öbür vazifelerde de istimal ettiği vakit, onun hesabıyla ve ismiyle ve izniyle işle, hareket et! Şayet vazife-i ubudiyet ile vazife-i rızkiye birbiriyle taâruz etseler, hemen vazife-i asliyene dön; ve Rezzak-ı Zülcelal'e tevekkül et ve de:<br />
<br />
{{Arabi|حَسْبُنَا اللّٰهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ نِعْمَ الْمَوْلَي وَنِعْمَ النَّصِيرُ}}<br />
<br />
==77. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
[[Bakara 186|{{Arabi|وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَاِنِّي قَرِيبٌ اُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ اِذَا دَعَانِى}}]]<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
[[Furkan 77|{{Arabi|قُلْ مَا يَعْبَؤُابِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ}}]]<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey "Çok dua ediliyor fakat müstecab olmuyor" diye iddiada bulunan adam! Bil ki; dua bir ibadettir, ibadetin semeresi de âhirettedir. Dünyevî maksadlar, ancak birer ibadet-i mahsusa olan o gibi duaların vakitleridir.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin batması, akşam namazının vaktidir. Hem ay ve güneşin tutulmaları, Husûf ve Küsûf denilen iki mahsus namazların vakitleridir. Yoksa onların açılması için gaye değildir. Hem yağmursuzluk ve kuraklık vakti de, salât-ı istiska denilen yağmur duasının vaktidir. Yoksa o namaz ve dualar, yağmuru getirmek için vaz' edilmiş değiller. Belki sırf livechillah birer ibadettir ki, yağmursuzluk devam ettiği müddetçe, o ibadet de devam eder. Ve yağmurun gelmesiyle, o ibadetin vakti de kaza olup sona erer. Ve keza zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü zamanında hususî bazı ibadetlerin vakitleridir ki, o belalar devam ettikçe, o gibi ibadetlere de devam edilir. Eğer o belalar, o duaların bereketiyle ref' olunsalar, nurun alâ nur olur. Fakat def'u ref olunmazlarsa, denilmez ki: Dua kabul olmadı. Belki duanın vakti bitmedi denilir.<br />
<br />
Amma<br />
<br />
[[Mü'min 60|{{Arabi|اُدْعُونِي اَسْتَجِبْ لَكُمْ}}]]<br />
<br />
deki her duanın icabet edileceğinin va'di ise, hakikatı budur ki: İcabet ayrıdır, duanın aynıyla kabul olunması da ayrıdır. Belki her duaya daimî cevab var olduğu halde, o haceti aynıyla is'af etmek, Cenab-ı Mucîb'in hikmetine tâbidir. <br />
<br />
Meselâ sen doktorunu çağırırsın: "Ya hekim, bana bak!" Doktor cevab vererek "Buyurun" der. Sen: "şu yemeği veya şu ilacı ver bana!" dersin. Doktor ise, bazan ya aynını verir; veyahut daha evlasını verir veyahut bazan senin marazına zararlı olduğunu bilir, hiç vermez, seni de men' eder.<br />
<br />
Hem duanın kabul olmamasının bir sebebi de budur ki: Duanın sırf o maksad-ı dünyevî için olduğunu zannetmektir. Meselâ yağmur namazını, yağmur getirmek için vaz'edilmiş olduğunu zannetmek gibi... İşte öylesi namaz ve dua, halis olmadığından kabule mazhar olmayabilir.<br />
<br />
==78. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bir hal, başka bir hale veya bir âlem, diğer bir âleme değişmekle, iki taraf ortasında manevî bir dere açılır ki, bu taraftan o tarafa ve bu âlemden o âleme geçmek için, her iki âlem ile münasebettar bir köprünün o dere üstünde uzatılmış olması lâzımdır ki; bu âlemden o âleme geçmek için, bundan soyunup onunla telebbüs ederek, o köprüden geçilebilsin. Lâkin köprü, inkılabların cinslerine göre ve inkılab nev'inden ona münkalib olanın makamının uzaklığı nisbetinde çok muhtelif şekilleri ve ayrı ayrı mahiyetleri ve mütenevvi isimleri olabilir.<br />
<br />
Meselâ uyku, âlem-i yakaza ile âlem-i misal arasında bir köprü olduğu gibi, âlem-i berzah dahi dünya ve âhiret arasında bir köprüdür. Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür. Hem bahar dahi kış ile yaz ortasında bir köprüdür. Amma haşirde, köprü bir değildir, belki onda çok azîm ve pek büyük inkılablar mündemic olduğundan; elbette cisri (köprüsü) dahi, en acib ve çok eğri büğrü ve gayet garib bir şey olması lazımdır.<br />
<br />
==79. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kur'anın:<br />
<br />
{{Arabi|اِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ٭ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ ٭ وَ اِلَيْهِ الْمَصِيرُ ٭ وَ اِلَيْهِ اَلْمَاٰبِ}}<br />
<br />
mealindeki âyetleri çokça zikretmesinde -her ne kadar tagî ve asiler için bir tehdidi tazammun ediyorsa da- pek büyük bir müjde ve çok cesim bir teselli mevcuddur. Çünkü şu âyetler, insanlara der: "Dünyadaki mevt ü zeval ve dünyadan firak u fena, ademe açılan birer kapı olmadıkları gibi; fena ve in'idam zulümatına sukut da değillerdir. Belki onlar, Sultan- Ezel ve Ebed'in huzuruna gitmek ve girmek için birer kapıdırlar." İşte şu işaret ise kalbi, mevt ve zevalin pek dehşetli elem-i tasavvurundan kurtarıyor. Çünkü nazar-ı ehl-i dalalette mevt ve zeval; hem onu, hem bütün sevdiklerini gayr-ı mütenahî korkunç ademlerin elleri arasında ve müdhiş firakların pençeleri mabeyninde parçalayıp dağıtmaktadır. İşte küfrün içinde mündemic olan dehşetli cehennem-i maneviyenin te'sirine bak, gör.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
{{Arabi|اَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي}}<br />
<br />
hadîs-i kudsîsinin sırrıyla kâfir, mevt ve eceli öyle zannettiği için, Cenab-ı Hak da onun zannını ona ebedî bir azab şeklinde tasvir etmiştir.<br />
<br />
Sonra gel, Cennet lezaizine bile üstün gelen likaullaha olan iman ve yakînin lezzet derecesine de bak!. Sonra rıza mertebelerini düşün; ve sonra rü'yet-i cemal-i İlahînin derecesine bak, gör ki; ârif, fakat isyankâr bir mü'minin âhiretteki cismanî cehennemi dahi, (bu dünyada) Hâlıkını tanımayan kâfir-i cahilin kalbindeki manevî cehennemine nisbetle bir cennet gibi olduğunu bil!<br />
<br />
Evet faraza âlem-i beka, lika ve vesilelerinin gayr-ı mahsur bürhanları olmasa idi bile, Mahbub-u Ezelî'nin sevgili Habibi'nin pek tazarrukârane olan dua ve niyazları; hem de o Habib-i Edib'in kıldığı o salât-ı kübrada, enbiya ve evliya safları onun arkasında saf bağlayıp dua ve münacatlarına "âmîn, âmîn" demeleri, beka alemi için kâfi bir vesile ve bürhan olurdu. <br />
<br />
Acaba hiç mümkün müdür ki; âlemdeki şu hüsn-ü ebda' ve ecmel ve bu cemal-i faik ve ekmel içinde, şu pek acib çirkinlik ve çok garib noksanlık bulunsun!.. Yani ki; mahlukatın en gizlisinin en hafî hacetlerinin en gizli sesini -o hacetleri lâyık ve münasib vakitlerinde yerine getirmesi delâletiyle- işitsin, fakat ferşten arşa kadar yükselen ve arşı çınlatan en yüksek bir sesi ve en tatlı bir münacatı ve en büyük bir duayı, eşedd-i ihtiyaç içinde yalvaran bir abd-i habibden işitip kabul etmesin. Hâşâ ve kellâ, sümme hâşâ ve kellâ!..Kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü o, hem Semi'dir, hem Basir!..<br />
<br />
Evet, şu muamele ise, (yani Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) tazarru'karâne olan dua ve münacatları) onun şefaat-i kübrasının en geniş mertebelerindendir..Ve Rahmeten lil'âlemîn olmasının kudsî ihatasındandır.<br />
<br />
==80. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben birçok gafillere rastlamaktayım ki; kader mes'elesi üzerinde fazla duruyorlar ve cüz'-ü ihtiyarî ile halk-ı ef'al mes'elesinde derin derin ta'mikat yapıp ileri gidiyorlardı. Halbuki o gafiller, kendi lisan-ı gafletleriyle kaderi re'sen inkâr etmektedirler. Ve eşyanın dizginlerini tesadüfün eline veriyorlar. Ve kendi nefislerini mutlak fâil tevehhüm ediyorlar. Ve Allah'ın malını ve sun'unu ebna-i cinsine ve esbaba taksim ediyorlar.<br />
<br />
Evet vakt-i gaflette, kâfire veya gafile olan nefis, her ne kadar zâhiren her şeyi Allah'a isnad ediyorsa da, lâkin bâtınen her şeyi ondan selbedip inkâr ediyor. Amma mü'mine-i ârife olan nefis ise, her şeyi iman ve iz'an ile isbatlı olarak Allah'a verir.<br />
<br />
Binaenaleyh, ilm-i Kelâmdaki şu iki mes'ele, ârifînden ehl-i sahv ve huzurun tevekkül ve imanının nihaî iki hudududur ve tevhid ve teslimin iki derecesidir. Hem (gurur ile adem-i mes'uliyet mabeynini ayıran) bir berzahtır.<br />
<br />
İşte ey enaniyet içinde firavunlaşan gafiller! Sizler nerede? Ve şu iki mes'elenin sizde tahkik ve tahakkuk etmesi nerede? Amma eğer mahviyet ve ubudiyette terakki edip, cüz'-i ihtiyarîyi nefyetmek derecesine kadar çıkarsan; ve her şeyi doğrudan doğruya kadere vermek makamına terakki edersen; o zaman senin kader ve cüz'-i ihtiyarîden bahsetmen de bir beis olmaz. Çünkü sende o zaman bir nevi sekr vaki' olup; bu iki mes'eleyi ilmî ve tasavvurî değil, belki halî bir mes'ele şeklinde mesail-i imaniyeden bir mes'ele olarak itikad edebilirsin.<br />
<br />
==81. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tevazu, bazan tahdis-i ni'mete münafi olduğu gibi, tahdis-i ni'met dahi bazan kibir ve gurura incirar edebilir. Öyle ise, bu mes'elede çok dikkat ve im'an ile beraber, ifrat ve tefritin terki lâzımdır.<br />
<br />
Lakin hadd-i vasat ve istikamet için bir ölçü vardır, o da şudur: Her bir ni'metin iki yüzü vardır; Bir yüzü in'am edilene bakar ki, onu zinetlendirir ve bir imtiyaz verir. O da onunla lezzetlenip iftihar eder. Fakat bazan bu iftihardan sarhoşluğa düşerek, malik-i hakikîyi unutup temellük davasına sapar. Ve zanneder ki; o kemal ve o zinet onun hakikî ve zatî mülküdür. Gitgide hiçbir hakkı olmadığı halde, tekebbür ve gurura sukut eder.<br />
<br />
İkinci vechi: Mün'ime nazar eder ki, onun keremini izhar ve rahmetini ilan eder. Ve onun in'amı üzerinde bağırarak Mün'imi yâdeder ve onun esma-i hüsnasına şehadet eder ve hakeza in'amındaki cilve-i esmasının ayatını tilavet eyler.<br />
<br />
İşte tevazu, ancak birinci veche baktığı zaman hakikî tevazu olabilir. Yoksa bir küfran-ı nimeti tazammun etmiş olur. Tahdis-i ni'met ise, ancak ikinci veche nazar ettiği vakit, güzel ve memduh bir şükr-ü manevî olur. Yoksa bir temeddüh ve gururu saklar.<br />
<br />
Ey Yusuf-u kejî!<ref>Ellibeş sene evvel talebesi Molla Yusuf'a karşıdır. -Müellif-</ref> Sen kardeşin Yusuf-u Keyşî'nin çok kıymettar ve fâhir bir elbisesini giysen, Said sana dese: "Mâşâallah ne kadar güzelleştin." Sen de: "Güzellik libasındır ve dolayısıyla elbiseyi bana giydirenindir. Benim değildir." De! İşte o zaman tahdis-i nimet içinde tam bir mütevazi olursun.<br />
<br />
==82. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Rekabet, gıbta ve hasedin damarı ancak ücret alındığı ve mükâfat tevzi' edildiği veya bunların düşünülmesi zamanında harekete başlar. Fakat hizmet anında ve iş vaktinde ise aslâ... Hattâ belki zaifler, kavileri sevmeye, âdiler âlîlere meyletmeye başlarlar. Hem onların kendilerinden olan üstünlüklerini tahsin ederler. Ve hizmette kendisinden olan ziyadeliğini, faziletini severler. Çünkü hizmet yükü ve iş külfeti kendi üzerinden hafifleşiyor.<br />
<br />
Evet mademki dâr-ı dünya, umûr-u diniye ve a'mal-i uhreviye için yalnız hizmet ve amel yeridir. Elbette bu gibi işlere rekabet ve hasedin müdahale etmemesi lâzımdır. Eğer bunlara da rekabet müdahale etse, o zaman ihlassızlığını izhar etmiş olur. Ve elbette bu gibi uhrevî amellerde rekabet yapan adam, dünyevî mükâfatı da düşünüyor demektir ki, o da insanların takdir ve istihsanıdır. Halbuki o miskin bilmiyor ki, bu gibi dünyevî mükâfatları mülahaza ile amelini bir derece ihlassızlıkla ibtal ediyor. Çünkü amele mukabil, sevab ve hasenenin i'tasında nâsı, Rabb-i Nâs ile teşrik etmektedir. Hem neticede istiskale maruz kalıp, aks-ül amel ile insanları muavenetinden tenfir etmekle kuvvetini de zayıflaştırıyor.<br />
<br />
==83. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Kerametin manası, istidracın manasından tamamen ayrı ve başkadır. Çünkü keramet, mu'cize gibi doğrudan doğruya Allah'ın fiilidir. Keramet ile müşerref olan zat ise, kerameti nefsinden değil, Cenab-ı Hak'tan geldiğini düşünür; ve kendisine en hayırlısını seçen bir hami ve rakibi var olduğunu bilmekle, mutmain olup, yakîn ve tevekkülü ziyadeleşir. Hem keramet sahibi zat, bazan Allah'ın izniyle kerametin tafsilatına şuuru erer, bazan da hiç ermez. Daha evlâ ve eslemi de bu ikinci kısmıdır. <br />
<br />
Meselâ: Birisinin kalbindeki bir suali intak-ı bilhak nev'inden cevablandırması; veya yakaza halinde iken, gözüne temessül ettirmesiyle o adamın hidayetine ermesine vesile olur ki; o işde, Cenab-ı Hakk'ın kendi kulları için ne yaptığını bilmez. Amma istidrac ise, adam gaflet içerisinde iken, bazı eşya-yı gâibenin suretleri ona münkeşif olmasıdır. Yahut da insanlara garib gelen bazı şeyleri yapmasıdır. O ise bunları kendi nefsine ve iktidarına isnad ederek bu'du, enaniyeti ve gururu daha çok kabarır. Git gide Karun gibi,<br />
<br />
[[Kasas 78|{{Arabi|اِنَّمَا اُوتِيتُهُ عَلٰي عِلْمٍ}}]]<br />
<br />
diyecek kadar ileri gider.<br />
<br />
Bu mes'elede, safa-yı nefs ve ziya-yı kalbimle bana inkişaf eden şudur ki: Velayetin tabaka-i vustasında, ehl-i keramet ile ehl-i istidrac arasında iltibas yoktur ve olamaz. Amma fena-yı etemme mazhar velayetin tabaka-i ulyasından olan ehl-i velayet ise; Allah'ın izniyle, onlara münkeşif olan eşya-yı gaybiyeyi Allah namına işleyen havas ve duygularıyla görürler.<ref>{{Arabi|كُنْتُ سَمْعَهُ وَ بَصَرَهُ الخ}} Hadîs-i kudsînin sırrı buna işaret eder. -Müellif-</ref><br />
<br />
Demek ki fark, pek zâhirdir. Zira bu zatların zâhire tereşşuh eden bâtınlarının nuraniyeti; riyakârların ve kendi enaniyetine çağırıcıların karanlıklı vaziyetleri ile mültebis olmaktan çok yüksektirler.<br />
<br />
==84. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey aziz bil ki!<br />
<br />
[[İsra 44|{{Arabi|وَ اِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ}}]]<br />
<br />
sırrıyla, her şeyde olan tesbih ve ibadet gayr-ı mahdud vecihlerledir.<ref>Yirmidördüncü Söz'ün Dördüncü Dalı'nda var. -Müellif-</ref> Fakat her şeyin kendi tesbihat ve ibadetlerinin umum vecihlerine her zaman şuuru ermesi lâzım değildir. Zira her zaman huzurun huzuru lazım gelmez.<br />
<br />
Bunun meseli: Büyük bir gemide çalışan cahil bir işçi adam gibidir ki, gemi sahibinin verdiği ücret mukabilinde, bazı vakitte elektriğin bazı düğmelerine parmağıyla dokunmak vazifesiyle muvazzaftır. Fakat o ücretli ami adam, yaptığı işe ne gibi kıymetli gayeler terettüb ettiğini bilmiyor. Yalnız bildiği şey, kendisine verilen ücret ile mükâfat lezzetidir. Hattâ bazan o işçi, bu işin buraya konmasının gayesi yalnız şu cüz'î lezzettir diye tevehhüm eder.<br />
<br />
Tıpkı hayvanın, izdivacdaki gayelerden haberi olmayıp, yalnız kaza-yı şehvet lezzetini bilmesi gibi.. Fakat hayvanın bu cehli, neslin husulüne zarar ve mani' değildir. Halbuki husul-ü nesil gayesi ise, onun malikinin matlub gayatındandır.<br />
<br />
Hem meselâ; karınca, yeryüzünü küçücük hayvanatın cenazelerinden temizleyip tanzif eder. Halbuki karınca, bu gayeleri bilmez. Belki ancak bildiği şey, yalnız hırsının tatminidir. Veyahut nasıl ki örümcek, havada seyeran eden hevam ve böceklere karşı müsabaka için feza yüzünü ve nebatat ve taşların başlarını -güneşin ziyasıyla parıldayan- kendi ipekli iplikleriyle süslüyor. Fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Ancak kendi ağını dokumak ve üstünden gelip gitmek için onunla uçtuğu ipliğini uzatmayı bilir. Hem meselâ saat, senin günlük ömründen ne kadar geçtiğini sana bildirir, fakat kendisi ne yaptığını bilmez. Belki ancak bildiği şey, içindeki çarklarının sıkışmasındaki zevalin elemini... Hem nasıl ki bal arısı, hâs lezzeti içinde mündemic olan vahyin halavetiyle yaptığını yapar, fakat ne için yaptığını bilmez. Hem meselâ nebatî olsun, hayvanî olsun, insanî olsun, mutlak olarak bütün validelerin ettikleri hizmetler, ancak lezzet-i şefkat içindir. Fakat onların matlub gayelere olan cehaletleri; beyt-i kâinatı zinetlendiren o gayelerin husulünü ihlal etmiyor. Belki âdeta o şefkat, bu matlub gayelere birer çekirdek ve birer mistardır.<br />
<br />
Hem âbid olan müsebbihlerin yalnız kendi amellerinin keyfiyetine (yani nasıl yapıldığına) olan ilimleri de kâfidir. Nasıl ki Cenab-ı Hak Teâlâ Azze ve celle ferman etmiş<br />
<br />
[[Nur 41|{{Arabi|كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَ تَسْبِيحَهُ}}]]<br />
<br />
Yani: Her şey kendi namaz ve tesbihatının keyfiyeti ne olduğunu muhakkak bilmektedir. Yoksa her şey, kendi amellerinin böyle mahsus bir tesbih olduğunu bilmesi ve muayyen bir ibadetin vasfına şuuru ermesi lâzım değildir. Hattâ mütefekkir olan sair ihvanlarının, amellerindeki letaif-i ibadât ve garaib-i tesbihata olan şuurları da yeter. Hattâ belki yalnız Mabud-u Mutlak'ın bilmesi dahi kâfidir. Çünki bunlar teklif ile imtihana tâbi' olmadıklarından, yaptıkları amellerinde onlara niyet lâzım gelmez. Öyle ise bunlar, kendi amellerinin ne vasıfta olduğuna şuuren bilmeleri lâzım değildir. Bununla beraber; aslında o masnuatın her birisi, vücudlarıyla birer kelimat-ı tesbihiye olup meânilerini ifade ederler. Sonra da o kelimeler, kendi zâtları gibi lisanlarıyla da tesbihat yapan kelimata dönüşmüştür. Hem o kelimelerde dahi başka başka tesbihhan kelimat vardır.. Ve bunların içinde dahi küçük küçük müsebbihler vardır. Bunların içinde de daha küçük küçük tesbih edenler vardır ve hâkeza, Cenab-ı Sübbuh-u Kuddüs'ün dilediği mertebeye kadar... (C.C. ve lâ ilahe illa hu)<br />
<br />
==85. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey insan! Sana gönderilip, baştan ayağa dek seni zinetlendiren çeşitli nimetler, mehasinler ve letaifler ise; birbirinden ayrı, mütenevvi' hicabların ortasından bir mizan-ı mahsus ile geçer, gelirler. Ve birbirine mütehalif çeşitli letaiften (lifler) bir nizam-ı muayyen ile soyunup çıkarlar. Ve birbirine zıd, ayrı ayrı taifelerin ardından şaşmaz bir intizam ile sana teveccüh edip gelirler. Feteemmel!..<br />
<br />
==86. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefiste gayet latif, ince bir şey, bir emir vardır ki; ince kağıttan bir dirhem gibi iken, âdeta ebedî âlemlere bir mirsaddır zanneder. Çünkü onunla temas eden her şeye bir hükm-ü ebediyet verip onu ebedî bir şey tevehhüm eder..<br />
<br />
İşte eğer heva ve heves bu âleti kendi namına istimal ederse, o zaman âhiret ve cennetin taşlarını ve esasatını dünyaya çeken bir âlet olur ki, âhiret kasrını dünya üstünde bina eder; ve âhiretin meyvelerini daha kemalini bulmadan fani dünyada yemeğe başlar.<br />
<br />
==87. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis çok acib bir şeydir ki; sayısız âletlerin ve nihayetsiz mizanların bir mahzenidir. Eğer tezekki ederse, bütün bu âletler, mizanlar, esma-i hüsnanın nihayetsiz hazinelerinin cilvelerini derketmeye vasıta olurlar. Yoksa eğer nefis, isyan ve tuğyan ederse; o kıymettar, âlî âletlerin ve çok nazik ve gâlî mizanların mahzeni olmasına bedel, yılanlar, akrepler ve haşaratın bir mağarası hükmüne geçer.<br />
<br />
Binaenaleyh, nefsin birinci şekil ki vaziyeti kesbetmesi için, evla ve ekmeli, -Allahu a'lem- onun fenası değil bekasıdır.<br />
<br />
Evet, sahabelerin sülûk ettikleri tarzda, nefsin tezkiye ile baki kalması; Evliyanın ekserisinin sülûk ettikleri olan, bütün bütün ölümü ile neticelenmesinden daha çok sırr-ı hikmete muvafık geliyor. Evet nefsin cürsûmesinde şedid bir açlık, azîm bir ihtiyaç, acib bir zevk vardır. Eğer bu seciyelerinin mecraları hikmet-i hilkatına uygun tarzda tahavvül ederlerse, o zaman meselâ ondaki mezmum hırs, doymak bilmeyen bir iştiyaka inkılab eder.. ve onun meş'um gururu, bütün enva-i şirkten necatına bir vesile olur.. Ve ondaki kendi nefsine ve zatına olan şedid muhabbet; Rabbine karşı zatî ve fıtrî bir muhabbete tahavvül eder. Ve hakeza, tâ bütün seyyiatı hasenatlara inkılab edinceye kadar gider.<br />
<br />
==88. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! İnsan-ı mü'minin kıymeti, nasıl ki kendisindeki san'at-ı âliye ve sıbga-i galiye ve nukuş-u celevat-ı esma-i İlahiyenin kıymetleri itibariyledir. Ve insan-ı kâfirin kıymeti ise, hiçliğe doğru sukut eden ondaki madde-i faniyesinin kıymeti nisbetinde oluyor.<br />
<br />
Öyle de: şu âlemin kıymeti dahi, Kur'anın talim ettiği tarzda, eğer mana-yı harfî ve Cenab-ı Hak hesabına ona nazar edilirse, nihayet derecede yükselir. Amma eğer hikmet-i felsefiyenin talim ettiği şekilde, âleme mana-yı ismîyle ve kendi zatları namına ve esbab hesabına bakılırsa; o zaman onun kıymeti camid ve mütegayyir bir madde derekesine sukut eder.<br />
<br />
Binaenaleyh, Kur'an'dan müstefad olan kâinata ait ilimler, felsefe fünûn'undan istifade edilen ilimlerden hadsiz derece daha âlî ve daha gâlîdir denilebilir. <br />
<br />
Evet, meselâ Kur'an<br />
<br />
[[Nuh 16|{{Arabi|وَجَعَلَ الشَّمْسَ سِرَاجًا}}]]<br />
<br />
der. Yani: Cenab-ı Kadir-i Zülcelal, güneşi bir lâmba yapmış. İşte bak Kur'an, nasıl bu hüküm ile senin fehmine cilve-i esmanın silsilesine karşı bir pencere açıyor. Yani, o hükmün manası şöyle oluyor ki: "Ey insan! Güneş bu azametiyle beraber size müsahhar olmuş; ve dünya hanenize bir nur, bir lâmba olmuş; Hem sizi rızıklandıranın emriyle yemeklerinizi pişiren bir aşçı olmuştur. Şu halde, sizin azîm-ül kadr öyle bir Malik-i Rahiminiz vardır ki; şu azîm güneşler, ancak onun birer lâmbasıdırlar ki, onun pek çok baki menzilleri arasında, burada kendi misafirlerine muvakkat bir han suretinde hazırladığı şu dünyada, bu koca güneşe bir sirac ve mumdarlık vazifesini gördürüyor." Ve hakeza kıyas et!..<br />
<br />
Amma hikmet-i felsefiye ise, güneş hakkında bakınız diyor ki: "Güneş bir kitle-i azîme-i mayia-yı nâriye olup, kendi kendine hareket etmektedir. Ondan sıçrayıp fırlamış olan arzımız ve diğer seyyareler güneşin manzumesi olup, bir cazibe ile onunla bağlanarak kendi medarlarında cereyan etmektedirler." Şimdi iyi bak! Felsefenin sana vermiş olduğu bu bilgi, sağır bir dehşet ve korkunç bir azamet ve kör bir hikmetten gelen bir hayretten başka ilmî bir kemal veriyor mu? Hâyır!..<br />
<br />
==89. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Senin, Hak Sübhanehu ve Teala'dan bir hak taleb etmeye hakkın yoktur. Belki senin üzerine her zaman haktır ki, daima ona şükür ve hamdedesin. Zira [[Teğabun 1|{{Arabi|لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ}}]] Yani: Mülk umumen onun olduğu gibi, hamd dahi yalnız ona mahsustur.<br />
<br />
Ya Allah, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Kerim! Benim şu kitabımı, mevtimden sonra şu gelecek şehadetlerin tekrarında tâ kıyamete kadar bedelime bir vekil yap!<br />
<br />
{{Arabi|اَللّٰهُمَّ يَا رَبَّ مُحَمَّدٍۨ الْمُخْتَارِ يَا رَبَّ الْجَنَّةِ وَالنَّارِ يَا رَبَّ النَّبِيِّينَ وَالْاَخْيَارِ يَا رَبَّ الصِّدِّيقِينَ وَالْاَبْرَارِ يَارَبَّ الصِّغَارِ وَالْكِبَارِ يَا رَبَّ الْحُبُوبِ وَالْاَثْمَارِ يَا رَبَّ الْاَنْوَارِ وَالْاَزْهَارِ يَا رَبَّ الْاَنْهَارِ وَالْاَشْجَارِ يَارَبَّ اْلاِعْلَانِ وَاْلاِسْرَارِ يَا رَبَّ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ نُشْهِدُكَ وَنُشْهِدُ حَمَلَةَ عَرْشِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَلٰئِكَتِكَ وَنُشْهِدُ جَمِيعَ مَخْلُوقَاتِكَ بِشَهَادَاةِ اَنْبِيَاءِكَ وَبِشَهَادَاةِ جَمِيعِ مَصْنُوعَاتِكَ وَبِشَهَادَاةِ حَبِيبِكَ الْاَكْرَمِ عَلَيْهِ اَفْضَلُ صَلَوَاتِكَ الْمُتَضَمِّنَةِ شَهَادَتُهُ لِجَمِيعِ تِلْكَ الشَّهَادَاةِ وَبِشَهَادَاةِ قُرْآنِكَ و بِاَنَّا كُلَّنَا نَشْهَدُ بِاَنَّكَ اَنْتَ اللّٰهُ الْوَاجِبُ الْوُجُودِ الْوَاحِدُ الْاَحَدُ الْفَرْدُ الصَّمَدُ الْحَقُّ غالْمُبِينُ الْحَيُّ الْقَيُّومُ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ الْقَدِيرُ الْمُرِيدُ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ الْمُتَكَلِّمُ لَكَ الْاَسْمَاءُ الْحُسْنَي وَنَشْهَدُ اَنْ لَا اِلٰهَ اِلَّا اَنْتَ وَحْدَكَ لَا شَرِيكَ لَكَ لَكَ الْمُلْكُ وَلَكَ الْحَمْدُ وَنَسْتَغْفِرُكَ وَنَتُوبُ اِلَيْكَ وَ كَذَا نَشْهَدُ بِاَنَّ مُحَمَّدًاعَبْدُكَ وَنَبِيُّكَ وَحَبِيبُكَ وَرَسُولُكَ اَرْسَلْتَهُ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ فَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَيْهِ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ آمِينَ}}<br />
<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)|Zerre]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:14. Reşha (Mesnevi Badıllı)|14. Reşha]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risalelerde_Ge%C3%A7en_ve_K%C3%B6keni_Arap%C3%A7a_ve_Fars%C3%A7a_D%C4%B1%C5%9F%C4%B1_Diller_Olan_Kelimeler&diff=41451Risalelerde Geçen ve Kökeni Arapça ve Farsça Dışı Diller Olan Kelimeler2024-03-17T15:01:26Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Dil ve Edebiyat]]<br />
Toplam 189 adet (İkisi bkz. kelimesi)<br />
<br />
(Liste Türkçe kökenli kelimeleri içermez)<br />
{| class="wikitable"<br />
|+Risalelerde Geçen ve Kökeni Arapça ve Farsça Dışındaki Diller Olan Kelimeler (Alfabetik Sırada)<br />
!Kelime<br />
!Dil Kökeni<br />
!Örnek Cümle<br />
|-<br />
|Abluka<br />
|İtalyanca<br />
|Ve vahşetle ''abluka'' edilmiş sükûn ve sükûnet içinde bütün mahlukata ecnebi nazarıyla bakıyor. (İşarat-ül İ'caz)<br />
|-<br />
|Aktris<br />
|Fransızca<br />
|Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir ''aktrisi'' kàrie ihtar eder. (Sözler)<br />
|-<br />
|Anahtar<br />
|Yunanca<br />
|Sonra o mütefekkir yolcu her sahifeyi okudukça saadet ''anahtarı'' olan imanı kuvvetlenip ve manevî terakkiyatın miftahı olan marifeti ziyadeleşip ve bütün kemalâtın esası ve madeni olan iman-ı billah hakikatı bir derece daha inkişaf edip... (7. Şua)<br />
|-<br />
|Anarşi, Anarşist<br />
|Fransızca<br />
|Komünistliğin, ''anarşistliğin'', masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur'a hizmet etmek ve rıza-yı İlahîyi tahsil için onu isteyene vermektir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Anglikan<br />
|İngilizce<br />
|...o devletin en büyük daire-i diniyesi olan ''Anglikan'' Kilisesi'nin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Ansiklopedi<br />
|Fransızca<br />
|"Kur'anın ahlâkî ve medenî kaideleri ihtiva eden âyetleri, İslâmiyet'in muhteşem bünyanında altın bir kordon gibi işlenmiştir." (İngilizce Cembres ''Ansiklopedisi'') (Nur Çeşmesi)<br />
|-<br />
|Antika<br />
|Fransızca<br />
|...mu'ciznüma bir padişahın ''antika'' san'atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. (Sözler)<br />
|-<br />
|Apartman<br />
|Fransızca<br />
|...bu kâinatı bir muntazam şehir, bir mükemmel ''apartman'' ve misafirhane, bir mu'cizatlı kitab ve Kur'an hükmüne getirip...<br />
(Şualar)<br />
|-<br />
|Asansör<br />
|Fransızca<br />
|Yukarıdan inmiş aynı ''asansörler'' gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zenbil gibi şeyler görünüyor. (Sözler)<br />
|-<br />
|Ataşemiliter<br />
|Fransızca<br />
|(Bedîüzzaman'ın, Rusya esaretinden firar edip Almanya yolu ile Sofya'ya geldiği zaman, Sofya ''Ateşemiliterliği'' tarafından verilen pasaportudur.) (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Atom<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|Zâten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hücumda tecavüz eden dalalet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu suretle ''atom'' bombası gibi inşâallah tesirini göstermeğe bir işarettir. (Şualar)<br />
|-<br />
|Avukat<br />
|İtalyanca<br />
|Demek, ''avukat'' tutmak isteyen onu elde etse yeter. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Avzen<br />
|Kürtçe<br />
|Bir fenni esas tutup sair malûmatını ''avzen'' {Haşiye: Kürdçedir.} ve zenav gibi yapmaktır. (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Azot<br />
|Fransızca<br />
|Yani müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuza, karbon, ''azotun'' intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Balon<br />
|Fransızca<br />
|Biz birdenbire şimendifer ve ''balon'' gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Banka<br />
|Fransızca/İtalyanca<br />
|"Kavga kapısını kapamak için ''banka'' kapısını kapayınız" diyerek insanlara ferman eder. (Sözler)<br />
|-<br />
|Barometre<br />
|Fransızca<br />
|Mizan tarz-ı nazardır, bakmak ''barometredir'' (Sözler)<br />
|-<br />
|Batarya<br />
|Fransızca<br />
|Risale-i Nur âhize ve nâkile ile mücehhez bir radyo-yu Kur'aniyedir ki; onun tel ve lâmbaları, âyine; tel ve ''bataryaları'' hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve îcazdarane bastedilmiştir ki;... (Emirdağ-1) <br />
|-<br />
|Bilanço<br />
|İtalyanca<br />
|Elbette o envaın muntazam ve mükemmel fertleri ve âlemin küçük misal-i musağğarları ve enva-ı kâinatın ''bilançoları'' ve kitab-ı âlemin küçücük fihristeleri hükmünde olan cüz'î fertleri, bilbedahe onun kabza-i rububiyetinde ve icadındadır ve tedvir ve terbiyesindedir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Bilet<br />
|İtalyanca<br />
|Sana müjde! Milyonlar altın ''bileti'' sana çıkmış, gel al. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Bolşevik<br />
|Rusça<br />
|Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda ''Bolşevik'' baykuşlarının seslerini işitiyoruz. (Şualar)<br />
|-<br />
|Bomba<br />
|İtalyanca<br />
|Zâten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hücumda tecavüz eden dalalet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu suretle atom ''bombası'' gibi inşâallah tesirini göstermeğe bir işarettir. (Şualar)<br />
|-<br />
|Boykot, Boykotaj<br />
|İngilizce<br />
|Siz, Avusturya'ya güya ''boykot'' yapıyorsunuz, hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Bulağ<br />
|Kürtçe<br />
|Bir ''bulâğ'' {(*) Bulağ, Kürdçede "pınar" demektir. -Naşir-} başı çok zaman taaffün ve tesemmüm etmiş, içine çok pislik düşmüş. (Asar-ı Bediiyye)<br />
|-<br />
|Burjuva<br />
|Fransızca<br />
|Bu hal ise, -şimdiki tabir ile- ''burjuvaların'' müstebidane tahakkümleri içinde hoş görünebilir. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Çar<br />
|Rusça<br />
|Evet tanıdım. Nikola Nikolaviç, ''Çar'''ın dayısıdır. Kafkas cephesi başkumandanıdır. (Şualar)<br />
|-<br />
|Çeleçepe<br />
|Kürtçe<br />
|Hem de garazın mesîlinde ve kasdın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, ''çeleçepe'' {1: Bu kelime Kürdçedir.} temayül etmemektir. (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Çinko<br />
|İtalyanca<br />
|Bir su destisi ve bir kupa, küçük bir gaz ocağı ve bir ''çinko'' çanak, sade basit bir yatak. (Konferans)<br />
|-<br />
|Çiznök<br />
|Kürtçe<br />
|Herbir hayalde bu ''çiznök'' gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır... (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Dans<br />
|Fransızca<br />
|İşte ''dans'' ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. (Şualar)<br />
|-<br />
|Demokrasi, Demokrat<br />
|Fransızca<br />
|...işimizi, gücümüzü ayaklar altında bırakmak ve bîçare evlâd ü iyalimizi perişan edip ağlatmak hangi ''demokrasi'' kanunlarıyla, hangi yeminli ve yüminli âdil hâkimlerin vicdanî ve âdilane kararlarıyla kabil-i te'liftir? (Şualar)<br />
|-<br />
|Depo<br />
|Fransızca<br />
|Hem mesela, nasılki gayet mükemmel binbir çeşit erzak etrafından celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş ''depo'' ve iaşe anbarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Diritnot<br />
|İngilizce<br />
|Hem "intizam" sırrıyla, bir çocuk parmağıyla gemi suretindeki oyuncağını çevirdiği gibi, kocaman bir ''diritnotu'' da çevirir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Doktor<br />
|Fransızca<br />
|...birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir ''doktor'' geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Düello<br />
|İtalyanca<br />
|Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada ''düello'' gibi çok şiddetli vasıtalarla açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Efendi<br />
|Yunanca<br />
|...herkes mensub olduğu ''efendisinin'' şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Elektrik<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|Bir hârika şehirde milyonlar ''elektrik'' lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Emperyal<br />
|Fransızca<br />
|Hem, masum müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar ''emperyalistleri'', müstemlekecileri... (Sözler)<br />
|-<br />
|Enerji<br />
|Fransızca<br />
|Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf raporunda: "Evet, Said Nursî'de bir ''enerji'' vardır, fakat bu enerjisini, tarîkat veya bir cem'iyet kurmakta sarfetmemiş, Kur'an hakikatlarını beyan ve dine hizmete sarfettiği kanaatına varılmıştır.". (Sözler)<br />
|-<br />
|Engizisyon<br />
|Fransızca<br />
|''Engizisyon'' zulümlerini çok geride bırakan hâkim bir kuvvetin tazyikatı altında, câni canavarların pek vahşi işkenceleri içinde, (Sırran tenevverat) sırrıyla perde altında Risale-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek... (Sözler)<br />
|-<br />
|Enstitü<br />
|Fransızca<br />
|Ben şahidim ki ben, Kastamonu Gölköy ''Enstitüsünde'' okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti. (Şualar)<br />
|-<br />
|Entrika<br />
|Fransızca<br />
|Sair dünyevî ve siyasî ve ''entrikalı'' cem'iyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz. (Şualar)<br />
|-<br />
|Fabrika<br />
|İtalyanca/Fransızca<br />
|Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve ''fabrikası'', şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Fakülte<br />
|Fransızca<br />
|Teşrin-i sâni 1950'de Ankara Üniversitesi'nde, profesör ve meb'uslarımız ve Pakistan'lı misafirlerimiz ve muhtelif ''fakülte'' talebelerinin huzurunda,... (Sözler)<br />
|-<br />
|Fanteziye<br />
|Fransızca<br />
|Bundan sonra birden gördü ki sol cihetinden şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam; çok ziynetler, süslü suretler, ''fanteziyeler'', müskirler beraber olduğu halde geldi. (Sözler)<br />
|-<br />
|Farmason<br />
|Fransızca<br />
|...komünistlik ve ''farmasonluğu'' desteklemiş olur ve ithamlara hakikî hedef olan muzır dinsizlerin türemesine yardım etmiş olur. (Şualar)<br />
|-<br />
|Fayton (veya Payton)<br />
|Fransızca<br />
|Yedi yaşından on yaşına kadar masum çocuklar, ''faytonla'' gezdiğim vakit, beni görünce koşuşup ellerime sarılmalarının hikmeti nedir? diye hayret ediyordum. (Şualar)<br />
|-<br />
|Fırtına<br />
|Yunanca<br />
|Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık ''fırtınaları'' karşısında çabuk söner. (Sözler)<br />
|-<br />
|Filo<br />
|Venedikçe<br />
|Şimdi ise dünya servetine ve malına ve o servetle ''filolar'' teşkil edip, hattâ kırk milyon bir millet, o fil gibi filolarla dörtyüz milyonu esaret altına almış ve ... (Kastamonu L.)<br />
|-<br />
|Fonoğraf<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|Dağları vecde getirip birer muazzam ''fonoğraf'' misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. (Sözler)<br />
|-<br />
|Forma (Kitap)<br />
|Fransızca (Format kelimesinden)<br />
|Aynen öyle de bu kâinat kitab-ı kebiri ki bir tek sahifesi olan zemin yüzünde ve bir tek ''forması'' olan baharda, üç yüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak... (Sözler)<br />
|-<br />
|Forma (Üniforma)<br />
|Fransızca (Uniforme kelimesinden)<br />
|...her bir bayram gününde resmigeçit için “''Formalarınızı'' takıp nişanlarınızı asınız!” emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü;... (Sözler)<br />
|-<br />
|Fotoğraf<br />
|Fransızca<br />
|...her hâdiseyi müteaddid ''fotoğraflarla'' alarak muhafaza eden... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Francala<br />
|İtalyanca<br />
|Bir sene evvel üç ''francala'', bir ramazan yine kâfi gelmişti. (Barla L.)<br />
|-<br />
|Frengi, Frenk, Frengistan<br />
|Fransızca<br />
|Sen anlaşılıyor ki bir parça ''Frengî'' okumuşsun, bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun hem de bilenden sormuyorsun. (Sözler)<br />
|-<br />
|Garaj<br />
|Fransızca<br />
|Ankara Maarif Dairesi iki milyon zararla hem yine Ankara’da otomobil ''garajı'' binası, aynı vakitte İzmir’de ehemmiyetli fabrika hem aynı vakitte Adana’da büyük bir binanın tamamen yandığını işittiğim vakit,... (Emirdağ-1)<br />
|-<br />
|Garnizon<br />
|Fransızca<br />
|...Sarıkamış taarruzunda, Bitlis'in sukutunda yaralı olduğu halde esir olup senelerce Rus ''garnizonlarında'' çile çekmiş,... (Emirdağ-1)<br />
|-<br />
|Gaz<br />
|Fransızca<br />
|Bir su destisi ve bir kupa, küçük bir ''gaz'' ocağı ve bir çinko çanak, sade basit bir yatak. (Konferans)<br />
|-<br />
|Gazete<br />
|Fransızca<br />
|...size söylememiştim, ona da bakınız, fakat ''gazete'' gibi okumayınız. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Grafik<br />
|Fransızca<br />
|Nur talebelerinin faaliyeti bu sergide harita ve fotoğraflarla ve ''grafikle'' izah edildi. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Granit<br />
|Fransızca<br />
|Evet dağları, taşları, pamuk gibi dağıtacak, demir ve ''granitleri'' yağ gibi eritecek derecede olan bu kuvvet-i Kur'aniye dünyayı nur ve saadete gark edecek. (Sözler)<br />
|-<br />
|Grip<br />
|Fransızca<br />
|Garib ve bana pek çok ağır gelen ve üç günde bir bardak ayran ve bir bardak sütten başka birşey yedirmeyen ''grip'' hastalığının üçüncü gününde, füc'eten hatırıma ihtar edildi. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Halüsinasyon/hallüsinasyon<br />
|Fransızca<br />
|"Sem u basar cihetinde ''hallüsinasyon'' hastalığı ihtimali nazar-ı dikkate alınabilir." demişler. (Şualar)<br />
|-<br />
|Heyula<br />
|Yunanca<br />
|Çünki esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latîf ve eski hükemanın saplandığı ''heyula'' fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Hıristiyan<br />
|Yunanca<br />
|''Hıristiyanlık'' dini ise, kendi hasm-ı galibi, ki medeniyetle fenni, dost ederek, hileli, Kendine mal ederek, o iki silah ile bize galebe çaldı. (Sözler)<br />
|-<br />
|Hidrojen<br />
|Fransızca<br />
|Ve bunlar gibi çok hakîmane işlerde ve bilhâssa zîhayatta çalıştırılan basit ve camid ve şuursuz müvellidülma' ve müvellidülhumuza (''hidrojen''-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküb eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san'atlarda istihdam ediliyor. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Hoto<br />
|Kürtçe<br />
|Ya eyyühel ''hoto''! (Muhakemat)<br />
|-<br />
|İdeal<br />
|Fransızca<br />
|Malûm ya; her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takib ettiği bir gayesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir ''ideali'' vardır. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|İdeoloji<br />
|Fransızca<br />
|...kanun perdesi altında menfî ''ideolojilerine'', şahsî kin ve ihtiraslarına göre hareket etmişler. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|İmparator(luk)<br />
|Latince<br />
|Karasso ki, Osmanlı ''İmparatorluğu'''nu parçalamak için sinsi ve tertibli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilata mensub olup, ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|İspirtizma<br />
|Fransızca<br />
|İşte eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ''ispirtizmacıların'' içlerinde baş göstermiş. (Mektubat)<br />
|-<br />
|İstasyon<br />
|Fransızca<br />
|Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. (Sözler)<br />
|-<br />
|İstatistik<br />
|Fransızca<br />
|Güya kozmoğrafya ilminden ve ''istatistikçi'' fenninden bir kemal alıyorsun. (Sözler)<br />
|-<br />
|Jandarma<br />
|Fransızca<br />
|Bir kadına, bir ''jandarma'' elbisesi giydirilmez. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Jön<br />
|Fransızca<br />
|Jön Türkler şöyledirler, böyledirler. Bizi de zarardîde edecekler. (Münazarat)<br />
|-<br />
|Jurnal<br />
|Fransızca<br />
|Benim aldığım bir habere göre ve çok emarelerle gizli münafıkların yalan ''jurnalleri'' ve desiseleriyle... (Şualar)<br />
|-<br />
|Kamyon<br />
|Fransızca<br />
|''Kamyon'' yokuşları tırmanıyordu. (Kastamonu)<br />
|-<br />
|Kangren<br />
|Fransızca<br />
|Hem mesela, ''kangren'' olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zahiren bir şerdir. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Karakter<br />
|Fransızca<br />
|Bu âyet-i kerime, "Üstad"ın ''karakter'' ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor... (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Karbon<br />
|Fransızca<br />
|Yani müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuza, ''karbon'', azotun intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Katolik<br />
|Fransızca<br />
|Avrupa, ''Katolik'' Mezhebini beğenmeyerek başta ihtilalciler, inkılabcılar ve feylesoflar olarak, Katolik Mezhebine göre ehl-i bid'a ve Mu'tezile telakki edilen Protestanlık Mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilal-i Kebirinden istifade ederek, Katolik Mezhebini kısmen tahrib edip, Protestanlığı ilân ettiler. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Katrilyon<br />
|Fransızca<br />
|...hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını ''katrilyonlar'' belki kentrilyonlar adedince söyleyerek... (Emirdağ-2 L.)<br />
|-<br />
|Kavanoz<br />
|Yunanca<br />
|Nasılki mükemmel bir eczahane ki, her ''kavanozunda'' hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayatdar macunlar ve tiryaklar var. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Kentrilyon<br />
|Fransızca<br />
|...hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki ''kentrilyonlar'' adedince söyleyerek... (Emirdağ-2 L.)<br />
|-<br />
|Kilise<br />
|Yunanca<br />
|...o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan ''Kilise''si'nin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Kimya, Kimyager<br />
|Yunanca<br />
|Şübhesiz gayet maharetli ve ''kimyager'' ve hakîm bir eczacıyı gösterir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Komisyon<br />
|Fransızca<br />
|Binaenaleyh mühim bir maksat için tesis edilen Dârülhikmeti’l-İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir ''komisyon'' derecesinden çıkarıp... (Sünuhat)<br />
|-<br />
|Komite<br />
|Fransızca<br />
|Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cem'iyet ve ''komitelerle'' münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz. (Şualar)<br />
|-<br />
|Komünist<br />
|Fransızca<br />
|''Komünistliğin'', anarşistliğin, masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur'a hizmet etmek ve rıza-yı İlahîyi tahsil için onu isteyene vermektir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Konferans<br />
|Fransızca<br />
|İ'lem ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla ''konferans'' veren muharrir! (Mesnevi-i Nuriye)<br />
|-<br />
|Kongre<br />
|Fransızca<br />
|Nasılki meselâ Amerika'da, bütün milletler umumî bir ''kongreye'' davet edilse, her millet büyük gemisine biner, oraya gider. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Kontrol<br />
|Fransızca<br />
|Güya o nefsin fevkinde onun bütün ahvalini ''kontrol'' eden kimse yoktur. (Mesnevi-i Nuriye)<br />
|-<br />
|Kroki<br />
|Fransızca<br />
|Nazirsiz şuleleriyle asr-ı hazırı ihya ve tenvir ve istikbalin ''krokisini'' bihakkın tanzim ve tahkim eden Nurlar, ile’l-ebed pâyidar olsun. (Barla L.)<br />
|-<br />
|Kozmoğrafya<br />
|Fransızca<br />
|Güya ''kozmoğrafya'' ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun. (Sözler)<br />
|-<br />
|Kulüp<br />
|İngilizce<br />
|Fırkacılık, ''Kulüpleri'' Tevhid-i Kulübe Değil, Tefrik-i Kulûbe Sebeptir (Sözler)<br />
|-<br />
|Kumandan<br />
|Fransızca/Almanca<br />
|...nev'-i insanın güneşleri ve yıldızları ve ''kumandanları'' olan bütün peygamberleri... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Kupa<br />
|Yunanca<br />
|Bir su destisi ve bir ''kupa'', küçük bir gaz ocağı ve bir çinko çanak, sade basit bir yatak. (Konferans)<br />
|-<br />
|Lamba<br />
|Fransızca<br />
|Bir hârika şehirde milyonlar elektrik ''lâmbaları'' hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Laik, Laiklik<br />
|Fransızca<br />
|Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet ''lâik'' cumhuriyete döner. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Lav<br />
|Fransızca<br />
|...o günden beri her sözü bir dilim ''lav'', her fikri bir ateş parçası olmuş. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Lise<br />
|Fransızca<br />
|Karşısındaki ''lise'' mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Loca<br />
|Fransızca<br />
|Şimdi iki dost var. Beraber o ziyafete giderler. Bir ''locada'', bir sofrada oturuyorlar. (Sözler)<br />
|-<br />
|Madalya<br />
|Fransızca<br />
|...gönüllü alay kumandanı olarak mücahede ve irşad için dolaşıp büyük bir harb ''madalyası'' almış... (Emirdağ-1)<br />
|-<br />
|Madam<br />
|Fransızca<br />
|Meselâ birisi Paris'te sefahet âleminde bir âlüfte ''madamın'' kametinde istihsan ettiği bir libası, câmide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve caniyanede bulunur. (Deva-ül Ye's)<br />
|-<br />
|Makine<br />
|İtalyanca<br />
|Havanın ve ''makinenin'' harareti bana ağırlık ve fikrime de "Bu Risale-i Nur muazzam bir mu'cize-i Kur'aniyedir. (Kastamonu)<br />
|-<br />
|Mamo<br />
|Kürtçe<br />
|Aziz ''mamo''! {*: Kürdçe "Amcacığım" demektir.} (Barla L.)<br />
|-<br />
|Mancınık<br />
|Arapça (Eski Yunanca)<br />
|Zira yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan ''mancınıklar'' ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisat-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedaheten anlaşılır. (Sözler)<br />
|-<br />
|Manyetizma<br />
|Fransızca<br />
|Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve ''manyetizmanın'' hâdisatı nev'inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise;... (Mektubat)<br />
|-<br />
|Maske<br />
|Fransızca<br />
|Hususan bu yirmibeş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit ''maskeler'' altında imanın erkânına yapılan sû'-i kasdlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Mason<br />
|Fransızca<br />
|Komünistliğin, anarşistliğin, ''masonluğun'' kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur'a hizmet etmek ve rıza-yı İlahîyi tahsil için onu isteyene vermektir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Medyum<br />
|Latince<br />
|İşte eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de ''medyumlar'' suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Meftihane<br />
|Kürtçe<br />
|Bu kudsî hediyeniz bu şehre girdiği aynı zamanda, daha biz haber almadan, memleketimizde talebeler bir kitaba başladığı zaman, Kürdçe ''meftîhane'' namında bir ziyafet verdiklerine tam bir misal olarak,... (Kastamonu L.)<br />
|-<br />
|Metod<br />
|Fransızca<br />
|...iblisane, sinsi ''metodlar'' takib etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar,... (Sözler)<br />
|-<br />
|Mıknatıs<br />
|Yunanca<br />
|Dedim: "Bu bîçareler kendilerini, bu ''mıknatıs'' gibi cezbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar." (İman ve Küfür Müvazeneleri)<br />
|-<br />
|Mihanikiyet (Mekanik kelimesinden)<br />
|Yunanca/Fransızca<br />
|O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka çarka tecavüz etse, makinenin ''mihanikiyeti'' bozulur. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Mikrop<br />
|Fransızca<br />
|...''mikroptan'' gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Mister<br />
|İngilizce<br />
|''Mister'' John Davenport, "Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ve Kur'an-ı Kerim" unvanlı eserinde Kur'an-ı Kerim'den bahsederken, şu sözleri söylüyor:... (İşarat-ül İ'caz)<br />
|-<br />
|Mitralyöz<br />
|Fransızca<br />
|En son silah, ''mitralyöz'' gibi Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz. (Kastamonu L.)<br />
|-<br />
|Moda<br />
|Fransızca<br />
|Olsa olsa o zamanın ilcaatının ''modasına'' göre bir libas giydireceğim. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Mojik<br />
|Rusça<br />
|Rus ''mojikleri'' buna şahittir. (Asar-ı Bediiyye)<br />
|-<br />
|Mösyö (veya Monsieur)<br />
|Fransızca<br />
|Şayet ''Monsieur'' Renaud (''Mösyö'' Reno), İslâm âlemiyle temas etmek fırsatını elde edecek olursa münevver ve terbiyeli Müslümanların, Kur’an’a karşı en yüksek hürmeti perverde ettiklerini ve onun evamir-i ahlâkiyesine fevkalâde riayetkâr olduklarını ve bunun haricine çıkmamaya gayret ettiklerini görürdü. (Nur Çeşmesi)<br />
|-<br />
|Nahü<br />
|Kürtçe<br />
|İşte başlıyorum: "''Nahu''"... {Haşiye: Kürdçedir.} (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Objektif<br />
|Fransızca<br />
|Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur'anın hakikatlarını rasyonel ve ''objektif'' bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Oksijen<br />
|Fransızca<br />
|Ve bunlar gibi çok hakîmane işlerde ve bilhâssa zîhayatta çalıştırılan basit ve camid ve şuursuz müvellidülma' ve müvellidülhumuza (hidrojen-''oksijen'') gibi iki basit maddeden terekküb eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san'atlarda istihdam ediliyor. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Orijinal<br />
|Fransızca<br />
|Risale-i Nur'da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz; nazirsiz, cazib ve ''orijinal'' bir üslûb vardır. (Sözler)<br />
|-<br />
|Otomobil<br />
|Fransızca<br />
|Yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı ''otomobil'', bazı zenbil gibi şeyler görünüyor. (Sözler)<br />
|-<br />
|Örnek (Örneğin geçmiyor)<br />
|Ermenice<br />
|Cenab-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerin ''örneklerini'' dercetmiştir. (Mesnevi-i Nuriye)<br />
|-<br />
|Palto<br />
|Fransızca<br />
|Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir abâ, bir ''palto'' ve kelbine de bir kemik verirse “Padişah iyi yapmadı.” diye kimse itiraz edemez. (İşaratül İcaz)<br />
|-<br />
|Papa<br />
|Fransızca<br />
|...dinsizliğe karşı umumî cihadında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma'daki ''Papa'' dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürname yazmıştır. (Sözler)<br />
|-<br />
|Papağan<br />
|İtalyanca<br />
|Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, ''papağanları'' konuşturmaya bedel;... (Sözler)<br />
|-<br />
|Papaz<br />
|Yunanca<br />
|...o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin ''başpapazı'' tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Paravan(a)<br />
|Fransızca<br />
|Kur'an ve imanın hunhar ve müstebid zalim düşmanları; Kur'an ve İslâmiyet'i ve dini Risale-i Nur'la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bedîüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikatı beyan ve ilân etmekte sükût edelim, susalım veya "Biraz susun" gibi birşeyle, ''paravanalar'', perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Aslâ. (Sözler)<br />
|-<br />
|Parazit<br />
|Fransızca<br />
|Hem, masum müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, ''parazit'', tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri... (Sözler)<br />
|-<br />
|Parti<br />
|Fransızca<br />
|Meselâ: Halk ''Partisi'', Nur talebelerine verdikleri azab ve sıkıntı ve ihanetlerden, kendileri dünyada daha ziyade cezasını çektiler, aynını gördüler. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Pasaport<br />
|İtalyanca<br />
|(Bedîüzzaman'ın, Rusya esaretinden firar edip Almanya yolu ile Sofya'ya geldiği zaman, Sofya Ateşemiliterliği tarafından verilen ''pasaportudur''.) (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Paydos<br />
|Yunanca (Kesin değildir)<br />
|Ve mütemadiyen hikmetle yazar ve ''paydos'' ile bozar tahtasına ve mahv ve ispat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir. (Şualar)<br />
|-<br />
|Payton (bkz. Fayton)<br />
|<br />
|<br />
|-<br />
|Pedagog<br />
|Fransızca<br />
|Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur'anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir ''pedagogdur'' (terbiyeci), hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Piyango<br />
|İtalyanca<br />
|Bir kısmı da darağaçlarını basamak yapıp o duvarın arkasındaki ''piyango'' dairesine girdiklerini... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Plak<br />
|Fransızca<br />
|Belki herbiri; manevî, Rabbanî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer ''plağı'' hükmünde olan masnuların üstünde dönen... (Sözler)<br />
|-<br />
|Plan<br />
|Fransızca<br />
|Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir ''plân'' çevirmiş. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Polis<br />
|Fransızca<br />
|"Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar" diye ''polislere'' şekva ediyorlar. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Posta<br />
|İtalyanca<br />
|Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub ''postacılığı'' yapmak, papağanları konuşturmaya bedel;... (Sözler)<br />
|-<br />
|Pozitif, Pozitivizm<br />
|Fransızca<br />
|Yirminci asır ''pozitif'' fikirlerin hükümran olduğu bir zamandır. (Şualar)<br />
|-<br />
|Prens<br />
|Fransızca<br />
|''PRENS'' BİSMARCK (BİSMARK)'IN BEYANATI (İşarat-ül İ'caz)<br />
|-<br />
|Prensip<br />
|Fransızca<br />
|''Prensiplerimize'' muhalif ve burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümleri altında adalet-i mahzayı kabul etmek ağır geliyor. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Profesör<br />
|Fransızca<br />
|Hattâ düşman bir hükûmetin bir ''profesörü'' bu memlekete gelse, ehl-i maarif, onun ilim ve marifetine hürmeten onu ziyaret ederler ve ona hürmet ederler. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Program<br />
|Fransızca<br />
|Evet güzel bir çiçeğin dakik ''programını'', küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a'malini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazatını küçücük bir çekirdekte manevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Propaganda<br />
|Fransızca<br />
|İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan ''propagandalarına'' ve taarruzlarına devam ederken,... (Sözler)<br />
|-<br />
|Protestan(lık)<br />
|Fransızca<br />
|Avrupa, Katolik Mezhebini beğenmeyerek başta ihtilalciler, inkılabcılar ve feylesoflar olarak, Katolik Mezhebine göre ehl-i bid'a ve Mu'tezile telakki edilen ''Protestanlık'' Mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilal-i Kebirinden istifade ederek, Katolik Mezhebini kısmen tahrib edip, Protestanlığı ilân ettiler. (Mektubat) / Nasraniyet intıfa, ya ıstıfa bulacak. İslâm'a karşı teslim, terk-i silâh edecek. Mükerreren yırtıldı, ''purutluğa'' tâ geldi. (Sözler)<br />
|-<br />
|Psikolog, Psikoloji<br />
|Fransızca<br />
|Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur'anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir ''psikolog'' (ruhiyatçı) ve bir pedagogdur (terbiyeci), hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Purutluk (bkz. Protestan)<br />
|<br />
|<br />
|-<br />
|Radyo<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|Risale-i Nur âhize ve nâkile ile mücehhez bir ''radyo''-yu Kur'aniyedir ki; onun tel ve lâmbaları, âyine; tel ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve îcazdarane bastedilmiştir ki;... (Emirdağ-1)<br />
|-<br />
|Radyum<br />
|Latince<br />
|''Radyumvari'' o madde-i Kur'anî ışığıyla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! (Sözler)<br />
|-<br />
|Rapor<br />
|Fransızca<br />
|Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf ''raporunda'': "Evet, Said Nursî'de bir enerji vardır, fakat bu enerjisini, tarîkat veya bir cem'iyet kurmakta sarfetmemiş, Kur'an hakikatlarını beyan ve dine hizmete sarfettiği kanaatına varılmıştır.". (Sözler)<br />
|-<br />
|Rasyonel, Rasyonalizm<br />
|Fransızca<br />
|Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur'anın hakikatlarını ''rasyonel'' ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Rejim<br />
|Fransızca<br />
|Hazret-i Mehdi’nin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı ''rejim''-i bid’akâranesini tamir edecek, sünnet-i seniyeyi ihya edecek; (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Rol<br />
|Fransızca<br />
|Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin ''rolü'' ehemmiyetlidir. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Roman<br />
|Fransızca<br />
|O da tiyatrocu, sinemacı, ''romancı'' medeniyetin edebiyatının şe'nidir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Rovelver<br />
|İngilizce<br />
|Değil elimize bıçak, belki mavzer ve ''rovelver'' de verilse, hem emir de verilse, biz bu bîçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. (Sözler)<br />
|-<br />
|Sako<br />
|Fransızca<br />
|Şu üstümdeki ''sakoyu'', yedi sene evvel, eski olarak almıştım. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Salon<br />
|Fransızca<br />
|Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da dünyasını, cennetin intizar ''salonu'' hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder. (Sözler)<br />
|-<br />
|Santral<br />
|Fransızca<br />
|...küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, ''santralları'', âhize ve nâkileleri... (Sözler)<br />
|-<br />
|Santrifüj/Santrafüj<br />
|Fransızca/İngilizce<br />
|Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan ''santrifüj'' âleti اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Musa’nın (as) asâsından ders almıştır.(Sözler)<br />
|-<br />
|Sigara<br />
|Fransızca<br />
|Ve o sigara kâğıdı gibi ince nâzenin yapraklar, birer a'zâ-yı İbrahim (A.S.) gibi ateş saçan hararete karşı يَا نَارُ كُون۪ى بَرْدًا وَسَلَامًا âyetini okuyorlar. (Sözler)<br />
|-<br />
|Sinema, Sinematoğraf<br />
|Fransızca<br />
|Birden manevî bir ''sinema'' ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Sistem<br />
|Fransızca<br />
|Tahrib-i medeniyet, deniyet-i hazıra sureti değişecek, ''sistemi'' bozulacak; zuhur edecek o vakit,... (Sözler)<br />
|-<br />
|Soba<br />
|Macarca<br />
|...bir misafirhane-i Rahmaniyede bir lâmba ve ''soba'' olan güneşimizin yanmasının devamı için,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Sosyalizm<br />
|Fransızca<br />
|Bizim, avam tabakasının intibahı ile ''sosyalizm'' ve bolşevizm düsturlarını tatbik etmek, işimize yarıyor. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Sosyolog<br />
|Fransızca<br />
|Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur'anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir ''sosyolog'' (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagogdur (terbiyeci), hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Sübjektif<br />
|Fransızca<br />
|Risale-i Nur 'sübjektif' nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur'anın hakikatlarını rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Sulfato<br />
|Fransızca<br />
|...hususan madeniyatın tuz, limontuzu, ''sulfato'' ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber tadlarının şiddet-i muhalefetiyle... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Şape<br />
|Kürtçe<br />
|...her lisandan meylü'l-mübalağa ile çok hayalâtı kendine toplar, ''şape'' gibi büyür. (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Şarlatan<br />
|Fransızca<br />
|Böyle ''şarlatanların'' inkârları, hiç hükmündedir. (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Şifre<br />
|Fransızca<br />
|Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan ''şifre'' bulunan bir muhabere mecmuasıdır. (İşarat-ül İ'caz)<br />
|-<br />
|Şimendifer<br />
|Fransızca<br />
|Biz birdenbire ''şimendifer'' ve balon gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Tango<br />
|İspanyolca <br />
|Bir ihtiyar hocaya, ''tango'' bir kadın libası giydirilmediği gibi.. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Telefon<br />
|Fransızca<br />
|...küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud ''telefonların'', telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri... (Sözler)<br />
|-<br />
|Telepati<br />
|Fransızca<br />
|''Telepati'' nev'inden, ruhumla şiddet-i alâkası olan bir şahs-ı meçhul, muhtelif ve birbirinden uzak mevzulara dair; birdenbire kibrit yakmak gibi, seri sualler soruyor. (Sünuhat)<br />
|-<br />
|Telgraf<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|...küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, ''telgrafların'', radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri... (Sözler)<br />
|-<br />
|Tentene (Dantel[a]'dan)<br />
|Fransızca<br />
|Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş ''tenteneli'' bir perdedir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Teres<br />
|Kurmanci<br />
|Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz, sussun şimdi dinsizlik! İflas etti o ''teres''. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan. (Sözler)<br />
|-<br />
|Tiyatro<br />
|Fransızca<br />
|İşte dans ve ''tiyatro'' gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. (Şualar)<br />
|-<br />
|Tren<br />
|Fransızca<br />
|...kendisini Haydarpaşa'dan Ankara'ya götüren ''tren'' ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir'den Ankara'ya götüren trenle Eskişehir'de buluşuyor. (Emirdağ-2 L.)<br />
|-<br />
|Trilyon<br />
|Fransızca<br />
|...mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, ''trilyonlarla'' çiçekler açan bahar çiçeğine kadar,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Tuvalet<br />
|Fransızca<br />
|Arz, sema güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen ''tuvaletleri'' yapıp hazırlıklarda bulundukları zaman arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer. (İşaratül İ'caz)<br />
|-<br />
|Tünel<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|Ya fıtrî bir ''tünelden'' titreyerek gideriz. (Sözler)<br />
|-<br />
|Üniversite<br />
|Fransızca<br />
|Nurs köyü ve Nursî lakabımla ve Nurlarla münasebetdar ''üniversite'' mektebinin pek gayretli bir Nurcusu... (Emirdağ-1 L.)<br />
|-<br />
|Volkan<br />
|Fransızca<br />
|Halbuki şakk-ı Kamer, bir ''volkanla'' inşikak eden bir dağ gibi mümkündür. (Sözler)<br />
|-<br />
|Zenav<br />
|Kürtçe<br />
|Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen {Haşiye: Kürdçedir.} ve ''zenav'' gibi yapmaktır. (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Zirm (veya Zürm)<br />
|Kürtçe<br />
|Sermeden ''zürm-zürm'' eder. {(Haşiye) Kürtçedir. -Müellif-} (Asar-ı Bediiyye)<br />
|}</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Ana_Sayfa&diff=41450Ana Sayfa2024-03-17T15:00:32Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ}}<br />
<br />
'''Nurpedia''' kullanıcıların katkılarıyla büyüyen ve İman ve İslam hakikatlerine dair bir Nur ansiklopedisidir.<br />
<br />
Toplam Türkçe madde sayısı: [[Special:Statistics|{{NUMBEROFARTICLES}}]] (6.236 Kur'an ayeti maddesi/sayfası dahil)<br />
----<br />
“Evet Risale-i Nur size mükemmel bir me'haz olabilir. Ve ondan erkân-ı imaniyenin her birisine, meselâ Kur'an kelâmullah olduğuna ve i'cazî nüktelerine dair '''müteferrik risalelerdeki parçalar toplansa veya haşre dair ayrı ayrı bürhanlar cem'edilse ve hâkeza.. mükemmel bir izah ve bir haşiye ve bir şerh olabilir.'''” <br />
<br />
[[Risale:Kastamonu_ve_Emirdağ%27da_Yazılan_Mektuplar_(Barla)#1._Par.C3.A7a|Barla Lahikası (Risale-i Nur)]]<br />
----<br />
'''Nurpedia'da:'''<br />
<br />
Kur'an'ı mealiyle beraber okuyabilirsiniz: [[Kuran:Kur'an|Kur'an]] ([[:Kategori:Sure Okuma Sayfaları|Sure]] | [[Tüm_Cüz_Okuma_Listesi|Cüz]])<br />
<br />
Arama kutusuna bir ayetin sure ve numarasını (mesela [[İsra 88]]) yazarak ilgili ayetin sayfasına gidebilir ve bu ayetin risalelerde geçtiği bahisleri topluca görebilirsiniz.<br />
----<br />
Risale-i Nur'un istediğiniz kısmını okuyabilirsiniz: [[Risale:Sözler|Sözler]] &bull; [[Risale:Mektubat|Mektubat]] &bull; [[Risale:Lem'alar|Lem'alar]] &bull; [[Risale:Şualar|Şuâlar]] &bull; [[Risale:Tarihçe-i Hayat|Tarihçe-i Hayat]] &bull; [[Risale:İşarat-ül İ'caz|İşarat-ül İ'caz]] &bull; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye|Mesnevi-i Nuriye]] &bull; [[Risale:Asâ-yı Musa|Asâ-yı Musa]] &bull; [[Risale:Barla Lahikası|Barla Lahikası]] &bull; [[Risale:Kastamonu Lahikası|Kastamonu Lahikası]] &bull; [[Risale:Emirdağ Lahikası-1|Emirdağ Lahikası-1]] &bull; [[Risale:Emirdağ Lahikası-2|Emirdağ Lahikası-2]] &bull; [[Risale:Sikke-i Tasdik-i Gaybi|Sikke-i Tasdik-i Gaybi]] &bull; [[Risale:Muhakemat|Muhakemat]] &bull; [[Risale:Asar-ı Bediiyye|Âsâr-ı Bedîiyye]] &bull; [[Risale:Risale-i Nur|Tüm Risaleler]]<br />
----<br />
Hadis ve evradı mealleriyle beraber okuyabilirsiniz: '''[[Risale:33 Hadis|33 Hadis]]''' &bull; '''[[Risale:Hizb-i Azam-ı Kur'anî|Hizb-ül Kur'an]]''' ({{Büyütme|[[:Kategori:Hizb-ül Kur'an Ayetleri|Surelere Göre]]}}) &bull; '''[[Risale:Hizb-ül Hakaik|Hizb-ül Hakâik]]''' ({{Büyütme|[[Risale:İstiğfar ve Sureler (Hizb-ül Hakaik)|İstiğfar ve Sureler]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Cevşen-ül Kebir (Hizb-ül Hakaik)|Cevşen-ül Kebir]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Evrad-ı Kudsiyye (Hizb-ül Hakaik)|Evrâd-ı Kudsiyye]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Delail-in Nur (Hizb-ül Hakaik)|Delâil-in Nur]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Sekine (Hizb-ül Hakaik)|Sekine]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Münacat-ı Veysel Karani (Hizb-ül Hakaik)|Münâcât-ı Veysel Karanî]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Dua-i Tercüman-ı İsm-i A'zam (Hizb-ül Hakaik)|Duâ-i Tercüman-ı İsm-i A'zam]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Dua-i_İsm-i_A%27zam_(Hizb-ül_Hakaik)|Duâ-i İsm-i A'zam]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Münacat-ül_Kur%27an_(Hizb-ül_Hakaik)|Münâcât-ül Kur'an]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Tahmidiye_(Hizb-ül_Hakaik)|Tahmidiye]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Hülasat-ül_Hülasa_(Hizb-ül_Hakaik)|Hülâsat-ül Hülâsâ]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Dualar_(Hizb-ül_Hakaik)|Duâlar]]}}) &bull; '''[[Risale:Cevşen-ül Kebir|Cevşen-ül Kebir]]''' &bull; '''[[Risale:Celcelutiye|Celcelutiye]]''' &bull; '''[[Risale:Namaz Tesbihatı|Namaz Tesbihatı]]''' ({{Büyütme|[[Risale:Namaz_Tesbihatı#Sabah_namaz.C4.B1|Sabah]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Namaz_Tesbihatı#.C3.96.C4.9Fle_Namaz.C4.B1|Öğle]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Namaz_Tesbihatı#.C4.B0kindi_Namaz.C4.B1|İkindi]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Namaz_Tesbihatı#Ak.C5.9Fam_Namaz.C4.B1|Akşam]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Namaz_Tesbihatı#Yats.C4.B1_Namaz.C4.B1|Yatsı]]}} | {{Büyütme|[[Risale:Namaz_Tesbihatı#Sabah_namaz.C4.B1n.C4.B1n_s.C3.BCnneti_ile_farz.C4.B1_aras.C4.B1nda_okunacak_dua|Dualar]]}}) &bull; '''[[Risale:Tefekkürname|Tefekkürname (29. Lem'a)]]''' &bull; '''[[Risale:Hizb'ül Ekber-in Nuri|Hizb'ül Ekber-in Nûrî]]''' &bull; '''[[Risale:Arabi Münacat Risalesi|Arapça Münâcât]]''' &bull; '''[[Risale:Arabi El-Hüccet-üz Zehra Risalesi|Arapça El-Hüccet-üz Zehrâ]]''' &bull; '''[[Risale:Hizb-ül Mesnevi-ül Arabi|Arapça Hizb-ül Mesnevî]]''' &bull; '''[[Risale:Ettefekkür-ul İmaniyyür Refi'|Ettefekkür-ul İmaniyyür Refi']]''' &bull; '''[[Risale:Ercuze|Ercuze]]''' &bull; '''[[Risale:Kenzü'l-Arş|Kenzü'l-Arş Duası]]''' &bull; '''[[Risale:Dua Ayetleri|Dua Ayetleri]]''' &bull; '''[[Risale:Sekine_(Uzun)|Sekine (Uzun)]]''' &bull; '''[[Kur%27an_Kelimesi_Geçen_Ayetler|Kur'an Kelimesi Geçen Ayetler]]''' &bull; '''[[Rasul_Kelimesi_Geçen_Ayetler|Rasul Kelimesi Geçen Ayetler]]''' &bull; '''[[Risale:Evrad|Tüm Evrad]]'''<br />
----<br />
Sağ üstteki arama kutusuna Risale-i Nur'da hakkında bahis geçen esma, şahıs, risale, yer, hadise, mefhum, eser vb. adını yazarak bu konularda bilgi edinebilir ve aradığınız konuda risalelerde geçen bahislerin hepsini topluca okuyabilirsiniz.<br />
<br />
Alternatif olarak, aşağıdaki kategorilerden birini seçerek içindeki maddeleri okuyabilirsiniz (Parantez içinde ilgili kategorideki madde (sayfa) sayısı verilmiştir): '''[[:Kategori:Kur'an|Kur'an]] ({{PAGESINCAT:Kur'an}})''' ({{Büyütme|[[:Kategori:Sureler Hakkında Bilgiler|Sure Bilgileri]] ({{PAGESINCAT:Sureler Hakkında Bilgiler}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Sure Okuma Sayfaları|Sure Okuma Sayfaları]] ({{PAGESINCAT:Sure Okuma Sayfaları}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Surelerin Ayetler Listesi|Surelerin Ayetlerinin Listesi]] ({{PAGESINCAT:Surelerin Ayetler Listesi}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Tekrarlanan Ayetler|Tekrarlanan Ayetler]] ({{PAGESINCAT:Tekrarlanan Ayetler}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Risale-i Nur'da Geçen Ayetler|Risale-i Nur'da Geçen Ayetler]] ({{PAGESINCAT:Risale-i Nur'da Geçen Ayetler}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Kur'an'da Geçen Temsiller|Kur'an'da Geçen Temsiller]] ({{PAGESINCAT:Kur'an'da Geçen Temsiller}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Hizb-ül Kur'an Ayetleri|Hizb-ül Kur'an'da Geçen Ayetler]] ({{PAGESINCAT:Hizb-ül Kur'an Ayetleri}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:İçinde Geçen Kelimelere Göre Ayetler|İçinde Geçen Kelimelere Göre Ayetler]] ({{PAGESINCAT:İçinde Geçen Kelimelere Göre Ayetler}})}}) &bull; '''[[:Kategori:Esma|Esma]] ({{PAGESINCAT:Esma}})''' &bull; '''[[:Kategori:Sıfat|Sıfat]] ({{PAGESINCAT:Sıfat}})''' &bull; '''[[:Kategori:Şuunat|Şuunat]] ({{PAGESINCAT:Şuunat}})''' &bull; '''[[:Kategori:Şahıs|Şahıs]] ({{PAGESINCAT:Şahıs}})''' ({{Büyütme|[[:Kategori:Peygamber|Peygamber]] ({{PAGESINCAT:Peygamber}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Sahabe|Sahabe]] ({{PAGESINCAT:Sahabe}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Tabiin|Tabiin]] ({{PAGESINCAT:Tabiin}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Tebe-i Tabiin|Tebe-i Tabiin]] ({{PAGESINCAT:Tebe-i Tabiin}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Müceddid|Müceddid]] ({{PAGESINCAT:Müceddid}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Kabir|Kabir]] ({{PAGESINCAT:Kabir}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Melik|Melik]] ({{PAGESINCAT:Melik}})}}) &bull; '''[[:Kategori:Risale|Risale]] ({{PAGESINCAT:Risale}})''' &bull; '''[[:Kategori:Yer|Yer]] ({{PAGESINCAT:Yer}})''' ({{Büyütme|[[:Kategori:Kıta|Kıta]] ({{PAGESINCAT:Kıta}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Ülke|Ülke]] ({{PAGESINCAT:Ülke}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Şehir|Şehir]] ({{PAGESINCAT:Şehir}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:İlçe/Belde|İlçe/Belde]] ({{PAGESINCAT:İlçe/Belde}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Köy/Mahalle|Köy/Mahalle]] ({{PAGESINCAT:Köy/Mahalle}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Dağ/Tepe|Dağ/Tepe]] ({{PAGESINCAT:Dağ/Tepe}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Nehir|Nehir]] ({{PAGESINCAT:Nehir}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Cami/Mescid|Cami/Mescid]] ({{PAGESINCAT:Cami/Mescid}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Bina|Bina]] ({{PAGESINCAT:Bina}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Otel|Otel]] ({{PAGESINCAT:Otel}})}}) &bull; '''[[:Kategori:Hadise|Hadise]] ({{PAGESINCAT:Hadise}})''' &bull; '''[[:Kategori:Mefhum|Mefhum]] ({{PAGESINCAT:Mefhum}})''' ({{Büyütme|[[:Kategori:Alet|Alet]] ({{PAGESINCAT:Alet}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Askeriye|Askeriye]] ({{PAGESINCAT:Askeriye}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Bakıyat-ı Salihat|Bakıyat-ı Salihat]] ({{PAGESINCAT:Bakıyat-ı Salihat}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Cevv-i Sema|Cevv-i Sema]] ({{PAGESINCAT:Cevv-i Sema}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Cinsellik|Cinsellik]] ({{PAGESINCAT:Cinsellik}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Dikiş|Dikiş]] ({{PAGESINCAT:Dikiş}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Dil|Dil]] ({{PAGESINCAT:Dil}})}} |{{Büyütme|[[:Kategori:Eğitim|Eğitim]] ({{PAGESINCAT:Eğitim}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Eşya|Eşya]] ({{PAGESINCAT:Eşya}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Felsefe|Felsefe]] ({{PAGESINCAT:Felsefe}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Feza|Feza]] ({{PAGESINCAT:Feza}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Fırka/Mezhep|Fırka/Mezhep]] ({{PAGESINCAT:Fırka/Mezhep}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Giysi|Giysi]] ({{PAGESINCAT:Giysi}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Günah|Günah]] ({{PAGESINCAT:Günah}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:His|His]] ({{PAGESINCAT:His}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Hukuk|Hukuk]] ({{PAGESINCAT:Hukuk}})}} |{{Büyütme|[[:Kategori:İbadet|İbadet]] ({{PAGESINCAT:İbadet}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:İdare|İdare]] ({{PAGESINCAT:İdare}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:İlim Dalı|İlim Dalı]] ({{PAGESINCAT:İlim Dalı}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Latife|Latife]] ({{PAGESINCAT:Latife}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Meslek|Meslek]] ({{PAGESINCAT:Meslek}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Musibet|Musibet]] ({{PAGESINCAT:Musibet}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Organ|Organ]] ({{PAGESINCAT:Organ}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Ölçü Birimi|Ölçü Birimi]] ({{PAGESINCAT:Ölçü Birimi}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Renk|Renk]] ({{PAGESINCAT:Renk}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Risale-i Nur Düsturları|Risale-i Nur Düsturları]] ({{PAGESINCAT:Risale-i Nur Düsturları}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Sayı|Sayı]] ({{PAGESINCAT:Sayı}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Tıp ve Sağlık|Tıp ve Sağlık]] ({{PAGESINCAT:Tıp ve Sağlık}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Ses|Sesler]] ({{PAGESINCAT:Ses}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Silah|Silah]] ({{PAGESINCAT:Silah}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Vasıta|Vasıta]] ({{PAGESINCAT:Vasıta}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Yeryüzü|Yeryüzü]] ({{PAGESINCAT:Yeryüzü}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Zaman|Zaman]] ({{PAGESINCAT:Zaman}})}}) &bull; '''[[:Kategori:Eser|Eser]] ({{PAGESINCAT:Eser}})''' &bull; '''[[:Kategori:Zihayat|Zihayat]] ({{PAGESINCAT:Zihayat}})''' ({{Büyütme|[[:Kategori:Melaike|Melaike]] ({{PAGESINCAT:Melaike}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Ağaç|Ağaç]] ({{PAGESINCAT:Ağaç}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Nebat|Nebat]] ({{PAGESINCAT:Nebat}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Hayvan|Hayvan]] ({{PAGESINCAT:Hayvan}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Kuş|Kuş]] ({{PAGESINCAT:Kuş}})}}) &bull; '''[[:Kategori:Cemadat|Cemadat]] ({{PAGESINCAT:Cemadat}})''' ({{Büyütme|[[:Kategori:Gök Cismi|Gök Cismi]] ({{PAGESINCAT:Gök Cismi}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Unsur|Unsur]] ({{PAGESINCAT:Unsur}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Element|Element]] ({{PAGESINCAT:Element}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Değerli Taş|Değerli Taş]] ({{PAGESINCAT:Değerli Taş}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Kimyasal|Kimyasal]] ({{PAGESINCAT:Kimyasal}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Yiyecek|Yiyecek]] ({{PAGESINCAT:Yiyecek}})}}) &bull; '''[[:Kategori:Dil ve Edebiyat|Dil ve Edebiyat]] ({{PAGESINCAT:Dil ve Edebiyat}})''' ({{Büyütme|[[:Kategori:Ekler|Ek]] ({{PAGESINCAT:Ekler}})}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Edebi Sanatlar|Edebi Sanat]] ({{PAGESINCAT:Edebi Sanatlar}})}} | {{Büyütme|[[Halk Dili İfadeler|Halk Dili]]}} | {{Büyütme|[[:Kategori:Huruf-u Heca|Huruf-u Heca]] ({{PAGESINCAT:Huruf-u Heca}})}} | {{Büyütme|[[Risalelerde Eski Şekli Kullanılan Kelimeler|Eski Şekilde Kullanım]] (42)}} | {{Büyütme|[[Risalelerde Geçen ve Genellikle Yanlış Telaffuz Edilen Kelimeler|Yanlış Telaffuz]] (5)}} | {{Büyütme|[[Risalelerde Geçen Bağlaçlar/Ünlemler|Bağlaçlar/Ünlemler]] (0)}} | {{Büyütme|[[Risalelerde Geçen Atasözleri ve Deyimler|Atasözü/Deyim]] (60)}} | {{Büyütme|[[Risalelerde Geçen ve Kökeni Arapça ve Farsça Dışı Diller Olan Kelimeler|Yabancı Kökenli Kelimeler]] (189)}})<br />
----<br />
'''Kullanım ve Katkı'''<br />
<br />
[[Özel:HesapOluştur|Kullanıcı]] olarak kaydolduğunuzda yalnızca maddeleri okuyabilirsiniz. Yazar olarak katkı sağlamak istiyorsanız öncelikle [[Nurpedia:S%C4%B1k%C3%A7a_Sorulan_Sorular|Sıkça Sorulan Sorular]], [[Nurpedia:Genel_Prensipler|Genel Prensipler]], [[Nurpedia:Nurpedia |Nurpedia Nedir]] ve [[Nurpedia:Yard%C4%B1m|Yardım]] sayfalarını inceleyin. Site şartları çerçevesinde katkı sağlayabileceğinizi düşünüyorsanız [[Özel:HesapOluştur|kaydolup]] tercihen e-posta adresinizi doğruladıktan sonra lütfen nurpedia@gmail.com adresine bir e-posta göndererek kendinizi tanıtın ve bu isteğinizi iletin.</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risalelerde_Ge%C3%A7en_ve_K%C3%B6keni_Arap%C3%A7a_ve_Fars%C3%A7a_D%C4%B1%C5%9F%C4%B1_Diller_Olan_Kelimeler&diff=41449Risalelerde Geçen ve Kökeni Arapça ve Farsça Dışı Diller Olan Kelimeler2024-03-17T15:00:07Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Dil ve Edebiyat]]<br />
Toplam 189 adet (İkisi bkz. kelimesi)<br />
<br />
(Liste Türkçe kökenli kelimeleri içermez)<br />
{| class="wikitable"<br />
|+Risalelerde Geçen ve Kökeni Arapça ve Farsça Dışındaki Diller Olan Kelimeler (Alfabetik Sırada)<br />
!Kelime<br />
!Dil Kökeni<br />
!Örnek Cümle<br />
|-<br />
|Abluka<br />
|İtalyanca<br />
|Ve vahşetle ''abluka'' edilmiş sükûn ve sükûnet içinde bütün mahlukata ecnebi nazarıyla bakıyor. (İşarat-ül İ'caz)<br />
|-<br />
|Aktris<br />
|Fransızca<br />
|Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir ''aktrisi'' kàrie ihtar eder. (Sözler)<br />
|-<br />
|Anahtar<br />
|Yunanca<br />
|Sonra o mütefekkir yolcu her sahifeyi okudukça saadet ''anahtarı'' olan imanı kuvvetlenip ve manevî terakkiyatın miftahı olan marifeti ziyadeleşip ve bütün kemalâtın esası ve madeni olan iman-ı billah hakikatı bir derece daha inkişaf edip... (7. Şua)<br />
|-<br />
|Anarşi, Anarşist<br />
|Fransızca<br />
|Komünistliğin, ''anarşistliğin'', masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur'a hizmet etmek ve rıza-yı İlahîyi tahsil için onu isteyene vermektir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Anglikan<br />
|İngilizce<br />
|...o devletin en büyük daire-i diniyesi olan ''Anglikan'' Kilisesi'nin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Ansiklopedi<br />
|Fransızca<br />
|"Kur'anın ahlâkî ve medenî kaideleri ihtiva eden âyetleri, İslâmiyet'in muhteşem bünyanında altın bir kordon gibi işlenmiştir." (İngilizce Cembres ''Ansiklopedisi'') (Nur Çeşmesi)<br />
|-<br />
|Antika<br />
|Fransızca<br />
|...mu'ciznüma bir padişahın ''antika'' san'atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. (Sözler)<br />
|-<br />
|Apartman<br />
|Fransızca<br />
|...bu kâinatı bir muntazam şehir, bir mükemmel ''apartman'' ve misafirhane, bir mu'cizatlı kitab ve Kur'an hükmüne getirip...<br />
(Şualar)<br />
|-<br />
|Asansör<br />
|Fransızca<br />
|Yukarıdan inmiş aynı ''asansörler'' gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zenbil gibi şeyler görünüyor. (Sözler)<br />
|-<br />
|Ataşemiliter<br />
|Fransızca<br />
|(Bedîüzzaman'ın, Rusya esaretinden firar edip Almanya yolu ile Sofya'ya geldiği zaman, Sofya ''Ateşemiliterliği'' tarafından verilen pasaportudur.) (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Atom<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|Zâten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hücumda tecavüz eden dalalet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu suretle ''atom'' bombası gibi inşâallah tesirini göstermeğe bir işarettir. (Şualar)<br />
|-<br />
|Avukat<br />
|İtalyanca<br />
|Demek, ''avukat'' tutmak isteyen onu elde etse yeter. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Avzen<br />
|Kürtçe<br />
|Bir fenni esas tutup sair malûmatını ''avzen'' {Haşiye: Kürdçedir.} ve zenav gibi yapmaktır. (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Azot<br />
|Fransızca<br />
|Yani müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuza, karbon, ''azotun'' intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Balon<br />
|Fransızca<br />
|Biz birdenbire şimendifer ve ''balon'' gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Banka<br />
|Fransızca/İtalyanca<br />
|"Kavga kapısını kapamak için ''banka'' kapısını kapayınız" diyerek insanlara ferman eder. (Sözler)<br />
|-<br />
|Barometre<br />
|Fransızca<br />
|Mizan tarz-ı nazardır, bakmak ''barometredir'' (Sözler)<br />
|-<br />
|Batarya<br />
|Fransızca<br />
|Risale-i Nur âhize ve nâkile ile mücehhez bir radyo-yu Kur'aniyedir ki; onun tel ve lâmbaları, âyine; tel ve ''bataryaları'' hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve îcazdarane bastedilmiştir ki;... (Emirdağ-1) <br />
|-<br />
|Bilanço<br />
|İtalyanca<br />
|Elbette o envaın muntazam ve mükemmel fertleri ve âlemin küçük misal-i musağğarları ve enva-ı kâinatın ''bilançoları'' ve kitab-ı âlemin küçücük fihristeleri hükmünde olan cüz'î fertleri, bilbedahe onun kabza-i rububiyetinde ve icadındadır ve tedvir ve terbiyesindedir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Bilet<br />
|İtalyanca<br />
|Sana müjde! Milyonlar altın ''bileti'' sana çıkmış, gel al. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Bolşevik<br />
|Rusça<br />
|Bir tek gayem vardır: O da mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda ''Bolşevik'' baykuşlarının seslerini işitiyoruz. (Şualar)<br />
|-<br />
|Bomba<br />
|İtalyanca<br />
|Zâten bu zamanda, en geniş daire-i zeminde, en dehşetli ve küllî bir hücumda tecavüz eden dalalet ordularına karşı böyle kudsî bir ders, bu suretle atom ''bombası'' gibi inşâallah tesirini göstermeğe bir işarettir. (Şualar)<br />
|-<br />
|Boykot, Boykotaj<br />
|İngilizce<br />
|Siz, Avusturya'ya güya ''boykot'' yapıyorsunuz, hem onun gönderdiği kalpakları giyiyorsunuz. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Bulağ<br />
|Kürtçe<br />
|Bir ''bulâğ'' {(*) Bulağ, Kürdçede "pınar" demektir. -Naşir-} başı çok zaman taaffün ve tesemmüm etmiş, içine çok pislik düşmüş. (Asar-ı Bediiyye)<br />
|-<br />
|Burjuva<br />
|Fransızca<br />
|Bu hal ise, -şimdiki tabir ile- ''burjuvaların'' müstebidane tahakkümleri içinde hoş görünebilir. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Çar<br />
|Rusça<br />
|Evet tanıdım. Nikola Nikolaviç, ''Çar'''ın dayısıdır. Kafkas cephesi başkumandanıdır. (Şualar)<br />
|-<br />
|Çeleçepe<br />
|Kürtçe<br />
|Hem de garazın mesîlinde ve kasdın mecrasında teferruk etmemek için sedad etmek, ''çeleçepe'' {1: Bu kelime Kürdçedir.} temayül etmemektir. (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Çinko<br />
|İtalyanca<br />
|Bir su destisi ve bir kupa, küçük bir gaz ocağı ve bir ''çinko'' çanak, sade basit bir yatak. (Konferans)<br />
|-<br />
|Çiznök<br />
|Kürtçe<br />
|Herbir hayalde bu ''çiznök'' gibi bir dane-i hakikat bulunmak şarttır... (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Dans<br />
|Fransızca<br />
|İşte ''dans'' ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. (Şualar)<br />
|-<br />
|Demokrasi, Demokrat<br />
|Fransızca<br />
|...işimizi, gücümüzü ayaklar altında bırakmak ve bîçare evlâd ü iyalimizi perişan edip ağlatmak hangi ''demokrasi'' kanunlarıyla, hangi yeminli ve yüminli âdil hâkimlerin vicdanî ve âdilane kararlarıyla kabil-i te'liftir? (Şualar)<br />
|-<br />
|Depo<br />
|Fransızca<br />
|Hem mesela, nasılki gayet mükemmel binbir çeşit erzak etrafından celbedip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş ''depo'' ve iaşe anbarı ve dükkân, şeksiz bir fevkalâde iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Diritnot<br />
|İngilizce<br />
|Hem "intizam" sırrıyla, bir çocuk parmağıyla gemi suretindeki oyuncağını çevirdiği gibi, kocaman bir ''diritnotu'' da çevirir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Doktor<br />
|Fransızca<br />
|...birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir ''doktor'' geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Düello<br />
|İtalyanca<br />
|Memleketimiz Avrupa’ya kıyas edilmez. Çünkü orada düello gibi çok şiddetli vasıtalarla açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilir. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Efendi<br />
|Yunanca<br />
|...herkes mensub olduğu ''efendisinin'' şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Elektrik<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|Bir hârika şehirde milyonlar ''elektrik'' lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Emperyal<br />
|Fransızca<br />
|Hem, masum müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar ''emperyalistleri'', müstemlekecileri... (Sözler)<br />
|-<br />
|Enerji<br />
|Fransızca<br />
|Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf raporunda: "Evet, Said Nursî'de bir ''enerji'' vardır, fakat bu enerjisini, tarîkat veya bir cem'iyet kurmakta sarfetmemiş, Kur'an hakikatlarını beyan ve dine hizmete sarfettiği kanaatına varılmıştır.". (Sözler)<br />
|-<br />
|Engizisyon<br />
|Fransızca<br />
|''Engizisyon'' zulümlerini çok geride bırakan hâkim bir kuvvetin tazyikatı altında, câni canavarların pek vahşi işkenceleri içinde, (Sırran tenevverat) sırrıyla perde altında Risale-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek... (Sözler)<br />
|-<br />
|Enstitü<br />
|Fransızca<br />
|Ben şahidim ki ben, Kastamonu Gölköy ''Enstitüsünde'' okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti. (Şualar)<br />
|-<br />
|Entrika<br />
|Fransızca<br />
|Sair dünyevî ve siyasî ve ''entrikalı'' cem'iyet ve komitelerle münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz. (Şualar)<br />
|-<br />
|Fabrika<br />
|İtalyanca/Fransızca<br />
|Bir hârika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve ''fabrikası'', şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Fakülte<br />
|Fransızca<br />
|Teşrin-i sâni 1950'de Ankara Üniversitesi'nde, profesör ve meb'uslarımız ve Pakistan'lı misafirlerimiz ve muhtelif ''fakülte'' talebelerinin huzurunda,... (Sözler)<br />
|-<br />
|Fanteziye<br />
|Fransızca<br />
|Bundan sonra birden gördü ki sol cihetinden şeytan gibi dessas, ayyaş, aldatıcı bir adam; çok ziynetler, süslü suretler, ''fanteziyeler'', müskirler beraber olduğu halde geldi. (Sözler)<br />
|-<br />
|Farmason<br />
|Fransızca<br />
|...komünistlik ve ''farmasonluğu'' desteklemiş olur ve ithamlara hakikî hedef olan muzır dinsizlerin türemesine yardım etmiş olur. (Şualar)<br />
|-<br />
|Fayton (veya Payton)<br />
|Fransızca<br />
|Yedi yaşından on yaşına kadar masum çocuklar, ''faytonla'' gezdiğim vakit, beni görünce koşuşup ellerime sarılmalarının hikmeti nedir? diye hayret ediyordum. (Şualar)<br />
|-<br />
|Fırtına<br />
|Yunanca<br />
|Taklidî bir iman, hususan bu zamandaki dalalet, sapkınlık ''fırtınaları'' karşısında çabuk söner. (Sözler)<br />
|-<br />
|Filo<br />
|Venedikçe<br />
|Şimdi ise dünya servetine ve malına ve o servetle ''filolar'' teşkil edip, hattâ kırk milyon bir millet, o fil gibi filolarla dörtyüz milyonu esaret altına almış ve ... (Kastamonu L.)<br />
|-<br />
|Fonoğraf<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|Dağları vecde getirip birer muazzam ''fonoğraf'' misillü ve birer insan gibi bir serzâkirin etrafında ufkî halka tutup; bir daire olarak tesbihat ediyorlardı. (Sözler)<br />
|-<br />
|Forma (Kitap)<br />
|Fransızca (Format kelimesinden)<br />
|Aynen öyle de bu kâinat kitab-ı kebiri ki bir tek sahifesi olan zemin yüzünde ve bir tek ''forması'' olan baharda, üç yüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak... (Sözler)<br />
|-<br />
|Forma (Üniforma)<br />
|Fransızca (Uniforme kelimesinden)<br />
|...her bir bayram gününde resmigeçit için “''Formalarınızı'' takıp nişanlarınızı asınız!” emrine karşı ordugâh, serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü;... (Sözler)<br />
|-<br />
|Fotoğraf<br />
|Fransızca<br />
|...her hâdiseyi müteaddid ''fotoğraflarla'' alarak muhafaza eden... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Francala<br />
|İtalyanca<br />
|Bir sene evvel üç ''francala'', bir ramazan yine kâfi gelmişti. (Barla L.)<br />
|-<br />
|Frengi, Frenk, Frengistan<br />
|Fransızca<br />
|Sen anlaşılıyor ki bir parça ''Frengî'' okumuşsun, bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun hem de bilenden sormuyorsun. (Sözler)<br />
|-<br />
|Garaj<br />
|Fransızca<br />
|Ankara Maarif Dairesi iki milyon zararla hem yine Ankara’da otomobil ''garajı'' binası, aynı vakitte İzmir’de ehemmiyetli fabrika hem aynı vakitte Adana’da büyük bir binanın tamamen yandığını işittiğim vakit,... (Emirdağ-1)<br />
|-<br />
|Garnizon<br />
|Fransızca<br />
|...Sarıkamış taarruzunda, Bitlis'in sukutunda yaralı olduğu halde esir olup senelerce Rus ''garnizonlarında'' çile çekmiş,... (Emirdağ-1)<br />
|-<br />
|Gaz<br />
|Fransızca<br />
|Bir su destisi ve bir kupa, küçük bir ''gaz'' ocağı ve bir çinko çanak, sade basit bir yatak. (Konferans)<br />
|-<br />
|Gazete<br />
|Fransızca<br />
|...size söylememiştim, ona da bakınız, fakat ''gazete'' gibi okumayınız. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Grafik<br />
|Fransızca<br />
|Nur talebelerinin faaliyeti bu sergide harita ve fotoğraflarla ve ''grafikle'' izah edildi. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Granit<br />
|Fransızca<br />
|Evet dağları, taşları, pamuk gibi dağıtacak, demir ve ''granitleri'' yağ gibi eritecek derecede olan bu kuvvet-i Kur'aniye dünyayı nur ve saadete gark edecek. (Sözler)<br />
|-<br />
|Grip<br />
|Fransızca<br />
|Garib ve bana pek çok ağır gelen ve üç günde bir bardak ayran ve bir bardak sütten başka birşey yedirmeyen ''grip'' hastalığının üçüncü gününde, füc'eten hatırıma ihtar edildi. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Halüsinasyon/hallüsinasyon<br />
|Fransızca<br />
|"Sem u basar cihetinde ''hallüsinasyon'' hastalığı ihtimali nazar-ı dikkate alınabilir." demişler. (Şualar)<br />
|-<br />
|Heyula<br />
|Yunanca<br />
|Çünki esîr maddesi, maddiyyunları boğduran zerrat maddesinden daha latîf ve eski hükemanın saplandığı ''heyula'' fihristesinden daha kesif, ihtiyarsız, şuursuz, camid bir maddedir. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Hıristiyan<br />
|Yunanca<br />
|''Hıristiyanlık'' dini ise, kendi hasm-ı galibi, ki medeniyetle fenni, dost ederek, hileli, Kendine mal ederek, o iki silah ile bize galebe çaldı. (Sözler)<br />
|-<br />
|Hidrojen<br />
|Fransızca<br />
|Ve bunlar gibi çok hakîmane işlerde ve bilhâssa zîhayatta çalıştırılan basit ve camid ve şuursuz müvellidülma' ve müvellidülhumuza (''hidrojen''-oksijen) gibi iki basit maddeden terekküb eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san'atlarda istihdam ediliyor. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Hoto<br />
|Kürtçe<br />
|Ya eyyühel ''hoto''! (Muhakemat)<br />
|-<br />
|İdeal<br />
|Fransızca<br />
|Malûm ya; her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takib ettiği bir gayesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir ''ideali'' vardır. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|İdeoloji<br />
|Fransızca<br />
|...kanun perdesi altında menfî ''ideolojilerine'', şahsî kin ve ihtiraslarına göre hareket etmişler. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|İmparator(luk)<br />
|Latince<br />
|Karasso ki, Osmanlı ''İmparatorluğu'''nu parçalamak için sinsi ve tertibli bir şekilde çalışan gizli bir teşkilata mensub olup, ortada fevkalâde bir rol oynuyordu. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|İspirtizma<br />
|Fransızca<br />
|İşte eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ''ispirtizmacıların'' içlerinde baş göstermiş. (Mektubat)<br />
|-<br />
|İstasyon<br />
|Fransızca<br />
|Bir günlük mesafede bir istasyon vardır. (Sözler)<br />
|-<br />
|İstatistik<br />
|Fransızca<br />
|Güya kozmoğrafya ilminden ve ''istatistikçi'' fenninden bir kemal alıyorsun. (Sözler)<br />
|-<br />
|Jandarma<br />
|Fransızca<br />
|Bir kadına, bir ''jandarma'' elbisesi giydirilmez. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Jön<br />
|Fransızca<br />
|Jön Türkler şöyledirler, böyledirler. Bizi de zarardîde edecekler. (Münazarat)<br />
|-<br />
|Jurnal<br />
|Fransızca<br />
|Benim aldığım bir habere göre ve çok emarelerle gizli münafıkların yalan ''jurnalleri'' ve desiseleriyle... (Şualar)<br />
|-<br />
|Kamyon<br />
|Fransızca<br />
|''Kamyon'' yokuşları tırmanıyordu. (Kastamonu)<br />
|-<br />
|Kangren<br />
|Fransızca<br />
|Hem mesela, ''kangren'' olmuş ve kesilmesi lâzım gelen bir parmağın kesilmesi hayırdır, iyidir; halbuki zahiren bir şerdir. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Karakter<br />
|Fransızca<br />
|Bu âyet-i kerime, "Üstad"ın ''karakter'' ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor... (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Karbon<br />
|Fransızca<br />
|Yani müvellidü'l-mâ, müvellidü'l-humuza, ''karbon'', azotun intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Katolik<br />
|Fransızca<br />
|Avrupa, ''Katolik'' Mezhebini beğenmeyerek başta ihtilalciler, inkılabcılar ve feylesoflar olarak, Katolik Mezhebine göre ehl-i bid'a ve Mu'tezile telakki edilen Protestanlık Mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilal-i Kebirinden istifade ederek, Katolik Mezhebini kısmen tahrib edip, Protestanlığı ilân ettiler. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Katrilyon<br />
|Fransızca<br />
|...hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını ''katrilyonlar'' belki kentrilyonlar adedince söyleyerek... (Emirdağ-2 L.)<br />
|-<br />
|Kavanoz<br />
|Yunanca<br />
|Nasılki mükemmel bir eczahane ki, her ''kavanozunda'' hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayatdar macunlar ve tiryaklar var. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Kentrilyon<br />
|Fransızca<br />
|...hava unsuru küllî bir lisan olarak o hadsiz kelimatlarını katrilyonlar belki ''kentrilyonlar'' adedince söyleyerek... (Emirdağ-2 L.)<br />
|-<br />
|Kilise<br />
|Yunanca<br />
|...o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan ''Kilise''si'nin başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Kimya, Kimyager<br />
|Yunanca<br />
|Şübhesiz gayet maharetli ve ''kimyager'' ve hakîm bir eczacıyı gösterir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Komisyon<br />
|Fransızca<br />
|Binaenaleyh mühim bir maksat için tesis edilen Dârülhikmeti’l-İslâmiyeyi, şimdiki âdi bir ''komisyon'' derecesinden çıkarıp... (Sünuhat)<br />
|-<br />
|Komite<br />
|Fransızca<br />
|Sair dünyevî ve siyasî ve entrikalı cem'iyet ve ''komitelerle'' münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz. (Şualar)<br />
|-<br />
|Komünist<br />
|Fransızca<br />
|''Komünistliğin'', anarşistliğin, masonluğun kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur'a hizmet etmek ve rıza-yı İlahîyi tahsil için onu isteyene vermektir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Konferans<br />
|Fransızca<br />
|İ'lem ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla ''konferans'' veren muharrir! (Mesnevi-i Nuriye)<br />
|-<br />
|Kongre<br />
|Fransızca<br />
|Nasılki meselâ Amerika'da, bütün milletler umumî bir ''kongreye'' davet edilse, her millet büyük gemisine biner, oraya gider. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Kontrol<br />
|Fransızca<br />
|Güya o nefsin fevkinde onun bütün ahvalini ''kontrol'' eden kimse yoktur. (Mesnevi-i Nuriye)<br />
|-<br />
|Kroki<br />
|Fransızca<br />
|Nazirsiz şuleleriyle asr-ı hazırı ihya ve tenvir ve istikbalin ''krokisini'' bihakkın tanzim ve tahkim eden Nurlar, ile’l-ebed pâyidar olsun. (Barla L.)<br />
|-<br />
|Kozmoğrafya<br />
|Fransızca<br />
|Güya ''kozmoğrafya'' ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun. (Sözler)<br />
|-<br />
|Kulüp<br />
|İngilizce<br />
|Fırkacılık, ''Kulüpleri'' Tevhid-i Kulübe Değil, Tefrik-i Kulûbe Sebeptir (Sözler)<br />
|-<br />
|Kumandan<br />
|Fransızca/Almanca<br />
|...nev'-i insanın güneşleri ve yıldızları ve ''kumandanları'' olan bütün peygamberleri... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Kupa<br />
|Yunanca<br />
|Bir su destisi ve bir ''kupa'', küçük bir gaz ocağı ve bir çinko çanak, sade basit bir yatak. (Konferans)<br />
|-<br />
|Lamba<br />
|Fransızca<br />
|Bir hârika şehirde milyonlar elektrik ''lâmbaları'' hareket ederek her yeri gezerler, yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu'cizekâr ustayı ve fevkalâde kudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Laik, Laiklik<br />
|Fransızca<br />
|Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet ''lâik'' cumhuriyete döner. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Lav<br />
|Fransızca<br />
|...o günden beri her sözü bir dilim ''lav'', her fikri bir ateş parçası olmuş. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Lise<br />
|Fransızca<br />
|Karşısındaki ''lise'' mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Loca<br />
|Fransızca<br />
|Şimdi iki dost var. Beraber o ziyafete giderler. Bir ''locada'', bir sofrada oturuyorlar. (Sözler)<br />
|-<br />
|Madalya<br />
|Fransızca<br />
|...gönüllü alay kumandanı olarak mücahede ve irşad için dolaşıp büyük bir harb ''madalyası'' almış... (Emirdağ-1)<br />
|-<br />
|Madam<br />
|Fransızca<br />
|Meselâ birisi Paris'te sefahet âleminde bir âlüfte ''madamın'' kametinde istihsan ettiği bir libası, câmide muhterem bir hocaya giydirmeye çalışmak gibi bir hareket-i ahmakane ve caniyanede bulunur. (Deva-ül Ye's)<br />
|-<br />
|Makine<br />
|İtalyanca<br />
|Havanın ve ''makinenin'' harareti bana ağırlık ve fikrime de "Bu Risale-i Nur muazzam bir mu'cize-i Kur'aniyedir. (Kastamonu)<br />
|-<br />
|Mamo<br />
|Kürtçe<br />
|Aziz ''mamo''! {*: Kürdçe "Amcacığım" demektir.} (Barla L.)<br />
|-<br />
|Mancınık<br />
|Arapça (Eski Yunanca)<br />
|Zira yüksek kalelerin muhkem burçlarından atılan ''mancınıklar'' ve işaret fişeklerine benzeyen şu hâdisat-ı necmiye, bu recm-i şeytana ne kadar enseb düştüğü bedaheten anlaşılır. (Sözler)<br />
|-<br />
|Manyetizma<br />
|Fransızca<br />
|Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve ''manyetizmanın'' hâdisatı nev'inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise;... (Mektubat)<br />
|-<br />
|Maske<br />
|Fransızca<br />
|Hususan bu yirmibeş sene içinde, tarihte görülmemiş bir halde münafıkane ve çeşit çeşit ''maskeler'' altında imanın erkânına yapılan sû'-i kasdlar pek dehşetli olmuştur, çok yıkıcı şekiller tatbik edilmiştir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Mason<br />
|Fransızca<br />
|Komünistliğin, anarşistliğin, ''masonluğun'' kuvvet kazandığı bir devirde en mühim bir vazife, Nur'a hizmet etmek ve rıza-yı İlahîyi tahsil için onu isteyene vermektir. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Medyum<br />
|Latince<br />
|İşte eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de ''medyumlar'' suretinde yine bir nevi kâhinlik Avrupa'da ispirtizmacıların içlerinde baş göstermiş. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Meftihane<br />
|Kürtçe<br />
|Bu kudsî hediyeniz bu şehre girdiği aynı zamanda, daha biz haber almadan, memleketimizde talebeler bir kitaba başladığı zaman, Kürdçe ''meftîhane'' namında bir ziyafet verdiklerine tam bir misal olarak,... (Kastamonu L.)<br />
|-<br />
|Metod<br />
|Fransızca<br />
|...iblisane, sinsi ''metodlar'' takib etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar,... (Sözler)<br />
|-<br />
|Mıknatıs<br />
|Yunanca<br />
|Dedim: "Bu bîçareler kendilerini, bu ''mıknatıs'' gibi cezbedici fitnenin ateşinden kurtaramazlar." (İman ve Küfür Müvazeneleri)<br />
|-<br />
|Mihanikiyet (Mekanik kelimesinden)<br />
|Yunanca/Fransızca<br />
|O fabrikanın bir çarkı geri kalsa, yahut bir arkadaşı olan başka çarka tecavüz etse, makinenin ''mihanikiyeti'' bozulur. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Mikrop<br />
|Fransızca<br />
|...''mikroptan'' gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, trilyonlarla çiçekler açan bahar çiçeğine kadar,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Mister<br />
|İngilizce<br />
|''Mister'' John Davenport, "Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ve Kur'an-ı Kerim" unvanlı eserinde Kur'an-ı Kerim'den bahsederken, şu sözleri söylüyor:... (İşarat-ül İ'caz)<br />
|-<br />
|Mitralyöz<br />
|Fransızca<br />
|En son silah, ''mitralyöz'' gibi Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz. (Kastamonu L.)<br />
|-<br />
|Moda<br />
|Fransızca<br />
|Olsa olsa o zamanın ilcaatının ''modasına'' göre bir libas giydireceğim. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Mojik<br />
|Rusça<br />
|Rus ''mojikleri'' buna şahittir. (Asar-ı Bediiyye)<br />
|-<br />
|Mösyö (veya Monsieur)<br />
|Fransızca<br />
|Şayet ''Monsieur'' Renaud (''Mösyö'' Reno), İslâm âlemiyle temas etmek fırsatını elde edecek olursa münevver ve terbiyeli Müslümanların, Kur’an’a karşı en yüksek hürmeti perverde ettiklerini ve onun evamir-i ahlâkiyesine fevkalâde riayetkâr olduklarını ve bunun haricine çıkmamaya gayret ettiklerini görürdü. (Nur Çeşmesi)<br />
|-<br />
|Nahü<br />
|Kürtçe<br />
|İşte başlıyorum: "''Nahu''"... {Haşiye: Kürdçedir.} (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Objektif<br />
|Fransızca<br />
|Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur'anın hakikatlarını rasyonel ve ''objektif'' bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Oksijen<br />
|Fransızca<br />
|Ve bunlar gibi çok hakîmane işlerde ve bilhâssa zîhayatta çalıştırılan basit ve camid ve şuursuz müvellidülma' ve müvellidülhumuza (hidrojen-''oksijen'') gibi iki basit maddeden terekküb eden bu su, yüzbinlerle hikmetli ve şuurlu ve muhtelif hizmetlerde ve san'atlarda istihdam ediliyor. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Orijinal<br />
|Fransızca<br />
|Risale-i Nur'da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz; nazirsiz, cazib ve ''orijinal'' bir üslûb vardır. (Sözler)<br />
|-<br />
|Otomobil<br />
|Fransızca<br />
|Yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı ''otomobil'', bazı zenbil gibi şeyler görünüyor. (Sözler)<br />
|-<br />
|Örnek (Örneğin geçmiyor)<br />
|Ermenice<br />
|Cenab-ı Hak o nüvede pek çok âlemlerin ''örneklerini'' dercetmiştir. (Mesnevi-i Nuriye)<br />
|-<br />
|Palto<br />
|Fransızca<br />
|Evet, bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir abâ, bir ''palto'' ve kelbine de bir kemik verirse “Padişah iyi yapmadı.” diye kimse itiraz edemez. (İşaratül İcaz)<br />
|-<br />
|Papa<br />
|Fransızca<br />
|...dinsizliğe karşı umumî cihadında mazhar olduğu muvaffakıyet ve galibiyetten dolayı Roma'daki ''Papa'' dahi, kendisine resmen tebrik ve teşekkürname yazmıştır. (Sözler)<br />
|-<br />
|Papağan<br />
|İtalyanca<br />
|Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub postacılığı yapmak, ''papağanları'' konuşturmaya bedel;... (Sözler)<br />
|-<br />
|Papaz<br />
|Yunanca<br />
|...o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi'nin ''başpapazı'' tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Paravan(a)<br />
|Fransızca<br />
|Kur'an ve imanın hunhar ve müstebid zalim düşmanları; Kur'an ve İslâmiyet'i ve dini Risale-i Nur'la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bedîüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikatı beyan ve ilân etmekte sükût edelim, susalım veya "Biraz susun" gibi birşeyle, ''paravanalar'', perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Aslâ. (Sözler)<br />
|-<br />
|Parazit<br />
|Fransızca<br />
|Hem, masum müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, ''parazit'', tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri... (Sözler)<br />
|-<br />
|Parti<br />
|Fransızca<br />
|Meselâ: Halk ''Partisi'', Nur talebelerine verdikleri azab ve sıkıntı ve ihanetlerden, kendileri dünyada daha ziyade cezasını çektiler, aynını gördüler. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Pasaport<br />
|İtalyanca<br />
|(Bedîüzzaman'ın, Rusya esaretinden firar edip Almanya yolu ile Sofya'ya geldiği zaman, Sofya Ateşemiliterliği tarafından verilen ''pasaportudur''.) (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Paydos<br />
|Yunanca (Kesin değildir)<br />
|Ve mütemadiyen hikmetle yazar ve ''paydos'' ile bozar tahtasına ve mahv ve ispat levhasına ve haşir ve kıyamet suretine çevirir. (Şualar)<br />
|-<br />
|Payton (bkz. Fayton)<br />
|<br />
|<br />
|-<br />
|Pedagog<br />
|Fransızca<br />
|Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur'anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir ''pedagogdur'' (terbiyeci), hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Piyango<br />
|İtalyanca<br />
|Bir kısmı da darağaçlarını basamak yapıp o duvarın arkasındaki ''piyango'' dairesine girdiklerini... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Plak<br />
|Fransızca<br />
|Belki herbiri; manevî, Rabbanî, muazzam, hadsiz başlı bir fonoğrafın birer ''plağı'' hükmünde olan masnuların üstünde dönen... (Sözler)<br />
|-<br />
|Plan<br />
|Fransızca<br />
|Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir ''plân'' çevirmiş. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Polis<br />
|Fransızca<br />
|"Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar" diye ''polislere'' şekva ediyorlar. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Posta<br />
|İtalyanca<br />
|Manasız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak, mektub ''postacılığı'' yapmak, papağanları konuşturmaya bedel;... (Sözler)<br />
|-<br />
|Pozitif, Pozitivizm<br />
|Fransızca<br />
|Yirminci asır ''pozitif'' fikirlerin hükümran olduğu bir zamandır. (Şualar)<br />
|-<br />
|Prens<br />
|Fransızca<br />
|''PRENS'' BİSMARCK (BİSMARK)'IN BEYANATI (İşarat-ül İ'caz)<br />
|-<br />
|Prensip<br />
|Fransızca<br />
|''Prensiplerimize'' muhalif ve burjuva denilen tabaka-i havassın istibdad ve tahakkümleri altında adalet-i mahzayı kabul etmek ağır geliyor. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Profesör<br />
|Fransızca<br />
|Hattâ düşman bir hükûmetin bir ''profesörü'' bu memlekete gelse, ehl-i maarif, onun ilim ve marifetine hürmeten onu ziyaret ederler ve ona hürmet ederler. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Program<br />
|Fransızca<br />
|Evet güzel bir çiçeğin dakik ''programını'', küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a'malini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazatını küçücük bir çekirdekte manevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Propaganda<br />
|Fransızca<br />
|İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan ''propagandalarına'' ve taarruzlarına devam ederken,... (Sözler)<br />
|-<br />
|Protestan(lık)<br />
|Fransızca<br />
|Avrupa, Katolik Mezhebini beğenmeyerek başta ihtilalciler, inkılabcılar ve feylesoflar olarak, Katolik Mezhebine göre ehl-i bid'a ve Mu'tezile telakki edilen ''Protestanlık'' Mezhebini iltizam edip, Fransızların İhtilal-i Kebirinden istifade ederek, Katolik Mezhebini kısmen tahrib edip, Protestanlığı ilân ettiler. (Mektubat) / Nasraniyet intıfa, ya ıstıfa bulacak. İslâm'a karşı teslim, terk-i silâh edecek. Mükerreren yırtıldı, ''purutluğa'' tâ geldi. (Sözler)<br />
|-<br />
|Psikolog, Psikoloji<br />
|Fransızca<br />
|Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur'anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog (içtimaiyatçı) ve bir ''psikolog'' (ruhiyatçı) ve bir pedagogdur (terbiyeci), hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Purutluk (bkz. Protestan)<br />
|<br />
|<br />
|-<br />
|Radyo<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|Risale-i Nur âhize ve nâkile ile mücehhez bir ''radyo''-yu Kur'aniyedir ki; onun tel ve lâmbaları, âyine; tel ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve îcazdarane bastedilmiştir ki;... (Emirdağ-1)<br />
|-<br />
|Radyum<br />
|Latince<br />
|''Radyumvari'' o madde-i Kur'anî ışığıyla sezmiştim. İşte, gözüne aydın! (Sözler)<br />
|-<br />
|Rapor<br />
|Fransızca<br />
|Denizli mahkemesi, ehl-i vukuf ''raporunda'': "Evet, Said Nursî'de bir enerji vardır, fakat bu enerjisini, tarîkat veya bir cem'iyet kurmakta sarfetmemiş, Kur'an hakikatlarını beyan ve dine hizmete sarfettiği kanaatına varılmıştır.". (Sözler)<br />
|-<br />
|Rasyonel, Rasyonalizm<br />
|Fransızca<br />
|Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur'anın hakikatlarını ''rasyonel'' ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Rejim<br />
|Fransızca<br />
|Hazret-i Mehdi’nin cemiyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı ''rejim''-i bid’akâranesini tamir edecek, sünnet-i seniyeyi ihya edecek; (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Rol<br />
|Fransızca<br />
|Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin ''rolü'' ehemmiyetlidir. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Roman<br />
|Fransızca<br />
|O da tiyatrocu, sinemacı, ''romancı'' medeniyetin edebiyatının şe'nidir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Rovelver<br />
|İngilizce<br />
|Değil elimize bıçak, belki mavzer ve ''rovelver'' de verilse, hem emir de verilse, biz bu bîçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. (Sözler)<br />
|-<br />
|Sako<br />
|Fransızca<br />
|Şu üstümdeki ''sakoyu'', yedi sene evvel, eski olarak almıştım. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Salon<br />
|Fransızca<br />
|Dünyası ne kadar fena ve sıkıntılı olsa da dünyasını, cennetin intizar ''salonu'' hükmünde gördüğü için hoş görür, tahammül eder, sabır içinde şükreder. (Sözler)<br />
|-<br />
|Santral<br />
|Fransızca<br />
|...küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, ''santralları'', âhize ve nâkileleri... (Sözler)<br />
|-<br />
|Santrifüj/Santrafüj<br />
|Fransızca/İngilizce<br />
|Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan ''santrifüj'' âleti اَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Musa’nın (as) asâsından ders almıştır.(Sözler)<br />
|-<br />
|Sigara<br />
|Fransızca<br />
|Ve o sigara kâğıdı gibi ince nâzenin yapraklar, birer a'zâ-yı İbrahim (A.S.) gibi ateş saçan hararete karşı يَا نَارُ كُون۪ى بَرْدًا وَسَلَامًا âyetini okuyorlar. (Sözler)<br />
|-<br />
|Sinema, Sinematoğraf<br />
|Fransızca<br />
|Birden manevî bir ''sinema'' ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Sistem<br />
|Fransızca<br />
|Tahrib-i medeniyet, deniyet-i hazıra sureti değişecek, ''sistemi'' bozulacak; zuhur edecek o vakit,... (Sözler)<br />
|-<br />
|Soba<br />
|Macarca<br />
|...bir misafirhane-i Rahmaniyede bir lâmba ve ''soba'' olan güneşimizin yanmasının devamı için,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Sosyalizm<br />
|Fransızca<br />
|Bizim, avam tabakasının intibahı ile ''sosyalizm'' ve bolşevizm düsturlarını tatbik etmek, işimize yarıyor. (Lemalar)<br />
|-<br />
|Sosyolog<br />
|Fransızca<br />
|Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur'anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir ''sosyolog'' (içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagogdur (terbiyeci), hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Sübjektif<br />
|Fransızca<br />
|Risale-i Nur 'sübjektif' nazariye ve mütalaalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur'anın hakikatlarını rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Sulfato<br />
|Fransızca<br />
|...hususan madeniyatın tuz, limontuzu, ''sulfato'' ve şap gibi sureten birbirine benzemekle beraber tadlarının şiddet-i muhalefetiyle... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Şape<br />
|Kürtçe<br />
|...her lisandan meylü'l-mübalağa ile çok hayalâtı kendine toplar, ''şape'' gibi büyür. (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Şarlatan<br />
|Fransızca<br />
|Böyle ''şarlatanların'' inkârları, hiç hükmündedir. (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Şifre<br />
|Fransızca<br />
|Hem uluhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan ''şifre'' bulunan bir muhabere mecmuasıdır. (İşarat-ül İ'caz)<br />
|-<br />
|Şimendifer<br />
|Fransızca<br />
|Biz birdenbire ''şimendifer'' ve balon gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. (Tarihçe-i Hayat)<br />
|-<br />
|Tango<br />
|İspanyolca <br />
|Bir ihtiyar hocaya, ''tango'' bir kadın libası giydirilmediği gibi.. (Mektubat)<br />
|-<br />
|Telefon<br />
|Fransızca<br />
|...küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud ''telefonların'', telgrafların, radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri... (Sözler)<br />
|-<br />
|Telepati<br />
|Fransızca<br />
|''Telepati'' nev'inden, ruhumla şiddet-i alâkası olan bir şahs-ı meçhul, muhtelif ve birbirinden uzak mevzulara dair; birdenbire kibrit yakmak gibi, seri sualler soruyor. (Sünuhat)<br />
|-<br />
|Telgraf<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|...küçücük mikyasta, bütün dünyada mevcud telefonların, ''telgrafların'', radyoların ve hadsiz ve muhtelif konuşmaların merkezleri, santralları, âhize ve nâkileleri... (Sözler)<br />
|-<br />
|Tentene (Dantel[a]'dan)<br />
|Fransızca<br />
|Şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş ''tenteneli'' bir perdedir. (Sözler)<br />
|-<br />
|Teres<br />
|Kurmanci<br />
|Onları deprettirir. Esaslara ilişilmez, onlarla oynanılmaz, sussun şimdi dinsizlik! İflas etti o ''teres''. Bestir tecrübe-i küfran ve yalan. (Sözler)<br />
|-<br />
|Tiyatro<br />
|Fransızca<br />
|İşte dans ve ''tiyatro'' gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve bid'aları birer cazibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri etrafına toplar, sersem eder. (Şualar)<br />
|-<br />
|Tren<br />
|Fransızca<br />
|...kendisini Haydarpaşa'dan Ankara'ya götüren ''tren'' ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir'den Ankara'ya götüren trenle Eskişehir'de buluşuyor. (Emirdağ-2 L.)<br />
|-<br />
|Trilyon<br />
|Fransızca<br />
|...mikroptan gergedana, sinekten simurga kuşuna, bir çiçekli nebattan milyarlar, ''trilyonlarla'' çiçekler açan bahar çiçeğine kadar,... (Asa-yı Musa)<br />
|-<br />
|Tuvalet<br />
|Fransızca<br />
|Arz, sema güzellik müsabakasına girmek için lâzım gelen ''tuvaletleri'' yapıp hazırlıklarda bulundukları zaman arz, kış mevsiminde kardan mamul beyaz elbiselerini giyer. (İşaratül İ'caz)<br />
|-<br />
|Tünel<br />
|İngilizce/Fransızca<br />
|Ya fıtrî bir ''tünelden'' titreyerek gideriz. (Sözler)<br />
|-<br />
|Üniversite<br />
|Fransızca<br />
|Nurs köyü ve Nursî lakabımla ve Nurlarla münasebetdar ''üniversite'' mektebinin pek gayretli bir Nurcusu... (Emirdağ-1 L.)<br />
|-<br />
|Volkan<br />
|Fransızca<br />
|Halbuki şakk-ı Kamer, bir ''volkanla'' inşikak eden bir dağ gibi mümkündür. (Sözler)<br />
|-<br />
|Zenav<br />
|Kürtçe<br />
|Bir fenni esas tutup sair malûmatını avzen {Haşiye: Kürdçedir.} ve ''zenav'' gibi yapmaktır. (Muhakemat)<br />
|-<br />
|Zirm (veya Zürm)<br />
|Kürtçe<br />
|Sermeden ''zürm-zürm'' eder. {(Haşiye) Kürtçedir. -Müellif-} (Asar-ı Bediiyye)<br />
|}</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Risale:Zerre_(Mesnevi_Bad%C4%B1ll%C4%B1)&diff=41448Risale:Zerre (Mesnevi Badıllı)2024-03-17T07:19:10Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Mesnevi]]<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zehrenin Zeyli (Mesnevi Badıllı)|Zehrenin Zeyli]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)|Şemme]]: Sonraki Risale''<br />
<br />
Hidayet-i Kur'aniyenin şuaından bir<br />
<br />
=ZERRE=<br />
<br />
==MUKADDİME==<br />
<br />
Malûm olsun ki: Şu "Zerre" Risalesi, benim riyakâr nefs-i emmarem ile olan mübarezede ânî cevablar ve def'î müdafaalardır. Hem 'Katre' risalesinde olduğu gibi, ona atılan şeraratdan bir yaylım ateşidir. Zannederim ki, ben onun neşrinde me'zunum. Zira her bir remzin mualecesine tâ yazılmayıncaya kadar ihtiyaç hasıl oluyordu. Vakta ki kuvveden fiile çıktı, yani kağıt üzerine nakşoldu, o ihtiyaç zail oluyordu. Fakat bu defa tab'edilip neşredilmeyinceye dek münakaşaya bir nevi meyil baki kaldı. Vakta ki, tab' ile neşre başladı; o da zail olup kalb mutmain oldu. Bu hal ise gösteriyor ki; bu risale yalnız benim için değil, başkaların da hissesi içinde vardır. İşte bunun için ben, onun neşrine cesaret ediyorum.. Belki -inşâallah- bazı insanlara menfaat vermesi mümkin olabilir. Hem içindeki remizlerin mütenevvi' olmalarıyla, mümkündür ki, çokları istifade edebilsin.<br />
<br />
[[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Ayet-Hadis Mealleri)#1|{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحٖيمِ}}]]<br />
<br />
sırrınca hepsi anlaşılmazsa, hepsini bırakmak kâr-ı akıl değildir.<br />
<br />
İşte buna göre, ben de terk-i tasannu' için, o hatıratı, kalbe ilk hutur ettiği surette olduğu gibi bırakıyorum.<br />
<br />
{{Arabi|وَ مِنَ اللّٰهِ التَّوْفِيقُ وَ الْهِدَايَةُ}}<br />
<br />
Said-i Nursî<br />
<br />
==1. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
Ey mülk onun, hamd onun olan Allah! Seyyid-ül Beşer olan Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) salât ü selâm indir. O Seyyid-ül Beşer ki, sen ona {{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّبِيّ}} diye hitab ettin, o da {{Arabi|لَبَّيْكَ}} diye cevab verdi. Öyle bir cevab ki, aks-i sadası Arafat'tan tâ ulvi semavat melaikelerine kadar işittirildi.<br />
<br />
Sonra Zat-ı Uluhiyet'in ona "Ya Muhammed (A.S.M.)! Tebşir ve inzar eyle!" diye emrettin. O da<br />
<br />
[[Bakara 21|{{Arabi|يَا اَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ}}]]<br />
<br />
"Ey insanlar! Rabbinize ibadet ediniz." diye insanlara nida etti. Öyle bir nida ki, zamanın bütün edvarına ve dünyanın bütün aktarına işittirildi.<br />
<br />
Evet o zat (A.S.M.), müşahid tavrıyla beşîr ve nezîr olduğundan bütün a'sar ve aktarın arkasına dizilmiş bütün ebna-i beşer taifelerine nida ederek, onları işhad etmektedir. Zira o zat (A.S.M.), hidayet-efşan sesini en yüksek bir sada ile ve bütün kuvvetiyle işittiriyor. Evet aks-i sadasını biz de işitiyoruz. Çünkü dünya, Kur'anın zemzeme-i hidayetiyle dolmuştur. Hem bütün kuvvetiyle nida ediyor. Zira onun nidası zemin yüzünün yarısını istila etmiştir. Hem bütün ciddiyetiyle davet ediyor. Çünkü onun tarih-i hayatı buna şahiddir. Hem bütün vüsukuyla iman etmiştir. Evet, onun dünyadaki zühdü ve faniyata adem-i tenezzülü buna şahiddir. Hem o zatın kuvvetli desatir ve temel kanunlarının şehadetiyle nihayet derece itminanını gösterir. Ve kemal-i imanına şahid ise, o zatın (A.S.M.) mahlukatın en âbidi ve en müttakisi olduğudur.<br />
<br />
==2. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ يَا اَيَّتُهَ النَّفْسُ الْجَاهِلَةُ}} Bil ey câhile nefis! Cenab-ı Hakk'ın nur-u marifetine bakan açık kapılar, âlemin tabakat ve sahaifi kadardırlar. Hattâ belki mevcudat-ı âlemin mütesaid ve mütenazil olan mürekkebatı adedincedir. Şimdi sen kendi echeliyetine bak ki, senin yüzüne karşı adî bir kapının kapanmasıyla, bütün diğer kapıların da kapalı olduğunu tevehhüm ediyorsun.<br />
<br />
Senin misalin şöyle bir adama benzer ki; o adam, bir memlekette büyük bir asker ordusunun süvari talimgâhını görmediği için ve bilemediği zaman; padişahın sair askerlerinin ve hademelerinin ve hükümet dairelerinin vücudları meydanda olduğu halde, padişahın vücudunu inkâr etmeye şürû' edip, bütün şeair ve alâmetlerini başka başka şeylere havale eder.<br />
<br />
==3. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bâtın, zâhirden şu'urca daha a'la ve etemm olduğuna ve hayatça daha kavi, daha müzeyyen, daha bilgili, daha mükemmel, daha güzel, daha latif bulunduğuna; hem zâhirin üstünde görünen hayat, şuur, kemal ve emsali gibi şeyler ise, ancak bâtından gelen zaif bir tereşşuh olmasına.. ve bâtın ise, ölü ve camid olup da zâhiri hayattar ve şuurkâr bir surette semere vermiş olmadığına delil budur ki; senin karnın intizamca evinden daha mükemmeldir; ve cildin, elbisenden daha güzel dokunmuştur.. Ve kuvve-i hâfızan, yazdığın kitabdan nakışca daha etemmdir. Ve daha şu cüz'î misale âlem-i melekût ile âlem-i şehadeti ve âlem-i gayb ile dünya ve âhireti kıyas eyle!<br />
<br />
İşte hasretler olsun emmare olan nefislere ki; heva ve heves güzüyle baktığı için; bâtını ölü, derinliklerde gizlinmiş, zulmetli ve ürkütücü görüp; zâhiri ise, onun üstünde hayatdar, munis bir şekilde mefruş görüyor.<br />
<br />
==4. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; senin yüzün, geçmiş ve gelecek bütün efrad-ı insaniye adedince alâmet-i fârikaları tazammun etmektedir. Hattâ belki eğer gayr-ı mütenahî efrad dahi bulunsa idi, yine seni bütün onların her birisinden ayıracak -ecza-i vechin erkânında tevafuk ile beraber- alâmetlere rastlanacaktı. İşte bu vaziyet ise gösteriyor ki; vahdet, gayr-ı mütenahî kesret içinde âdeta senin vechinden tecelli etmektedir.<br />
<br />
Evet, insan ve hayvan efradının, esasat-ı a'zadaki tevafukları bilbedahe delâlet eder ki; onların Sanii, Vâhid-i Ehad'dir. Fakat taayyünat ve teşahhusat-ı muntazamadaki tehalüfleri ise, bizzarure sanilerinin bir Muhtar-ı Hakîm olduğuna delâlet ediyor. Ve bu sır, tek tek bütün ferdlere baktıkça, azamet kesbeder.<br />
<br />
İşte, muhalatın en uzağı ve en bâtılı budur ki; şu hikmetdârane temyiz ve bu semeredarane tehalüf ve o maslahatkârane tefrik, bir kasıdın kasdıyla ve bir muhtarın ihtiyarıyla ve bir Müridin iradesiyle ve bir Alimin ilmiyle olmasın!<br />
<br />
Tesbih ederiz o zatı ki; sahife-i vecihte gayr-ı mütenahî yazıları dercedip yazar da, o yazıların icmalı, basarla okunduğu halde, nazarla, belki akılla dahi görünmez. Âdeta o yazılar göz önünde malûm iken, mechul-u mutlaktır. Hem gâib iken, meşhuddur. Binaenaleyh, çok mertebelerle muhaldir ki, nev'-i insandaki şu muntazam ve faideli tehalüf; Ve [[buğday]] ve üzüm gibi enva'larda ve keza [[Bal Arısı|arı]], karınca ve balık cinslerinin efradlarındaki tevafuk, kör tesadüfün ve a'ver ittifakın elleriyle olabilsin. Kellâ sümme kellâ! Belki ancak onlar bir Semi-i Basir ve bir Alim-i Hakîm'in san'atı olabilirler.<br />
<br />
İşte, mademki tesadüfün cevelanına -eğer mümkün olsaydı- en münasib ve müsaid olan kesretin, en geniş ve en uzak ve en ince ve intişarca en çok yaygın ve ehemmiyetçe en edna tavır ve mertebeleri böyle başıboş ve mühmel bırakılmamış, belki tesadüfün eli ona karışmaktan o derece mahfuzdurlar ki; âdeta bir Hakîm'in kasdına ve bir Alim'in semiane ve basirane olan ihtiyar ve iradesine bir cevelangâh olmuştur. Öyle ise, ey tesadüf efendi! Senin daire-i mülkullah içerisinde bir yerin kalmadı. Kardeşin tabiat ve baban şirk ile birlikte def'olup, adem ve fena belki imtina' cehennemine gidiniz, kaybolunuz.<br />
<br />
Evet<br />
<br />
[[Rum 22|{{Arabi|وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَاخْتِلَافُ اَلْسِنَتِكُمْ وَ اَلْوَانِكُمْ}}]]<br />
<br />
âyeti dahi bu hakikatı te'yiden, tecelli-i hikmetin ilk ve son meratibine işaret etmektedir.<br />
<br />
==5. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şeytanın kendi vesvesesine âlet ittihaz ettiği şeylerden birisi budur ki: Der: "Meselâ eğer inek, her şeyi bilen bir Kadîr-i Ezelî'nin mülk ve nakşı olmuş olsaydı, elbette bu derece miskin bir şey olmazdı. Çünkü eğer bir Kadîr-i Alîm ve Mürid'in kalem-i kudreti, onun cildi altında ve cisminin evi içinde alel'ıtlak olarak hükmetseydi; nasıl onun cildi üstünde ve dış yüzünde böyle âciz, câhil, yetim ve miskin bir şey olmuş olabilirdi?"<br />
<br />
İşte o zaman o müvesvise şöyle cevab verilir:<br />
<br />
Ey cinnî şeytanlara üstad olmuş olan şeytan-ı insî! Evvelâ eğer senin dediğin gibi o inek; her şeyin liyakatına göre ve maslahatı miktarınca ona cihazat i'ta eden, bir Kadir-i Ezelî'nin san'atı olmazsa, o zaman meselâ senin eşeğinin kulağı senden ve senin üstadlarından daha çok akıllı ve daha mahir olması lâzım gelirdi. Ve keza, senin bir parmağının içinde, senin şuur ve ihtiyarından çok mertebe ziyade bir şuur ve iktidar bulunması icab ederdi. Ve o gibi letaifin şe'ni, inbisat ve intişar iken, acaba bunları kendi hududları dâhilinde kaydedip durduran kimdir?<br />
<br />
Ve saniyen: Kader-i ezeli, her şeye onun kabiliyetine göre- bir mikdar ve bir kalıp tersim ediyor. Ve o miktar ve kalıptan her şeyin kalıbı nisbetinde feyz-i mutlaka kabil olacak bir kabiliyet neşet eder. O halde her şeyin dâhilinden haricine tereşşuh eden istidad vs. ne ki varsa, onun cüz'-i ihtiyarîsinin mikyas ve mizanı derecesine göredir. ve ihtiyacının mikdar ve derecesi nisbetindedir.. Ve keza kabiliyetinin müsaade ve tahammülü derecesine göredir. ve daha daha hâkimiyet-i esma nizamının mizan ve tekabülüne göre oluyor.<br />
<br />
Buna göre, sanatkârane yapılmış olan bakarın harici, başka birine dahil değildir. Belki her şeyin dâhili, mutlak sıfatların mazharı olduğu gibi, harici ise, bir mukayyide, yani bir takyid ve tahdide mazhardır.<br />
<br />
Evet, dünyayı ziyalandırmak ve seyyaratı cezbetmek ve âlemin merkeziyetini teşkil etmek ve saire. gibi güneşe ait azamet ve haşmet levazımatını, küçücük bir hababda görünen bir güneşcikten taleb eden adam, akıldan azledilmiş olur. Evet bir habab, (bir kabarcık) o levazımatı tavsif edebilir, fakat kendisi onlarla muttasıf olamaz.<br />
<br />
==6. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki; sen hikmetle yoğrulmuş sırf şuurî bir san'atsın. Hattâ sen, sani'in sıfatına vuzuh-u delâletinden dolayı, âdeta bir hikmet-i nakkaşenin mücessemi ve bir muhtarın ilminin mütecessidi ve liyakatına göre ihtiyacatını gören bir kudret-i basirenin müncemidisin. Hem senin nida-yı hacetlerini işiten semi' bir rahmetin semeresi; ve istidadının istediği şeyleri verebilen Mürid bir zatın fiilinin mutasallibi; ve bütün metalibini bilen bir Zat-ı Alim'in in'amının mütekâsifi; ve bina-yı vücuduna tam münasebetli olarak bir Mühendis-i Habir'in tersim ettiği plân ve krokisinin bir suretisin.<br />
<br />
İşte madem öyledir; nasıl olur da sen gayet cüz'î olan ihtiyarınla ve bir kıl kadar olan şuurunla gidip küll olan ahkâmlardan kurtularak kendi başına hür ve müstakil kalabilirsin. Hem de, sonra dönüp te, küllü cüz'e kıyas edebilesin, Kellâ!. Evet, nasıl olurda sen, her şeyin maliki olan kendi malik ve sahibinden gaflet edebiliyorsun? Ve bütün bunları bildikten sonra bu ilim ile beraber nasıl olur da sen, senin enînlerini işiten ve hâcetlerini gören ve cinayetlerini bilip kaydeden Semi, Basir, Mucîb, Mugis bir Zat-ı Rakib'in senin üstünde bulunmamasını tevehhüm edebiliyorsun?<br />
<br />
Ey miskin nefsim! Ne zorun var ki, sen kendini daire harici tevehhüm ediyorsun? Tâ ki, her zîhayata karşı mümaşatlı muraatı yapmak ve her birisine hürmet etmek; veyahutta ehemmiyetsiz addedip hepsine zulmetmek lüzumu, senin üzerine hasıl olmuş olsun.. Bu yük ağırdır, kaldırılmaz. Madem öyledir, şirkli ecnebiliği bırakıp, Allah'ın daire-i mülküne mü'minane ve muvahhidane girmen lâzımdır. Tâ ki, bütün mevcudata karşı bir uhuvvet peyda ederek, istirahat edesin. Belki mevcudatın muhterem, büyük bir ağabeysi olabilesin.<br />
<br />
Bak ey nefis! Senin meselin şöyle bir adama benzer ki; o adam, bir padişahın malıyla meşhun bir gemisinde bir hizmetçidir ve o geminin çark ve dolaplarından birisinin cüz'î bir tedbiri ona bırakılmıştır. Fakat o ebleh şahıs ise tutmuş, gemi ile merbut o büyük dolabı kemal-i ihtimamla sırtına almış, muhafazasına çalışıyor. Şimdi eğer o ahmak adamın cüz'î bir aklı olmuş olsaydı; derdi ki: "Yahu ben dahi geminin içindeyim, geminin malik-i zîşanına ait olan bendeki şu emaneti gemiye bırakayım, rahat edeyim. Ona bir şey olmaz."<br />
<br />
İşte ey nefis! Sen de, İslâm dimağının gemisi üstünde (yani şuur ve basiret ve akıl üstüne müesses olan İslâm gemisi üstünde) desatir-i İslâmiyeyi omuzuna al, tâ ki müsterih ve mutmain olarak istifade edebilsin.<br />
<br />
==7. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey insan bil ki! Seni bu cihazat-ı acibe ve makinat-ı garibe ile halkedip icad eden zat, elbette âlemi ve içindekilerini halketmesi ondan uzak görülüp istiğrab edilmez ve edilmemelidir. Çünki sendekiler var ya, yani senin içinde olan cihazat-ı acibe ve garib makinalar ve saire, âlemin küçücük nümune ve enmuzeclerinin fihristesinden ibarettir. Belki seni halkeden Hâlık, her şeyin de Hâlık ve Mûcidi olması vâcib ve zaruridir. Zira kavunu halkeden bir Hâlık, elbette o kavunun küçültülmüş ve ondan telhis edilmiş bir nümunesi ve o muhitin bir muhatı olan çekirdeğinin Hâlıkından gayri olması mümteni' ve imkânsızdır.<br />
<br />
==8. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; sen maddî vücud itibarıyla, iki had ortasında muayyen olan bir taayyün ile mukayyedsin. Hem mukayyed bir beden içinde, kayıdlı bir ömür ve mahdud bir iktidar ile mahdud bir beka içinde hududlu bir hayatın vardır. Madem öyledir; bu kısa, kalil ve fanî ömrünü; fenaya gidecek boş ve fanî bir şeye sarfetmemen lâzımdır. Belki bekaya gidecek ve ona müteveccih baki bir şeye sarfeylemek gerektir.<br />
<br />
Çünkü meselâ şu ömürden, bu dünyadaki istifaden haydi yüz sene olsun diyelim. O yüz sene ise, daire-i İslâmiyet haricinde olsa, yüz hurma çekirdeği gibi kuru kurusuna ve çok az bir menfaat ile ve onları dikerek ağaç olup meyvelerinden yiyenlerin istifadelerini zail eder bir tarzda yiyip bitirirsin. Fakat eğer o ömrü, âhirete tevcih ederek, şeriat suyuyla ıska etsen, o zaman o fani yüz sene ömür, yüz tane semeredar ağaç olacaktır.<br />
<br />
İşte yüz tane meyvedar ağacı, yüz tane kuru çekirdek ile satan adam, elhak Hutame'ye hatab olmaya lâyıktır.<br />
<br />
==9. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Bütün evham ve şübehatın, belki de dalaletlerin mahzeni budur ki; nefsin, kendisini kader ve sıfat-ı İlahiyenin tecelli ettiği dairenin haricinde farz ve tevehhüm etmesidir. Sonra da daire-i tecelliyattan vehm ile hariç kalmış ve ecnebileşmiş olan nefis, kendini öyle bir şeyin yerinde farzeder ki; o şeye kaderin tek bir taalluku ve esma-i İlahiyeden yalnız bir ismin tecellisi vardır. Ve bu farz ile o şeyde tam fani olur. Sonra da ecnebilik sıfatıyla tekrar o şeyi dahi daire-i mülkullahtan ve tasarruf-u kudretinden te'villerle çıkarmaya şürû' eder. İşte bu desise ile nefis, şeytanlara bile üstad ve muallim oluyor ki, onun şirk-i hafîsinden tereşşuh eden halleri, o masum şeyin de içine akseyler.<br />
<br />
Demek nefs-i emmare, şu haliyle [[Deve Kuşu|deve kuşu]] gibidir ki; aleyhinde olan işlerde dahi kendi lehinde bir cihet görüyor. Hem sofestaî gibidir ki, münakaşa eden iki hasma, ayrı ayrı tarzda, birisine der: "Yahu işte senin hasmının delili, seni reddediyor." Öbürüne ise: "Yahu onun delili, seni butlan ile mahkum ediyor. Öyle ise hak, her ikinizin de canibinde değildir." der.<br />
<br />
==10. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nefis, dünyayı âhirete rabtetmek suretiyle gafleti idame ettiriyor. Güya dünyanın ve hayatın münteha ve neticesi bu imiş. Kellâ! Belki hakikat bunun tam aksidir.<br />
<br />
Evet nefis -velev şek ile olsun- âhireti tasavvur etmekle, fena-yı dünya ve zeval-i elemin dehşetinden bir derece kurtuluyor zanneder. Hem gaflet veya şek sebebiyle de, a'mel-i âhiretin külfetinden kurtulmak ister. Hattâ vefat etmiş eslafa baktığı zaman, onları ölmüş olarak tabir etmiyor da, belki güya onlar hayatta imişler de, yalnız gözden kaybolmuşlar. Hem nefis, çok defa dünyevî metalibinin damarlarını bir desise ile ebedîleştirmek için, âhiret tarlasında tesbit eyler. Evet çünkü o metalibin iki yüzü vardır:<br />
<br />
Birinci vechi: Dünyaya bakar ki, sebatsız, belki hebaen mensuradırlar.<br />
<br />
İkinci vechi ise: Âhirete bakar, onun esasatı arz-ı âhiretle ittisal peyda edip öyle devam eder. Meselâ ilim gibi; bir vechi karanlık, bir vechi ziyadardır. Fakat şeytane olan nefis, ziya tarafını sana gösterip, altında karanlık vechini yutturur. Zira nefis [[Deve Kuşu|devekuşu]], şeytan sofestaî, heva ise bektaşîdir.<br />
<br />
==11. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Ben şeksiz, şübhesiz bir tarzda yakîn hasıl ettim ki; halk-ı eşya mes'elesinde, eğer mûcibe-i külliye tasdik edilmezse (yani her şey birinin olmak zarureti olmazsa) bilmecburiye salibe-i külliyenin sıdkı lâzım gelecektir. (Yani hiçbir şey, onun olmamak keyfiyeti.) Zira bütün mahlukat, öyle muntazam bir tesanüd ile bir küll halindedir ki, tecezzi kabul etmez. Binaenaleyh ya o veya bu, ikisinden biri mutlaka ve mutlaka kabul edilecektir.<br />
<br />
Bakınız görünen o dur ki, her şey birinin olmasında adem-i illeti tevehhüm etmek isteyen vehm-i bâtıl, örümcek ağından yüz derece daha ehvendir. Fakat eşyadan bir tek şeyi birinin olduğunu gösteren illet, bir hads-i sâdıkla her şeyin de aynı o zatın olmasını istilzam ettirir.<br />
<br />
Ve keza Hâlık dahi, ya birdir veya gayr-ı mütenahîdir. Kat'iyyen ortası olmaz. Çünkü sani' eğer bir Vâhid-i Hakikî olmazsa, bizzarure kesîr-i hakikî olacaktır. O ise nihayetsizdir. Şayet ikinci şıkka gidilirse, çok acib muhalat ile beraber mutlaka terkibsizliği ve birliksizliği icab ettirecek ve dolayısıyla vücud ve varlık, imtina'a saplanacaktır.<br />
<br />
==12. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; nasıl ki nuru verenin nuranî olmaması; ve icad edenin mevcud bulunmaması; ve mûcib olan bir zatın vâcib olmaması zâhirî bir muhaldir. Öyle; de ilmi in'am edenin âlim olmaması; ve şuuru ihsan edenin zîşuur bulunmaması; ve ihtiyarı i'ta edenin gayr-ı muhtar bulunması; ve iradeyi ifaza edenin gayr-ı mürid olması; ve mükemmelin sanii, gayr-ı kâmil olması muhal ender muhaldir.<br />
<br />
Evet hiç mümkün müdür ki; gözü tersim, basarı tasvir ve nazarı tenvir eden bir zat, kendisi gayr-ı basir olsun, hâşâ!. Belki masnuatta bulunan ne kadar enva-i kemal varsa, Sani-i Zülcelale münasib olan feyz-i kemalinden olması vâcib ve zaruridir.<br />
<br />
Fakat şahin kuşunu görmeyip tanımayan ve ancak kuşlar içinde sivri sineği kuş olarak tanıyan bir mikrop, şahini gördüğü zaman, bu kuş değildir. Zira benim gördüğüm kuş olan sinekteki evsaf, bunda yoktur der.<br />
<br />
==13. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; nefs-i natıkanın en şiddetli taleb ettiği şey, devam ve bekadır. Hattâ eğer nefis, kendini devamın tevehhümüyle aldatmazsa, hiçbir şeyden lezzet alamaz.<br />
<br />
Öyle ise ey devama talib nefis! Bir Dâim'in zikrine bürün ki, daim kalasın. Ve onun nuruna bir zücace ol ki, sönmeyesin. Ve onun incilerine bir sadef ol ki, tasaffi edesin. Ve onun nesim-i zikrine bir beden ol ki, hayat bulasın. Ve esma-i İlahiyesinden bir isminin şuaından bir hayt-ı nuranîsine temessük et ki, adem fezasına düşüp hiçahiçe gitmeyesin.<br />
<br />
Evet, meselâ gafil bir semere, onunla kaim olup kıyam bulduğu ağacına teveccüh etmeyerek; belki yüzüne karşı gülen ecnebilerin şa'şaasına aldanıp, onlara müncezib olsa, elbette kendi ağacından kopacak ve onların fani tebessümleri içine baş aşağı düşüp fani olacaktır.<br />
<br />
İşte ey nefis, sen de sana beka ve kıyam veren zata istinad et. Fanilerin şa'şaasına aldanma. Zira senden, onun uhdesinde olanı binden dokuzyüz doksan dokuzdur. Ve senin uhdende olanı ise yalnız bir tanedir. Madem öyledir, kendi o bir taneni dahi, onun malının sefinesine bırak, istirahat eyle!<br />
<br />
==14. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey nefis bil ki; sen kendi nefis ve zatına en yakın ve ihtiyarca en geniş olduğun halde, kendin için hiçbir şeyi icad cihetinde yapmaya takatın yetmezse; ve senin elin, sana ulaşmazsa, elbette bittarik-il evla senden uzak, sair insan ve sebeblerin hiçbir surette, senin hiçbir şeyine -icad noktasında- takatları yetmez.. Ve senin şecere-i zatının bir yaprakçığına da elleri ulaşmaz.<br />
<br />
İşte meydan, istersen kendini tecrübe et; Acaba kelimatın ağacı ve zevklerin havuzu ve muhaberatın santralı olan bir tek kendi lisanını yapmaya kudretin yetecek midir, kellâ! Elbette sen yapamazsan, sair sebebler ise aslâ!.. Öyle ise Allah'a şirk koşma. Çünkü şirk, bir zulm-ü azîmdir.<br />
<br />
==15. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; şu âlem, İlahî bir dükkan ve bir mağazadır ki, içinde her çeşit mensucat, motif ve mutarrezatla birlikte, şekil ve kışırlar da bulunmaktadır. Kimisi kesif, kimisi rakik, kimisi zail ve kimisi daimîdirler. Hem bazısı sert bir lüb ve bazısı mayi' ve havaî şeylerdir. Bunların bir kısmı icadın nesci ve bazısı tecellinin tersimidirler.<br />
<br />
Fakat kör olası felasife-i tabiiye, tecellî zımnında bulunan icadı, "icab-ı bizzat" diye zu'medip dalalete saplanmışlardır.<br />
<br />
==16. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; enaniyetten neş'et eden şirk-i hafî, eğer kabuk bağlayıp tasallüb ederse, esbab şirkine inkılab eder bilir. Bu da devam ile müstemir bir hal alırsa, küfre tahavvül edebilir. Bu dahi devam ederse, tatile kadar gidebilir. El'iyazü billâh.<br />
<br />
==17. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Tavr-ı zulmet içinde<ref>Bu i'lemdeki mevzu hayli müşkil bir muamma ve çok kısa cümleli bir vecize halindedir. Tercümesi belki tam olmadı. Özür dileriz. (Mütercim)</ref> nefs-i emmarenin halatının muhafazası ile beraber; ziya ve nur taleb etmek, hem de ziyayı, nefsin zulmetli tabiatıyla birleştirmeye çalışmak, çok elîm ve şediddir. Hem o vaziyet, ziya ve nurun hürmetini ihlâl etmek, belkide onu telvis etmek demektir.<br />
<br />
Öyle ise evvelâ zulmetten soyunup çıkmak ve uzaklaşmak lâzım.. sonra da, zulmet içinde ziyayı aramak değil, belki zulmetten ziyaya nazar lâzımdır.<br />
<br />
==18. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey birader! Acaibdendir ki; şu insan, Kadir-i Ezelî'nin vücûb-u vücud ve vahdetini gösterecek bir fatih, bir kâşif ve bir bürhan-ı neyyir; Ve hem onu gözlere sokacak vâzıh bir delil ve nuranî bir ma'kes; Ve onun nur-u vahdetine karşı münevver bir kamer, hem cemal-i ezelîsinin tecellisine şeffaf bir ayna olmak için halkedilmiş iken; hem dahi semavat ve arz ve cibalin hamlinden dehşetlenip çekindikleri olan haml-i emanetle cilalanıp parlamışken; nedendir ki, insanların çoğu mezkûr hikmet-i hilkatine zıd ve onun tam aksine hareket ediyor?<br />
<br />
Zira, o emanetin tazammun ettiği pek çok vecihlerinden birisi, 'Ene'dir. Ve o ene ise, insan onunla muhit ve mutlak sıfat-ı İlahiyeyi anlamak için bir vâhid-i kıyasî iken, hem o sıfatları tenvir edecek bir anahtar olduğu halde; fakat gaflet veya şirk-i hafî ile o ene, bir nokta-i siyah kesilip tam aksine dönmüştür. İşte acaba ekser insanlara ne olmuş ve nedendir ki; mezkûr hikmet-i hilkatlarına perde, hicab ve sed olmuşlardır? Zira onun hikmet-i hilkatı ve vazifesi o mezkûr kapıları açmak iken, kilitlemiş.. ve o hakikatları tenvir iken karartmıştır. Hem emanetten olan 'ene' ile vahdaniyet-i İlahiyeyi anlamak iken, şirk koşmuştur. Ve o enenin mirsadıyla Allah'a bakmak ve bulmak ve bütün mülkü ona teslim etmek iken; lakin o ise, enenin gözlüğüyle halka nazar edip, Allah'ın mülkünü mahlukatına taksim etmiştir.<br />
<br />
Evet [[Ahzab 72|{{Arabi|اِنَّ الْاِنْسَانَ لَظَلُومٌ جَهُولٌ}}]] yani 'muhakkak ki insan, çok zâlim ve pek câhildir.'<br />
<br />
==19. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey nefis! Eğer sen, Hâlıkını takva ve amel-i salih ile razı ettiysen, o sana yeter. Halkın rızasını aramaya lüzum yoktur. Şayet halk da Allah hesabına senden razı olurlarsa menfaattir. Yoksa nefisleri hesabına olsa, faydası yoktur. Çünkü onlar da senin gibi âcizlerdir.<br />
<br />
İşte eğer birinci şıkkı istersen, Rabbini razı etmeye çalış!. ve eğer ikinci şıkkı ararsan, bilâ-faide şirk etmiş olursun.<br />
<br />
Evet görmüyor musun ki; bir adam, bir işi veya bir maslahatı için bir padişahın makarrına varsa, eğer padişahı irza etmiş ise, halkın da muhabbeti ona dönmekle beraber, külfetsiz bir şekilde hemen işi bitmiş olur. Yok eğer o maslahatını, padişahın hükmü altındaki adamlardan taleb etse; bütün onları irza etmek ve hepsini o maslahatının husulü için ittifak ettirmek lâzım gelir ki, çok zor, pek çetin olur. Hem bütün onları ittifak ettirdikten sonra da, o maslahatın ifası yine sultanın iznine muhtaçtır. Onun izni ise -eğer ikram ise- yine onu irza etmeye mütevakkıftır. Amma eğer istidrac ise; o, bahisten hariçtir.<br />
<br />
==20. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; Cenab-ı Vâcib-ül Vücud, nasıl ki kendi zatında ve mahiyetinde mümkinata hiçbir surette benzemez. Öyle de, ef'alinde dahi yine onlara benzememektedir. Meselâ, hads-i şuhudî ile sabit olan şu: Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'un kudretine nisbeten uzak ile yakın, az ile çok, küçük ile büyük, ferd ile nev', cüz ile küll arasında fark yoktur.. Hem mümkinin hilafına olarak onun işinde külfet, mualecet, zorluk ve mübaşeret olmaz. İşte bu sırdan dolayıdır ki, Cenab-ı Hakk'ın künh-ü ef'alini fehm etmekte zorlanan ve mütehayyir kalan akıl, Cenab-ı Hakk'ın fiilini, fiil olmadığını zannetmiş.<br />
<br />
==21. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; kalbin gaflet ile harab olmasından ve heva-i nefs ile ölümünden sonra, onun enkazından yapılan bir vicdan, nefs-i emmare için yalancı bir mıklabdır. Ve bu vicdanın mevkii ise, insanın iki cenbi (yani) ortasında, göğsünün altında, midesinin başı üstündedir.<br />
<br />
==22. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeşim bil ki! Arslanın keskin olan azı dişleri iftiras ve parçalamak şanında olduğuna; kavunun letafet ve güzelliği de yemek için olduğuna delâlet ettikleri gibi; öyle de, insanın istidadı da delâlet eder ki; onun yegâne vazife-i fıtriyesi ubudiyettir. Hem insanın ulviyet-i ruhaniyesi ve beka ve ebediyete olan iştiyakı dahi delildir ki, insan daha önce bu âlemden başka latif bir âlemde halkedilmiş olup, buraya muvakkat bir zaman için gönderilmiş... tâ ki, burada cihazlanıp tekemmül ettikten sonra yine o âleme dönsün.<br />
<br />
Hem insan, şecere-i hilkatın en nazenin bir semeresi olmasının delâletiyle; insan nev'inden birisi, elbette ki o hilkat ağacına çekirdek imiş olup Sani-i Zülcelal, o çekirdekten bu hilkat ağacını inbat etmiştir. İşte o çekirdek ise, (âlemin onun manevî rengiyle renklendirmesi sırrıyla) bütün mahlukatın en efdali olan Hazret-i Seyyid-ül Enam'ın (A.S.M.) nur-u şerif-i zatı olduğuna bütün kümmelîn-i evliyanın, belki nev'-i beşerin yarısının ittifakıyla sabittir.<br />
<br />
=ZERRE'NİN İKİNCİ PARÇASI=<br />
<br />
==23. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; semavat ve arzın nizamını kuran ve koyan ve gece ve gündüzü; beşiğimiz olan arzımızın kafasına çizgili bir imame gibi saran bir zatın uluhiyetine hiç lâyık olur mu ki; âlemin bazı safahatını miskin bir mümkine tefviz edip bıraksın? Hem hiç mümkün olur mu ki, arşın altındaki mahlukata, Rabb-i Arş'tan başkası bizzat tasarruf etsin, hâşâ ve kellâ!.<br />
<br />
Zira o kudret-i kâmile, bütün her şeyi ve heryeri ihata etmekten kısa ve kasır değildir. Madem değildir; öyle ise, başkasının müdahalesine bir fürce, bir delik yoktur. Bununla beraber, Ceberut ve istiklaliyetin izzeti. ve teveddüd ve taarrüfün muhabbeti dahi, ibadullahın enzarını kendine celbedecek ve mana-yı ismiyle birer hicab ve vasıta olabilecek olan gayrın vücuduna hiçbir vecihle müsaade etmezler.<br />
<br />
Halbuki küll ve cüz'de, nev' ve fertteki tasarrufat, öylesine iç içe mütesaniddir ki, tefriki imkânsızdır. Velev farz-ı muhal olarak yalnız iki müttefik fail arasında da olsa, yine muhaldir.<br />
<br />
Evet şu nizam-ı acib ile bütün âlemi nazmeden Nâzım, o aynı vasıf içinde olarak beşiğimiz olan küre-i arzın tedbirini de görür.. ve aynı halde insanı dahi terbiye eyler. Ve aynı vakitte enva'ın şuunatında da tasarruf eder. Hem aynı anda bedenin hüceyratını san'atkârane icad eder. Hem aynı zamanda âlemin bütün safahatına müteveccih olan o kudret ile zerreleri de halkeder. Belki umum âlemin nizamını kuran ve koyan, o aynı tanzim ile zerratı da tedbir eder. Hem o nefs-i tedbir ile bunları da terbiye eyler ve aynı terbiye içinde tasarruf edip halkeder.<br />
<br />
Evet nasıl ki güneşin ziyası, deniz yüzünü nurlandırıp ta, kabarcıkların yanaklarını ve katrelerin gözlerini ve serpintilerin gözbebeklerini tenvir etmemesi mümkün değildir.. Öyle de, yerin sâkinlerinden her hangi cüz'î bir şeyin bir uzvunun, bir hüceyresinin, bir zerresine dahi; küre-i arzın, gece ve gündüzünü çevirip döndüren bir kudretten başka diğer bir şeyin müdahale etmesi imkânsızdır.<br />
<br />
Hem sineğin dimağını ve mikrobun gözünü tasvir edip inşa ederek tanzim eden bir zat, elbette senin ef'alini; ipi boğazına sarılı olarak başı boş ve ehemmiyetsiz bir şekilde terkedip bırakmaz. Belki senin bütün fiillerini İmam-ı Mübin defterinde yazarak, seni ey insan onun üstünde hesaba çekecektir.<br />
<br />
==24. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; her bir masnu'da, belki her bir zerrede, hem de o masnu ve zerrenin alâkadar olduğu her şeyinde ve onunla beraber nizamın silkine giren bütün eşyada; bilhads ve bilmüşahede görünen mutlak bir tasarruf, muhit bir kudret ve basir bir hikmettir. Bu ise, bâhir bir bürhan ve zâhir bir âyettir ki; her şeyin sanii tektir, birdir, şeriki yoktur. Hem mümkinlerin, mahdudların, mukayyedlerin ve müntehîlerin lâzımı olan tevzi' ve inkısam ve tecezzî, onun iktidarında aslâ mevzuubahs değildir ve olamaz.<br />
<br />
Çünkü mümkin bir şey, faraza sani olsa, elbette o şey-i mümkinin tasarrufunda tevzi', kuvvetinde inkısam ve teveccüh-ü iktidar ve ihtiyarında tecezzî olacaktır. Çünkü vâcib değil, mümkindir. Halbuki meselâ, bir cihetle bir bal arısına taalluk eden o üçler (yani tasarruf, kudret ve hikmet) faraza eğer -tecezzi ve tecavüz etmek şanında olan- bir mümkin-i miskinden olsa idi; elbette tecavüz etmemesi imkânsızdı. Halbuki o arı ise, kendi saniinin iktidarını öyle bir tarzda gösteriyor ki, o iktidara âlemlerin halk ve icadları zor gelmez. Şu halde farz-ı muhal olarak o tasarruf, o kudret ve o hikmet, bir mümkinin fiili ve işi olsaydı, acaba nasıl o arı içinde hapsolup komşularına tecavüz etmeyecekti.<br />
<br />
Öyle ise netice olarak; bizzarure o arının sanii ise, kudretine hiçbir hadd-ü inkısam olmayan, vücudu vâcib bir Vâhid-i Ehad olması lâzımdır ki, onun mizan-ı kaderinde cereyan eden kudreti, kaderin mistarı ve plânı üstünde eşyayı yazmaktadır.<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki: Sivrisinek, örümcek ve pire ve emsali gibi küçük mahluklar; fil, camus ve deve gibi büyük mahluklardan zekâca, cezalet-i hilkatça ve kıymet-i san'atça çok mertebe daha yüksek oldukları halde, bunların o büyüklere muhalif olarak ömürlerinin noksanlığı ve zâhiren faidesizlik ve menfaatsizlikleri ise, Saniin hilkat-ı eşyada hiçbir külfeti, mualeceti ve zorluğu olmadığına, belki {{Arabi|كُنْ}} diye emreder etmez vücuda geldiğine, hem hiçbir şey ona hükmetmeyen bir Fail-i Muhtar olup istediği şeyi, istediği şekilde yapabildiğine delâlet eden bâhir bir bürhan, nuranî bir âyettir.<br />
<br />
==25. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir hababın (yani kabarcığın) içindeki güneşçik, nasıl ki güneşten bir cüz'dür. Öyle de aynı zamanda bir cüz'îsidir. Çünkü o, güneşin mahiyet-i asliyesi olmaksızın hüviyet-i zılliyesiyle bir güneştir.<br />
<br />
Demek o güneşçik, (bu mahiyetiyle) ne güneşin aynısıdır, ne de gayrısı... Öyle ise güneşin ziyasın almakta, bütün dünya iştirak etse bile, o hababın hissesinden hiçbir şeyi noksan etmezler. Kâinatın umumu iştirak etmiş veya kendisi tek olarak mukabil kalmış, güneşin ifazası ve hababın tenevvürü cihetinden bir fark olmaz. Öyle ise o habab, diyebilir: Güneş tamamen benimdir ve benim içindir ve bana müteveccihtir.<br />
<br />
==26. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; bir şey 'Zâhir' isminin azîm ve vasi' olan dairesinden uzaklaşıp küçüldükçe, 'Bâtın' ism-i şerifinin nisbî veya hakikî dairesine yakınlaşıp, hududuna girer.<br />
<br />
Evet Cenab-ı Hak, her şeyin her tarafını kendi esma-i hüsnasıyla muhittir. Fakat insan, kendi cüz'î, mahdud, mukayyed ve fani zihniyle yalnız kendisine taalluk eden ölçüye göre, Cenab-ı Hakk'ın azametine ve seyyaratı güneşin etrafında döndürmesindeki şevketine bakarken; şeytanî bir kıyasla, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud'u bir mümkin-i miskine kıyas ederek; meselâ sinek gibi küçük mahlukların icadıyla iştigalini ondan istib'ad ediyor. Halbuki bu kıyastan küçük mahluklara bir zulm-ü azîm ve büyük bir tahkir çıkar. Zira hiçbir şey yoktur ki, kendi Hâlıkını tesbih etmesin. Ve yine mahlukattan hiçbirisi yoktur ki, dünyayı ona bir ev, güneşi lâmba, yıldızları kandiller yapan bir Rabb-i Zülcelal'den başka birisini kendine Rabb kabul etmeye tenezzül etsin. Âdeta, güya her şey-i zîhayat, yalnız kendisi dünyada varmış gibi tek bir Rabbi ve Hâlıkı tanımaktadır.<br />
<br />
Öyle ise, büyüğün küçük üstüne tekebbüre hakkı yoktur ve caiz de değildir. Zira vücud, hak gibidir. Hak ise, büyük ile küçük arasında farketmez. Hem çok azlar var ki; hakikatta çokturlar ve çok kesîrler bulunur ki, hakikatta kalîldirler.<br />
<br />
==27. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki: Şems-i Şümus'tan tâ ağacın semeresine kadar mevcudattan herhangi bir şeye im'an-ı nazarla bakılırsa; o şeyin hadsiz eşya içinden intihab edilip, seçilerek temayüz ettiği görülecektir. Şu halde hangi şey olursa olsun, nihayetsiz şeylere nazar etmektedir. Öyle ise o şeyde bizzat tasarruf eden zat, elbette ancak sıfâtının tecelliyatına nihayet olmayan bir Zat-ı Zülkemal olabilir. Feteemmel.<br />
<br />
==28. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Umumilik, yani: (Nimetin umuma şamil olması, ve umumî bir şekil alması,) inamdaki hususî kasda ve şahsî inayete münafi olmaz. Zira Allah'ın nimetleri vakıf malı veya nehir suyu gibi değildir ki, mutlak bir in'am sayılıp da, şahıs kendi nefsinde hâs bir şükre ihtiyacını hissetmesin. Hem taayyünler ve hususiyetler, önceden yapılmış kaplar ve kalıplar gibi değildir ki, tâ o taayyünün kalıbı, müteayyin olan kimseye in'amın yüzünü çevirip kazandıran bir şey olsun. Evet, Mün'im-i Hakikî (Celle Şanühü) her bir ferd için, ona münasib bir şekilde bir kabiliyet kabı ve bir istidad çanağını yapıyor, sonra da kendi nimetinin yemeklerinden o kabı doldurarak, kasd-ı hususîsiyle o şahsa isim ve resmiyle ihsan eder. Şu halde mutlak ve umumî nimetler için şükür vâcib olduğu gibi, hususî olarak hâs nimetlere karşı da şükretmek lâzım ve vâcibdir.<br />
<br />
==29. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; meşhud olan kitab-ı kebir ki, âlemdir; ve mesmu' olan kitab-ı aziz ki, Kur'an'dır. Beşerin ekserisi bunların haklarını veremeyip noksan bırakmıştır. Çünkü beşerin mütefekkir feylesofları, kâinat kitabından Vâcib-ül Vücud'a ancak bizzat basit bir cüz'ü ve ince bir kışrı, yahut itibarî bir terkibi verip; baki kalan kısmını mevhum, belki mümteni' sebeblere ve müsemmasız isimlere taksim ediyorlar.<br />
<br />
[[Tevbe 30|{{Arabi|قَاتَلَهُمُ اللّٰهُ اَنَّ يُؤْفَكُونَ}}]]<br />
<br />
(Yani: Allah o yalancıları kahretsin.)<br />
<br />
Fakat muvahhid zatlar ise: "her şey Allah'ın malıdır ve ondan gelmiştir ve ona dönecektir ve onunla kaimdir" derler.<br />
<br />
Amma Kur'an'ın hakkaniyetli ahkâmının noksan bırakıldığı mes'eleye gelince: Evet beşerin hayalperest edipleri, (Kur'anın hükmüne zıd bir surette,) kâinat denilen şu muhteşem kasrın esasatından ve mekîn desatirinden ve yaldızlı taşlarından ve çiçekli, motifli ağaçlarından; yalnız ondaki nazmın bazı nukuşunu ve az bir kısım maanisini arşın sahibine verdikten sonra, geri kalan o semavî yıldızları telahuk-u efkâr desisesiyle yerin sâkinlerine taksim eylerler.<br />
<br />
Tuh, öylesi akl sahibine ki; ona beşerin elini yıldızlara kadar uzanıp onları tebdil etmek ve ecramlarında tasarruf etmek derecesinde bir kudrete sahib olduğunu tahayyül ettirir. Böylesi bir akıl sahibinin misali şöyle bir adama benzer ki: Denizi feyizlendiren bir feyyaza, ondan yalnız bazı kabarcıkları verir.<br />
<br />
Fakat mü'min-i muhakkik ise, der: Kâinat sarayının evvel-i esasatından, tâ nukuş-u nazmın âhirine kadar, müştemil bulunduğu bütün her şey, Allah'tandır ve Allah'ındır.<br />
<br />
Evet Kur'an, binler makamların mukteziyatının meratibine bakarak; ve muhatabînin hissiyatına ma'kes olan bütün manaları kendi üslubları içinde sararak cem'etmiş olmasındandır ki; Ve keza, Kur'an yetmişbin hicabdan geçerek, ervah ve kulûbun a'makına girerek kudsî hitabıyla tabakat-ı beşer üzerinde seyr ü sefer edip feyzini neşr ile ünsiyet verdiğindendir ki; her devir Kur'anı tam anlar, bilir ve onun kemalini itiraf eyler. Ve her karn Kur'anı tam kabul edip, onunla ünsiyet eder. Ve her asır onu kendine üstad ittihaz eyler. Ve her zaman ehli, ona ihtiram eyler. O derece ki, hepsi tahayyül eder ki; Kur'an hassaten o asır için nâzil olmuştur. Demek o kitab-ı aziz, ince, rakik ve sathî bir şey değildir.. Belki bir bahr-i zahhar ve bir şems-i feyyaz ve bir kitab-ı amîk ve dakiktir.<br />
<br />
==30. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! su ve havaya bak, gör ki; nasıl selis ve yumuşak halkedilmişlerdir. Evet tesbih ederiz o zatı ki, su ve havayı hem mikroba, hem de file beraber olarak rızık edip lokma yapar.<br />
<br />
İşte kudret tabbahına (pişirici) bak gör; Nasıl bir yemek yapar ki, o yemek arının ağzı ona dar gelmediği gibi; Filin ağzını da tam doldurur. Hem o yemek, bir mikrobun ağzına büyük gelmediği gibi; Gergedanın ağzı da ona büyük gelmez. Hem yine o kudret, (hava ile) öyle bir kelâm ile söyler ki, zerrenin dimağı o kelâmı işittiği gibi, güneşin kulağı dahi o kelâmla tam dolar. Hem yine o kudrete bak ki, söylenen bir kelimeye öyle bir tenasül ve istinsah verir ki; o kelime, dağın mağarasını doldurup, aks-i sada vasıtasıyla seninle konuştuğu gibi; aynı o kelime sivrisineğin kulağındaki delikte bulunan hücreciğe de büyük ve ağır gelmiyor.<br />
<br />
==31. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Her namaz vakti, âlem-i İslâmı bir mescid ve o mescidin mihrabı Mekke ve o mihrabın âyeti de, Kâbe olarak tasavvur edilmesi; ve o mescidde insan kitleleri namaz kılmakta ve bir kitle-i cemaat fenada secde edip kaybolurken, başka kitleler gelip namaz kılıp, gitmekte, ve böylece o mescid daima dolup boşalmakta olan bir vaziyette tahayyül edilmesi münasib ve lâyıktır. Böylelikle zamanın asırları, Bayezid Camiindeki ikindi vaktinin dakikaları gibi olur.<br />
<br />
==32. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ يَا سَعِيدُ}} Bil ey Said! Senin rağmına olarak seni terkedip senden ayrılacak ve hem sen zelil olarak hasareti de senin üstüne bırakacak olan bir şeyi, bugün sen aziz iken, fazilet de sana kalmakla beraber, kerem üzere terketmen saadettendir.<br />
<br />
Zira eğer sen bugün dünyayı terkedersen, onun şerrinden kurtulup hayrına varis olursun. Fakat eğer dünya seni terkederse, onun hayrından uzaklaştığın gibi, şer ve belası da sana semere kalacaktır.<br />
<br />
==33. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! şu fâsık medeniyet, öyle müdhiş bir riya meydana getirmiştir ki, medeniyetçilerin o riyadan kurtulmaları çok müşkilleşmiştir. Çünkü hal-i hazır medeniyet, riyaya, şan ü şeref ismini takmış, adamı da şahıslara dalkavukluk yapıp müraîlik ettirdiği gibi, milletler ve unsurlara da riyakâr ve tasniatçı kılmıştır. Gazeteleri de, o riya ve müraîliğe dellallar haline sokmuş, tarihi ise ona teşrifatçı ve alkışçı yapmıştır. Hem gaddar ve zalim olan hamiyet-i cahiliyenin desisesiyle mütemerrid olan unsuriyet-perverliğin hayatı içinde, şahsın mevtini ona unutturmuştur.<br />
<br />
==34. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kadınların cemaati müzekkerleşerek sertlik ve huşunet peyda ettiği gibi, erkeklerin cemiyeti de müennesleşip yumuşaklık kesbeder. Bu sırra işareten Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan<br />
<br />
[[Yusuf 30|{{Arabi| وَقَالَ نِسْوَةٌ}}]]<br />
<br />
[[Hucurat 14|{{Arabi| وَقَالَتِ الْاَعْرَابُ}}]]<br />
<br />
diye ferman eder. Demek zaiflerin cemaatı kavidir, kavilerin cemiyeti de zaiftir.<br />
<br />
==35. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Kalkanın<ref>Bu i'lem, çok veciz ve öz bir tarzda yazılmış. Arapça ibaresinde {{Arabi|الجنّة}} kelimesi var ki; hem "cennet", hem "cünnet", hem de "cinnet" lafızlarıyla okunabilir. Kerkük'lü İhsan Kasım hoca, onu "cinnet" manasıyla almış, dipnotta şerhetmiş ki; cinlerin yani, şeytanların kırılıp alçalması olur. Bize göre ise, o kelime "cünnet"tir. Yani, kalkandır ki, mecaz ve teşbih ile; nefsin ve enaniyetin kırılıp alçalması demek olur. Vallahu a'lemü bissavab. (A.B.)</ref> kırılıp alçalmasında, Cennet'in açılış ve fethedilişi vardır.<br />
<br />
==36. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; Nübüvvet-i Ahmediye'nin (A.S.M.) en zâhir bürhanı tevhiddir. Çünkü kâinatın mahlukatının başları üstünde tevhidin bayrağını bütün meratibiyle dalgalandıran; ve âlemin enzarında tevhide bütün makamatıyla dellallık eden; ve enbiya (Aleyhimüsselâm'ın) icmal ile bildirdikleri tevhid-i icmalîye mukabil, bütün tafsilatıyla fasleyleyen yalnız Seyyidimiz, Efendimiz Hazret-i Muhammed'dir. (A.S.M.)<br />
<br />
Binaenaleyh tevhidin hakikat ve kuvveti derecesinde, onun nübüvvetinin hakikat ve hakkaniyeti kat'î olması lâzımdır. Âmenna.<br />
<br />
=ZERRE'NİN ÜÇÜNCÜ PARÇASI=<br />
<br />
==37. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Şunun gibi (yani âlemdeki) güzel bir tezyinat ve ulvî kemalât ve latif manzaralara; ve bu haşmet-i Rububiyet ve saltanat-ı uluhiyet için, elbette onu temaşa edecek müşahidlerin ve onu seyr ve tenezzüh edeceklerin ve onlarda hayrete dalacak olanların ve onun etrafına ve mehasinine bakıp tefekkür ederek sani' ve maliklerinin celaletine ve iktidar-ı kemaline intikal edecek olanların bulunmaları bizzarure lâzımdır.<br />
<br />
Evet insan, birçok cehalet ve zulümleriyle beraber, öyle cami' bir istidada sahibdir ki; âdeta insan, mecmu-u âlemin bir enmuzecidir.. ve ona öyle bir emanet tevdi' edilmiştir ki, o emanetle kenz-i mahfîyi anlayıp açabilecek bir mahiyettedir. Hem dahi insanın kuvalarına bir hadd konulmayıp serbest bırakılmış, tâ ki Sultan-ı Ezel'in azamet-i saltanat-ı uluhiyetinin seradık-ı cemalinin, haşmet-i celalinin şa'şaa-i kemalini idrak eden bir nevi şuur-u küllîye sahib olabilsin.<br />
<br />
Evet nasıl ki hüsün, elbette bir âşıkın nazarını istilzam eder. Öyle de, Nakkaş-ı Ezelî'nin Rububiyeti dahi insanın takdirli ve hayretli müşahedesinin, tahsinli ve tefekkürlü nazarının vücudunu iktiza eyliyor. Hem dahi Rububiyet-i İlahiye o mütefekkir ve mütehayyir insanın da ebede kadar beka-i vücudunu iktiza ettiği gibi; ebed-ül âbâdda dahi hayret ile tefekkürünü yaptığı şeyle beraber arkadaşlığını istilzam eder.<br />
<br />
Evet, gül ve çiçeklerin yüzlerini zinetlendiren Zat-ı Kerim-i Zülcemal, nasıl ki o güzel yüzlere karşı sinek ve serçelerden istihsancı uşşakı bulundurmuş ve nâzeninlerin rühlarını süslendiren Zat-ı Cemil-i Zül'ikram, onların temaşasından vâleh ve hayran olacak müştakların enzarını da icad etmiş. Öyle de âlemin yüzünü şu câzib zinet ile güzelleştiren ve gözlerini bu mütebessim lâmbalarla nurlandıran ve pek parlak enva-i mehasinle âlemi hüsn ü cemale garkeden ve âlemin her bir nakşı içinde kemal-i vuzûhla bir teveddüd ve taarrüf ve tahabbüb-ü Rabbanîsini manen yerleştiren bir zat; elbette ve elbette o âlemi, müştakların, mütehayyirlerin, mütefekkirlerin, münceziblerin ve bütün bunların kıymetini takdirkâr âriflerin nazarlarından hâlî ve boş bırakmaz ve bırakmamıştır.<br />
<br />
İşte, insanın şu camiiyetinden dolayıdır ki; kâmil olan insan eflâkin, yani mükevvenatın hilkatine sebep ve ille-i gaiyye olduğu gibi; ona meyve-i zişuur dahi olmuştur.<br />
<br />
==38. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Hakikî saadet ve kemal-i lezzet odur ki; her şeyi, hattâ vücudu dahi mûcidi için, onun yolunda terketmektir. Çünkü her şey O'nundur ve O'ndandır. Hem çünkü o Vâcib-ül Vücud'dur.. Hem çünkü o Kâmil-i Mutlak'tır.. Hem çünkü o mutlak olarak celal ve cemal sahibidir.<br />
<br />
Öyle ise, benim her şeyim, küll ve küllüm ve küll-i şey' ona feda olsun (Celle Şanühû).<br />
<br />
==39. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Eşyanın arasındaki tevafuk, nasıl ki sani'lerinin Vâhid-i Ehad olduğuna delâlet eder.. Öyle de, mabeynlerindeki muntazam tehalüf dahi, sanilerinin Muhtar-ı Hakîm olduğuna delâlet etmektedir.<br />
<br />
Meselâ; insan ferdlerinin, belki hayvanların dahi esasat-ı azada tevafuk etmeleri, hususan her şahıstaki çiftli azaların birbirine temasülleri, Hâlıkın vahdetine bir bürhan-ı bâhir olduğu gibi; itkankârane olan taayyün ve suretlerindeki tehalüf de, Hâlıkın ihtiyar ve hikmetine nuranî bir âyettir.<br />
<br />
==40. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Mahlukatın en zalimi insandır. Evet onun eşedd-i zulmünden şu tek birisine bak ki; kendi nefsine şedid muhabbetinden dolayı; onun nefsine ve zatına hizmetleri mikdarından başka eşyaya bir kıymet vermiyor. Ve ancak insana menfaatleri mikyasıyla faide ve semerelerine bakıyor. Ve hayatta ille-i gaiye yalnız bu hayat olduğunu zannediyor. Kellâ!. Evet her zîhayatın vücudunda akılların seziş ve kavrayışından çok dakik, Hâlıkın birçok hikmetleri vardır.<br />
<br />
Öyle ise, neden caiz olmasın ki; şu kısa ömürlü hayvanat ve bu çabuk zeval bulan hayvancıklar, âlem-i misal ve Berzah ve Melekûtun garaib-i ahvaline mebadiler, mistarlar, bilançolar ve esaslar ve çekirdekler olsun. Hem âlem-i gaybdaki tasarrufat-ı kudret-i Rabbaniye için birer tecelliyat-ı seyyale veya birer tereşşuhat ve semerat olsunlar!..<br />
<br />
==41. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; gözün görmesi, nasıl ki yalnız onun yanında malûm, belki gözü önünde mevcud şeylere inhisar ediyor. Öyle de, nefs-i emmare dahi bir şeyi görmediği zaman, ister ebdehi-l bedihiyat olsun vücudunu inkâr ediyor.<br />
<br />
==42. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hak Teâlâ, kemal-i kudretiyle kâinatın bütün zerratını şeriat-ı fıtriye ve evamir-i tekviniyesine birer emirber nefer yapmıştır. İşte bu sırdandır ki; meselâ bir sineğe emr-i tekvinîsiyle "Bu şekil ile ol, vücuda gel!" dediği gibi, aynı o sühuletle umum hayvanata da birden "Şu sıfatlar ve bu şekiller ve şu ömürler ile tekevvün ediniz, meydana çıkınız!" der demez, 'iradenin ayn-ı kudret gibi hükmüyle' derakab emrolunduğu gibi külfetsiz olarak oluverip meydana çıkarlar.<br />
<br />
==43. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki; sen kendi aynanda inci taşlarını dizip tanzim ettiğin gibi; şu ecram-ı kâinatı kabzasına alıp öyle tanzim ve tertib edebilen bir kuvvet ve kudret, elbette hiçbir şeyden âciz kalmaz. Ve hiçbir şeye şerik-i rububiyet noktasında daire-i tasarrufuna müdahaleye müsaade etmez.<br />
<br />
==44. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Nasıl ki katrenin deniz ile ittihadında bir şübhe yoktur. Çünkü ikisi de sudur. Hem o katre nehir ile de müttehiddir. Çünkü ikisi de buluttandır. Hem katre içinde parlayan güneşçik dahi, gökteki güneşle müttehid olmasında; ve iğne gibi bir balık, Balina balığı ile nevi'ce ittihad etmesinde; ve keza, habbenin küme ve yığın ile müttehid bulunmasında bir şek yoktur..<br />
<br />
Öyle de: Cüz'iyattan olan bir cüz'ün, bir hüceyresine tecelli eden bir isim, müsemmada; kâinatı ihata eden esma-i hüsnadan bir ismin müsemmasıyla müttehiddir. Meselâ her şeyi bütün ahval ve etvarıyla bilen "Alim" ismi gibi bir isim; şu zerrenin Hâlıkıyla ve bu ağacın Musavviriyle ve o semerenin Münşisiyle ve bu illetin Şafisiyle müsemmada müttehiddir. Belki muhaldir ki; şu cüz-ü cüz'înin ayni ismi, her şeyi kaplayan Vasiu-l Evsa' olmasın.<br />
<br />
==45. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Vücudunun varlığı, zuhur ve tezahürü, ancak tagayyür ve tahavvülüne bağlı olan bir mümkinde; atalet, sükûn, tevakkuf ve yeknesaklık, ahval ve keyfiyatta birer nev'-i ademdirler. Adem ise, mahz-ı elem ve şerr-i sırftır. Onun içindir ki zîhayattaki faaliyet, şedid bir lezzet olduğu gibi; şuûnatta olan tahavvül dahi, hayr-ı kesîrdir. Elem ve musibet dahi olsalar...<br />
<br />
Binaenaleyh, teessürat ve teellümat, bir cihette çirkin ise de, fakat birçok cihetlerle güzeldirler, hasendirler. Demek nur-u vücud olan hayat, teessürat ile tasaffi edip, teellümat ile cilalanarak kuvvet buluyor. Öyle ise onlar hayatın menfuru değillerdir.<br />
<br />
Madem öyledir; zîhayata ait gibi olan yalnız şu kısacık bir bekanın mizanıyla (meseleyi) tartma! Belki Cenab-ı Muhyî (Celle Şânuhû) nun tecelli-i şuûnuna mazhariyet ve makesiyet mizanıyla tart! Çünkü hayatın binler hissesi, Cenab-ı Muhyi'nindir. Zîhayata ait yalnız arazî bir hissedir. Öyle ise, o zîhayatın hakikî kemali, kendi o bir hissesini de Cenab-ı Muhyi'nin hisselerine tabi etmektedir.<br />
<br />
Evet, bir Habab, bir an-ı seyyalede kendindeki güneşçiğiyle zînetlenip parlamasıyla; binler hikem-i cesime ile meşhun olan tecelliyat-ı şemsin hukukunda Güneş ile muaraza etmek derecesinde ona bir hak verilmemiş, verilemez.<br />
<br />
Amma insanın hababı olan kalbi ise, iman ettiği vakit, o kalb iman ile öyle bir zücaceye inkılab eder ki, Şems-i Ezelî'nin şuaatından feyz alıp parlayan bir kevkeb-i dürrî imiş gibi içinde lüksü yanmaya başlar.<br />
<br />
==46. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Bil ey kardeş! Acaba hiç mümkün olur mu ki, bir zat bir kasrın esasatını ve içindeki müştemilat ve terkibatının hepsini, bir olan o kasrın binasına müteveccih bir surette yapsın da; sonra o kasır, o saniin bir ille-i gaiyesi olmasın!. Yani, abes ve beyhude olsun.. Ve hem onun semeratı ona ait olmasın... Kellâ! olamaz.<br />
<br />
İşte ey insan, küre-i arz bir kasırdır, âlem dahi bir saraydır.<br />
<br />
==47. Parça==<br />
<br />
{{Arabi|اِعْلَمْ}} Ey kardeş bil ki! Cenab-ı Hak (C.C.) kendini bize mahlukat ve masnuatıyla tanıttırıyor; nimet ve in'amatıyla da bildiriyor; Rızık ve rahamatıyla dahi sevdiriyor. Öyle ise mevcudatın şu fiilî vaziyetleri elbette mezkûr gayeler içindir. Belki âdeta aynı odur. Ve hakeza, bütün esma-i hüsnanın her birisinin tecelliyatını buna kıyas eyle! <br />
<br />
Şimdi bak ki, mevcudat ve mahlukatın hikmet-i hilkatlarını lâyıkı olduğu vechiyle tefhim-i İlahî ile onlardan fehmedip, alıp; ve onun izni ile kâffe-i mahlukata mezkûr hikmetleri tefhim eden bir zat hakkında<br />
<br />
{{Arabi|لَوْلَاكَ لَوْلَاكَ لَمَا خَلَقْتُ الْاَفْلَاكَ}}<br />
<br />
denilmesi haktır ve lâyıktır. Ve elbette böyle bir zat (A.S.M.); semavat ve arz arasında metin ve emin bir rabıta ve bir bağdır ki, onun kalb-i pür-münevverleri üzerinde dokunmuş olan zincir-i nuranî ile ferş, arş ile bağlanmıştır. Öyle ise, o zat (A.S.M.) cinsen eşref-i kâinat, nev'en ekmel-i zevi-l hayat ve şahsen hilafetle müşerref olmuş olan nev'-i benî-Âdemin efendisi olan Seyyid-ül Mürselîn ve İmam-ül Müttakîn ve Habib-ü Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Muhammed'dir.<br />
<br />
{{Arabi|عَلَيْهِ وَعَلَي آلِهِ وَصَحْبِهِ الصَّلَاةُ وَالسَّلَامُ اَبَدَ الْاٰبِدِينَ}}<br />
<br />
==HÂTİME==<br />
<br />
Cenab-ı Hak hastalık, musibet ve zillet elemlerini, zâhiren çok acı iken; tatlılaştıran çok büyük hayr ve sevab ve lezzetleri içlerine dercetmiştir. Çünkü o bela ve musibetler, münacat ve tazarru' ve duanın lezzetini sana tattırıyorlar.<br />
<br />
İbn-i Sem'un'dan şöyle bir söz var:<br />
<br />
{{Arabi|كُلُّ كَلَامٍ خَلَا عَنِ الذِّكْرِ فَهُوَ لَهْوٌ}}<br />
<br />
Yani: Zikirden hâlî olan bütün sözler lehvdir, boştur.<br />
<br />
Biliniz kardeşlerim; ben kendimi âhirete göç etmek üzere görüyorum. Günahlarımın çokluğundan tövbe ve istiğfara ömrüm, belki ömürler kâfi gelmemektedir. Onun için ben de, şu kitabımı tevkil ile ona vasiyet ediyorum, tâ ki; benden sonra benim bedelime şu gelecek feryad ile nida edip istiğfar etsin. İşte:<br />
<br />
Eyvah! Vâ-esefâ, vâ-hasretâ, vâ-hasaretâ, vâ-nedametâ ki; ben ömrümü, hayatımı, sıhhatimi ve gençliğimi; zail ve muzır olan maasî, günah ve hevesat yolunda zayi ettim. Ve benim şu ihtiyarlık ve hastalıklı anımda, elimde kalan yalnız günahlar ve elemlerdir. Ve bu ağır yük ve kara yüz ve mariz kalbimle dünya-yı fanîden ebedî bir firak ile ayıracak olan kabre yakınlaşıyorum. {{Arabi|فَيَا ذُلِّي}} Vay zilletime ki; benim Rabbim ruz-u mahşerde dese: "Şu riyakârı nîrana sevkediniz!." Ne yaparım?!.<br />
<br />
İlahî! Senin bab-ı rahmetinden başka bir melce', bir kapı yoktur.<br />
<br />
{{Arabi|اِلٰهِي عَبْدُكَ الْعَاصِي اَتَاكَ مُقِرًّا بِالذُّنُوبِ فَقَدْ دَعَاكَ فَاِنْ تَرْحَمْ فَاَنْتَ لِذَاكَ اَهْلٌ وَاِنْ تَطْرُدْ فَمَنْ يَرْحَمْ سِوَاكَ}}<br />
<br />
{{Arabi|يَارَبّ زِ گُنَاهِ زُشْتِ خُودْ مُنْفَعِلَمْ اَزْ قَوْلِ بَدْ}}<br />
<br />
{{Arabi|و فِعْلِ بَدِ خُودْ خَجِيلَمْ فَيْضِ بَدِلَمْ زِعَالَمِ قُدْس}}<br />
<br />
{{Arabi|بَرِيزْ تَا مَحْو شُدَه خَيَالِ بَاطِلْ زِدِلَمْ}}<br />
<br />
Ve Hazret-i Mevlâna'nın (K.S.) nidasıyla rahmetin kapısını şöyle çalıyorum:<br />
<br />
{{Arabi|اَيْ خُدَا مَنْ اَللّٰهْ اَللّٰهْ مِي زَنَمْ}}<br />
<br />
{{Arabi|بَرْدَرِ تُو شَيْئًا لِلّٰهْ مِي زَنَمْ}}<br />
<br />
{{Arabi|اَيْ خُدَا بَا سِوَي خُودْ رَاهْ نُمَا}}<br />
<br />
{{Arabi|زَانْكِه مَنْ گُمْ رَاهَمْ رَاهْ مِي زَنَمْ}}<br />
<br />
{{Arabi|اِلٰهِي لَسْتُ لِلْفِرْدَوْسِ اَهْلًا وَلَا اَقْوَي عَلَي نَارِ الْجَحِيمِ}}<br />
<br />
{{Arabi|فَهَبْ لِي تَوْبَةً وَاغْفِرْ ذُنُوبِي فَاِنَّكَ غَافِرُ الذَّنْبِ الْعَظِيمِ}}<br />
<br />
''Önceki Risale: [[Risale:Zehrenin Zeyli (Mesnevi Badıllı)|Zehrenin Zeyli]] &larr; [[Risale:Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)|Mesnevi-i Nuriye (Badıllı)]] &rarr; [[Risale:Şemme (Mesnevi Badıllı)|Şemme]]: Sonraki Risale''</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=%C4%B0brahim_Hulusi_Yahyagil&diff=41447İbrahim Hulusi Yahyagil2024-03-17T05:09:40Z<p>Turker: /* İlgili Maddeler */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Kabri Harput'ta Olanlar]]<br />
[[Kategori:Gavs- Azam'ın İşaret Ettiği Nur Talebeleri]]<br />
[[Dosya:Hulusi Yahyagil.JPG|thumb|left]]<br />
'''İbrahim Hulusi Yahyagil''' askerlik mesleğini Eğirdir'de sürdürürken Bediüzzaman'ı Barla'da ziyaret edip talebeliğine girmiş ve ömrü boyunca İmana ve Kur'an'a hizmet etmiş, Gavs-ı Zaman'ın 800 sene önce haber verdiği kahraman nur talebelerindendir. Üstad onu 100 ciddi talebe hükmünde görmüş ve manevi evladı ve yeğeni Abdurrahman'ın vefatından sonra tam olarak onun yerine geçmiş hakiki varisi ve sebat, metanet ve ihlasda birinci talebesi olarak kabul etmiştir. Bediüzzaman, Risalelerdeki ekser temsilatın onun mesleği olan askerliğe göre olmasının hikmetini istikbalde en mühim talebelerinin askerler arasından çıkacağına bağlamış ve Hulusi ağabeyi o bahtiyar askerlerden birisi kabul etmiştir. Asker olması hasebiyle Kafkas cephesinde, Çanakkale'de ve İstiklal harbi cephelerinde savaşmıştır. Emekli olduktan sonra Elazığ'da vefatına kadar Risale-i Nur vasıtasıyla iman hakikatlarını neşre devam etmiştir. Subay olduğu, Nurların birinci talebesi olduğu, bir ömür faal hizmette bulunduğu halde Üstad'ın duasıyla hapse hiç girmemiştir. Üstad'a sorular sormuş ve bunların bazılarının cevapları Risalelerde derc edilmiştir. Üstad âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına Hulusi ağabey'in gayreti ve ciddiyetinin en mühim sebep olduğunu beyan etmiştir. Üstad hz. Hulusi ağabey'in Elazığ'daki hizmetleri hakkında oralarda komünistliği durdurduğunu ifade etmiştir.<ref>Ağabeyler Anlatıyor, 1. Cilt, Sf: 165, Ömer Özcan</ref> Bazı talebelerine Hulusi beyi emsal göstererek Isparta Hulusi'si, Hulusi-i Sani, Hulusi-i Salis gibi hitaplarda bulunmuştur.<ref name='b'>Isparta kahramanları, Himmet Koçoğlu</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Nurların Birinci Talebesi, Hulusi Bey<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' Elazığ, 1896<ref name='b' /><br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 26 Temmuz 1986 (Çanakkale Savaşı'nda çok ağır yaralandığı gecenin aynı tarihinde 71 sene sonra vefat etmiştir)<ref name='b' /><br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Harput'un Meteris Mezarlığı'nda İmam Efendi Türbesi'nin yakınında, Elazığ<ref name='b' /><br />
<br />
'''Harita konumu:''' [https://goo.gl/maps/DxTYVbECxFS2]<br />
<br />
==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı==<br />
<br />
1929 yılının Nisan ayında Eğirdir'de görev yaparken Azizzade Şeyh Mustafa vasıtasıyla bir Bahar günü üstadı ziyaret etmiş ve nurlara talebe olmuştur.<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
İlk olarak Eğirdir'de yüzbaşı olarak görevliyken Üstadı ziyaret etmiştir. Isparta'dan tayini çıktıktan 20 yıl sonra Emirdağ'da üstadı ziyarete gitmiştir. Son ziyaretini de Eskişehir'de yapmıştır. Üstad ile toplam 5-6 defa görüşmüştür.<ref>Ağabeyler ANlatıyor, Cilt 1, Sf: 136, Ömer Özcan</ref><ref name='b' /><br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
===Hulusi Ağabey'in Yazdığı Mektuplar===<br />
<br />
Hulusi’nin birinci fıkrasıdır<br />
<br />
Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!<br />
<br />
Kendilerini fakir ve hakir görmekte zevk alan zevat-ı âliye gibi değil belki olduğu gibi görünmek isteyen ve talebem, kardeşim, biraderzadem unvanlarıyla taltif buyurduğunuz bendeniz; hakikatte manen düşkün bir vaziyette ve cidden duanıza muhtaç bir haldeyim. Serâpa Nur olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hak ve hakikatini, bu asır insanlarının bilhassa fırak-ı dâllenin gözlerine sokacak derecede bazı Kur’an lemaatının zahir olmasına murad-ı İlahî taalluk etmiş ve bu emr-i mühimme felillahi’l-hamd muhterem üstadımız vasıta olmuştur.<br />
<br />
İşte hiç-ender hiç olan bu talebenize de yine lütuf ve fazl ve inayet-i İlahî ile bu âlî memuriyetini îfa eden aziz ve muhterem hocasına ve Hazret-i Kur’an hesabına pek cüz’î bir hademelik yaptırılmıştır. Bundan dolayı ne kadar şükretsem azdır, fahre zerre kadar hakkım yoktur. Belki şu hademelikte yapmış olmaklığım muhtemel hatîat ve kusurattan dolayı affımı niyaz ve istirham ediyorum. Fena şahsiyetimi tarif eylemekliğim gerçi manasızdır. Fakat mürasele ve mülakatta bu babda pek çok büyük iltifatlarınızı gördüğümden mütehassıl hicab sevkiyle ufak bir tasdi’de bulundum.<br />
<br />
Son iki mektubunuzda sual buyurulan hususa cevap vermekliğim ısrar ile emir buyuruldu. سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا Fakat bu ağır suale, acz ve fakrın en müntehasında bulunan bu kardeşiniz hak ve hakikate muvafık ve mutabık bir cevap verebilmek için inayet ve kerem-i İlahî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberîye iltica eyledi. Şöyle ki:<br />
<br />
Mübarek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübin’in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî anlayışları nisbetinde hissemend ve faidemend olurlar. Şimdiye kadar tenkit olunmaması, her meslek ve mezhep ve meşrep ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları, kanaatimizin sıhhatine delâlet etmeye kâfidirler.<br />
<br />
Vazifenizin bitmediğine dair düşünebildiğim bürhanlar:<br />
<br />
Evvela: Bid’atların çoğaldığı bir zamanda ulemanın sükût etmemeleri lâzım geldiğine dair beyan buyurulan hadîsteki emir ve zecir.<br />
<br />
Sâniyen: Peygamberimizin ittibaına mükellef olduğunuzdan onlar gibi müddet-i hayatınızca vazifeye devam mecburiyeti olduğu.<br />
<br />
Sâlisen: Madem bu hizmet münhasıran reyinizle değil, istihdam olunuyorsunuz; nasıl Mübelliğ-i Kur’an, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdan sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri bir gün اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ ferman-ı celilini tebliğ buyurmakla aynı zamanda vazife-i risaletinin hitamına remzen işaret eylemişti. Muhterem Üstadın da hizmeti kâfi görülürse bildirilir kanaatindeyim.<br />
<br />
Râbian: Sözler hakkında bugüne kadar sükût edilmesi ve tenkide cüret edilmemesi, ilâ-nihaye bu halin devam edeceğine delil olamaz. Hal-i hayatınızda muhtemel hücumlara evvelen ve bizzat zat-ı fâzılaneleri cevap vereceksiniz.<br />
<br />
Hâmisen: Dünyayı unutmak isteseniz başka hiçbir sebep olmasa dahi yalnız bu mübarek Sözler’le rabıta peyda eden insanların rica edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevapsız bırakmayacaksınız.<br />
<br />
Sâdisen: Allah için sizi sevenlere ve sizden istizahta bulunanlara yazdığınız pek kıymetli yazılarla meclis-i ilminizde takrir buyurduğunuz mütenevvi ve Sözler’e bile geçmeyen mesail, kat’iyetle gösteriyorlar ki ihtiyaç da hizmet de bitmemiştir.<br />
<br />
Birkaç maruzat: Nurlu Sözler’i cemaate okumak nasib olduğu zamanlarda, bende bazı hissiyat hasıl oluyordu; şurada arza müsaadenizi rica edeceğim.<br />
<br />
Evvela: Muhterem Üstadıma maruzatta bulunmak için kalemi elime aldığım zaman ruhumda büyük bir inkişaf hissediyor ve ihtiyarsız kalemim o andaki muvakkat duygularıma tercüman olduğunu görüyorum.<br />
<br />
Sâniyen: Şöyle düşünüyordum; eğer yalnız adüvv-ü ekber olan nefsin hilesinden ve cin ve ins ve şeytanların mekrinden emin olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi köşe-i nisyana çekilse veya çekilmek istese ve âlem-i insan ve âlem-i İslâm mühmel kalacak, kimsenin kimseye faydası olmayacak bir zaman olsa; ben din kardeşlerime bu nurlu hakikatleri iblağ edeyim de Allahu Zülcelal nasıl şe’n-i uluhiyetine yaraşırsa öyle muamele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat’-ı nazar etmeyi yine o zamanlarda çok faydalı görüyordum. Bundaki hikmet nedir?<br />
<br />
Sâlisen: Esma-i hüsnadan Rahman ve Rahîm isimleri en a’zam mertebede olduklarından mı yoksa başka sebep ve hikmetle mi “Bismillahirrahmanirrahîm” kelimesi içine dâhil olmuşlardır? Bu da şu mektubu yazarken kalbime geldi, ben de soruyorum.<br />
<br />
Aziz ve muhterem Üstadım, sizin vücudunuza yalnız bizler değil, bütün âlem-i İslâm muhtaçtır. Çünkü mü’minlerin imanına kuvvet veren, gafilleri uyandıran, dalalete düşenlere râh-ı hidayeti gösteren, hükema-yı felasifeyi beht ve hayrette bırakan, Kur’an-ı Mübin’den nebean ve lemean eden o kudsî Sözler’in vücuduna vasıta oldunuz. Hemen Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn aziz Üstadımızı sıhhat ve âfiyette daim ve ümmet-i Muhammed üzere kaim buyursun, âmin bihürmeti Seyyidi’l-mürselîn.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#Hulusi’nin birinci fıkrasıdır|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Risale-i Nur mektuplarından bu mektubunuzun bendeki tesirlerini hülâsaten arz edeyim:<br />
<br />
Sıhhat ve âfiyetinizin devamı, şükrümü; bu gibi mesailin hallini isteyenlerin vücudu, ümidimi; nazarımda ilim sayılacak her şeyi sizden öğrendiğim için bu vesile ile hakikat sahasındaki malûmatımı; hasbe’l-beşeriye fütur hasıl oluyorsa şevkimi; hasta bir talebeniz olduğumdan Kur’an’ın eczahanesinden verdiğiniz bu ilaçlarınızla sıhhatimi; matbaha-i Kur’an’dan intihab buyurduğunuz bu gıdalarla bütün hâsselerimin kuvvetini, hayatın beş derecesini de talim, mevtin itibarî bir keyfiyet olduğunu tefhim, idam-ı ebedînin mutasavver olamayacağına kalbimi takvim buyurduktan sonra, Allah için muhabbetin her halde bu hayat derecelerinde de devam ederek hayat-ı bâkiyede bâki meyvesini vereceğini işaret buyurmakla müddet-i hayatımı nihayetsiz artırmaya sebep olmuştur.<br />
<br />
Risale-i Nur ile ihda buyurduğunuz dualar, zaten her gün sevgili Üstadı düşünmeye kâfi gelmektedir. Kur’an’ın nihayetsiz füyuzatından, tükenmez hazinesinden inayet-i Hak’la edindiğiniz ve tebliğe mezun olduğunuz manaları, cevherleri göstermekle, bildirmekle de bu bîçare ve müştak talebe ve kardeşinize sonuna kadar ders vermek istediğinizi izhar ediyorsunuz ki bu suretle de ebeden ve teşekkürle gözümün önünden, hayalimden ayrılmamaklığınız temin edilmiş oluyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#1. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Muvasalatımın ilk gecesi pederimin misafirlerine tahsis eylediği odaya devam eden zevata; mütevekkilen alallah, akşam ile yatsı arasında Risale-i Nur’u okumaya başladım.<br />
<br />
Sevgili Üstadım! Evvelce arz ettiğim vechile ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum. O da üstadım olan dellâl-ı Kur’an’ın vazife-i memure-i maneviyesini îfada kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’an hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir. Orada bulunduğunuz müddetçe Hazret-i Kur’an’dan hakikat-i iman ve İslâm hesabına vaki olacak istihraç ve tecelliyattan mahrum bırakılmamaklığımı hâssaten istirham ediyorum.<br />
<br />
İnşâallah müstecab olan duanızla Allahu Zülcelal, Risale-i Nur hizmetinde ümit ve arzu ettiğim neticeye vâsıl, merhum ve mağfur Abdurrahman gibi âhir nefeste iman ve tevfik ve saadet-i bâkiyede iki cihan serveri Nebiyy-i Ekremimiz Muhammedeni’l-Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimize ve siz muhterem Üstadımın arkasında ve yakınında komşuluk vermek suretiyle âmâl-i hakikiyeye nâil buyurur.<br />
<br />
Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir fakat nasıl ki Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur; siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîm’in nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitap ediyorsunuz. Öyle ise o Hakîm-i Rahîm, size bu eseri yaptırtan, o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden belki de hiç ümit edilmediklerden sahipler, hâfızlar; ikinci, üçüncü hattâ onuncu derecede mübelliğler, nâşirler halk buyurur itikadındayım.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#2. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Evet, İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatım, acz ve fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyidü’l-mürselîn gibi bir rehberim, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velayete erişmek gibi ulvi bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.<br />
<br />
Üstadım bana ve dinleyen her zevi’l-ukûle “Tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!” dersini vermiştir. Ben gerek bu derse gerek Risaletü’n-Nur ile verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can u dilden belî dedim, tasdik ettim. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zata da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#3. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Bu kere irsal buyurulan Mektubatü’n-Nur zeylleri, emsali gibi hoş, güzel ve bedî’dir. Eserlerin Nur ism-i azîminin tecellisi olduğuna, ihtiyaca ve hal-i âleme göre yazdırıldığına bence aslâ şüphe kalmamıştır.<br />
<br />
Bunu küçük bir misal ile teyid etmek isterim. Mülhidler çok ileri gidiyorlar. Mesela: … ilâ âhir.<br />
<br />
İşte bu ahmakların hezeyanına ve her nevi iğfallerine ve zahiren süslü laflarına kanmayarak, iman ve itikadlarında sabit-kadem olmaları için erbab-ı imana kuvvet ve zümre-i tuğyana kahr ve şiddetle ders-i ibret verecek pek münasebetli sözler, mevzubahis âsârda ayân beyan görülmektedir.<br />
<br />
Hayfâ ki bu Nurlar şimdilik (Hâşiye<ref>Bundan otuz beş sene evvel.</ref>) lihikmetin pek mahdud sahada ve ancak mü’minler içinde neşredilebilir.<br />
<br />
اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ ۞ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#4. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Bizler ki elhamdülillahi teâlâ âhiret kardeşiniz, Kur’an hizmetinde âciz hizmetkârınız, esrar-ı Kur’aniyenin beyanında “Eşşükrülillahi teâlâ” Ashab-ı Kehf gibi musahibiniziz. Liyakat ve kifayetimizin çok fevkinde mahza bir lütuf ve inayet-i Samedanî olarak talebeniz bulunuyoruz. Bundaki niam-ı Sübhaniyeye hamd ve şükürden âciz bulunuyoruz.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#6. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
===Bediüzzaman'ın Yazdığı Mektuplar===<br />
<br />
'''Sen''' ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddi talebe hükmüne geçtiniz. Hattâ diyebilirim ki: Kader-i İlahî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.<br />
<br />
İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakk’a şükür etmelisiniz. Ben de Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükür ediyorum ki o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zayıf omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnettarane bakıyor. Ve mes’uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakıyetinize dua ediyor. Ve icra-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor.<br />
<br />
Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşâallah niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir. <br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(1)_(Barla)#45._Par.C3.A7a|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
'''Hulusi Bey''' ve Sabri Efendi’nin mektuplarında Risale-i Nur hakkındaki fıkralarının, bir mektup suretinde Risale-i Nur eczaları içinde idhal edilmesinin beş sebebi var:<br />
<br />
Birincisi<br />
<br />
'''Hulusi''' ise âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimi ve ciddi iştiyakı olmasıdır.<br />
<br />
İkinci Sebep<br />
<br />
Bu iki zat bilmiyorlardı ki bir vakit şu fıkralar neşredilecek. Bilmedikleri için gayet samimi, tasannusuz, hâlisane ve derece-i zevklerini ve o hakaike karşı şevklerini ifade etmek için hususi bir surette yazmışlar. Onun için o takdiratları takriz nevinden değil, doğrudan doğruya mübalağasız bir surette, gördükleri ve zevk ettikleri hakikati ifade etmeleridir.<br />
<br />
Üçüncü Sebep<br />
<br />
Bu iki zat hakiki talebelerimden ve ciddi arkadaşlarımdan. Ve hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hâssası var ki bu iki zat, üçünde de birinciliği kazanmışlar.<br />
<br />
Birinci Hâssa<br />
<br />
Bana mensup her şeye malları gibi tesahub ediyorlar. Bir Söz yazılsa kendileri yazmış ve telif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Âdeta cesetleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakiki manevî vereselerdir.<br />
<br />
İkinci Hâssa<br />
<br />
Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’an’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.<br />
<br />
Üçüncü Hâssa<br />
<br />
Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’aniyeden aldığım ilaçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilaçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.<br />
<br />
Dördüncü Sebep<br />
<br />
'''Hulusi Bey'''; benim yegâne manevî evladım ve medar-ı tesellim ve hakiki vârisim ve bir deha-yı nurani sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfaya başlamasıyla ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilatım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur.<br />
<br />
Demek oluyor ki bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.<br />
<br />
Sabri ise fıtraten bende mevcud has bir nişan var. Bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havalide en az ümit ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki o da bir Hulusi-i Sânî’dir, müntehabdır. Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’an’da arkadaş tayin edilmiştir.<br />
<br />
Beşinci Sebep<br />
<br />
Ben kendi şahsıma ait takdirat ve medhi kabul etmem. Çünkü manen büyük zarar gördüm. Onun için şahsıma karşı takdirat, fahir ve gurura medar olduğu için şiddetle nefret edip korkuyorum. Fakat Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı ve hizmetkârı olmaklığım cihetinden ve o vazife-i kudsiye noktasında takdirat ve medih bana ait olmayıp nurlu Sözler’e ve belki doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye ait olduğu için onu müftehirane değil, Cenab-ı Hakk’a karşı müteşekkirane kabul ediyorum.<br />
<br />
İşte bu iki şahıs, bu hakikati herkesten ziyade anladıkları için onlar bilmeyerek vicdanlarının sevkiyle yazdıkları takdirat ve medihlerini, Risale-i Nur eczaları içinde dercedilmeye sebep olmuştur.<br />
<br />
Cenab-ı Hak bunların emsalini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarîk-ı haktan ayırmasın, âmin!<br />
<br />
اَللّٰهُمَّ وَفِّقْنَا وَ اِيَّاهُمَا وَ اَمْثَالَهُمَا مِنْ اِخْوَانِنَا لِخِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَ الْاٖيمَانِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَرْضٰى بِحَقِّ مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنَ عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَاةِ وَ اَتَمُّ التَّسْلٖيمَاتِ مَا اخْتَلَفَ الْمَلَوَانِ وَ مَا دَارَ الْقَمَرَانِ<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:Mukaddime_(Barla)|Barla Lahikası, Mukaddime]])<br />
----<br />
<br />
Nur’un birinci talebelerinden '''Hulusi Bey'''’in, Ankara’da dostlarına Risale-i Nur dairesine girmesine teşvik eden manidar ve güzel mektubu dahi gösteriyor ki yirmi beş seneden beri hiç sarsılmadan Nur hizmeti yapmasına bir numunedir.<br />
<br />
([[Risale:Birinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#29. Parça|Emirdağ Lahikası-2]])<br />
----<br />
<br />
'''Hulusi Bey'''’in Yirmi Yedinci Mektup’taki fıkralarının şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur’aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler’de bulmuştur.<br />
<br />
([[Risale:28._Mektup#D.C3.B6rd.C3.BCnc.C3.BC_Misal|28. Mektup, 3. Mesele]])<br />
----<br />
Hizmet-i Kur’aniyenin pek mühim bir azası olan '''Hulusi Bey''', Eğirdir’den memlekete gittiği vakit, saadet-i dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir derece sırf uhrevî olan hizmet-i Kur’aniyede fütura yüz göstermeye dair esbab hazırlandı. Çünkü hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu hem vatanını gördü hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Halbuki hizmet-i Kur’aniyede bulunana ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlas ile ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.<br />
<br />
İşte '''Hulusi'''’nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i maneviyesindeki ciddiyete tam manasıyla sarıldı.<br />
<br />
([[Risale:10._Lem%27a#.C3.9C.C3.A7.C3.BCnc.C3.BCs.C3.BC|10. Lema, 3. Tokat]])<br />
----<br />
<br />
Bu defa '''Hulusi'''’den uzun bir mektup, Abdülmecid vasıtasıyla aldım. Elhak o kardeşimiz sebat ve metanet ve ihlasta birinciliği muhafaza ediyor. Ben de Abdülmecid vasıtasıyla ona yazdım ki: Isparta’daki kardeşlerimize yazdığım mektuplarda sen dahi bir muhatabımsın, seninle muhabere kesilmemiş diye yazdım.<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Önceki_Mektuplar_(Kastamonu)#55. Parça|Kastamonu Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Risale-i Nur’un gayet ehemmiyetli bir şakirdi olan '''Hulusi Bey'''’in ehemmiyetli bir mektubunu gördüm. Elhak, o kardeşimiz birinciliğini daima muhafaza ediyor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nur’un işi başında biliyorum. Hem bütün muhaberelerimde birinci safta muhataptır. Onun sualleriyle yazılan Mektubat Risaleleri ve onun yazdığı samimi mektupları, onun yerinde pek çok insanları Risale-i Nur dairesine celbetmiş ve ediyor. O dediği gibi bizden uzak değil. Her gün, çok defa beraberiz. Muhaberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle konuştuğum vakit '''Hulusi'''’yi içinde buluyorum. Sabri, nasıl onun hesabıyla benimle konuşuyor; benim bedelime de onunla konuşsun.<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Sonraki_Mektuplar_(Kastamonu)#38. Parça|Kastamonu Lahikası]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Hulusi Yahyagil (Mezar).JPG]]<br />
<br />
[[Dosya:Hulusi yahyagil kabir.jpg]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
*[[Halil Naci]]: Evladı.<br />
*[[Mehmed Hüsrev]]: Babası.<br />
*[[Refet Barutçu|Isparta Hulusi'si]]: Hulusi Bey gibi ordu mensubu Ispartalı nur talebesi Refet Bey.<br />
*[[Sabri Arseven|Hulusi-i Sani]]: Hulusi Bey gibi nurların ilk talebelerinden Hoca Sabri.<br />
*[[Abdullah Sualp|Hulusi-i Salis]]: Atabeyli nur talebesi Abdullah Çavuş.<br />
*[[Risale:Üstad Hz.'nin Hulusi Ağabeye Gönderdiği Mektuplar|Üstad Hz.'nin Hulusi Ağabeye Gönderdiği Mektuplar (Küçük risale)]]<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=%C4%B0brahim_Hulusi_Yahyagil&diff=41446İbrahim Hulusi Yahyagil2024-03-17T05:09:27Z<p>Turker: /* İlgili Maddeler */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Kabri Harput'ta Olanlar]]<br />
[[Kategori:Gavs- Azam'ın İşaret Ettiği Nur Talebeleri]]<br />
[[Dosya:Hulusi Yahyagil.JPG|thumb|left]]<br />
'''İbrahim Hulusi Yahyagil''' askerlik mesleğini Eğirdir'de sürdürürken Bediüzzaman'ı Barla'da ziyaret edip talebeliğine girmiş ve ömrü boyunca İmana ve Kur'an'a hizmet etmiş, Gavs-ı Zaman'ın 800 sene önce haber verdiği kahraman nur talebelerindendir. Üstad onu 100 ciddi talebe hükmünde görmüş ve manevi evladı ve yeğeni Abdurrahman'ın vefatından sonra tam olarak onun yerine geçmiş hakiki varisi ve sebat, metanet ve ihlasda birinci talebesi olarak kabul etmiştir. Bediüzzaman, Risalelerdeki ekser temsilatın onun mesleği olan askerliğe göre olmasının hikmetini istikbalde en mühim talebelerinin askerler arasından çıkacağına bağlamış ve Hulusi ağabeyi o bahtiyar askerlerden birisi kabul etmiştir. Asker olması hasebiyle Kafkas cephesinde, Çanakkale'de ve İstiklal harbi cephelerinde savaşmıştır. Emekli olduktan sonra Elazığ'da vefatına kadar Risale-i Nur vasıtasıyla iman hakikatlarını neşre devam etmiştir. Subay olduğu, Nurların birinci talebesi olduğu, bir ömür faal hizmette bulunduğu halde Üstad'ın duasıyla hapse hiç girmemiştir. Üstad'a sorular sormuş ve bunların bazılarının cevapları Risalelerde derc edilmiştir. Üstad âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına Hulusi ağabey'in gayreti ve ciddiyetinin en mühim sebep olduğunu beyan etmiştir. Üstad hz. Hulusi ağabey'in Elazığ'daki hizmetleri hakkında oralarda komünistliği durdurduğunu ifade etmiştir.<ref>Ağabeyler Anlatıyor, 1. Cilt, Sf: 165, Ömer Özcan</ref> Bazı talebelerine Hulusi beyi emsal göstererek Isparta Hulusi'si, Hulusi-i Sani, Hulusi-i Salis gibi hitaplarda bulunmuştur.<ref name='b'>Isparta kahramanları, Himmet Koçoğlu</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Nurların Birinci Talebesi, Hulusi Bey<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' Elazığ, 1896<ref name='b' /><br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 26 Temmuz 1986 (Çanakkale Savaşı'nda çok ağır yaralandığı gecenin aynı tarihinde 71 sene sonra vefat etmiştir)<ref name='b' /><br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Harput'un Meteris Mezarlığı'nda İmam Efendi Türbesi'nin yakınında, Elazığ<ref name='b' /><br />
<br />
'''Harita konumu:''' [https://goo.gl/maps/DxTYVbECxFS2]<br />
<br />
==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı==<br />
<br />
1929 yılının Nisan ayında Eğirdir'de görev yaparken Azizzade Şeyh Mustafa vasıtasıyla bir Bahar günü üstadı ziyaret etmiş ve nurlara talebe olmuştur.<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
İlk olarak Eğirdir'de yüzbaşı olarak görevliyken Üstadı ziyaret etmiştir. Isparta'dan tayini çıktıktan 20 yıl sonra Emirdağ'da üstadı ziyarete gitmiştir. Son ziyaretini de Eskişehir'de yapmıştır. Üstad ile toplam 5-6 defa görüşmüştür.<ref>Ağabeyler ANlatıyor, Cilt 1, Sf: 136, Ömer Özcan</ref><ref name='b' /><br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
===Hulusi Ağabey'in Yazdığı Mektuplar===<br />
<br />
Hulusi’nin birinci fıkrasıdır<br />
<br />
Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!<br />
<br />
Kendilerini fakir ve hakir görmekte zevk alan zevat-ı âliye gibi değil belki olduğu gibi görünmek isteyen ve talebem, kardeşim, biraderzadem unvanlarıyla taltif buyurduğunuz bendeniz; hakikatte manen düşkün bir vaziyette ve cidden duanıza muhtaç bir haldeyim. Serâpa Nur olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hak ve hakikatini, bu asır insanlarının bilhassa fırak-ı dâllenin gözlerine sokacak derecede bazı Kur’an lemaatının zahir olmasına murad-ı İlahî taalluk etmiş ve bu emr-i mühimme felillahi’l-hamd muhterem üstadımız vasıta olmuştur.<br />
<br />
İşte hiç-ender hiç olan bu talebenize de yine lütuf ve fazl ve inayet-i İlahî ile bu âlî memuriyetini îfa eden aziz ve muhterem hocasına ve Hazret-i Kur’an hesabına pek cüz’î bir hademelik yaptırılmıştır. Bundan dolayı ne kadar şükretsem azdır, fahre zerre kadar hakkım yoktur. Belki şu hademelikte yapmış olmaklığım muhtemel hatîat ve kusurattan dolayı affımı niyaz ve istirham ediyorum. Fena şahsiyetimi tarif eylemekliğim gerçi manasızdır. Fakat mürasele ve mülakatta bu babda pek çok büyük iltifatlarınızı gördüğümden mütehassıl hicab sevkiyle ufak bir tasdi’de bulundum.<br />
<br />
Son iki mektubunuzda sual buyurulan hususa cevap vermekliğim ısrar ile emir buyuruldu. سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا Fakat bu ağır suale, acz ve fakrın en müntehasında bulunan bu kardeşiniz hak ve hakikate muvafık ve mutabık bir cevap verebilmek için inayet ve kerem-i İlahî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberîye iltica eyledi. Şöyle ki:<br />
<br />
Mübarek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübin’in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî anlayışları nisbetinde hissemend ve faidemend olurlar. Şimdiye kadar tenkit olunmaması, her meslek ve mezhep ve meşrep ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları, kanaatimizin sıhhatine delâlet etmeye kâfidirler.<br />
<br />
Vazifenizin bitmediğine dair düşünebildiğim bürhanlar:<br />
<br />
Evvela: Bid’atların çoğaldığı bir zamanda ulemanın sükût etmemeleri lâzım geldiğine dair beyan buyurulan hadîsteki emir ve zecir.<br />
<br />
Sâniyen: Peygamberimizin ittibaına mükellef olduğunuzdan onlar gibi müddet-i hayatınızca vazifeye devam mecburiyeti olduğu.<br />
<br />
Sâlisen: Madem bu hizmet münhasıran reyinizle değil, istihdam olunuyorsunuz; nasıl Mübelliğ-i Kur’an, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdan sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri bir gün اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ ferman-ı celilini tebliğ buyurmakla aynı zamanda vazife-i risaletinin hitamına remzen işaret eylemişti. Muhterem Üstadın da hizmeti kâfi görülürse bildirilir kanaatindeyim.<br />
<br />
Râbian: Sözler hakkında bugüne kadar sükût edilmesi ve tenkide cüret edilmemesi, ilâ-nihaye bu halin devam edeceğine delil olamaz. Hal-i hayatınızda muhtemel hücumlara evvelen ve bizzat zat-ı fâzılaneleri cevap vereceksiniz.<br />
<br />
Hâmisen: Dünyayı unutmak isteseniz başka hiçbir sebep olmasa dahi yalnız bu mübarek Sözler’le rabıta peyda eden insanların rica edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevapsız bırakmayacaksınız.<br />
<br />
Sâdisen: Allah için sizi sevenlere ve sizden istizahta bulunanlara yazdığınız pek kıymetli yazılarla meclis-i ilminizde takrir buyurduğunuz mütenevvi ve Sözler’e bile geçmeyen mesail, kat’iyetle gösteriyorlar ki ihtiyaç da hizmet de bitmemiştir.<br />
<br />
Birkaç maruzat: Nurlu Sözler’i cemaate okumak nasib olduğu zamanlarda, bende bazı hissiyat hasıl oluyordu; şurada arza müsaadenizi rica edeceğim.<br />
<br />
Evvela: Muhterem Üstadıma maruzatta bulunmak için kalemi elime aldığım zaman ruhumda büyük bir inkişaf hissediyor ve ihtiyarsız kalemim o andaki muvakkat duygularıma tercüman olduğunu görüyorum.<br />
<br />
Sâniyen: Şöyle düşünüyordum; eğer yalnız adüvv-ü ekber olan nefsin hilesinden ve cin ve ins ve şeytanların mekrinden emin olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi köşe-i nisyana çekilse veya çekilmek istese ve âlem-i insan ve âlem-i İslâm mühmel kalacak, kimsenin kimseye faydası olmayacak bir zaman olsa; ben din kardeşlerime bu nurlu hakikatleri iblağ edeyim de Allahu Zülcelal nasıl şe’n-i uluhiyetine yaraşırsa öyle muamele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat’-ı nazar etmeyi yine o zamanlarda çok faydalı görüyordum. Bundaki hikmet nedir?<br />
<br />
Sâlisen: Esma-i hüsnadan Rahman ve Rahîm isimleri en a’zam mertebede olduklarından mı yoksa başka sebep ve hikmetle mi “Bismillahirrahmanirrahîm” kelimesi içine dâhil olmuşlardır? Bu da şu mektubu yazarken kalbime geldi, ben de soruyorum.<br />
<br />
Aziz ve muhterem Üstadım, sizin vücudunuza yalnız bizler değil, bütün âlem-i İslâm muhtaçtır. Çünkü mü’minlerin imanına kuvvet veren, gafilleri uyandıran, dalalete düşenlere râh-ı hidayeti gösteren, hükema-yı felasifeyi beht ve hayrette bırakan, Kur’an-ı Mübin’den nebean ve lemean eden o kudsî Sözler’in vücuduna vasıta oldunuz. Hemen Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn aziz Üstadımızı sıhhat ve âfiyette daim ve ümmet-i Muhammed üzere kaim buyursun, âmin bihürmeti Seyyidi’l-mürselîn.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#Hulusi’nin birinci fıkrasıdır|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Risale-i Nur mektuplarından bu mektubunuzun bendeki tesirlerini hülâsaten arz edeyim:<br />
<br />
Sıhhat ve âfiyetinizin devamı, şükrümü; bu gibi mesailin hallini isteyenlerin vücudu, ümidimi; nazarımda ilim sayılacak her şeyi sizden öğrendiğim için bu vesile ile hakikat sahasındaki malûmatımı; hasbe’l-beşeriye fütur hasıl oluyorsa şevkimi; hasta bir talebeniz olduğumdan Kur’an’ın eczahanesinden verdiğiniz bu ilaçlarınızla sıhhatimi; matbaha-i Kur’an’dan intihab buyurduğunuz bu gıdalarla bütün hâsselerimin kuvvetini, hayatın beş derecesini de talim, mevtin itibarî bir keyfiyet olduğunu tefhim, idam-ı ebedînin mutasavver olamayacağına kalbimi takvim buyurduktan sonra, Allah için muhabbetin her halde bu hayat derecelerinde de devam ederek hayat-ı bâkiyede bâki meyvesini vereceğini işaret buyurmakla müddet-i hayatımı nihayetsiz artırmaya sebep olmuştur.<br />
<br />
Risale-i Nur ile ihda buyurduğunuz dualar, zaten her gün sevgili Üstadı düşünmeye kâfi gelmektedir. Kur’an’ın nihayetsiz füyuzatından, tükenmez hazinesinden inayet-i Hak’la edindiğiniz ve tebliğe mezun olduğunuz manaları, cevherleri göstermekle, bildirmekle de bu bîçare ve müştak talebe ve kardeşinize sonuna kadar ders vermek istediğinizi izhar ediyorsunuz ki bu suretle de ebeden ve teşekkürle gözümün önünden, hayalimden ayrılmamaklığınız temin edilmiş oluyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#1. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Muvasalatımın ilk gecesi pederimin misafirlerine tahsis eylediği odaya devam eden zevata; mütevekkilen alallah, akşam ile yatsı arasında Risale-i Nur’u okumaya başladım.<br />
<br />
Sevgili Üstadım! Evvelce arz ettiğim vechile ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum. O da üstadım olan dellâl-ı Kur’an’ın vazife-i memure-i maneviyesini îfada kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’an hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir. Orada bulunduğunuz müddetçe Hazret-i Kur’an’dan hakikat-i iman ve İslâm hesabına vaki olacak istihraç ve tecelliyattan mahrum bırakılmamaklığımı hâssaten istirham ediyorum.<br />
<br />
İnşâallah müstecab olan duanızla Allahu Zülcelal, Risale-i Nur hizmetinde ümit ve arzu ettiğim neticeye vâsıl, merhum ve mağfur Abdurrahman gibi âhir nefeste iman ve tevfik ve saadet-i bâkiyede iki cihan serveri Nebiyy-i Ekremimiz Muhammedeni’l-Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimize ve siz muhterem Üstadımın arkasında ve yakınında komşuluk vermek suretiyle âmâl-i hakikiyeye nâil buyurur.<br />
<br />
Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir fakat nasıl ki Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur; siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîm’in nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitap ediyorsunuz. Öyle ise o Hakîm-i Rahîm, size bu eseri yaptırtan, o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden belki de hiç ümit edilmediklerden sahipler, hâfızlar; ikinci, üçüncü hattâ onuncu derecede mübelliğler, nâşirler halk buyurur itikadındayım.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#2. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Evet, İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatım, acz ve fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyidü’l-mürselîn gibi bir rehberim, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velayete erişmek gibi ulvi bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.<br />
<br />
Üstadım bana ve dinleyen her zevi’l-ukûle “Tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!” dersini vermiştir. Ben gerek bu derse gerek Risaletü’n-Nur ile verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can u dilden belî dedim, tasdik ettim. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zata da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#3. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Bu kere irsal buyurulan Mektubatü’n-Nur zeylleri, emsali gibi hoş, güzel ve bedî’dir. Eserlerin Nur ism-i azîminin tecellisi olduğuna, ihtiyaca ve hal-i âleme göre yazdırıldığına bence aslâ şüphe kalmamıştır.<br />
<br />
Bunu küçük bir misal ile teyid etmek isterim. Mülhidler çok ileri gidiyorlar. Mesela: … ilâ âhir.<br />
<br />
İşte bu ahmakların hezeyanına ve her nevi iğfallerine ve zahiren süslü laflarına kanmayarak, iman ve itikadlarında sabit-kadem olmaları için erbab-ı imana kuvvet ve zümre-i tuğyana kahr ve şiddetle ders-i ibret verecek pek münasebetli sözler, mevzubahis âsârda ayân beyan görülmektedir.<br />
<br />
Hayfâ ki bu Nurlar şimdilik (Hâşiye<ref>Bundan otuz beş sene evvel.</ref>) lihikmetin pek mahdud sahada ve ancak mü’minler içinde neşredilebilir.<br />
<br />
اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ ۞ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#4. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Bizler ki elhamdülillahi teâlâ âhiret kardeşiniz, Kur’an hizmetinde âciz hizmetkârınız, esrar-ı Kur’aniyenin beyanında “Eşşükrülillahi teâlâ” Ashab-ı Kehf gibi musahibiniziz. Liyakat ve kifayetimizin çok fevkinde mahza bir lütuf ve inayet-i Samedanî olarak talebeniz bulunuyoruz. Bundaki niam-ı Sübhaniyeye hamd ve şükürden âciz bulunuyoruz.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#6. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
===Bediüzzaman'ın Yazdığı Mektuplar===<br />
<br />
'''Sen''' ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddi talebe hükmüne geçtiniz. Hattâ diyebilirim ki: Kader-i İlahî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.<br />
<br />
İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakk’a şükür etmelisiniz. Ben de Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükür ediyorum ki o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zayıf omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnettarane bakıyor. Ve mes’uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakıyetinize dua ediyor. Ve icra-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor.<br />
<br />
Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşâallah niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir. <br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(1)_(Barla)#45._Par.C3.A7a|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
'''Hulusi Bey''' ve Sabri Efendi’nin mektuplarında Risale-i Nur hakkındaki fıkralarının, bir mektup suretinde Risale-i Nur eczaları içinde idhal edilmesinin beş sebebi var:<br />
<br />
Birincisi<br />
<br />
'''Hulusi''' ise âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimi ve ciddi iştiyakı olmasıdır.<br />
<br />
İkinci Sebep<br />
<br />
Bu iki zat bilmiyorlardı ki bir vakit şu fıkralar neşredilecek. Bilmedikleri için gayet samimi, tasannusuz, hâlisane ve derece-i zevklerini ve o hakaike karşı şevklerini ifade etmek için hususi bir surette yazmışlar. Onun için o takdiratları takriz nevinden değil, doğrudan doğruya mübalağasız bir surette, gördükleri ve zevk ettikleri hakikati ifade etmeleridir.<br />
<br />
Üçüncü Sebep<br />
<br />
Bu iki zat hakiki talebelerimden ve ciddi arkadaşlarımdan. Ve hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hâssası var ki bu iki zat, üçünde de birinciliği kazanmışlar.<br />
<br />
Birinci Hâssa<br />
<br />
Bana mensup her şeye malları gibi tesahub ediyorlar. Bir Söz yazılsa kendileri yazmış ve telif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Âdeta cesetleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakiki manevî vereselerdir.<br />
<br />
İkinci Hâssa<br />
<br />
Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’an’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.<br />
<br />
Üçüncü Hâssa<br />
<br />
Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’aniyeden aldığım ilaçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilaçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.<br />
<br />
Dördüncü Sebep<br />
<br />
'''Hulusi Bey'''; benim yegâne manevî evladım ve medar-ı tesellim ve hakiki vârisim ve bir deha-yı nurani sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfaya başlamasıyla ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilatım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur.<br />
<br />
Demek oluyor ki bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.<br />
<br />
Sabri ise fıtraten bende mevcud has bir nişan var. Bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havalide en az ümit ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki o da bir Hulusi-i Sânî’dir, müntehabdır. Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’an’da arkadaş tayin edilmiştir.<br />
<br />
Beşinci Sebep<br />
<br />
Ben kendi şahsıma ait takdirat ve medhi kabul etmem. Çünkü manen büyük zarar gördüm. Onun için şahsıma karşı takdirat, fahir ve gurura medar olduğu için şiddetle nefret edip korkuyorum. Fakat Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı ve hizmetkârı olmaklığım cihetinden ve o vazife-i kudsiye noktasında takdirat ve medih bana ait olmayıp nurlu Sözler’e ve belki doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye ait olduğu için onu müftehirane değil, Cenab-ı Hakk’a karşı müteşekkirane kabul ediyorum.<br />
<br />
İşte bu iki şahıs, bu hakikati herkesten ziyade anladıkları için onlar bilmeyerek vicdanlarının sevkiyle yazdıkları takdirat ve medihlerini, Risale-i Nur eczaları içinde dercedilmeye sebep olmuştur.<br />
<br />
Cenab-ı Hak bunların emsalini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarîk-ı haktan ayırmasın, âmin!<br />
<br />
اَللّٰهُمَّ وَفِّقْنَا وَ اِيَّاهُمَا وَ اَمْثَالَهُمَا مِنْ اِخْوَانِنَا لِخِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَ الْاٖيمَانِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَرْضٰى بِحَقِّ مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنَ عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَاةِ وَ اَتَمُّ التَّسْلٖيمَاتِ مَا اخْتَلَفَ الْمَلَوَانِ وَ مَا دَارَ الْقَمَرَانِ<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:Mukaddime_(Barla)|Barla Lahikası, Mukaddime]])<br />
----<br />
<br />
Nur’un birinci talebelerinden '''Hulusi Bey'''’in, Ankara’da dostlarına Risale-i Nur dairesine girmesine teşvik eden manidar ve güzel mektubu dahi gösteriyor ki yirmi beş seneden beri hiç sarsılmadan Nur hizmeti yapmasına bir numunedir.<br />
<br />
([[Risale:Birinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#29. Parça|Emirdağ Lahikası-2]])<br />
----<br />
<br />
'''Hulusi Bey'''’in Yirmi Yedinci Mektup’taki fıkralarının şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur’aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler’de bulmuştur.<br />
<br />
([[Risale:28._Mektup#D.C3.B6rd.C3.BCnc.C3.BC_Misal|28. Mektup, 3. Mesele]])<br />
----<br />
Hizmet-i Kur’aniyenin pek mühim bir azası olan '''Hulusi Bey''', Eğirdir’den memlekete gittiği vakit, saadet-i dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir derece sırf uhrevî olan hizmet-i Kur’aniyede fütura yüz göstermeye dair esbab hazırlandı. Çünkü hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu hem vatanını gördü hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Halbuki hizmet-i Kur’aniyede bulunana ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlas ile ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.<br />
<br />
İşte '''Hulusi'''’nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i maneviyesindeki ciddiyete tam manasıyla sarıldı.<br />
<br />
([[Risale:10._Lem%27a#.C3.9C.C3.A7.C3.BCnc.C3.BCs.C3.BC|10. Lema, 3. Tokat]])<br />
----<br />
<br />
Bu defa '''Hulusi'''’den uzun bir mektup, Abdülmecid vasıtasıyla aldım. Elhak o kardeşimiz sebat ve metanet ve ihlasta birinciliği muhafaza ediyor. Ben de Abdülmecid vasıtasıyla ona yazdım ki: Isparta’daki kardeşlerimize yazdığım mektuplarda sen dahi bir muhatabımsın, seninle muhabere kesilmemiş diye yazdım.<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Önceki_Mektuplar_(Kastamonu)#55. Parça|Kastamonu Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Risale-i Nur’un gayet ehemmiyetli bir şakirdi olan '''Hulusi Bey'''’in ehemmiyetli bir mektubunu gördüm. Elhak, o kardeşimiz birinciliğini daima muhafaza ediyor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nur’un işi başında biliyorum. Hem bütün muhaberelerimde birinci safta muhataptır. Onun sualleriyle yazılan Mektubat Risaleleri ve onun yazdığı samimi mektupları, onun yerinde pek çok insanları Risale-i Nur dairesine celbetmiş ve ediyor. O dediği gibi bizden uzak değil. Her gün, çok defa beraberiz. Muhaberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle konuştuğum vakit '''Hulusi'''’yi içinde buluyorum. Sabri, nasıl onun hesabıyla benimle konuşuyor; benim bedelime de onunla konuşsun.<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Sonraki_Mektuplar_(Kastamonu)#38. Parça|Kastamonu Lahikası]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Hulusi Yahyagil (Mezar).JPG]]<br />
<br />
[[Dosya:Hulusi yahyagil kabir.jpg]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
*[[Halil Naci]]: Evladı.<br />
*[[Mehmed Hüsrev]]: Babası.<br />
*[[Refet Barutçu|Isparta Hulusi'si]]: Hulusi Bey gibi ordu mensubu Ispartalı nur talebesi Refet Bey.<br />
*[[Sabri Arseven|Hulusi-i Sani]]: Hulusi Bey gibi nurların ilk talebelerinden Hoca Sabri.<br />
*[[Abdullah Sualp|Hulusi-i Salis]]: Atabeyli nur talebesi Abdullah Çavuş.<br />
*[[Risale:Üstad Hz.'nin Hulusi Ağabeye Gönderdiği Mektuplar|Üstad Hz.'nin Hulusi Ağabeye Gönderdiği Mektuplar]]<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=%C4%B0brahim_Hulusi_Yahyagil&diff=41445İbrahim Hulusi Yahyagil2024-03-17T05:09:09Z<p>Turker: /* İlgili Maddeler */</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Şahıs]]<br />
[[Kategori:Kabri Harput'ta Olanlar]]<br />
[[Kategori:Gavs- Azam'ın İşaret Ettiği Nur Talebeleri]]<br />
[[Dosya:Hulusi Yahyagil.JPG|thumb|left]]<br />
'''İbrahim Hulusi Yahyagil''' askerlik mesleğini Eğirdir'de sürdürürken Bediüzzaman'ı Barla'da ziyaret edip talebeliğine girmiş ve ömrü boyunca İmana ve Kur'an'a hizmet etmiş, Gavs-ı Zaman'ın 800 sene önce haber verdiği kahraman nur talebelerindendir. Üstad onu 100 ciddi talebe hükmünde görmüş ve manevi evladı ve yeğeni Abdurrahman'ın vefatından sonra tam olarak onun yerine geçmiş hakiki varisi ve sebat, metanet ve ihlasda birinci talebesi olarak kabul etmiştir. Bediüzzaman, Risalelerdeki ekser temsilatın onun mesleği olan askerliğe göre olmasının hikmetini istikbalde en mühim talebelerinin askerler arasından çıkacağına bağlamış ve Hulusi ağabeyi o bahtiyar askerlerden birisi kabul etmiştir. Asker olması hasebiyle Kafkas cephesinde, Çanakkale'de ve İstiklal harbi cephelerinde savaşmıştır. Emekli olduktan sonra Elazığ'da vefatına kadar Risale-i Nur vasıtasıyla iman hakikatlarını neşre devam etmiştir. Subay olduğu, Nurların birinci talebesi olduğu, bir ömür faal hizmette bulunduğu halde Üstad'ın duasıyla hapse hiç girmemiştir. Üstad'a sorular sormuş ve bunların bazılarının cevapları Risalelerde derc edilmiştir. Üstad âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına Hulusi ağabey'in gayreti ve ciddiyetinin en mühim sebep olduğunu beyan etmiştir. Üstad hz. Hulusi ağabey'in Elazığ'daki hizmetleri hakkında oralarda komünistliği durdurduğunu ifade etmiştir.<ref>Ağabeyler Anlatıyor, 1. Cilt, Sf: 165, Ömer Özcan</ref> Bazı talebelerine Hulusi beyi emsal göstererek Isparta Hulusi'si, Hulusi-i Sani, Hulusi-i Salis gibi hitaplarda bulunmuştur.<ref name='b'>Isparta kahramanları, Himmet Koçoğlu</ref><br />
<br />
==Şahsi Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Nurların Birinci Talebesi, Hulusi Bey<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' Elazığ, 1896<ref name='b' /><br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:''' 26 Temmuz 1986 (Çanakkale Savaşı'nda çok ağır yaralandığı gecenin aynı tarihinde 71 sene sonra vefat etmiştir)<ref name='b' /><br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Harput'un Meteris Mezarlığı'nda İmam Efendi Türbesi'nin yakınında, Elazığ<ref name='b' /><br />
<br />
'''Harita konumu:''' [https://goo.gl/maps/DxTYVbECxFS2]<br />
<br />
==Risale-i Nur ile Nasıl Tanıştığı==<br />
<br />
1929 yılının Nisan ayında Eğirdir'de görev yaparken Azizzade Şeyh Mustafa vasıtasıyla bir Bahar günü üstadı ziyaret etmiş ve nurlara talebe olmuştur.<br />
<br />
==Bediüzzaman Said Nursi ile Görüşmeleri==<br />
<br />
İlk olarak Eğirdir'de yüzbaşı olarak görevliyken Üstadı ziyaret etmiştir. Isparta'dan tayini çıktıktan 20 yıl sonra Emirdağ'da üstadı ziyarete gitmiştir. Son ziyaretini de Eskişehir'de yapmıştır. Üstad ile toplam 5-6 defa görüşmüştür.<ref>Ağabeyler ANlatıyor, Cilt 1, Sf: 136, Ömer Özcan</ref><ref name='b' /><br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
===Hulusi Ağabey'in Yazdığı Mektuplar===<br />
<br />
Hulusi’nin birinci fıkrasıdır<br />
<br />
Eyyühe’l-Üstadü’l-Muhterem!<br />
<br />
Kendilerini fakir ve hakir görmekte zevk alan zevat-ı âliye gibi değil belki olduğu gibi görünmek isteyen ve talebem, kardeşim, biraderzadem unvanlarıyla taltif buyurduğunuz bendeniz; hakikatte manen düşkün bir vaziyette ve cidden duanıza muhtaç bir haldeyim. Serâpa Nur olan Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan’ın hak ve hakikatini, bu asır insanlarının bilhassa fırak-ı dâllenin gözlerine sokacak derecede bazı Kur’an lemaatının zahir olmasına murad-ı İlahî taalluk etmiş ve bu emr-i mühimme felillahi’l-hamd muhterem üstadımız vasıta olmuştur.<br />
<br />
İşte hiç-ender hiç olan bu talebenize de yine lütuf ve fazl ve inayet-i İlahî ile bu âlî memuriyetini îfa eden aziz ve muhterem hocasına ve Hazret-i Kur’an hesabına pek cüz’î bir hademelik yaptırılmıştır. Bundan dolayı ne kadar şükretsem azdır, fahre zerre kadar hakkım yoktur. Belki şu hademelikte yapmış olmaklığım muhtemel hatîat ve kusurattan dolayı affımı niyaz ve istirham ediyorum. Fena şahsiyetimi tarif eylemekliğim gerçi manasızdır. Fakat mürasele ve mülakatta bu babda pek çok büyük iltifatlarınızı gördüğümden mütehassıl hicab sevkiyle ufak bir tasdi’de bulundum.<br />
<br />
Son iki mektubunuzda sual buyurulan hususa cevap vermekliğim ısrar ile emir buyuruldu. سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا Fakat bu ağır suale, acz ve fakrın en müntehasında bulunan bu kardeşiniz hak ve hakikate muvafık ve mutabık bir cevap verebilmek için inayet ve kerem-i İlahî ve meded-i ruhaniyet-i Peygamberîye iltica eyledi. Şöyle ki:<br />
<br />
Mübarek Sözler şüphesiz Kitab-ı Mübin’in nurlu lemaatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır. Beşerin her tabakası kendi fıtrî anlayışları nisbetinde hissemend ve faidemend olurlar. Şimdiye kadar tenkit olunmaması, her meslek ve mezhep ve meşrep ehline hoş gelmesi ve mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları, kanaatimizin sıhhatine delâlet etmeye kâfidirler.<br />
<br />
Vazifenizin bitmediğine dair düşünebildiğim bürhanlar:<br />
<br />
Evvela: Bid’atların çoğaldığı bir zamanda ulemanın sükût etmemeleri lâzım geldiğine dair beyan buyurulan hadîsteki emir ve zecir.<br />
<br />
Sâniyen: Peygamberimizin ittibaına mükellef olduğunuzdan onlar gibi müddet-i hayatınızca vazifeye devam mecburiyeti olduğu.<br />
<br />
Sâlisen: Madem bu hizmet münhasıran reyinizle değil, istihdam olunuyorsunuz; nasıl Mübelliğ-i Kur’an, Fahr-i Cihan, Habib-i Yezdan sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri bir gün اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دٖينَكُمْ ferman-ı celilini tebliğ buyurmakla aynı zamanda vazife-i risaletinin hitamına remzen işaret eylemişti. Muhterem Üstadın da hizmeti kâfi görülürse bildirilir kanaatindeyim.<br />
<br />
Râbian: Sözler hakkında bugüne kadar sükût edilmesi ve tenkide cüret edilmemesi, ilâ-nihaye bu halin devam edeceğine delil olamaz. Hal-i hayatınızda muhtemel hücumlara evvelen ve bizzat zat-ı fâzılaneleri cevap vereceksiniz.<br />
<br />
Hâmisen: Dünyayı unutmak isteseniz başka hiçbir sebep olmasa dahi yalnız bu mübarek Sözler’le rabıta peyda eden insanların rica edecekleri izahatı vermek isteyecek ve cevapsız bırakmayacaksınız.<br />
<br />
Sâdisen: Allah için sizi sevenlere ve sizden istizahta bulunanlara yazdığınız pek kıymetli yazılarla meclis-i ilminizde takrir buyurduğunuz mütenevvi ve Sözler’e bile geçmeyen mesail, kat’iyetle gösteriyorlar ki ihtiyaç da hizmet de bitmemiştir.<br />
<br />
Birkaç maruzat: Nurlu Sözler’i cemaate okumak nasib olduğu zamanlarda, bende bazı hissiyat hasıl oluyordu; şurada arza müsaadenizi rica edeceğim.<br />
<br />
Evvela: Muhterem Üstadıma maruzatta bulunmak için kalemi elime aldığım zaman ruhumda büyük bir inkişaf hissediyor ve ihtiyarsız kalemim o andaki muvakkat duygularıma tercüman olduğunu görüyorum.<br />
<br />
Sâniyen: Şöyle düşünüyordum; eğer yalnız adüvv-ü ekber olan nefsin hilesinden ve cin ve ins ve şeytanların mekrinden emin olayım diye herkes başını karanlığa çekse ve kendisi köşe-i nisyana çekilse veya çekilmek istese ve âlem-i insan ve âlem-i İslâm mühmel kalacak, kimsenin kimseye faydası olmayacak bir zaman olsa; ben din kardeşlerime bu nurlu hakikatleri iblağ edeyim de Allahu Zülcelal nasıl şe’n-i uluhiyetine yaraşırsa öyle muamele eylesin. Nefsimi düşünmekten kat’-ı nazar etmeyi yine o zamanlarda çok faydalı görüyordum. Bundaki hikmet nedir?<br />
<br />
Sâlisen: Esma-i hüsnadan Rahman ve Rahîm isimleri en a’zam mertebede olduklarından mı yoksa başka sebep ve hikmetle mi “Bismillahirrahmanirrahîm” kelimesi içine dâhil olmuşlardır? Bu da şu mektubu yazarken kalbime geldi, ben de soruyorum.<br />
<br />
Aziz ve muhterem Üstadım, sizin vücudunuza yalnız bizler değil, bütün âlem-i İslâm muhtaçtır. Çünkü mü’minlerin imanına kuvvet veren, gafilleri uyandıran, dalalete düşenlere râh-ı hidayeti gösteren, hükema-yı felasifeyi beht ve hayrette bırakan, Kur’an-ı Mübin’den nebean ve lemean eden o kudsî Sözler’in vücuduna vasıta oldunuz. Hemen Cenab-ı Erhamü’r-Râhimîn aziz Üstadımızı sıhhat ve âfiyette daim ve ümmet-i Muhammed üzere kaim buyursun, âmin bihürmeti Seyyidi’l-mürselîn.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#Hulusi’nin birinci fıkrasıdır|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Risale-i Nur mektuplarından bu mektubunuzun bendeki tesirlerini hülâsaten arz edeyim:<br />
<br />
Sıhhat ve âfiyetinizin devamı, şükrümü; bu gibi mesailin hallini isteyenlerin vücudu, ümidimi; nazarımda ilim sayılacak her şeyi sizden öğrendiğim için bu vesile ile hakikat sahasındaki malûmatımı; hasbe’l-beşeriye fütur hasıl oluyorsa şevkimi; hasta bir talebeniz olduğumdan Kur’an’ın eczahanesinden verdiğiniz bu ilaçlarınızla sıhhatimi; matbaha-i Kur’an’dan intihab buyurduğunuz bu gıdalarla bütün hâsselerimin kuvvetini, hayatın beş derecesini de talim, mevtin itibarî bir keyfiyet olduğunu tefhim, idam-ı ebedînin mutasavver olamayacağına kalbimi takvim buyurduktan sonra, Allah için muhabbetin her halde bu hayat derecelerinde de devam ederek hayat-ı bâkiyede bâki meyvesini vereceğini işaret buyurmakla müddet-i hayatımı nihayetsiz artırmaya sebep olmuştur.<br />
<br />
Risale-i Nur ile ihda buyurduğunuz dualar, zaten her gün sevgili Üstadı düşünmeye kâfi gelmektedir. Kur’an’ın nihayetsiz füyuzatından, tükenmez hazinesinden inayet-i Hak’la edindiğiniz ve tebliğe mezun olduğunuz manaları, cevherleri göstermekle, bildirmekle de bu bîçare ve müştak talebe ve kardeşinize sonuna kadar ders vermek istediğinizi izhar ediyorsunuz ki bu suretle de ebeden ve teşekkürle gözümün önünden, hayalimden ayrılmamaklığınız temin edilmiş oluyor. اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ هٰذَا مِنْ فَضْلِ رَبّٖى<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#1. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Muvasalatımın ilk gecesi pederimin misafirlerine tahsis eylediği odaya devam eden zevata; mütevekkilen alallah, akşam ile yatsı arasında Risale-i Nur’u okumaya başladım.<br />
<br />
Sevgili Üstadım! Evvelce arz ettiğim vechile ben artık bir şey için yaşadığımı zannediyorum. O da üstadım olan dellâl-ı Kur’an’ın vazife-i memure-i maneviyesini îfada kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’an hesabına cüz’î bir hizmetkârlıktan ibarettir. Orada bulunduğunuz müddetçe Hazret-i Kur’an’dan hakikat-i iman ve İslâm hesabına vaki olacak istihraç ve tecelliyattan mahrum bırakılmamaklığımı hâssaten istirham ediyorum.<br />
<br />
İnşâallah müstecab olan duanızla Allahu Zülcelal, Risale-i Nur hizmetinde ümit ve arzu ettiğim neticeye vâsıl, merhum ve mağfur Abdurrahman gibi âhir nefeste iman ve tevfik ve saadet-i bâkiyede iki cihan serveri Nebiyy-i Ekremimiz Muhammedeni’l-Mustafa sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimize ve siz muhterem Üstadımın arkasında ve yakınında komşuluk vermek suretiyle âmâl-i hakikiyeye nâil buyurur.<br />
<br />
Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir fakat nasıl ki Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur; siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîm’in nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitap ediyorsunuz. Öyle ise o Hakîm-i Rahîm, size bu eseri yaptırtan, o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden belki de hiç ümit edilmediklerden sahipler, hâfızlar; ikinci, üçüncü hattâ onuncu derecede mübelliğler, nâşirler halk buyurur itikadındayım.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#2. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Evet, İslâmiyet gibi bir âlî tarîkatım, acz ve fakrı Allah’a karşı bilmek gibi bir meşrebim, Seyyidü’l-mürselîn gibi bir rehberim, Kur’an-ı Azîmüşşan gibi bir mürşidim, bir dakikada mertebe-i velayete erişmek gibi ulvi bir netice almak mümkün olan askerlik gibi bir mesleğim var.<br />
<br />
Üstadım bana ve dinleyen her zevi’l-ukûle “Tarîkat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit namazını hakkıyla eda et, namazın nihayetindeki tesbihleri yap, ittiba-ı sünnet et, yedi kebairi işleme!” dersini vermiştir. Ben gerek bu derse gerek Risaletü’n-Nur ile verilen derslere, Kur’an’dan istinbat buyurarak gösterdiği hakikatlere karşı Allah’ın tevfikiyle can u dilden belî dedim, tasdik ettim. Ve bana böylece hakikat dersini veren bu zata da ömrümde ilk defa olarak Üstad dedim. Hata etmedim, isabet ettim.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#3. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Bu kere irsal buyurulan Mektubatü’n-Nur zeylleri, emsali gibi hoş, güzel ve bedî’dir. Eserlerin Nur ism-i azîminin tecellisi olduğuna, ihtiyaca ve hal-i âleme göre yazdırıldığına bence aslâ şüphe kalmamıştır.<br />
<br />
Bunu küçük bir misal ile teyid etmek isterim. Mülhidler çok ileri gidiyorlar. Mesela: … ilâ âhir.<br />
<br />
İşte bu ahmakların hezeyanına ve her nevi iğfallerine ve zahiren süslü laflarına kanmayarak, iman ve itikadlarında sabit-kadem olmaları için erbab-ı imana kuvvet ve zümre-i tuğyana kahr ve şiddetle ders-i ibret verecek pek münasebetli sözler, mevzubahis âsârda ayân beyan görülmektedir.<br />
<br />
Hayfâ ki bu Nurlar şimdilik (Hâşiye<ref>Bundan otuz beş sene evvel.</ref>) lihikmetin pek mahdud sahada ve ancak mü’minler içinde neşredilebilir.<br />
<br />
اَلصَّبْرُ مِفْتَاحُ الْفَرَجِ ۞ اِنَّ اللّٰهَ مَعَ الصَّابِرٖينَ<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#4. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Bizler ki elhamdülillahi teâlâ âhiret kardeşiniz, Kur’an hizmetinde âciz hizmetkârınız, esrar-ı Kur’aniyenin beyanında “Eşşükrülillahi teâlâ” Ashab-ı Kehf gibi musahibiniziz. Liyakat ve kifayetimizin çok fevkinde mahza bir lütuf ve inayet-i Samedanî olarak talebeniz bulunuyoruz. Bundaki niam-ı Sübhaniyeye hamd ve şükürden âciz bulunuyoruz.<br />
<br />
Hulusi<br />
<br />
([[Risale:Yirmi Yedinci Mektup ve Zeylleri (Barla)#6. Parça|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
===Bediüzzaman'ın Yazdığı Mektuplar===<br />
<br />
'''Sen''' ve Hakkı Efendi benim için yüz ciddi talebe hükmüne geçtiniz. Hattâ diyebilirim ki: Kader-i İlahî beni bu yerlere göndermesi, sizleri şu vazife-i kudsiyede uyandırmak içinmiş. Şimdi şu zamanda iman-ı tahkikînin dersini vermek, pek büyük bir fazilettir ve kudsî bir vazifedir. İman-ı tahkikîyi taşıyan bir mü’min, çok mü’minlere bir nokta-i istinad olur ki şuursuz olarak avam-ı mü’minîn o iman-ı tahkikî sahibinin kuvvet-i imanına istinad ederek kuvve-i maneviyeleri kırılmaz, dalaletlere karşı dayanırlar.<br />
<br />
İşte şöyle bir derste bulunduğunuz için Cenab-ı Hakk’a şükür etmelisiniz. Ben de Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükür ediyorum ki o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zayıf omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti. İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnettarane bakıyor. Ve mes’uliyetten kurtulan kalbim de muvaffakıyetinize dua ediyor. Ve icra-yı vazife için çok düşünmekten kurtulan aklım da sizi tebrik ediyor.<br />
<br />
Ben şu vazife-i kudsiyede bilmeyerek istihdam olunurdum. Siz bilerek hizmet ediyorsunuz, bahtiyarsınız. İnşâallah niyet-i hâliseniz, benim müşevveş niyetimi dahi tashih edecektir. <br />
<br />
([[Risale:Mektubat%27ın_Üçüncü_Kısmı_(1)_(Barla)#45._Par.C3.A7a|Barla Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
'''Hulusi Bey''' ve Sabri Efendi’nin mektuplarında Risale-i Nur hakkındaki fıkralarının, bir mektup suretinde Risale-i Nur eczaları içinde idhal edilmesinin beş sebebi var:<br />
<br />
Birincisi<br />
<br />
'''Hulusi''' ise âhirdeki Sözler’in ve ekser Mektubat’ın yazılmasına onun gayreti ve ciddiyeti en mühim sebep olması. Ve Sabri’nin dahi On Dokuzuncu Mektup gibi bir sülüs-ü Mektubat’ın yazılmasına sebep, onun samimi ve ciddi iştiyakı olmasıdır.<br />
<br />
İkinci Sebep<br />
<br />
Bu iki zat bilmiyorlardı ki bir vakit şu fıkralar neşredilecek. Bilmedikleri için gayet samimi, tasannusuz, hâlisane ve derece-i zevklerini ve o hakaike karşı şevklerini ifade etmek için hususi bir surette yazmışlar. Onun için o takdiratları takriz nevinden değil, doğrudan doğruya mübalağasız bir surette, gördükleri ve zevk ettikleri hakikati ifade etmeleridir.<br />
<br />
Üçüncü Sebep<br />
<br />
Bu iki zat hakiki talebelerimden ve ciddi arkadaşlarımdan. Ve hizmet-i Kur’an’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hâssası var ki bu iki zat, üçünde de birinciliği kazanmışlar.<br />
<br />
Birinci Hâssa<br />
<br />
Bana mensup her şeye malları gibi tesahub ediyorlar. Bir Söz yazılsa kendileri yazmış ve telif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Âdeta cesetleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakiki manevî vereselerdir.<br />
<br />
İkinci Hâssa<br />
<br />
Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’an’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimmi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telakkileridir.<br />
<br />
Üçüncü Hâssa<br />
<br />
Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’aniyeden aldığım ilaçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilaçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.<br />
<br />
Dördüncü Sebep<br />
<br />
'''Hulusi Bey'''; benim yegâne manevî evladım ve medar-ı tesellim ve hakiki vârisim ve bir deha-yı nurani sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi îfaya başlamasıyla ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i mutlaka ile temsilatım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur.<br />
<br />
Demek oluyor ki bu şahsı Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’an ve imanda bir talebe, bir muîn tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.<br />
<br />
Sabri ise fıtraten bende mevcud has bir nişan var. Bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri’de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havalide en az ümit ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki o da bir Hulusi-i Sânî’dir, müntehabdır. Cenab-ı Hak tarafından bana talebe ve hizmet-i Kur’an’da arkadaş tayin edilmiştir.<br />
<br />
Beşinci Sebep<br />
<br />
Ben kendi şahsıma ait takdirat ve medhi kabul etmem. Çünkü manen büyük zarar gördüm. Onun için şahsıma karşı takdirat, fahir ve gurura medar olduğu için şiddetle nefret edip korkuyorum. Fakat Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı ve hizmetkârı olmaklığım cihetinden ve o vazife-i kudsiye noktasında takdirat ve medih bana ait olmayıp nurlu Sözler’e ve belki doğrudan doğruya hakaik-i imaniyeye ve esrar-ı Kur’aniyeye ait olduğu için onu müftehirane değil, Cenab-ı Hakk’a karşı müteşekkirane kabul ediyorum.<br />
<br />
İşte bu iki şahıs, bu hakikati herkesten ziyade anladıkları için onlar bilmeyerek vicdanlarının sevkiyle yazdıkları takdirat ve medihlerini, Risale-i Nur eczaları içinde dercedilmeye sebep olmuştur.<br />
<br />
Cenab-ı Hak bunların emsalini ziyade etsin ve onları da muvaffak etsin ve tarîk-ı haktan ayırmasın, âmin!<br />
<br />
اَللّٰهُمَّ وَفِّقْنَا وَ اِيَّاهُمَا وَ اَمْثَالَهُمَا مِنْ اِخْوَانِنَا لِخِدْمَةِ الْقُرْاٰنِ وَ الْاٖيمَانِ كَمَا تُحِبُّ وَ تَرْضٰى بِحَقِّ مَنْ اَنْزَلْتَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنَ عَلَيْهِ اَفْضَلُ الصَّلَاةِ وَ اَتَمُّ التَّسْلٖيمَاتِ مَا اخْتَلَفَ الْمَلَوَانِ وَ مَا دَارَ الْقَمَرَانِ<br />
<br />
Said Nursî<br />
<br />
([[Risale:Mukaddime_(Barla)|Barla Lahikası, Mukaddime]])<br />
----<br />
<br />
Nur’un birinci talebelerinden '''Hulusi Bey'''’in, Ankara’da dostlarına Risale-i Nur dairesine girmesine teşvik eden manidar ve güzel mektubu dahi gösteriyor ki yirmi beş seneden beri hiç sarsılmadan Nur hizmeti yapmasına bir numunedir.<br />
<br />
([[Risale:Birinci_Kısım_Mektuplar_(Emirdağ-2)#29. Parça|Emirdağ Lahikası-2]])<br />
----<br />
<br />
'''Hulusi Bey'''’in Yirmi Yedinci Mektup’taki fıkralarının şehadetiyle; en mühim ve müessir tarîkat olan Nakşî tarîkatından ziyade himmet ve meded, feyiz ve nuru; esrar-ı Kur’aniyenin tercümanı olan nurlu Sözler’de bulmuştur.<br />
<br />
([[Risale:28._Mektup#D.C3.B6rd.C3.BCnc.C3.BC_Misal|28. Mektup, 3. Mesele]])<br />
----<br />
Hizmet-i Kur’aniyenin pek mühim bir azası olan '''Hulusi Bey''', Eğirdir’den memlekete gittiği vakit, saadet-i dünyeviyeyi tam zevk ettirecek ve temin edecek esbab bulunduğundan, bir derece sırf uhrevî olan hizmet-i Kur’aniyede fütura yüz göstermeye dair esbab hazırlandı. Çünkü hem çoktan görmediği peder ve validesine kavuştu hem vatanını gördü hem şerefli, rütbeli bir surette gittiği için dünya ona güldü, güzel göründü. Halbuki hizmet-i Kur’aniyede bulunana ya dünya ona küsmeli veya o dünyaya küsmeli. Tâ ihlas ile ciddiyet ile hizmet-i Kur’aniyede bulunsun.<br />
<br />
İşte '''Hulusi'''’nin kalbi çendan lâyetezelzel idi. Fakat bu vaziyet onu fütura sevk ettiğinden şefkatli tokat yedi. Tam bir iki sene bazı münafıklar ona musallat oldular. Dünyanın lezzetini de kaçırdılar. Hem dünyayı ondan hem onu dünyadan küstürdüler. O vakit vazife-i maneviyesindeki ciddiyete tam manasıyla sarıldı.<br />
<br />
([[Risale:10._Lem%27a#.C3.9C.C3.A7.C3.BCnc.C3.BCs.C3.BC|10. Lema, 3. Tokat]])<br />
----<br />
<br />
Bu defa '''Hulusi'''’den uzun bir mektup, Abdülmecid vasıtasıyla aldım. Elhak o kardeşimiz sebat ve metanet ve ihlasta birinciliği muhafaza ediyor. Ben de Abdülmecid vasıtasıyla ona yazdım ki: Isparta’daki kardeşlerimize yazdığım mektuplarda sen dahi bir muhatabımsın, seninle muhabere kesilmemiş diye yazdım.<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Önceki_Mektuplar_(Kastamonu)#55. Parça|Kastamonu Lahikası]])<br />
----<br />
<br />
Risale-i Nur’un gayet ehemmiyetli bir şakirdi olan '''Hulusi Bey'''’in ehemmiyetli bir mektubunu gördüm. Elhak, o kardeşimiz birinciliğini daima muhafaza ediyor. Ben onu daima kalem elinde, Risale-i Nur’un işi başında biliyorum. Hem bütün muhaberelerimde birinci safta muhataptır. Onun sualleriyle yazılan Mektubat Risaleleri ve onun yazdığı samimi mektupları, onun yerinde pek çok insanları Risale-i Nur dairesine celbetmiş ve ediyor. O dediği gibi bizden uzak değil. Her gün, çok defa beraberiz. Muhaberemiz hiç kesilmemiş. Sizlerle konuştuğum vakit '''Hulusi'''’yi içinde buluyorum. Sabri, nasıl onun hesabıyla benimle konuşuyor; benim bedelime de onunla konuşsun.<br />
<br />
([[Risale:Lemeat%27tan_Sonraki_Mektuplar_(Kastamonu)#38. Parça|Kastamonu Lahikası]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Hulusi Yahyagil (Mezar).JPG]]<br />
<br />
[[Dosya:Hulusi yahyagil kabir.jpg]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
*[[Halil Naci]]: Evladı.<br />
*[[Mehmed Hüsrev]]: Babası.<br />
*[[Refet Barutçu|Isparta Hulusi'si]]: Hulusi Bey gibi ordu mensubu Ispartalı nur talebesi Refet Bey.<br />
*[[Sabri Arseven|Hulusi-i Sani]]: Hulusi Bey gibi nurların ilk talebelerinden Hoca Sabri.<br />
*[[Abdullah Sualp|Hulusi-i Salis]]: Atabeyli nur talebesi Abdullah Çavuş.<br />
*[[Risale:Üstad Hz.'nin Hulusi Ağabeye Gönderdiği Mektuplar]]<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Elyesa_(as)&diff=41444Elyesa (as)2024-03-17T05:08:04Z<p>Turker: "Kategori:Peygamber Kategori:Şahıs '''Hz. Elyesa (as)''' ismi Kur’an’da iki âyette geçen ve bir görüşe göre Hz. İlyâs tarafından kendisine halef olarak seçilmiş bir peygamberdir. İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilmiş ve mucizeler göstermiştir.<ref name='a'>https://islamansiklopedisi.org.tr/elyesa</ref>. ==Bilgiler== '''Diğer İsimleri:''' Elyesa b. Ahtûb b. Acûz (İslâmî kaynaklarda), Elişa (Ahd-i Atîk’te..." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Peygamber]]<br />
[[Kategori:Şahıs]]<br />
'''Hz. Elyesa (as)''' ismi Kur’an’da iki âyette geçen ve bir görüşe göre Hz. İlyâs tarafından kendisine halef olarak seçilmiş bir peygamberdir. İsrailoğullarına peygamber olarak gönderilmiş ve mucizeler göstermiştir.<ref name='a'>https://islamansiklopedisi.org.tr/elyesa</ref>.<br />
<br />
==Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Elyesa b. Ahtûb b. Acûz (İslâmî kaynaklarda), Elişa (Ahd-i Atîk’te)<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' <br />
<br />
'''Annesi:'''<br />
<br />
'''Babası:''' <br />
<br />
'''Kardeşleri:''' <br />
<br />
'''Soyu''': <br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:'''<br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Diyarbakır'ın Eğil ilçesinde Elyesa Peygamber ile Makam Dağı'ndaki türbede (Türbe daha önce yakınlarda başka bir yerdeyken baraj gölü altında kalacak olması nedeniyle bugünkü yerine taşınmıştır)<br />
<br />
'''Harita Konumu:''' [https://maps.app.goo.gl/9rczELzbDk4HCVuM8]<br />
<br />
'''Hanımları:''' <br />
<br />
'''Çocukları:''' <br />
<br />
'''Peygamberlikle Görevlendirildiği Yer ve Tarih:''' Ahd-i Atîk’e göre MÖ 8. yüzyılda İsrâil Krallığı<br />
<br />
'''Peygamber Olarak Gönderildiği Kavim:''' İsrailoğulları<br />
<br />
==Kur'an'da İsminin Geçtiği Yerler==<br />
<br />
[[:Kategori:Elyesa Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler|Elyesa Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler]]<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
*[[Zülkifl (as)|Hz. Zülkifl (as)]]: Bir görüşe göre Zülkifl peygamberin selefidir.<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Sad_48&diff=41443Sad 482024-03-17T05:00:59Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Sad Suresi]]<br />
[[Kategori:Zülkifl Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler]]<br />
[[Kategori:Elyesa Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler]]<br />
''Önceki Ayet: [[Sad 47]] &larr; [[Kuran:Sad|Sad Suresi]] &rarr; [[Sad 49]]: Sonraki Ayet''<br />
<br />
[[Dosya:Sad 48.png]]<br />
<br />
'''Meali:''' 48- İsmail'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir.<br />
<br />
{45- 48. âyetler, peygamberlerin günahtan mâsum olduklarına delâlet etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak mutlak olarak hepsinin "iyiler"den olduğuna hükmetmiştir. Buna mukabil mümin ile münkirin âkıbeti de şöyle anlatılmıştır:}<br />
<br />
'''Kur'an'daki Yeri:''' [[Kuran:Sad#48|23. Cüz, 455. Sayfa]]<br />
<br />
'''Tilavet Notları:'''<br />
<br />
'''Diğer Notlar:'''<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Maddeler==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=En%27am_86&diff=41442En'am 862024-03-17T05:00:43Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:En'am Suresi]]<br />
[[Kategori:Hizb-ül Kur'an Ayetleri]]<br />
[[Kategori:En'am Suresindeki Hizb-ül Kur'an Ayetleri]]<br />
[[Kategori:Elyesa Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler]]<br />
''Önceki Ayet: [[En'am 85]] &larr; [[Kuran:En'am|En'am Suresi]] &rarr; [[En'am 87]]: Sonraki Ayet''<br />
<br />
[[Dosya:Enam 86.png]]<br />
<br />
'''Meali:''' 86- İsmail, Elyesa', Yunus ve Lût'u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık.<br />
<br />
{Bu peygamberlerin üstünlük sebepleri 89. âyette açıklanmıştır. Bunlardan bazılarına peygamberlik görevi yanında hükümdarlık da verilmiş ve kendilerine kitap gönderilmiştir, bazılarına kitap gönderilerek peygamberlik verilmiş, bir kısmına ise sadece peygamberlik verilmiş fakat kitap ve hükümdarlık verilmemiştir.}<br />
<br />
'''Kur'an'daki Yeri:''' [[Kuran:En'am#86|7. Cüz, 137. Sayfa]]<br />
<br />
'''Tilavet Notları:'''<br />
<br />
'''Diğer Notlar:'''<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Maddeler==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Kategori:Elyesa_Peygamberin_(AS)_%C4%B0smi_Ge%C3%A7en_Ayetler&diff=41441Kategori:Elyesa Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler2024-03-17T05:00:13Z<p>Turker: "Kategori:Peygamber İsmi Geçen Ayetler Bu kategoride içinde Hz. Elyesa'nın (AS) ismi geçen ayetler listelenmiştir." içeriğiyle yeni sayfa oluşturdu</p>
<hr />
<div>[[Kategori:Peygamber İsmi Geçen Ayetler]]<br />
Bu kategoride içinde Hz. Elyesa'nın (AS) ismi geçen ayetler listelenmiştir.</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Z%C3%BClkif&diff=41440Zülkif2024-03-17T04:59:48Z<p>Turker: Zülkifl (as) sayfasına yönlendirildi</p>
<hr />
<div>#YÖNLENDİRME [[Zülkifl (as)]]</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Z%C3%BClk%C3%BCf&diff=41439Zülküf2024-03-17T04:59:35Z<p>Turker: Zülkifl (as) sayfasına yönlendirildi</p>
<hr />
<div>#YÖNLENDİRME [[Zülkifl (as)]]</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Sad_48&diff=41438Sad 482024-03-17T04:57:18Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Sad Suresi]]<br />
[[Kategori:Zülkifl Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler]]<br />
''Önceki Ayet: [[Sad 47]] &larr; [[Kuran:Sad|Sad Suresi]] &rarr; [[Sad 49]]: Sonraki Ayet''<br />
<br />
[[Dosya:Sad 48.png]]<br />
<br />
'''Meali:''' 48- İsmail'i, Elyesa'yı, Zülkifl'i de an. Hepsi de iyilerdendir.<br />
<br />
{45- 48. âyetler, peygamberlerin günahtan mâsum olduklarına delâlet etmektedir. Çünkü Cenab-ı Hak mutlak olarak hepsinin "iyiler"den olduğuna hükmetmiştir. Buna mukabil mümin ile münkirin âkıbeti de şöyle anlatılmıştır:}<br />
<br />
'''Kur'an'daki Yeri:''' [[Kuran:Sad#48|23. Cüz, 455. Sayfa]]<br />
<br />
'''Tilavet Notları:'''<br />
<br />
'''Diğer Notlar:'''<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Maddeler==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Enbiya_85&diff=41437Enbiya 852024-03-17T04:57:12Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Enbiya Suresi]]<br />
[[Kategori:Hizb-ül Kur'an Ayetleri]]<br />
[[Kategori:Enbiya Suresindeki Hizb-ül Kur'an Ayetleri]]<br />
[[Kategori:İdris Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler]]<br />
[[Kategori:Zülkifl Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler]]<br />
[[Kategori:İsmail Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler]]<br />
''Önceki Ayet: [[Enbiya 84]] &larr; [[Kuran:Enbiya|Enbiya Suresi]] &rarr; [[Enbiya 86]]: Sonraki Ayet''<br />
<br />
[[Dosya:Enbiya 85.png]]<br />
<br />
'''Meali:''' 85- İsmail'i, İdris'i ve Zülkif'i de (yâdet). Hepsi de sabreden kimselerdendi.<br />
<br />
'''Kur'an'daki Yeri:''' [[Kuran:Enbiya#85|17. Cüz, 328. Sayfa]]<br />
<br />
'''Tilavet Notları:''' <br />
<br />
'''Diğer Notlar:''' <br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Maddeler==</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Kategori:Peygamber_%C4%B0smi_Ge%C3%A7en_Ayetler&diff=41436Kategori:Peygamber İsmi Geçen Ayetler2024-03-17T04:56:29Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Kişi İsmi Geçen Ayetler]]<br />
Bu kategoride içinde Peygamberlerin ve Peygamber olması muhtemel zatların ismi geçen ayetler listelenmiştir.<br />
<br />
* İsa (عيسى) adı açık olarak 25 defa, "Meryem'in oğlu", "Allah'tan bir ruh" ya da "Allah'ın Kelimesi" olarak 183 defa geçer.<br />
* Musa (موسى) adı açık olarak 124 defa geçer. Bir defa "Allah ile konuşan" olarak ima edilir.<br />
* İbrahim (إبراهيم) adı açık olarak 69 defa geçer. "Allah'ın dostu" olarak ima edilmiştir. Bir sure adını taşır.<br />
* Âdem (آدم) adı 25 defa geçer<br />
* Davud (داود) adı 16 defa geçer<br />
* Eyüp (أيوب) adı 4 defa geçer<br />
* Harun (هارون) adı 24 defa geçer<br />
* Hûd (هود) adı 7 defa geçer<br />
* İshak إسحاق adı 17 defa geçer<br />
* İsmail (إسماعيل) adı 12 defa geçer<br />
* Lut (لوط) adı 27 defa geçer<br />
* Salih (صالح) adı 8 defa geçer<br />
* Şuayb (شعيب) adı 11 defa geçer<br />
* Yakup (يعقوب) adı 16 defa geçer<br />
* Yunus (يونس) adı 16 defa geçer<br />
* Sāhibi'l Hūt (صَاحِب ٱلْحُوْت)<br />
* Yusuf (يوسف ) adı 27 defa geçer<br />
* Zekeriya (زكريا) adı 7 defa geçer<br />
<br />
Peygamberliği kesin olmayan<br />
<br />
* Lokman (لقمان) adını taşıyan Lokman Suresi'nde 2 defa geçer.<br />
* Üzeyir (عزير) adı Tevbe Suresi'nde 1 defa geçer.<br />
* Zülkarneyn (ذو القرنين) adı tamamı Kehf Suresi'nde 3 defa geçer.</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Hz._Elyesa&diff=41435Hz. Elyesa2024-03-17T04:53:20Z<p>Turker: Elyesa (as) sayfasına yönlendirildi</p>
<hr />
<div>#YÖNLENDİRME [[Elyesa (as)]]</div>Turkerhttps://nurpedia.org/index.php?title=Z%C3%BClkifl_(as)&diff=41434Zülkifl (as)2024-03-17T04:51:49Z<p>Turker: </p>
<hr />
<div>[[Kategori:Peygamber]]<br />
[[Kategori:Şahıs]]<br />
'''Hz. Zülkifl (as)''' ismi Kur’an’da iki âyette sabreden ve hayırlı kişi sıfatlarıyla anılan ve veli ya da peygamber olduğuna dair farklı görüşler bulunan bir zattır. İsmi “nasip, kısmet veya kefalet sahibi” anlamlarına gelir. Bir görüşe göre Elyesa' peygamberin halefidir. İsrâiloğulları’na hakkı tebliğ etmiştir. Ahd-i Atîk’te geçen Hezekiel peygamberin Hz. Zülkifl olabileceği görüşüne göre İsrâil tarihinin en sıkıntılı dönemlerinde yaşamış, milâttan önce 597’de Bâbil Kralı Buhtunnasr döneminde esir alınmış, çeşitli eziyetlere katlanmış, esaretinin beşinci yılında peygamber olarak görevlendirilmiş ve yirmi iki yıl peygamberlik yapmıştır.<ref name='a'>https://islamansiklopedisi.org.tr/zulkifl</ref> Bir rivayete göre Şam'da oturmuştur.<ref name='b'>https://tr.wikipedia.org/wiki/Z%C3%BClkifl</ref>.<br />
<br />
==Bilgiler==<br />
<br />
'''Diğer İsimleri:''' Bazılarına göre diğer semavi kitaplarda geçen Ezekiel/Hezekiel<ref name='c'>https://en.wikipedia.org/wiki/Dhu_al-Kifl</ref>, Buda (tartışmalı)<br />
<br />
'''Doğum Yeri ve Tarihi:''' <br />
<br />
'''Annesi:'''<br />
<br />
'''Babası:''' <br />
<br />
'''Kardeşleri:''' <br />
<br />
'''Soyu''': <br />
<br />
'''Vefat Yeri ve Tarihi:'''<br />
<br />
'''Kabrinin Yeri:''' Diyarbakır'ın Eğil ilçesinde Elyesa Peygamber ile Makam Dağı'ndaki türbede (Türbe daha önce yakınlarda başka bir yerdeyken baraj gölü altında kalacak olması nedeniyle bugünkü yerine taşınmıştır)<br />
<br />
'''Harita Konumu:''' [https://maps.app.goo.gl/9rczELzbDk4HCVuM8]<br />
<br />
'''Hanımları:''' <br />
<br />
'''Çocukları:''' <br />
<br />
'''Peygamberlikle Görevlendirildiği Yer ve Tarih:''' MÖ 597 civarı Bâbil Kralı Buhtunnasr dönemi<ref name='a' /><br />
<br />
'''Peygamber Olarak Gönderildiği Kavim:''' İsrailoğulları<br />
<br />
==Kur'an'da İsminin Geçtiği Yerler==<br />
<br />
[[:Kategori:Zülkifl Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler|Zülkifl Peygamberin (AS) İsmi Geçen Ayetler]]<br />
<br />
==Risale-i Nur'da Nerede ve Nasıl Bahsedildiği==<br />
<br />
...<br />
<br />
Bâr-ı sıkletten ukûlü kurtaran,<br />
<br />
Nur-u [[İlyas (as)|İlyas]]-ı riyazettir sözün.<br />
<br />
Kulluğun efdalini izhar eden,<br />
<br />
[[Zülkifl (as)|Zülkifl]]-i ibadettir sözün.<br />
<br />
Set çeker kâfir olan ye’cüclere,<br />
<br />
Çünkü Zülkarneyn-i kudrettir sözün.<br />
<br />
...<br />
<br />
([[Risale:Yirmi_Yedinci_Mektup%27un_Üçüncü_Zeyli_(Barla)#Ahmed_Galib’in_Sözler_hakkında_bir_fıkrasıdır|Barla L.]])<br />
<br />
==Risale-i Nur'daki Diğer Alakalı Yerler==<br />
<br />
==İlgili Resimler/Fotoğraflar==<br />
<br />
[[Dosya:Zülkifl kabir.jpg]]<br />
<br />
==İlgili Maddeler==<br />
<br />
*[[Elyesa (as)|Hz. Elyesa (as)]]: Bir görüşe göre Elyesa' peygamberin halefidir.<br />
<br />
==Kaynakça==</div>Turker